04 Mart 2022

Biz Çoğuz Zalimler Az


2016’da Iraklı bir adamla sohbet ettiğimi hatırlıyorum. Almanya’da taksicilik yapıyordu. Denemelerimden birinde ondan şu şekilde bahsetmiştim:

“Geçen ay Berlin'de Iraklı bir taksi şoförüyle sohbet ediyordum. 12 yaşındaki oğlum ve ben Çağdaş Sanat Müzesi'nden otelimize giderken taksiye binmiştik. Taksiciye neden Berlin’e geldiğini sormadan edemedim. Vize almak için geldiğini söyledi. İslam’ı sevmediği için ülkesinden ayrılmak zorunda kaldığını altını çizerek vurgulama ihtiyacı duydu. Müslümanların birbirini öldürdüğünden bahsetti.

Biraz üzgün hissettim kendimi, çünkü bu lafı ‘terörist’ olmadığını kanıtlamak için söylemek zorunda kalmış gibi geldi bana. Ona, kendisi için uygun bir isim olduğu dönemde ABD’nin Saddam’ı desteklediğini söyledim. Ardından ABD’nin, kendi çıkarına geldiği için politikasını değiştirerek ona sırtını döndüğünden bahsettim. Sonra kendisine ‘Taliban, El Kaide, IŞİD, hepsi aynı eski hikâye değil mi?’ diye sordum.

Ardından beklenmedik bir şey söyledi. ‘O bir halk devrimiydi, Saddam’a karşı durduk’ dedi. 1991’deki ilk körfez savaşından bahsediyordu. Hiçbir şeyin insanların istediği gibi gitmediğini, neticede yıkıcı bir ticaret ambargosunun uygulandığını, savaşın bitmediğini, tüm bunların IŞİD’i doğurduğunu anlattı. Sesi tutkuluydu. Sesinde kendimi buldum, onda savaşa ve emperyalizme karşı öfkeyi ve hüsranı hissettim.”

ABD'nin hegemonik dayatmalarına ve ihtiyaçlarına meydan okuyan ülkelere karşı imparatorluğun yürüttüğü savaş, birkaç aşamayı takip ediyor. Hedef kitle, ekonomik ambargo, ticari yaptırımlar, seyahat kısıtlamaları ve liderinin şeytanlaştırılmasıyla temel ihtiyaçlarından mahrum bırakılıyor.

Toplum, kaynakların ve ekonomik faaliyetlerin eksikliği nedeniyle istikrarsız hâle geliyor. Ülkedeki muhalif güçler, emperyalizme kafa tutan “rejime” karşı hareketi “devrim”, “demokrasi”, “özgürlük” vb. adına ivmelendirebilmek imparatorluk tarafından cömertçe finanse ediliyor.

Toplum bölünüyor. Kurumlar, sermayeye hizmet etmek için tavizlerde bulunuyor, böylelikle halkın kafası daha da karışıyor, onu daha fazla açmaza sürüklüyor.

Çoğu zaman bu tarz hamleler müdahalelere karşı çıkanları susturmak için kâfi geliyor ve mevcut düzenin yıkılmasıyla sonuçlanıyor. Toplum, kaynakların sömürülmesi, özelleştirme, finansallaştırma, ucuz emeğin sömürülmesi, ABD askeri üslerinin inşası vb. ile sonuçlanan batılı endüstriler tarafından oluşturulan sömürge politikalarına uyacak şekilde dönüştürülüyor.

Oldukça az sayıda Ortadoğu ülkesi bu tür müdahalelere karşı gelmiş, bu itiraz, neticede vekalet savaşlarına ve batılı askerî müdahalelere sebep olmuştur.

Bu terörle mücadele konsepti, ABD güçlerinin “terörle mücadelenin yasal çerçevesi”ne uygun olarak, dünyaya karşı konuşlandırılmasıyla bugüne kadar devam etti. Kısıtlamalar, havalimanlarında ve başka yerlerde hâlen daha yürürlükte, yasal haklarımız hâlen daha budanmaya devam ediyor.

Çoğumuz, diğer ülkeleri işgal etme, onları sömürgeleştirme ve boyun eğdirme suçlarına karşı sesimizi yükselttik. Şaşırtıcı bir şekilde, “onları işgal etmeseydik, onlar bizi işgal edeceklerdi” iddiasına, onların “terörist” olduklarına dair suçlamalara epey insan itiraz etti.

Dünyanın en zengin ülkelerindeki bazı mazlumların yanı sıra savaşın parçaladığı ülkelerdeki halkların hilâfına, devasa bir kamu projesi olarak yürütülen savaştan muazzam kârlar elde edildi. Ölümlerden ve yıkımdan kimse sorumlu tutulmadı. İnsanları teröristlerden kurtarmaya yönelik mücadele, kendilerine politikacılar, hayırseverler, iş adamları, aydınlar, vatanseverler, akademisyenler vb. diyen katmerli suçluların gücünü ve zenginliğini artırmak için yürürlüğe konulmuş büyük bir kapitalist projeydi.

Neokolonyal şiddetin dayandığı temel zihniyet, hedef alınan ülkelerin halklarına yönelik önyargıları temel alır.

Emperyal politikalara itaat etmeye yemin etmiş “liderler” tarafından yönetilen ülkelerde ikamet eden bu halklar, emperyal kurumların çıkarlarına hizmet etmek için daha sıkı sömürü ve boyun eğdirme önlemlerine tabi tutulurlar. Söz konusu nüfusun açmazları; yoksulluk, toplumsal huzursuzluk ve ekonomik boyunduruktan kaynaklanan yolsuzluk, batılılar arasındaki zihinsel üstünlüğü haklı çıkararak, batılılar tarafından “yardım edilmesi” gereken “barbar” halkın aşağılık bir halk olduğunu kanıtlamak için kullanılır.

Sömürge bir ülkenin lideri, o ülkenin kendi halkına hizmet eden politikalar uygulayarak adaletsiz durumu düzeltmeye çalışırsa, batı otoritesi, böyle bir unsuru ortadan kaldırmak için kendi politikalarını devreye sokacaktır. Politikalar, emperyalist ülkenin halkında varolan önyargılar eliyle desteklenirler.

“Kendi halkını öldürüyor”, “çocukları kurtarın”, “rejim”, “diktatörlük” ve “soykırım” gibi basit sloganlar ve anahtar kelimeler, emperyalist ülkenin halkındaki beyaz kurtarıcı zihniyetin yanı sıra sömürge zihniyetini de tetikler.

Buradan hızla virüsle mücadele dönemi olarak 2021 yılına geçelim. Bugün muazzam miktarlarda servetin zenginlere ve muktedirlere akışına tanıklık ediyoruz. Bu gelişmenin en iyi kanıtı ise çalışanlarına ve müşterilerine müteşekkir olduğunu söyleyen Jeff Bezos’un kârlarındaki hızlı artış.

Ülke genelinde işçileri alaya alan yoğun sömürü, tüm şiddetiyle hüküm sürüyor. Tüm sektörlerde karşımıza çıkan bu sömürü yoğunluğu, küçük toplulukların elindeki işletmeleri yıkıma sürüklüyor, insanları kütleler hâlinde evlerinden barklarından ediyor, onları intihara sürüklüyor, uyuşturucuyla bağlantılı ölümlerin kurbanı hâline getiriyor. Öte yandan, kapanma önemleri şimdi yeniden düzenlenmesi gereken hayati sosyal ilişkilerde hasara yol açıyor.

Virüs, azalan sağlık sistemini maske takmayı, sosyal mesafeyi ve son derece kazançlı deneysel GDO’lu ilâçların enjekte edilmesini dayatan bir yapıya dönüştürdü. Bu süreçte Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi’ne ait Aşıların Olumsuz Etkilerini Raporlama Sistemi’ne virüs öncesinde düşen tüm aşı kaynaklı hasar ve ölüm vakalarının toplamını aşan miktarda hasar ve ölüm sayısına tanık olundu.

Virüse karşı kapanma önlemleri ve kâr odaklı önlemler, genel sağlık sisteminin kapasitesini daha da daralttı, çok sayıda hasta, acil durumlarda hayatî bakım hizmeti alamadı. Hayat kurtarmak adına sağlık sistemi yok edildi, (zerre muhalefetle yüzleşilmeden tele-sağlığa geçiş yapıldı). Bu, mevcut seferberliğin somut bir yönüydü.

Nesiller boyu şirketlerin saldırısına uğrayan eğitim sistemi, akademisyenleri kovmak, dersleri çevrimiçi öğreticilere dönüştürmek ve Dördüncü Sanayi Devrimi için itaatkâr işçiler yaratmak ve yeni bir misyon peşinde koşmak amacıyla gerekli onayı aldı.

Finans kurumu, nüfusun bir veri hâline getirildiği, metalaştırıldığı ve sömürüldüğü dijital alana sürülmesini hızlandırdı. Her sektörde Kovid önlemleri adına kâr amaçlı büyük bir yeniden yapılanma süreci yaşanıyor.

Solunum yolu hastalıklarının çok tehlikeli olabileceğini biliyorum. Kovid öncesi döneme ait makalelere bakarsanız, tesis ve kaynak eksikliğinden dolayı grip salgını riski ile ilgili olarak çığlık atıp duran sağlık uzmanlarından umutsuz çağrılara şahit oluyordunuz. Bugün, Kovid’den sonra, bakım evlerinin kapanması neticesinde büyük ölüm oranlarına ulaşıldı ve o sağlık uzmanlarının öngörüleri gerçekleşmiş oldu. Etkili seçenekler kısıtlanırken, kâr odaklı tedavi seçenekleri teşvik edildi ve daha da fazla ölümle ve hastaneye yatışla sonuçlandı.

Ancak istatistiksel olarak, ABD'deki tüm bu ölümler, ölüm oranındaki yıldan yıla değişiklik aralığını aşmamıştı. Bu önemli gerçek, çeşitli ülkelerde gözlemlenmiştir.

Kovid denilen süreç, muhtemelen insan yapımıdır. Kovid, hıyarcıklı veba ile karşılaştırılabilecek türde ölümcül bir salgın olarak tanımlanamaz. Dolayısıyla güvenilirliği şüpheli PCR testleri tarafından oluşturulan “vakalar”la desteklenen virüs anlatıları tümüyle çöpe atılmalıdır. Zira test, PCR testinin mucidi de dâhil olmak üzere birçok bilim insanı tarafından yüksek oranda eleştirilmiştir. Çünkü PCR testi, DNA parçacıklarını arama süreci dâhilinde gerçekleşen kopyalama işleminin düzeyine tabidir, bu sebeple test, keyfi sonuçlar ortaya koymaktadır.

Yukarıdaki gözlem, kesinlikle dünya çapında çok sayıda sağlık uzmanı, doktor ve bilim insanının görüşlerine dayanmaktadır. En azından bilim alanında Kovid’in her yönü, tedavileri ve kapanma önlemleri konusunda önemli anlaşmazlıklar olduğu kabul edilmelidir.

Ancak bunların hiçbiri, kurumsal düzeyde ciddi bir biçimde incelenmemektedir. Aslında, aşı hasarı vakalarını bildirdiği, tedavi politikalarına karşı çıktığı ve virüsle ilgili yaygın varsayımları sorguladığı için disipline sevk edilen çok sayıda sağlık çalışanı var. Sağlık çalışanları, pratikte birçok yerde resmi Kovid anlatısına uymak zorunda kalıyorlar.

Genel kamuoyu nezdinde mevcut çelişkilerden kaynaklı duygu karmaşası, zamanla hayal kırıklığına dönüştü ve bu hayal kırıklığı, içi resmi anlatılarla, sokağa çıkma yasaklarıyla ve zorunlu aşılamayla dolu düdüklü tencerenin içinde sıkışmış olduğumuza dair hisse sebep olarak öfkeyi artırdı. Yükselen ısı ve basınç, “yeni normal”in dikte ettiği gündelik rutinlerle birlikte, toplumsal dokuyu paramparça etti.

Geçen yıldan bu yana pek çok şey oldu. Ama bir şekilde işler kafamızda doğru yerlere oturmuyor gibi görünüyor.

Zaman ve mekân algımızı her daim olup biten olaylar, günlük rutinler ve ortak bilgilerimiz belirliyor. Bunları kaybettiğimizde, bu belirleyici işaretler olmadan bir dizi unsur ve dinamikle baş başa kalıyoruz.

Ama bizi zaman-mekân algımızı belirleyecek araçlardan mahrum bırakanlar, bize alternatif araçlar temin ettiler. Hayatlarımıza kapanmaların, maskelerin ve sosyal mesafenin damgası vuruldu. “Yeni normal” işte buydu.

Şimdi hayatımızı onunla işaretliyoruz.

Dışarısını ölümcül bir hastalığın sardığını, tek çözümün aşı olduğunu söylediler. Yaşamımız ve ölümümüz, en büyük kurumsal varlıklardan biri olan tıp-sanayi kompleksi tarafından belirleniyor.

Tıpkı terörle mücadelenin, sömürgecilerin çarpık dinî ve kültürel üstünlüğünü meşrulaştıran, beyaz adamın sorumluluğunu insanî bir yükümlülük olarak gizleyen bir tür “haçlı seferi” olarak tanımlanmasında olduğu gibi, virüsle mücadele de “bilimi” yol gösterici güç olarak taçlandırıyor. Bununla birlikte, söylemeye gerek yok, “bilimin” güvenilirliği, ona eşlik eden zenginlik ve kudretin sahip olduğu güçle orantılıdır. Aynı durum, savaşa dair gerçeklerin “gazetecilik” olarak alınıp satılmasında da söz konusudur.

Propaganda amaçlı yalanlar her yanı kuşatıyor, çünkü karşı çıkanlar, güvenlikli sitelerin koruması dışında oldukları için kınanmayı hak eden “ötekiler” olarak damgalanıyor.

Karşımızdaki güç tıp-sanayi kompleksi olarak isimlendirilmeli. Çünkü bu tür bir isimlendirme, bizim kapitalist hegemonya içindeki dinamikleri anlamamıza katkı sunacaktır. Bununla birlikte, söz konusu yapı, aynı zamanda medya-sanayi kompleksinin, STK-sanayi kompleksinin, siyaset-sanayi kompleksinin ve tabii ki askeriye-sanayi kompleksinin oluşturduğu bütünün bir parçasıdır.

Hâsılı, hayatlarımıza, kapitalizm denilen çerçevede kendisini ifade eden “gerçekliği” yöneten oligarklara ait dinamik güçler yön veriyor. Bu kafes, bu oligarkların zorunlulukları üzerinden bizim hayatlarımızı koşulluyor.

Virüs seferberliği, mevcut değerleri, normları ve inançları yok ederek toplumumuzu yeniden şekillendirirken, kurumsal yapılar ve sahipleri, hayatımızı ve ölümümüzü belirleyen mutlak varlıklar olarak kutsanmıştır. Bu nedenle “olağanüstü hâl” ile meşrulaştırılan kararnameler artık kabul edilebilir siyasi araçlardır. Büyük şirketler bu sayede muazzam servetler kazandılar. Tam da bu sebeple hepimiz koyun sürüleri gibi dijital âlem denilen ağıla doğru güdülüyoruz. O ağılda metalaştırılıyor, sömürülmek için koşullandırılıyor, hayatın ve bilinmezin gizeminden kopmuş varlıklar olarak hakikatten uzaklaştırılıyoruz.

Peki ama öfke ve hayal kırıklığı nereye gidiyor?

ABD’deki müesses nizam, mevcut gidişata yönelik giderek kaynayan öfkenin ve hayal kırıklığının gayet farkında. Öfke körükleniyor, insanlar birbirlerine düşman ediliyor, eskiden beri yürürlükte olan ve bir tür toplum mühendisliği aracı olarak kullanılan ve “iki partili düzen” olarak takdim edilen hileye başvuruluyor. Amerikan İç Savaşı’nın hayaletleri, bugün köleleştirme için kullanılan araçları hâlen daha belirliyor. Bir yandan da aynı hayaletler, muktedir sınıfın “demokrasi”, “özgürlük” ve “insanlık” denilen tiyatro oyunlarını sahnelemesine, o imal edilmiş “gerçekliği” yönetmesine imkân sağlıyor.

Bireycilik, kendi kaderini tayin hakkı ve birçok ezilen insanın fedakarlığına dayanan bir özgürlük duygusu, yalnızca ekonomik güvenliği olan insanlara tanınan bir ayrıcalıktır. Bu, Kovid ile ilgili kapanma önlemlerine karşı direnişin gerici bir unsur içermesinin bir nedenidir. Kapanma karşıtı eylemlere katılan kitlenin belirli bir bölümü, hatalı bir değerlendirmeyle, gidişatın sosyalizme veya komünizme doğru olduğunu düşünüyor.

Tuhaf bir değerlendirmeyle kapitalist zulüm, kapitalist düşmanı olmakla suçlanıyor. ABD’deki iki partili mekanizma ve yoğun kısıtlamaları esas alan ağır tedbirlere ihtiyaç duyan, eskiden ekonomik açıdan güvende olan kesime yönelik sömürünün şiddetindeki artış, bu süreçte daha da görünür hâle geliyor.

Cumhuriyetçi eyaletlerin aşıya ve kapanma önlemlerine ilişkin resmi söylemlere karşı çıkması, buna karşılık, Demokrat Partili eyaletlerin resmi söylemlere sıkı sıkıya bağlı kalması, asla tesadüf değil. İlgili eyaletlerde yaşayan halklar, kendilerine yönelik uygulanacak köleleştirme tarzları arasında seçimde bulunuyorlar aslında. Gelgelelim yapılan tercihteki ufak değişiklikler, birbirlerine yönelik, sömürgecilere has nefretin körüklenmesine neden olabiliyor. Tarih boyunca çözüme kavuşturulamamış olan acı, duygusal yük ve kin, içimizdeki “düşmanlar”a karşı hemen kendisine ait ifade kanallarını bulabiliyor.

Malcolm X’in dediği gibi, dişlerini gösterip duran kurtlar ile kurnaz tilkiler arasındaki kavga, öfke ve hüsranı kapitalist çerçeve içinde güvenli bir şekilde farklı yerlere kanalize etmeyi biliyor. Medya, politikacılar ve büyük kurumlar, “pandemi” anlatılarını şu ya da bu şekilde korurken, muhalifleri aşılar ve kapanma önlemleri konusunda şeytanlaştırarak, insanlar arasındaki çatışmaları dikkatli bir şekilde kışkırtıyor.

Bazı insanlar, işlerin daha iyiye gitmeden önce daha da kötüye gitmesi gerektiğini düşünebilir. İşler kesinlikle daha da kötüye gidebilir, ancak görünen o ki, bu, sadece toplulukların daha fazla parçalanması ve kurumların istikrarsızlaştırılması anlamına geliyor; bu da acımasız önlemler için gerekli gerekçelerle birlikte kapitalist tahakküm tarafından insanların çıkarlarının daha fazla aşınmasına imkân sağlıyor. Bu da muhtemelen etrafı yüksek duvarlarla çevrili sitelerde oturan ayrıcalıklı kişilerin yüreğine su serpiyor.

Tabii bu sürece bir de batı emperyalizminin elindeki hegemonik güçleri her daim meşru kılmaya çalışan faşizmin güçlenmesi eşlik ediyor. Bu noktada Trump denilen olgunun şirketlere ait iki parti tarafından da benimsenmekte olan politikaları nasıl dayattığını, bir yandan da narsist ama çökmekte olan imparatorluğa ait bir karikatür olarak algılanan Trump’a yönelik itirazları nasıl meşrulaştırdığını anımsamakta fayda var. Neticede ABD kapitalizmi, emperyalizm yelpazesi dâhilinde sağa sola makul ölçülerde salınarak ilerliyor.

Kısacası Ortadoğu ülkelerini harap edenlere göre her şey kontrol altında. Tek fark şu ki artık hedef biziz. Saldırı altındayız. Bazılarımız, düzen tarafından günah keçisi rolü oynamak için şeytanlaştırılıyor. Bazılarımız, hayat kurtaran ve kendilerini feda eden kahramanlar olarak övülüyor. Toplumlarımız, insanlık ve doğa sömürgecileri tarafından daha fazla tüketilmek üzere yok ediliyor.

Virüsle mücadele, hayat kurtarmak, çevreyi kurtarmak ve insanların geçim kaynaklarını kurtarmak adına büyük miktarlarda kamu harcamalarının elde edilmesine yardımcı olan istikrarsızlaştırma sürecini ve korkuyu ifade ediyor. Oysa hayat da, çevre de, geçim kaynakları da kapitalistlerin vahşi saldırısı altında.

Virüsle mücadele halkın parasını hedef aldığı için kapsamlı bir propaganda bombardımanına tabi tutuluyoruz. Sanki şirketlere ait partilerden birini seçeceğimiz bir seçim sürecinin içine girmiş gibiyiz. Bizden, resmi söylemlere göre hareket edip kapitalist sorunlara bulunan, kapitalistlere kazanç sağlayacak kapitalist çözümlere “evet” dememiz bekleniyor.

İnsanlar kendi aralarında savaşmaya zorlandıkça, politikalara karşı kamuoyunun tepkileri halklar arasında güvenle tüketilmektedir.

Dahası, virüsle mücadele, daimî savaş anlamına geliyor. Akıl almaz “hatalar” yapılacak, orada burada zaferler ilân edilecek, gerçekler uygun olduğunda ortaya çıkarılacak ve gerçeklerin çoğu oligarklar tarafından bu koruma şantajı üzerine kurulu kapsamlı planı desteklemek için çarpıtılacak. Bir adım ileri sonra da bir adım geri atıyoruz; hayatlarımız, “tıbbi kriz”in ıstıraplı tiyatrosunda dönüp duruyor, ama gerçek çözüm asla bu krizde bulunamıyor.

İmparatorluk savaşı kaybedemez, ancak imparatorluğun savaşı kazanmaya da niyeti yoktur, çünkü kazanmak, halk arasındaki iç çatışmanın kontrol alındaki seyrini ve “bizim demokrasimiz” adına kapitalist gündemleri etkin bir şekilde yönlendiren STK-sanayi kompleksi tarafından desteklenen “aktivizm”deki çeşitliliği ortadan kaldırabilir.

Sonuçta, biz çoğuz zalimler az.

Kitleleri para ve şiddetin feodal hiyerarşisi dâhilinde evcilleştirmek için evcilleştirme mekanizması bir biçimde muhafaza edilmelidir. Bu arada, korku, şüphe ve kitleleri ekonomik açıdan boğazlama biçimi alan, geçim kaynaklarımıza yönelik gerçek tehdit, bizi suç örgütüyle yapılan koruma şantajı anlaşmasına zorla da olsa uymak durumunda bırakmaya devam ediyor.

Nihayetinde gidişat, tüm üretim araçlarının, ürünlerinin ve dağıtım sisteminin yönetimi yoluyla türümüzün tam bir evcilleştirilmesi yönünde. Halklar biyoteknoloji prosedürleriyle kendileri birer ürün hâline geldikçe, dijital âlemdeki sosyal ilişkiler, üretilmiş gerçeklikle kusursuz bir şekilde birleşerek, mutlak gücün feodal hiyerarşisini fiilen sağlamlaştırıyor.

Sosyal medya mecralarında faaliyet gösterirken, kimliklerimizi onların çerçeveleri içinde sunarken ve doğal dünyaya fiziksel tepkimizi değiştirmek için bize GDO’lu ilâçlar şırınga edilirken, sonunu hepimizin gayet iyi bildiği o tehlikeli aşamaya girmiş bulunuyoruz.

Ölümcül ambargo ve işgallere maruz kalan Iraklılar ne yapabilirdi? Bu soru artık bizim için de geçerli. Ne yazık ki, imparatorluğun yanında duranların çoğu, hepimizin savaşın hedefi hâline geldiği, toplumumuzun üyelerinin düşman olarak gösterilip şeytanlaştırıldığı, imparatorluğun yeniden yapılanmasını haklı çıkarmak için atılan sloganların, yapılan konuşmaların yinelendiği, sömürgeciler tarafından bir bir yutulsun diye toplumumuzun lime lime edildiği koşullarda, savaşın devam etmesi hususunda hâlen daha ısrarcı.

Pandemi konusunda yürütülen fiili seferberliğe karşı çıkanların, tıpkı esmer insanları bombalamayı reddedenlerin esmer çocukların bir “diktatör” eliyle ölmesine izin vermekle suçlanmasında olduğu gibi, ırkçı, komplo teorisyeni veya faşistler olmakla suçlanması tesadüf değil.

Gerçek düşmanımız, “aşı karşıtları” ya da şirket propagandasını yutan saf insanlar değil. Asıl düşman, insanları sömürme ve onlara boyun eğdirme yöntemlerini uygulamaya devam edebilmek için toplumumuzu biçimlendiren emperyalist oligarklardır.

Hayal gücümüzün son kalıntılarını ortadan kaldırmak, insanlık ve doğa ile olan bağımızı kopartmak için yeni bir kapitalist kafes inşa ediyorlar. Bugün asıl soru şudur: İnsanlığın ve doğanın sömürgeleştirilmesine nasıl karşı koyabiliriz?

Yıkıcı yapısıyla çökmeye mahkûm olan suç düzenine karşı direnişin bir parçası nasıl olabiliriz? Kendimizle, birbirimizle ve doğayla uyum içinde olmanın yollarını nasıl oluşturabiliriz? Böyle bir uyumun hayalini kuran sayısız insan var. Biz, asıl onlarla dayanışma içindeyken güçlüyüz.

Biz çoğuz, zalimler az.

Hiroyuki Hamada
5 Ağustos 2021
Kaynak

0 Yorum: