2016’da
Iraklı bir adamla sohbet ettiğimi hatırlıyorum. Almanya’da taksicilik
yapıyordu. Denemelerimden birinde ondan şu şekilde bahsetmiştim:
“Geçen ay Berlin'de Iraklı
bir taksi şoförüyle sohbet ediyordum. 12 yaşındaki oğlum ve ben Çağdaş Sanat
Müzesi'nden otelimize giderken taksiye binmiştik. Taksiciye neden Berlin’e
geldiğini sormadan edemedim. Vize almak için geldiğini söyledi. İslam’ı sevmediği
için ülkesinden ayrılmak zorunda kaldığını altını çizerek vurgulama ihtiyacı
duydu. Müslümanların birbirini öldürdüğünden bahsetti.
Biraz üzgün hissettim
kendimi, çünkü bu lafı ‘terörist’ olmadığını kanıtlamak için söylemek zorunda
kalmış gibi geldi bana. Ona, kendisi için uygun bir isim olduğu dönemde ABD’nin
Saddam’ı desteklediğini söyledim. Ardından ABD’nin, kendi çıkarına geldiği için
politikasını değiştirerek ona sırtını döndüğünden bahsettim. Sonra kendisine
‘Taliban, El Kaide, IŞİD, hepsi aynı eski hikâye değil mi?’ diye sordum.
Ardından beklenmedik bir
şey söyledi. ‘O bir halk devrimiydi, Saddam’a karşı durduk’ dedi. 1991’deki ilk
körfez savaşından bahsediyordu. Hiçbir şeyin insanların istediği gibi
gitmediğini, neticede yıkıcı bir ticaret ambargosunun uygulandığını, savaşın bitmediğini,
tüm bunların IŞİD’i doğurduğunu anlattı. Sesi tutkuluydu. Sesinde kendimi
buldum, onda savaşa ve emperyalizme karşı öfkeyi ve hüsranı hissettim.”
ABD'nin
hegemonik dayatmalarına ve ihtiyaçlarına meydan okuyan ülkelere karşı
imparatorluğun yürüttüğü savaş, birkaç aşamayı takip ediyor. Hedef kitle,
ekonomik ambargo, ticari yaptırımlar, seyahat kısıtlamaları ve liderinin
şeytanlaştırılmasıyla temel ihtiyaçlarından mahrum bırakılıyor.
Toplum,
kaynakların ve ekonomik faaliyetlerin eksikliği nedeniyle istikrarsız hâle
geliyor. Ülkedeki muhalif güçler, emperyalizme kafa tutan “rejime” karşı
hareketi “devrim”, “demokrasi”, “özgürlük” vb. adına ivmelendirebilmek
imparatorluk tarafından cömertçe finanse ediliyor.
Toplum
bölünüyor. Kurumlar, sermayeye hizmet etmek için tavizlerde bulunuyor,
böylelikle halkın kafası daha da karışıyor, onu daha fazla açmaza sürüklüyor.
Çoğu
zaman bu tarz hamleler müdahalelere karşı çıkanları susturmak için kâfi geliyor
ve mevcut düzenin yıkılmasıyla sonuçlanıyor. Toplum, kaynakların sömürülmesi,
özelleştirme, finansallaştırma, ucuz emeğin sömürülmesi, ABD askeri üslerinin
inşası vb. ile sonuçlanan batılı endüstriler tarafından oluşturulan sömürge
politikalarına uyacak şekilde dönüştürülüyor.
Oldukça
az sayıda Ortadoğu ülkesi bu tür müdahalelere karşı gelmiş, bu itiraz, neticede
vekalet savaşlarına ve batılı askerî müdahalelere sebep olmuştur.
Bu
terörle mücadele konsepti, ABD güçlerinin “terörle mücadelenin yasal
çerçevesi”ne uygun olarak, dünyaya karşı konuşlandırılmasıyla bugüne kadar
devam etti. Kısıtlamalar, havalimanlarında ve başka yerlerde hâlen daha
yürürlükte, yasal haklarımız hâlen daha budanmaya devam ediyor.
Çoğumuz,
diğer ülkeleri işgal etme, onları sömürgeleştirme ve boyun eğdirme suçlarına
karşı sesimizi yükselttik. Şaşırtıcı bir şekilde, “onları işgal etmeseydik,
onlar bizi işgal edeceklerdi” iddiasına, onların “terörist” olduklarına dair
suçlamalara epey insan itiraz etti.
Dünyanın
en zengin ülkelerindeki bazı mazlumların yanı sıra savaşın parçaladığı
ülkelerdeki halkların hilâfına, devasa bir kamu projesi olarak yürütülen
savaştan muazzam kârlar elde edildi. Ölümlerden ve yıkımdan kimse sorumlu
tutulmadı. İnsanları teröristlerden kurtarmaya yönelik mücadele, kendilerine
politikacılar, hayırseverler, iş adamları, aydınlar, vatanseverler,
akademisyenler vb. diyen katmerli suçluların gücünü ve zenginliğini artırmak
için yürürlüğe konulmuş büyük bir kapitalist projeydi.
Neokolonyal
şiddetin dayandığı temel zihniyet, hedef alınan ülkelerin halklarına yönelik
önyargıları temel alır.
Emperyal
politikalara itaat etmeye yemin etmiş “liderler” tarafından yönetilen ülkelerde
ikamet eden bu halklar, emperyal kurumların çıkarlarına hizmet etmek için daha
sıkı sömürü ve boyun eğdirme önlemlerine tabi tutulurlar. Söz konusu nüfusun
açmazları; yoksulluk, toplumsal huzursuzluk ve ekonomik boyunduruktan
kaynaklanan yolsuzluk, batılılar arasındaki zihinsel üstünlüğü haklı çıkararak,
batılılar tarafından “yardım edilmesi” gereken “barbar” halkın aşağılık bir
halk olduğunu kanıtlamak için kullanılır.
Sömürge
bir ülkenin lideri, o ülkenin kendi halkına hizmet eden politikalar uygulayarak
adaletsiz durumu düzeltmeye çalışırsa, batı otoritesi, böyle bir unsuru ortadan
kaldırmak için kendi politikalarını devreye sokacaktır. Politikalar,
emperyalist ülkenin halkında varolan önyargılar eliyle desteklenirler.
“Kendi
halkını öldürüyor”, “çocukları kurtarın”, “rejim”, “diktatörlük” ve “soykırım”
gibi basit sloganlar ve anahtar kelimeler, emperyalist ülkenin halkındaki beyaz
kurtarıcı zihniyetin yanı sıra sömürge zihniyetini de tetikler.
Buradan
hızla virüsle mücadele dönemi olarak 2021 yılına geçelim. Bugün muazzam
miktarlarda servetin zenginlere ve muktedirlere akışına tanıklık ediyoruz. Bu
gelişmenin en iyi kanıtı ise çalışanlarına ve müşterilerine müteşekkir olduğunu
söyleyen Jeff Bezos’un kârlarındaki hızlı artış.
Ülke
genelinde işçileri alaya alan yoğun sömürü, tüm şiddetiyle hüküm sürüyor. Tüm
sektörlerde karşımıza çıkan bu sömürü yoğunluğu, küçük toplulukların elindeki
işletmeleri yıkıma sürüklüyor, insanları kütleler hâlinde evlerinden
barklarından ediyor, onları intihara sürüklüyor, uyuşturucuyla bağlantılı
ölümlerin kurbanı hâline getiriyor. Öte yandan, kapanma önemleri şimdi yeniden
düzenlenmesi gereken hayati sosyal ilişkilerde hasara yol açıyor.
Virüs,
azalan sağlık sistemini maske takmayı, sosyal mesafeyi ve son derece kazançlı
deneysel GDO’lu ilâçların enjekte edilmesini dayatan bir yapıya dönüştürdü. Bu
süreçte Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi’ne ait Aşıların Olumsuz Etkilerini
Raporlama Sistemi’ne virüs öncesinde düşen tüm aşı kaynaklı hasar ve ölüm
vakalarının toplamını aşan miktarda hasar ve ölüm sayısına tanık olundu.
Virüse
karşı kapanma önlemleri ve kâr odaklı önlemler, genel sağlık sisteminin
kapasitesini daha da daralttı, çok sayıda hasta, acil durumlarda hayatî bakım
hizmeti alamadı. Hayat kurtarmak adına sağlık sistemi yok edildi, (zerre
muhalefetle yüzleşilmeden tele-sağlığa geçiş yapıldı). Bu, mevcut seferberliğin
somut bir yönüydü.
Nesiller
boyu şirketlerin saldırısına uğrayan eğitim sistemi, akademisyenleri kovmak,
dersleri çevrimiçi öğreticilere dönüştürmek ve Dördüncü Sanayi Devrimi için
itaatkâr işçiler yaratmak ve yeni bir misyon peşinde koşmak amacıyla gerekli
onayı aldı.
Finans
kurumu, nüfusun bir veri hâline getirildiği, metalaştırıldığı ve sömürüldüğü
dijital alana sürülmesini hızlandırdı. Her sektörde Kovid önlemleri adına kâr
amaçlı büyük bir yeniden yapılanma süreci yaşanıyor.
Solunum
yolu hastalıklarının çok tehlikeli olabileceğini biliyorum. Kovid öncesi döneme
ait makalelere bakarsanız, tesis ve kaynak eksikliğinden dolayı grip salgını
riski ile ilgili olarak çığlık atıp duran sağlık uzmanlarından umutsuz
çağrılara şahit oluyordunuz. Bugün, Kovid’den sonra, bakım evlerinin kapanması
neticesinde büyük ölüm oranlarına ulaşıldı ve o sağlık uzmanlarının öngörüleri
gerçekleşmiş oldu. Etkili seçenekler kısıtlanırken, kâr odaklı tedavi
seçenekleri teşvik edildi ve daha da fazla ölümle ve hastaneye yatışla
sonuçlandı.
Ancak
istatistiksel olarak, ABD'deki tüm bu ölümler, ölüm oranındaki yıldan yıla
değişiklik aralığını aşmamıştı. Bu önemli gerçek, çeşitli ülkelerde
gözlemlenmiştir.
Kovid
denilen süreç, muhtemelen insan yapımıdır. Kovid, hıyarcıklı veba ile
karşılaştırılabilecek türde ölümcül bir salgın olarak tanımlanamaz. Dolayısıyla
güvenilirliği şüpheli PCR testleri tarafından oluşturulan “vakalar”la
desteklenen virüs anlatıları tümüyle çöpe atılmalıdır. Zira test, PCR testinin
mucidi de dâhil olmak üzere birçok bilim insanı tarafından yüksek oranda
eleştirilmiştir. Çünkü PCR testi, DNA parçacıklarını arama süreci dâhilinde
gerçekleşen kopyalama işleminin düzeyine tabidir, bu sebeple test, keyfi
sonuçlar ortaya koymaktadır.
Yukarıdaki
gözlem, kesinlikle dünya çapında çok sayıda sağlık uzmanı, doktor ve bilim
insanının görüşlerine dayanmaktadır. En azından bilim alanında Kovid’in her
yönü, tedavileri ve kapanma önlemleri konusunda önemli anlaşmazlıklar olduğu
kabul edilmelidir.
Ancak
bunların hiçbiri, kurumsal düzeyde ciddi bir biçimde incelenmemektedir.
Aslında, aşı hasarı vakalarını bildirdiği, tedavi politikalarına karşı çıktığı
ve virüsle ilgili yaygın varsayımları sorguladığı için disipline sevk edilen
çok sayıda sağlık çalışanı var. Sağlık çalışanları, pratikte birçok yerde resmi
Kovid anlatısına uymak zorunda kalıyorlar.
Genel
kamuoyu nezdinde mevcut çelişkilerden kaynaklı duygu karmaşası, zamanla hayal
kırıklığına dönüştü ve bu hayal kırıklığı, içi resmi anlatılarla, sokağa çıkma
yasaklarıyla ve zorunlu aşılamayla dolu düdüklü tencerenin içinde sıkışmış
olduğumuza dair hisse sebep olarak öfkeyi artırdı. Yükselen ısı ve basınç,
“yeni normal”in dikte ettiği gündelik rutinlerle birlikte, toplumsal dokuyu
paramparça etti.
Geçen
yıldan bu yana pek çok şey oldu. Ama bir şekilde işler kafamızda doğru yerlere
oturmuyor gibi görünüyor.
Zaman
ve mekân algımızı her daim olup biten olaylar, günlük rutinler ve ortak
bilgilerimiz belirliyor. Bunları kaybettiğimizde, bu belirleyici işaretler
olmadan bir dizi unsur ve dinamikle baş başa kalıyoruz.
Ama
bizi zaman-mekân algımızı belirleyecek araçlardan mahrum bırakanlar, bize
alternatif araçlar temin ettiler. Hayatlarımıza kapanmaların, maskelerin ve
sosyal mesafenin damgası vuruldu. “Yeni normal” işte buydu.
Şimdi
hayatımızı onunla işaretliyoruz.
Dışarısını
ölümcül bir hastalığın sardığını, tek çözümün aşı olduğunu söylediler.
Yaşamımız ve ölümümüz, en büyük kurumsal varlıklardan biri olan tıp-sanayi
kompleksi tarafından belirleniyor.
Tıpkı
terörle mücadelenin, sömürgecilerin çarpık dinî ve kültürel üstünlüğünü
meşrulaştıran, beyaz adamın sorumluluğunu insanî bir yükümlülük olarak gizleyen
bir tür “haçlı seferi” olarak tanımlanmasında olduğu gibi, virüsle mücadele de
“bilimi” yol gösterici güç olarak taçlandırıyor. Bununla birlikte, söylemeye
gerek yok, “bilimin” güvenilirliği, ona eşlik eden zenginlik ve kudretin sahip
olduğu güçle orantılıdır. Aynı durum, savaşa dair gerçeklerin “gazetecilik”
olarak alınıp satılmasında da söz konusudur.
Propaganda
amaçlı yalanlar her yanı kuşatıyor, çünkü karşı çıkanlar, güvenlikli sitelerin
koruması dışında oldukları için kınanmayı hak eden “ötekiler” olarak
damgalanıyor.
Karşımızdaki
güç tıp-sanayi kompleksi olarak isimlendirilmeli. Çünkü bu tür bir
isimlendirme, bizim kapitalist hegemonya içindeki dinamikleri anlamamıza katkı
sunacaktır. Bununla birlikte, söz konusu yapı, aynı zamanda medya-sanayi
kompleksinin, STK-sanayi kompleksinin, siyaset-sanayi kompleksinin ve tabii ki
askeriye-sanayi kompleksinin oluşturduğu bütünün bir parçasıdır.
Hâsılı,
hayatlarımıza, kapitalizm denilen çerçevede kendisini ifade eden “gerçekliği”
yöneten oligarklara ait dinamik güçler yön veriyor. Bu kafes, bu oligarkların
zorunlulukları üzerinden bizim hayatlarımızı koşulluyor.
Virüs
seferberliği, mevcut değerleri, normları ve inançları yok ederek toplumumuzu
yeniden şekillendirirken, kurumsal yapılar ve sahipleri, hayatımızı ve
ölümümüzü belirleyen mutlak varlıklar olarak kutsanmıştır. Bu nedenle
“olağanüstü hâl” ile meşrulaştırılan kararnameler artık kabul edilebilir siyasi
araçlardır. Büyük şirketler bu sayede muazzam servetler kazandılar. Tam da bu
sebeple hepimiz koyun sürüleri gibi dijital âlem denilen ağıla doğru
güdülüyoruz. O ağılda metalaştırılıyor, sömürülmek için koşullandırılıyor,
hayatın ve bilinmezin gizeminden kopmuş varlıklar olarak hakikatten
uzaklaştırılıyoruz.
Peki
ama öfke ve hayal kırıklığı nereye gidiyor?
ABD’deki
müesses nizam, mevcut gidişata yönelik giderek kaynayan öfkenin ve hayal
kırıklığının gayet farkında. Öfke körükleniyor, insanlar birbirlerine düşman
ediliyor, eskiden beri yürürlükte olan ve bir tür toplum mühendisliği aracı
olarak kullanılan ve “iki partili düzen” olarak takdim edilen hileye
başvuruluyor. Amerikan İç Savaşı’nın hayaletleri, bugün köleleştirme için
kullanılan araçları hâlen daha belirliyor. Bir yandan da aynı hayaletler,
muktedir sınıfın “demokrasi”, “özgürlük” ve “insanlık” denilen tiyatro
oyunlarını sahnelemesine, o imal edilmiş “gerçekliği” yönetmesine imkân
sağlıyor.
Bireycilik,
kendi kaderini tayin hakkı ve birçok ezilen insanın fedakarlığına dayanan bir
özgürlük duygusu, yalnızca ekonomik güvenliği olan insanlara tanınan bir
ayrıcalıktır. Bu, Kovid ile ilgili kapanma önlemlerine karşı direnişin gerici
bir unsur içermesinin bir nedenidir. Kapanma karşıtı eylemlere katılan kitlenin
belirli bir bölümü, hatalı bir değerlendirmeyle, gidişatın sosyalizme veya
komünizme doğru olduğunu düşünüyor.
Tuhaf
bir değerlendirmeyle kapitalist zulüm, kapitalist düşmanı olmakla suçlanıyor.
ABD’deki iki partili mekanizma ve yoğun kısıtlamaları esas alan ağır tedbirlere
ihtiyaç duyan, eskiden ekonomik açıdan güvende olan kesime yönelik sömürünün
şiddetindeki artış, bu süreçte daha da görünür hâle geliyor.
Cumhuriyetçi
eyaletlerin aşıya ve kapanma önlemlerine ilişkin resmi söylemlere karşı
çıkması, buna karşılık, Demokrat Partili eyaletlerin resmi söylemlere sıkı
sıkıya bağlı kalması, asla tesadüf değil. İlgili eyaletlerde yaşayan halklar,
kendilerine yönelik uygulanacak köleleştirme tarzları arasında seçimde
bulunuyorlar aslında. Gelgelelim yapılan tercihteki ufak değişiklikler,
birbirlerine yönelik, sömürgecilere has nefretin körüklenmesine neden
olabiliyor. Tarih boyunca çözüme kavuşturulamamış olan acı, duygusal yük ve
kin, içimizdeki “düşmanlar”a karşı hemen kendisine ait ifade kanallarını
bulabiliyor.
Malcolm
X’in dediği gibi, dişlerini gösterip duran kurtlar ile kurnaz tilkiler
arasındaki kavga, öfke ve hüsranı kapitalist çerçeve içinde güvenli bir şekilde
farklı yerlere kanalize etmeyi biliyor. Medya, politikacılar ve büyük kurumlar,
“pandemi” anlatılarını şu ya da bu şekilde korurken, muhalifleri aşılar ve
kapanma önlemleri konusunda şeytanlaştırarak, insanlar arasındaki çatışmaları
dikkatli bir şekilde kışkırtıyor.
Bazı
insanlar, işlerin daha iyiye gitmeden önce daha da kötüye gitmesi gerektiğini
düşünebilir. İşler kesinlikle daha da kötüye gidebilir, ancak görünen o ki, bu,
sadece toplulukların daha fazla parçalanması ve kurumların
istikrarsızlaştırılması anlamına geliyor; bu da acımasız önlemler için gerekli
gerekçelerle birlikte kapitalist tahakküm tarafından insanların çıkarlarının
daha fazla aşınmasına imkân sağlıyor. Bu da muhtemelen etrafı yüksek duvarlarla
çevrili sitelerde oturan ayrıcalıklı kişilerin yüreğine su serpiyor.
Tabii
bu sürece bir de batı emperyalizminin elindeki hegemonik güçleri her daim meşru
kılmaya çalışan faşizmin güçlenmesi eşlik ediyor. Bu noktada Trump denilen
olgunun şirketlere ait iki parti tarafından da benimsenmekte olan politikaları
nasıl dayattığını, bir yandan da narsist ama çökmekte olan imparatorluğa ait
bir karikatür olarak algılanan Trump’a yönelik itirazları nasıl
meşrulaştırdığını anımsamakta fayda var. Neticede ABD kapitalizmi, emperyalizm
yelpazesi dâhilinde sağa sola makul ölçülerde salınarak ilerliyor.
Kısacası
Ortadoğu ülkelerini harap edenlere göre her şey kontrol altında. Tek fark şu ki
artık hedef biziz. Saldırı altındayız. Bazılarımız, düzen tarafından günah
keçisi rolü oynamak için şeytanlaştırılıyor. Bazılarımız, hayat kurtaran ve
kendilerini feda eden kahramanlar olarak övülüyor. Toplumlarımız, insanlık ve
doğa sömürgecileri tarafından daha fazla tüketilmek üzere yok ediliyor.
Virüsle
mücadele, hayat kurtarmak, çevreyi kurtarmak ve insanların geçim kaynaklarını
kurtarmak adına büyük miktarlarda kamu harcamalarının elde edilmesine yardımcı
olan istikrarsızlaştırma sürecini ve korkuyu ifade ediyor. Oysa hayat da, çevre
de, geçim kaynakları da kapitalistlerin vahşi saldırısı altında.
Virüsle
mücadele halkın parasını hedef aldığı için kapsamlı bir propaganda
bombardımanına tabi tutuluyoruz. Sanki şirketlere ait partilerden birini
seçeceğimiz bir seçim sürecinin içine girmiş gibiyiz. Bizden, resmi söylemlere
göre hareket edip kapitalist sorunlara bulunan, kapitalistlere kazanç
sağlayacak kapitalist çözümlere “evet” dememiz bekleniyor.
İnsanlar
kendi aralarında savaşmaya zorlandıkça, politikalara karşı kamuoyunun tepkileri
halklar arasında güvenle tüketilmektedir.
Dahası,
virüsle mücadele, daimî savaş anlamına geliyor. Akıl almaz “hatalar” yapılacak,
orada burada zaferler ilân edilecek, gerçekler uygun olduğunda ortaya
çıkarılacak ve gerçeklerin çoğu oligarklar tarafından bu koruma şantajı üzerine
kurulu kapsamlı planı desteklemek için çarpıtılacak. Bir adım ileri sonra da
bir adım geri atıyoruz; hayatlarımız, “tıbbi kriz”in ıstıraplı tiyatrosunda
dönüp duruyor, ama gerçek çözüm asla bu krizde bulunamıyor.
İmparatorluk
savaşı kaybedemez, ancak imparatorluğun savaşı kazanmaya da niyeti yoktur,
çünkü kazanmak, halk arasındaki iç çatışmanın kontrol alındaki seyrini ve
“bizim demokrasimiz” adına kapitalist gündemleri etkin bir şekilde yönlendiren
STK-sanayi kompleksi tarafından desteklenen “aktivizm”deki çeşitliliği ortadan
kaldırabilir.
Sonuçta,
biz çoğuz zalimler az.
Kitleleri
para ve şiddetin feodal hiyerarşisi dâhilinde evcilleştirmek için evcilleştirme
mekanizması bir biçimde muhafaza edilmelidir. Bu arada, korku, şüphe ve
kitleleri ekonomik açıdan boğazlama biçimi alan, geçim kaynaklarımıza yönelik
gerçek tehdit, bizi suç örgütüyle yapılan koruma şantajı anlaşmasına zorla da
olsa uymak durumunda bırakmaya devam ediyor.
Nihayetinde
gidişat, tüm üretim araçlarının, ürünlerinin ve dağıtım sisteminin yönetimi
yoluyla türümüzün tam bir evcilleştirilmesi yönünde. Halklar biyoteknoloji
prosedürleriyle kendileri birer ürün hâline geldikçe, dijital âlemdeki sosyal
ilişkiler, üretilmiş gerçeklikle kusursuz bir şekilde birleşerek, mutlak gücün
feodal hiyerarşisini fiilen sağlamlaştırıyor.
Sosyal
medya mecralarında faaliyet gösterirken, kimliklerimizi onların çerçeveleri
içinde sunarken ve doğal dünyaya fiziksel tepkimizi değiştirmek için bize
GDO’lu ilâçlar şırınga edilirken, sonunu hepimizin gayet iyi bildiği o
tehlikeli aşamaya girmiş bulunuyoruz.
Ölümcül
ambargo ve işgallere maruz kalan Iraklılar ne yapabilirdi? Bu soru artık bizim
için de geçerli. Ne yazık ki, imparatorluğun yanında duranların çoğu, hepimizin
savaşın hedefi hâline geldiği, toplumumuzun üyelerinin düşman olarak gösterilip
şeytanlaştırıldığı, imparatorluğun yeniden yapılanmasını haklı çıkarmak için
atılan sloganların, yapılan konuşmaların yinelendiği, sömürgeciler tarafından
bir bir yutulsun diye toplumumuzun lime lime edildiği koşullarda, savaşın devam
etmesi hususunda hâlen daha ısrarcı.
Pandemi
konusunda yürütülen fiili seferberliğe karşı çıkanların, tıpkı esmer insanları
bombalamayı reddedenlerin esmer çocukların bir “diktatör” eliyle ölmesine izin
vermekle suçlanmasında olduğu gibi, ırkçı, komplo teorisyeni veya faşistler
olmakla suçlanması tesadüf değil.
Gerçek
düşmanımız, “aşı karşıtları” ya da şirket propagandasını yutan saf insanlar
değil. Asıl düşman, insanları sömürme ve onlara boyun eğdirme yöntemlerini
uygulamaya devam edebilmek için toplumumuzu biçimlendiren emperyalist
oligarklardır.
Hayal
gücümüzün son kalıntılarını ortadan kaldırmak, insanlık ve doğa ile olan
bağımızı kopartmak için yeni bir kapitalist kafes inşa ediyorlar. Bugün asıl
soru şudur: İnsanlığın ve doğanın sömürgeleştirilmesine nasıl karşı
koyabiliriz?
Yıkıcı
yapısıyla çökmeye mahkûm olan suç düzenine karşı direnişin bir parçası nasıl
olabiliriz? Kendimizle, birbirimizle ve doğayla uyum içinde olmanın yollarını
nasıl oluşturabiliriz? Böyle bir uyumun hayalini kuran sayısız insan var. Biz,
asıl onlarla dayanışma içindeyken güçlüyüz.
Biz
çoğuz, zalimler az.
Hiroyuki Hamada
5
Ağustos 2021
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder