18 Haziran 2025

, ,

Ali Şeriati, Frantz Fanon ve Devrimci Şiddetin Politik Etiği

Hangi Öze Döneceğiz?

 

Gelin yoldaşlar, Avrupa’nın oyunu nihayet sona erdi, bizim başka bir şey aramamız gerekiyor.
[Frantz Fanon, The Wretched of the Earth -Richard Philcox Çevirisi]

Beravim rufega! Destān-i Orupa beraye hemişe payan yafteh est. Beyad destāne digari jost.
(“Gelin yoldaşlar! Avrupa’nın hikâyesi sona erdi. Bizim başka bir hikâye aramamız gerekiyor.”)
[Frantz Fanon, Duzahiyan-i Ru-ye Zamin, Ali Şeriati Çevirisi]


Ali Şeriati, Pehlevi hanedanlığının yıkılıp İslam Cumhuriyeti ile neticelenen süreç anlamında 1979 devriminin en önemli ideologlarından biri kabul edilir.[1] Ali Şeriati’nin vaazları ve yazıları ayaklanmanın anlamını tayin etmiş, kitleler, onun ölümünden birkaç ay sonra sokaklara döküldüklerinde, o sözlerin içeriğiyle yüklü olarak hareket etmişlerdir.

Altmışların sonu ve yetmişlerin başında verdiği etkili vaazlarında Şeriati, Marksist ve varoluşçu geleneğe ait fikirleri dini ve milli bir söylemle kaynaştırmaya çalıştı. Söz konusu süreçte gerilla mücadelesi veren örgütlerin çok sayıda üyesi, bu vaazları dinledi ve orada söylenenleri yetmişlerde Pehlevi rejimine karşı yürüttükleri mücadelenin ideolojik kaynağı olarak gördü. Sonrasında Şeriati, inşa edilen efsanenin köşe taşı hâline geldi ve bu hâliyle devrimin parçası oldu. Kitle gösterilerinde onun resimleri taşındı, onun sloganları atıldı.

Buna karşın, Şeriati’nin özel niteliği haiz görüşleri, toplumsal değişim denilen o uzun süreci aktarmak için tarihçilerin öyle geçerken değindikleri hususlar olarak ele alındılar. Bu türden değerlendirmelere göre 1979 devrimini mümkün kılan Şeriati, devrimci kitlelerde ve gençlikte makes bulan dili muhalif aydınlara temin eden kişiydi. Bu sayede Şeriati, Humeyni’nin hareketin politik ve ideolojik liderliğini ele geçireceği yolu açmıştı. Dolayısıyla, 1979 devrimini anlamak istiyorsak Şeriati’yi anlamalıydık.

Bu tür bir fikri dizgeyi takip eden yaklaşımlar, Şeriati’nin düşüncesini ve niyetlerini devrimin nasıl ve neden başarılı olduğunu açıklama çabası üzerinden tartıştılar.[2] Ortada karmaşık yönlere sahip bir düşünür vardı, bu anlamda eldeki yorumlar ciddi kusurlara sahipti. Bu görüşler, kişi olarak Şeriati’nin fikirlerinin nasıl anlaşılması gerektiği, onun ölümü sonrası yaşanan olayların Şeriati ile ilgili yorumlarımıza tesir etmesinin mümkün olup olmadığı gibi soruları cevapsız bırakıyorlardı.

Şeriati’nin hayatı ve asarını ele alıp değerlendiren tüm çalışmalara devrimin gölgesi illaki düşer. Oysa kahraman veya anti-kahraman olarak sahip olduğu imajın ardında ayaklanmacı şiddet meselesiyle ilişki kuran, derinlikli bir akıl durur. Tüm kariyeri boyunca Şeriati, toplumsal dönüşümü tetiklemek için devlete karşı şiddet uygulanmasını teşvik etmekle, kendiliğinden kitle hareketi yoluyla radikal toplumsal değişimi sağlamak için gerekli hazırlıkları devrimci manada gerekli gören anlayışı temel alan sakinlik arasında salınıp durmuştur.[3] Bu eğilimler, genelde birbiriyle çelişse de Şeriati’nin devletin ve dini yapının otoritesine karşı yaptığı politik konuşmaları ile özün kendisini dönüştürmeyi hedefleyen ahlaki ifadeleri arasında fikri bir örtüşme söz konusudur.

Şeriati’yi devrim üzerinden okuyanlar, bu örtüşmenin niteliğini çoğunlukla yanlış yorumlamışlardır. Özelde onun son dönemde dile getirdiği, ayaklanmacı şiddet çağrısını bile isteye terk ettiği, ahlakla ilgili görüşlerinin bir kısmı devrim sonrası devletin kurulması ile birlikte gerçekleşen politik değişimlerle ilişkilendirilmiştir. Bu değerlendirmelere göre Şeriati, Avrupa’daki Aydınlanma karşıtı felsefe geleneğinden beslenen şiddet yanlısı, totaliter eğilimleri savunan, yerli halkın çıkarlarından yana duran bir aydındır.[4]

Bu makalede gösterdiğim üzere, Şeriati’nin söyleminde varolan, şiddet ve politik ahlak arasında farklı bir ilişki söz konusudur. Bu düzlemde, Şeriati, “öze dönüş” (bezgeşt) kavramıyla ilgili olarak, revizyonist olmayan tarzda yürüttüğü tartışmada ahlaki dönüşüm çağrısı yapar. “Öze dönüş”, ayaklanmacı şiddet ve şehadet konusunu ele alan, sonraki konuşmalarının teorik omurgasını teşkil eder.[5]

Burada ben Şeriati’yi, sömürgecilik karşıtı, daha da özelde, ayaklanmacı politik düşünce denilen farklı bir düşünce geleneğinin içine yerleştirerek okuyorum. “Sömürgecilik karşıtı bir dünya yurttaşı” olarak Şeriati, “özerklik ve tabi olma arasında seçim yapmak yerine özerklik ve dayanışma arasında salınan konumlar olarak hem bir anlama vakıf olan hem de onu formüle edendir.”[6]

Esasında Şeriati’nin asarını, İran’daki politik söylem yanında, farklı ülkelerde iki dünya arasında köprü kurma çalışması tanımlar.[7] Bir yandan şehadeti ve bezgeşti tartışan Şeriati, genel ve özelin birlikte varolabileceği yeni bir bütünlük ortaya koymaya çabalar. Bir yandan da farklı olma deneyiminin o canlı ve yerleşik tecrübesi üzerinden konuşur, onu yazıya döker.

Şeriati’nin konuşmalarını ve yazılarını ayaklanmacı politik düşünce bağlamında anlayan bir kişinin yeni düşünsel öncüller kümesinden, Avrupamerkezci liberalizmin genelciliğini de onun normatif özneleri farklı olarak niteleyişini de reddeden öncüllerden hareket etmesi gerekir.[8]

Şeriati’nin özle ilgili tartışmasını ya da daha geniş manada fikirlerini, yazılarını bizzat Şeriati’nin Farsçaya tercüme ettiği, ahlaki dönüşümle şiddete dayalı toplumsal değişim arasındaki ilişkiyi kavramaya çalışmış, Şeriati’yle aynı kumaştan bir düşünür ve eylemci olarak Frantz Fanon’la ilişkisi üzerinden tartışana pek rastlanmamaktadır.[9]

Siyah Deri Beyaz Maskeler kitabından başlayarak Fanon, sömürge aydınının kabul edilememesinin sebebini onun dünyada kendisini anlamak için başvurduğu dil ve düşünce sistemleri olarak görür.

“Tüm sömürge halk, yani, kendi kültürel özgünlüğünü toprağa gömdüğü için aşağılık kompleksi geliştirmiş tüm insanlar, kendilerini medenileştirici milletin diliyle, yani sömürgecinin kültürüyle karşı karşıya bulur.”[10]

Bu dile birbirine dost insanlar olarak varolma becerisinin oluşmasına mani olan, siyah olunduğuna dair algı sinmiştir:

“Ontolojinin kendisi, bizim Siyahi insanın varlığını anlamamıza izin vermez. Çünkü Siyahi insan sadece siyahi olmakla kalmamalı, aynı zamanda Beyaz adamla çatışma içerisinde olmalıdır.”[11]

Bu noktada Fanon, sömürgecinin dilinin sınırladığı fiziki bedenlerin varlığını temel alan bir kurtuluş anlayışı geliştirir. Bu bedenler, tarihsel alanı sarmış esaretin artık varolmayacağı gelecekte ve bugünde konumlanmış müşterek insanlığı vaat eder.

Böylece Şeriati, sömürgecilik karşıtı politik düşünce geleneğiyle doğrudan ve yaratıcı bir zeminde bağ kurma imkânı bulur. Buradan Şeriati, ayaklanmayı merkeze koyan politik ajandayla kültürel öze dönüş tartışmalarını birleştiren bir teorik dile kavuşur.

Revize etmezden önce bu dilin ilk tezahürleri dâhilinde Şeriati, öze dönüş meselesini esas olarak Fanon üzerinden tartıştı. Fanon ve Şeriati’ye göre, sömürgeci ve emperyalist güce yeni bir hümanizmle karşı çıkma çabasının asli kaynağı nativist (yerlici) dürtüydü.[12] Bu ikili, tarihsel açıdan olmuş bitmiş bir geçmişe dönmeyi hayal etmek yerine bugünde ilk elden varolan ama henüz gerçekleşmeyen bir öze dönmeyi tartıştı.

Şeriati ve Fanon, ortak bir teorik zeminden hareket etmiş olmasına karşın, farklı bir öz tahayyül ediyordu. Fanon, şimdide varolan öz ve insanın kabul görmesi konusunda yeni bir anlayış geliştirdi. Bu anlayış, temelde bedensel varlığa dayanıyordu. Dünyaya dair fenomenolojik bakışı öne çıkartan, ırkçı saldırılara maruz kalan öznellik deneyimine odaklanan Fanon, başkalarıyla yorum temelli karşılaşmanın temelinin bedenlenme olduğunu söylüyordu. Siyah Deri Beyaz Maskeler kitabının sonunda yer alan “Ah bedenim, beni hep sorgulayan bir insan yap!” duası, Yeryüzünün Lanetlileri kitabında insanı ve halkı sömürgelikten kurtaran şiddetle alakalı değerlendirmesini tanımlayan ana fikri içeriyordu. Zira sömürgecinin kurtuluşu, sömürgecinin öldürülmesine bağlıydı.[13]

Buna karşılık, Şeriati ise İran’daki sömürgeleşme deneyiminin ters yönde bir ilişkinin kurulmasını talep ettiğini düşünüyordu. Bugünkü deneyimi, yorum temelli, daha da özelde geçmişe ait hikâyemsi bir nitelik olarak öne çıkartan Şeriati, bedenselliği aşan bir olgu olarak, dini öze dönüşü savunuyordu.

Şeriati’ye göre din, kitlelerin toplumsal sorumluluğu ve kolektif bilincinden kök alan politik ahlak biçimiydi. Şehadet eylemi, kolektif hafızadan mecazen “saklanmış” olan fikirlerin ve görüşlerin açığa çıkartılması suretiyle, öze dönüş yolunu açmaktaydı. Aynı şekilde Şeriati, şehidi dönülen öz olarak anlıyordu.

Bu bağlamda, Fanon’un sömürgesi ölmeyi tercih etmezken, Şeriati’nin şehidi ölmeyi tercih ediyor. Ciddi sonuçlar doğuran bu seçim, çok önemli. Bu yönüyle Şeriati, Fanon’un ayaklanmacı şiddete dair değerlendirmesinde ulaştığı iki önemli sonucu yeniden ele alıyor. İlkin Şeriati’deki, özü fiziksel bedene aşkın bir şey olarak gören şehadet anlayışı, Fanon’un şiddeti hem araç hem de amaç olarak tanımlayan yaklaşımına katkıda bulunuyor. Neticede şehadet, eskiden canlı olan, tarihe ait olgusal bir gerçeklik olarak, bireyin kitlelerin dilden dile aktardıkları kolektif hikâyeler aracılığıyla hafızaya kaydedilen, canlı bir “tarihsel” düşünceye dönüştürülmesini ifade ediyor.

Bu anlamda Şeriati, Fanon’dan farklı olarak, “yeni insan”ın öze dair devrimci bir imaj inşa edeceği bir kaynak olarak “tarih”e güvenle dönebileceği koşulları tahayyül etti.[14] Şeriati’de şehit esasında kitlelerin ahlaki kılavuzluğun kaynağını buldukları örneklikti. Bugünün kolektif ruhunda bulunan kökleri sayesinde şehadet, örnek oluşuyla, hiyerarşik lideri ve onun öncülük ettiği ilişkiyi esas alan anlayışla çelişiyor. Bu açıdan Şeriati, sömürgelikten kurtulmuş kitleleri lider olarak gören Fanon’dan ayrışıyor.[15]

Şeriati, şehadeti üç ayrı özne arasında kurulan akışkan bir ilişkiyi esas alıyor: ölmeyi tercih eden, bunu yaparak, aktarmaya çalıştığı mesajın ta kendisi olan kişi, mesajı aktaran kişi ve nihayetinde o mesajı alıp böylelikle mesajın kendisi olmak için gayret edenler.

Şeriati, şehadet meselesini öze dönüş anlayışı üzerinden tartışır. Bu açıdan, Fanon’un dünya ve bedenle ilgili görüşlerini yeniden ele alır. Fanon’da beden, gelecekte, kişi ölmeye karar vermediği için onun bedenin varolmadığı koşulda bile varlığını sürdürür. Şeriati, Fanon’un bedenlenme anlayışına bir ek yapar. Bedenin yok oluşunu, gelecekte varolma biçimi olarak ele alır. Geri dönülecek öz, fiziksel bedenin ölümü sonrası meydana gelir. Bedenlenme deneyimini tam da bu olay tanımlar.

Özü kitlelerin kolektif hikâyelerinin içine yerleştirmek suretiyle Şeriati, ayaklanmacı şiddetle ilgili konuşmalarında ve yazılarında, İran’daki sömürgeci iktidara has yaklaşımda görülen yanlış temsillere şiddete dayalı toplumsal değişimin politik ahlakı denilen yeni bir genel unsuru inşa etmek suretiyle karşı çıkar.[16]

Areş Davari

[Kaynak: Comparative Studies of South Asia, Africa and the Middle East, Cilt. 34, Sayı. 1, 2014, s. 86-105.]

Dipnotlar:
[1] Ervand Abrahamyan’ın tespitiyle, “Şeriati, haklı olarak, İslam Devrimi’nin en önemli aydını, bu devrimin Fanon’u olarak itibar görmüştür.” Nikkie Keddie ise Şeriati’yi “devrimci kalkışma konusunda İranlı gençleri hazırlamak için en fazla çaba harcayan kişi” olarak tarif eder. Abrahamian, Iran between Two Revolutions, s. 466 ve Keddie, Roots of Revolution, s. 215. Hamid Dabaşi, daha ihtiyatlı bir yaklaşım geliştirir ve onu yüceye yerleştirme gayretlerine karşı çıkar. Dabaşi’ye göre Şeriati, üniversite öğrencileri içerisinde iki grupta karşılık bulmuştur: inançlarını muhafaza etmek aynı zamanda devrimci bir politik konum almak isteyen dindar gençler ve yerli bir dil geliştirerek daha büyük bir kitleye seslenmek isteyen Marksistler. Dabashi, Theology of Discontent, s. 109, 139. Şeriati, en çok da İslami görüşleri Marksist teoriyle cem eden vaazlarından ideolojik zeminde beslenen gerilla örgütü Halkın Mücahidleri ile ilişkilendirilmiştir. Şeriati, bu örgütün liderlerine sempatiyle yaklaşmış, ancak sonrasında örgüt içerisinde Şeriati’nin görüşleri reddedilip açıktan Marksizmi savunan bir yaklaşım benimsenmiştir. Şeriati, aynı zamanda, Şah’a karşı çıkan kimi önemli mollalarla düzenli bir araya gelmiştir. Bu isimlerle bazen tartışsa da bu görüşmeler belli bir süre devam etmiştir. Şeriati politik faaliyetlerine, Sovyet etkisindeki Tude ile tartışan milliyetçi örgütler içerisinde, Musaddık yanlısı bir isim olarak başlamıştır. Bu olumlu yaklaştığı görüşler ve kurduğu ittifaklar konusunda bkz.: Abrahamian, Iranian Mojahedin ve Rahnema, An Islamic Utopian.

[2] Şeriati’nin belagat sanatını kullanma biçimiyle ilgili olan bu kitaplarda iki soru öne çıkıyor. İlki, laik muhalefetin devrimci halk kitlelerinin hayal gücünü ele geçirme konusunda neden başarısız olduğuyla ilgili. Bkz.: Dabashi, Theology of Discontent, s. 102 – 46; Boroujerdi, Iranian Intellectuals and the West, s. 105 – 15; Mirsepassi, Intellectual Discourse, s. 114 – 27; Gheissari, Iranian Intellectuals in the Twentieth Century, s. 97 – 107; ve Vahdat, God and Juggernaut, s. 131 – 53. Kısa süre önce yayımlanan kitabında Kingshuk Chatterjee, Şeriati’nin Müslüman kimliğiyle ilgili meselelere yaptığı katkıyı ele aldı. Bkz.: Chatterjee, Ali Shari’ati.

[3] Ali Rahnema, Şeriati’deki sakin kalma eğilimini revizyonizm konusunda atılmış kasti bir adım olarak nitelendiriyor. Şeriati’nin son çalışmalarında, özellikle 1975’te hapisten çıktıktan sonra kaleme aldığı yazı ve kitaplarda bu eğilime rastlanmasına karşın Rahnema, bu sakin kalma eğilimiyle tanımlı çalışmaları Şeriati’nin yazmak zorunda kaldığı, hatta bunları Şah’ın gizli polisinin yazdığı iddiasına karşı çıkıyor. Şeriati’nin yazılarında başvurduğu bakış açısında ciddi bir değişimin yaşandığını kabul eden Rahnema, Şeriati’nin son dönemde yaptığı açıklamaların başlarda üniversite profesörü iken verdiği derslerle paralellik arz ettiğini, hatta bu derslerin doğrudan kopyası olduğunu söylüyor. Bkz.: Rahnema, An Islamic Utopian, s. 356-63, 369-70. Behruz Gamari Tebrizi, Rahnema’nın bu önemli tespitini teorik zemine taşıdı ve Şeriati’deki Gramşici eğilimin amacının toplumsal değişime yol açmak adına hegemonya karşıtı bir kültür düzeni oluşturmak olduğunu söyledi. Bkz.: Ghamari-Tabrizi, “An Islamic Utopian.”

[4] Günümüz İran’ında İslami ideolojinin gelişimini “yerliciliğin zaferi” olarak gören akademisyenler, kıta felsefesinin etkisine vurgu yapıyorlar. Bu çalışmalar, Martin Heidegger’i önemli bir figür olarak öne çıkartıyorlar, onun tezlerinin İran bağlamında tezahür ettiğini söylüyorlar. Ali Şeriati’nin görüşleri de bu düzlemde değerlendiriliyor. Bu değerlendirmelerde Şeriati, karşımıza Ahmed Ferdid’in takdim ettiği, ağırlıklı olarak Şii olan İran halkının diline tercüme ederek aktardığı öncü bir ideolog olarak çıkıyor. Heidegger’den Ferdid’e oradan Celâl Âli Ahmed ve Ali Şeriati’ye birçok yazarı, eylemciyi ve akademisyeni ele alan bu değerlendirmeler, 1979 devriminin köklerini ve sonraki dönemi belirli bir kesit ve bağlam dâhilinde aktarılan, başka yerlerden ödünç alınmış fikirler kümesi üzerinden ele alıyorlar. Yirminci yüzyılda İran aydınlarının görüşlerini “yerliciliğin zaferi” üzerinden yorumlayan bir çalışma için bkz.: Boroujerdi, Iranian Intellectuals and the West. Bu zaferde Alman felsefesinin etkisi için bkz.: Mirsepassi, Intellectual Discourse ve Mirsepassi, Political Islam. Şeriati’nin asarını “Aydınlanma karşıtlığı” üzerinden ele alan bir çalışma için bkz.: Mirsepassi, “Religious Intellectuals and Western Critiques.”

[5] “Dönüş” veya “Restorasyon” anlamına gelen Bezgeşt ile ilgili değerlendirmeleriyle Şeriati, sömürgecilik karşıtlarının öze dönüş konusunda yürüttükleri tartışmaya katkıda bulunuyor. Şehadet ise gelenek düzleminde kutsal bir hakikati gerçekleştirmek için mücadele eden bireyin ölümüne atıfta bulunuyor. Şiilikte şehadet, en çok da üçüncü İmam Hz. Hüseyin’le ilişkilendiriliyor. Şeriati’de bu kavram, devrimci toplumsal değişim anlamını kazanıyor. Şeriati’nin düşünsel projesi, bu türden terimlerin yeniden tanımlanmasını ve geliştirilmesini esas alıyor. Şeriati, çalışmalarında şehadet kavramını Hristiyanlıktaki “martir” kavramından ayrıştırmaya, bu kelimenin şehidin tam çevirisi olmadığını göstermeye çalışıyor. Bkz.: Shari’ati, Huseyn Vâris-i. Âdem.

[6] “Sömürgecilik karşıtı dünya vatandaşı” tabirini Karl Mancapra’nın M. N. Roy biyografisinden ödünç aldım. Manjapra, M. N. Roy, s. xix-xxi. Genelle özel arasında bir tercih yapmak yerine bu ikisi arasında uzanan gerilimli düzlemde faaliyet yürütmüş bir aydın olarak ele alan bir değerlendirmeyi şu çalışmada bulmak mümkün: Sekyi-Otu, Fanon’s Dialectic of Experience.

[7] Rahnema, Şeriati’yi “niyeti tüm politik güçleri despotizm karşıtı cephede bir araya getirecek köprüler inşa eden” ve bu mücadeleyi “Müslümanlarla kâfirler değil, Müslümanlarla despotik zalimler arasında cereyan eden bir mücadele olarak gören” bir aydın olarak tarif ediyor. Rahnema, An Islamic Utopian, 340.

[8] Liberal genelcilikle özelde işleyen sömürgeci yönetim arasındaki ilişkiye dair bir tartışma için bkz.: Rao, The Caste Question.

[9] Şeriati’nin Fanon’la ilişkisine değinen tüm çalışmalar, Şeriati’nin “Bezgeşt be Kiştan” isimli metnindeki bölüme, aynı zamanda İslamşinasi çalışmasının on dördüncü dersinde ele alınan, Fanon’la yaptığı yazışmalara atıfta bulunuyorlar. Bu mektuplarda Şeriati, Fanon’un din konusunda düştüğü şerhlere cevap olarak, sömürgecilik karşıtı cepheye katılım meselesini tartışıyor. Özgün pasajlar için bkz.: Shari’ati, Bâzgasht, s. 29-30 ve Shari’ati, Islamshenasi, s. 169-71. Bu pasajlara atıfta bulunan kitaplar konusunda bkz.: Abrahamian, Iranian Mojahedin, s. 115 – 16; Dabashi, Theology of Discontent, s. 110; ve Mirsepassi, Intellectual Discourse, s. 121. Mirsepassi’nin kitabı ile Dabaşi’nin kitabı, Abrahamyan’ın metne dair yürüttüğü ilk tartışmaya (ve yaptığı çeviriye) değiniyor.

[10] Fanon, Peau Noire, s. 14, Fransızcadan çeviri bana ait.

[11] A.g.e., s. 88 ve Fanon, Black Skin, s. 110. Çevirilerini yaparken Fanon’un kitaplarının birden fazla versiyonundan yararlandım. Bu kullandığım kitapların isimlerini notlarda aktardım.

[12] Fanon, destekçileri ve eleştirmenlerinin yerlicilik suçlamasıyla yüzleşmiş bir isimdi. Onun kitaplarını okuyan kimi insanlara göre Fanon, özel bir kimliğin özerk ifadesi olarak sömürge öznesinin gerici şiddetini sahiplenmek suretiyle sömürgeciliğe karşı çıkan bir “şiddet havarisi”dir. Bu tabir Hüseyin Bulhan’a aittir. Bulhan, Frantz Fanon. Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri kitabında yürüttüğü şiddet tartışmasını kural koyucu bir talimatname olarak yorumlayıp mahkûm eden önemli siyaset teorisi metinleri konusunda bkz.: Arendt, On Violence ve Taylor, “Politics of Recognition.” Arendt, daha çok Fanon’un teorisini kullanan ama onun kitabının “Şiddet Üzerine” başlıklı ilk bölümüne odaklanan yaklaşımları ele alıyor. Arendt, Fanon’un şiddet konusunda okurlarına nazaran daha şüpheci ve izanlı bir yaklaşıma sahip olduğunu söylüyor.

[13] Fanon, Black Skin, s. 232.

[14] Şeriati’nin yürüttüğü tartışma böylesi bir yöne sahip. Burada Şeriati, tarihsel gerçeğin kurgu karşısında sahip olduğu değere itiraz ediyor. Bu, esasında Fanon’un sömürgenin nesnelliğe ve hakikate yönelik şüpheciliğine dair değerlendirmeleriyle örtüşen bir fikir. “Hakikat, milletin ortaya çıkış sürecini besleyen, sömürge rejiminin yerinden sökülüp atılma sürecini hızlandırır. […] Sömürge bağlamı, hakikatli tek bir davranışı bile tanımaz. Sömürgenin canını en çok da İyi olan şeyler yakar.” Fanon, Wretched, s. 14.

[15] Şeriati’ye göre şehadet, gelecekte oluşacak kolektif yapıların alacakları, önceden belirlenmiş bir mesajı ifade ediyorken Fanon, tarihe meydan okudukları ölçüde o mesajı diledikleri gibi alacaklarını söylüyor.

[16] İran, sömürgeciliğe doğrudan maruz kalmadı. Şeriati, bu terimi bu gerçeği dikkate alarak kullanıyor, ona buna göre anlam yüklüyor. Tarihsel gerçeklere rağmen Şeriati, sömürgecilik karşıtı gelenekle düşünsel bağ kuruyor. Fanon ve Şeriati, birçok yerde sömürgeciliği ve emperyalizmi birlikte anıyor. Bu anlamda Şeriati, dünyayı görmek istediği gibi görüyor. Şeriati’nin sömürgecilik terimini kullanış biçimi, onun küresel ölçekte düşündüğünü ortaya koyuyor. Şeriati’ye göre, İran doğrudan sömürgeleştirilmemiş bile olsa halen daha sömürgeci güçlerle dövüşmek zorunda. Şeriati, “öze dönüş” anlayışına genelde İran’ın dolaylı bir biçimde, Afrika’dan farklı bir düzlemde tecrübe ettiği sömürgecilikle ilgili görüşleri üzerinden katkıda bulunuyor.

17 Haziran 2025

,

Düşmanı Tanımak: İsrail’in Savaşlarının Ardındaki Mantık



Son iki yıldır Lübnan’da yaşadıklarımızı özgürce ve tüm detaylarıyla anlatacak rahatlığı hiçbir vakit bulamadık. Düşmanın askeri operasyonlarını kapsamlı istihbarat çalışması takip etti. Bunun sonuçlarını bugün herkes görüyor.

Savaştan önce, savaş sırasında ve savaş sonrasında düşmanı farklı şekillerde algıladık. İran’a savaş açıldığı günler, bu gerçekle ilgili görüşlerimizi aktarmak için uygun bir vakit.

Başımıza gelenler hiç de az değildi. Daha ağır sonuçlarla yüzleşme ihtimali mevcut. Lübnan ve Gazze’ye yönelik savaş, oluşan sonuçlardan kaçınmamın mümkün olmadığını ortaya koyuyor. Bugünün gerçekliği de yanan ateşin içinden netlikle ve kararlılıkla çıkabilmek için sabır ve soğukkanlılık talep ediyor.

İşgalci güce ve ABD-Avrupa-Siyonizm elindeki hâkimiyete direnen devrimci güçler varoluşsal bir tehditle yüzleştiklerinde, ellerindeki araçları yeni bir değerlendirmeye tabi tutmak zorunda. Eski araçları geliştirmek yerine, tümüyle yeni araçlar üretilmeli. Bizim tarafın jeopolitika teorisi uzmanlarına veya Batı tarzı stratejistlere ihtiyacı yok. Bizim Batı’daki kurumların haritaları okuma ve güç oluşturma yöntemlerini taklit etmeye de ihtiyacımız yok.

Kurnazlık, Batı’nın oyununu daha iyi oynamak değil, onu tümüyle reddetmektir. Bize lazım gelen, süssüz püssüz, net bir yaklaşımla, düşmanın bizden ve ülkemizden ne istediğini anlamaktır. Analiz alanında taklalar atanlara, kafayı kılı kırk yaran teorik analizlere takmış kişilere ihtiyacımız yok. Hakikat, tüm çıplaklığıyla ortada.

İsrail, birilerinin ürettiği bir kurgudan ibarettir. O, ABD, Avrupa veya onların uydusu olan devletlerin, genel manada hâkim küresel iktidar yapısının himayesi ve desteği olmadan bir an bile hayatta kalamaz. İsrail’in sırtını yasladığı mitoloji, sadece Batılılar değil, Sünni-Şii fark etmez, birçok Müslüman’da da karşılık bulmaktadır. Esasında İsrail denilen teşekkül, özel bir yönteme başvurularak hareket ettirilmektedir. Bu yöntem, kapalı şehir fikrini esas almaktadır.

Çöle çadır kuran, etrafına duvar çeken, içeri kimin gireceğine, kimin dışarı çıkacağına karar veren bir kabile gibi İsrail de güvenlik, refah ve genişlemenin ancak komşularla ve uzak düşmanlarla sürekli savaşarak sürdürülebileceğine dair inanç üzerine kurulu bir yapıdır. İsrail, kaba gücü esas alır ve bu yaklaşımı hiç de taktiksel değildir. Varoluşuyla alakalıdır. İsrail, düşman ya da müttefik fark etmez, tüm kendi dışındaki güçleri ancak şiddet yoluyla kendisinden korkmak veya kendisine saygı duymak zorunda bırakabileceğini düşünmektedir.

Bu gerçeği tam olarak idrak edemeyenler, İsrail seçimlerini veya Vaşington’la yaşadığı anlaşmazlıkları analiz etmek için boşa zaman harcamasınlar. Boş yere Tel Aviv’in rahatsız edici davranışları karşısında Batı’nın ondan kopmasına umut bağlamasınlar. Tek yol, Batı’nın işgalci teşekkülün yaptıkları konusunda bedel ödemesini sağlamaktır. Bundan azı teslimiyettir.

Örneğin Körfez devletlerinin başındaki isimleri ele alalım. Bunlar, İsrail’i “sevmiyorlar”. Batı’nın servetlerini yağmalamasından memnun değiller. Ama direnişin bedelini ödemek istemeyen bu liderler, her seferinde Vaşington’un gönlünü hoş tutmaya çalışıyorlar. ABD, İsrail’le ilişkilerin normalleştirilmesini şart koşunca bu liderler, hemen bu şartı yerine getiriyorlar. Tek bir soru bile sormuyorlar.

İsrail denilen teşekkül, sürprizlerle hayatta kalıyor. Korumasız yakalanmaktan nefret ediyor. Civarındaki herkesin kendisinden nefret ettiğini biliyor. Kimseye, en yakın müttefiklerine bile güvenmiyor. Bu yüzden, sürekli tetikte yaşıyor. Kendisine kimse zarar verme imkânına kavuşmasın diye önleyici darbeler indiriyor. Düşmanlarının dinlenmesine izin vermiyor. Her adımlarını izliyor. Bugün önemli olan, düşmanın ulaştığı sonuçlar değil, nasıl düşündüğü. Hasmının meydan okuma imkânını nasıl ortadan kaldırdığı.

Siyonizmin mantığı, temel bir görüşü esas alıyor: “Onlar seni öldürmeden sen onları öldür.” Siyonizm, sınır mınır tanımıyor. Kırmızıçizgileri yok. Kimseye saygı duymuyor. İsrail için savaş, yok oluş demek. Bu gerçeği anlamayanlar, işgalci gücü hep üstün gören teorinin tuzağına düşüyorlar. İsrail’in düşmanları, ne zaman politika veya ahlak adına kırmızıçizgi çekse, güç kaybediyor.

İsrail’in elindeki tek gerçek varlık, bir avuç şehirde yoğunlaşmış sınırlı bir nüfus, hepsi bu.

Bu makalenin amacı, politika veya savaş konusunda ders vermek değil. Yazı, düşmanın anlaşılabilmesi için bugün kullandığımız teorik yapıdan farklı bir yapıya ihtiyacımız olduğu gerçeğine vurgu yapmayı amaçlıyor.

En son yaşanan savaştan bir şeyler öğrenmek isteyenler bilmeli ki bugün oturup geçmişi tekrar gözden geçiremeyiz, onu değerlendiremeyiz. Böyle bir lüksümüz yok bizim. Az zamanımız var, enerjimizse yetersiz. Birlikte varolma seçeneğinin ortadan kalktığı bir düşmanla kapışmanın yeni bir yolunu bulmalıyız.

İbrahim Emin
16 Haziran 2025
Kaynak

16 Haziran 2025

, ,

Hasbara Elemanı Olarak Nevşin



Nevşin Mengü, 15 Haziran 2025 tarihli tvitinde şunları söylüyor:

“İsrail basını güvenlik kaynaklarına dayanarak, İsrail’in İran’ın nükleer silah üretmek üzere olduğunun tespit edildiğini, İsrail’in bu nedenle saldırıya geçtiğini yazıyor. İddialara göre, İsrail, 7 Ekim’in hemen ardından İran’ın nükleer silah için çalışmaya başladığını tespit etti. Nükleer silah için önemli unsurlardan bir tanesi, zenginleştirilmiş uranyum. İddialara göre İran, bir yandan uranyum zenginleştirme üzerine çalışırken, nükleer silahlar için gerekli komponentleri piyasadan toplamaya başladı. İsrail birkaç hafta içinde İran’ın nükleer silahlarının operatif hale geleceğini tespit ettiklerini, operasyonu o nedenle yaptıklarını söylüyor. İran bu iddiaları doğrulamıyor. Uranyum zenginleştirmeye de bağımsız bir ülke olarak hakkı olduğunu, kimseye hesap vermek zorunda olmadığını söylüyor.”[1]

Nevşin Mengü:

Manipülasyon yapan bir İsrail propagandacısısınız ve bu yüzünüze vurulduğunda, “Sadece karşılıklı iddiaları aktarıyorum” sahtekarlığına başvuruyorsunuz. Ancak aktardığınız iddiaları öyle seçiyorsunuz ki her zaman İsrail’in anlatısını güçlendiriyor. Şimdi nedense unuttuklarınıza geçelim:

* ABD istihbaratı, 25 Mart’ta Temsilciler Meclisi’nde düzenlenen oturumda, İran’ın nükleer silah elde etmeye çalıştığı iddialarını yalanladı[2]: (Aaa unutmuşsunuz hayret!)

* İsrail, İran’ın “nükleer silah üretmek üzere olduğunu” 1985’ten beri ortaya atıyor. Fotoda, İsrail Başbakanı Netanyahu, BM üyelerine “İran’ın nükleer silah üretmesine ramak kaldı” diyor.[3] Yıl kaç? 2012! Haberde, nükleer üzerinden yapılan saldırıların İsrail’in Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme planının parçası olduğu söyleniyor (Aaa Nevşin Hanım, nasıl oldu da İsrail’in 1980’lerden beri aynı yalanı tekrarladığını “unutmuşsunuz”.)

* İran, neredeyse 45 yıldır BM’nin “Nükleer Silahların Yayılmasını Engelleme” anlaşmasının imzacısı. 500 nükleer başlığa sahip İsrail, bu hususta hiçbir anlaşmanın tarafı değil.[4] (Aaa bunu da unutmuşsunuz.)

* İran, 2015’te Almanya ve BM Güvenlik Kurulu’nun 5 daimi üyesiyle nükleer programı konusunda anlaşmaya vardı. Ve tüm uluslararası taraflar, İran’ın anlaşmaya uyduğunu belirtirken, 3 yıl sonra Trump anlaşmayı yırtıp attı.[5] (Aaa unutmuşsunuz.)

* Trump’ın 2018’de anlaşmayı yırtıp atmasına en çok kim destek verdi, İsrail. Yani İran’ın nükleer programını uluslararası denetime açan anlaşmanın yırtılması, en çok İsrail’i sevindirdi.[6] (E bunu da unutmuşsunuz.)

* Ama İsrail’in nükleer reaktörlerini denetleyen tek bir kurum yok. İsrail’in 500 kadar nükleer silahı olduğunu herkes biliyor, buna rağmen hiçbir uluslararası anlaşmayı da imzalamıyor ama “Kimseye de hesap vermem” diyen İran öyle mi, ahlaksızsınız.

Velev ki İran, nükleer silah edinmek üzere…

Gazze’de gaddarlığının ne boyutlara ulaşabildiğini cümle âlemin gördüğü İsrail’in uluslararası hukuku hiçe sayarak 500 nükleer başlık sahibi olmasını dile getirmiyorsunuz.

İsrail’e hak olan, İran’a neden hak değil, anlatın da duyalım.

Mihail
15 Haziran 2025
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Nevşin Mengü, “İsrail Basını…”, 15 Haziran 2025, X.

[2] Office of the Director of National Intelligence, “DNI Gabbard Opening Statement as Delivered to the HPSCI on the 2025 Annual Threat Assessment of the U.S. Intelligence Community”, 26 Mart 2025, DNI.

[3] Chris Brown, “Israel's strikes on Iran just the latest step in Netanyahu's plan to reshape the Middle East”, 13 Haziran 2025, CBC.

[4] Center for Arms Control and Non-Proliferation, “Israel”, ACC.

[5] United States withdrawal from the Joint Comprehensive Plan of Action, Wikipedia.

[6] Marissa Newman, “Netanyahu: Israel ‘fully supports’ Trump’s ‘bold’ pullout from Iran deal”, 8 Mayıs 2018, ToI.

15 Haziran 2025

,

Tanıklık


16 Haziran (1970) günü sabah fabrikaya geldiğimizde işbaşı yapmadan bahçede toplandık. Temsilciler ve ünite temsilcileri ile yine kısa bir değerlendirme yaptık.

O günkü yürüyüş güzergâhımız artık Ankara Asfaltı değil, şehrin merkezi yerleri olacaktı. Önce yine yürüyüş korteji halinde, Üsküdar meydanına inip, Tekel’in tütün depolama ve sigara fabrikasındaki işçileri alıp oradan Kadıköy’e yönelmek, meydanda bir soluklanıp, Altıyol, Söğütlüçeşme, Hasanpaşa istikametinden akşama doğru fabrikaya dönmekti niyetimiz.

Şehrin merkezi yerlerini seçmemizin nedeni, sesimizi ve ne istediğimizi halka biraz daha fazla duyurabilmek, eylemdeki kararlılığımızı istemlerimizle birlikte daha çok insanlara gösterebilmekti.

16 Haziran sabahı yine Ankara Asfaltı’nda yürüyüş düzeni halinde kortejler oluşturduk. Bu sefer yüzümüz Üsküdar-Kadıköy yönüneydi. Bir gün önceki yürüyüşe, postabaşı, ustabaşı durumunda olanlar katılmamıştı. İkinci gün kendiliğinden onlar da gelip korteje dâhil oldular. Onlar “Biz ustabaşıyız, postabaşıyız, yürüyüşün başında ön saflarda yer almalıyız” dediler. Biz de, “Tabii, memnuniyetle” dedik, onları yürüyüşün ön tarafına aldık.

Koşar Adım Üsküdar Meydanı’na

Helikopterler yine başımızda turlamaya başladılar. Koşuyolu köprüsü üstüne geldiğimizde, yola barikat kuran polis yolumuzu kesti. Polis barikatının arkasında ise asker ikinci bir barikatla yolu kapatmıştı.

Öndeki polis şefleri megafonla “Yürüyüş eyleminiz kanunsuzdur. Fabrikalarınıza dönün” diye bağırdı. Biz temsilciler, başlarındaki şeflerle görüşüp buna uymayacağımızı, yürüyüşümüze devam edeceğimizi söyleyince çatışma çıktı. Polis ve asker havaya ateş açtı. Biz ise o anda asfaltta ve yol kenarlarından elimize ne geçirebildiysek onları kullandık. Bizim kortej düzenimiz tabii ki dağıldı ama herhangi bir geri çekilme olmadı. Polis barikatı da başlangıçtaki düzen içinde değildi. Biz işçiler, hem polis, hem asker barikatını aşıp barikatların arkasına sarkmıştık. Kortejimiz, başlangıçtaki sıra düzeni içinde olmasa da, hatta biraz da koşar adım Üsküdar meydanına indi.

Meydana inmeden Doğancılar Yokuşu’ndan aşağıya inerken yine asker teçhizat kuşanmış süngü takılı vaziyeti ile kademe kademe barikatlar kurmuştu. Bu barikatlar da herhangi bir çatışma yaşanmadan askerlerin etrafından dolaşarak aşıldı, Üsküdar Meydanı’na ulaşıldı.

Tekel’in Kadın İşçileri

Meydandaki yığılma, sadece biz Otosan işçileri ile sınırlı değildi artık. Etraftan başka katılmalarda olmuştu. Benim de içinde olduğum temsilciler ve bir grup işçi, Tekel’in sigara fabrikasına girdik. Sonraki yıllarda yıkılan bu fabrikaya girdiğimizde özellikle kadın işçilerde bir korku gördük. Fabrikanın kreşinde çocuğu olan kadınlarda bu korku ve telaş daha fazla kendini belli ediyordu. Yaptığımız konuşmalarla önce sakinleştirdik. Kreşte çocuğu olan kadınlara isterlerse çocuklarını alıp evlerine gidebileceklerini veya fabrikada kalabileceklerini söyledik.

Bu sakinleşmeden sonra işçilere, hükümetin sendikalar yasasında yapmak istedikleri değişiklikleri ve bunun sendika seçme özgürlüğümüze nasıl kısıtlamalar getirdiğini anlattık. Yürüyüş amacımızın DİSK, Türk-İş ayrımı yapmadan, el birliği ile bu yasal değişikliği protesto etmek olduğunu söyledik, “Aramıza katılırsanız seviniriz, daha güçlü oluruz.” dedik. Kreşte çocuğu olan kadın işçiler dışında herkes dışarı çıktı. Dışarı çıktığımızda Üsküdar Meydanı iyice kalabalıklaşmıştı.

Bu arada yürüyüş kolundan bir grup, Beykoz yönüne yöneldi. Bu işçilerin amacı, Paşabahçe’deki ve Beykoz’daki işçileri yürüyüşe katmaktı. Beylerbeyi Sarayı altındaki tünelin kapatılması nedeniyle bu grup geri dönmek zorunda kaldı.

Kadıköy’e Doğru

Bu sırada ortalığa doğru askeri bir cip yaklaşıyordu ve işçiler bu araca yol açıyorlardı. Ortada duran cipten bir albay ve birkaç asker indi. Albay eline aldığı megafonla, “Evlatlarım, işçi kardeşlerim” diye başladı konuşmasına ve şöyle devam etti:

“Fabrikalarınıza dönün, bu eylemler kanunsuzdur. Haklarınızı kanuni yollardan arayın.”

Biz temsilciler albaya yaklaşarak “Biz kanunsuz bir şey yapmıyoruz. Bizim sendika seçme hakkımızı bu hükümet elimizden alıyor, biz bunu protesto ediyoruz. Biz kimseye zarar vermiyoruz” dedik.

Albay yine bizlere hitaben, “Hak aramanın yolları kanunlarda var, en nihayeti Anayasa Mahkemesi var, o yollardan hakkınızı arayın, şimdi işyerlerinize dönün” diyordu. Biz, “Anayasa Mahkemesi’nde bu olay aylar, yıllar sürer, o vakte kadar bu hükümet bizim haklarımızı elimizden alır” diyorduk.

Albay “Dönün” ısrarını tekrarlayınca, biz de Kadıköy istikametine doğru gideceğimiz için, “Kadıköy’den doğru döneceğiz’ dedik. Albay bize yine bir uyarı yaparak, “Kadıköy’e değil, geldiğiniz Ankara Asfaltı’na doğru dönün” dedi.

Biz, yeniden kalabalığı geldiğimiz yöne doğru yürüyüş düzenine sokup Kadıköy’e yönlendirdik. Bu sırada Üsküdar Meydanı’ndaki karşılıklı iki camiden öğle ezanları okunmaya başladı. Baş temsilcimiz Hasan “Ezan okunuyor, oturun” komutu ile bütün işçiler sıcakta asfalta oturdu. O anda diğer temsilcilerden göz göze geldiklerimiz oldu ama yapacak bir şey yoktu.

Ezanlar bitince Hasan’ın komutu ile kortejimiz tekrar Kadıköy’e doğru yürüyüşüne devam etti. Bu arada albay konuşurken, kalabalık arasından tanımadığımız kişilerce birkaç kez, “İşçi ordu el ele” sloganları atıldı. İşçiler arasından bu slogana az da olsa, yer yer katılmalar oldu.

Havaya Ateş Açıldı

Kadıköy meydanına geldiğimizde, Üsküdar’dan gelen yol ile, Altıyol’dan inen yolun kesiştiği kavşakta, polis ve asker yine birlikte barikat oluşturmuşlardı. Bizim yürüyüş kortejimizi Altıyol istikametine bırakmıyorlardı. Burada polis ve asker barikatını aşmak için yine bir zorlama oldu, asker havaya ateş açtı.

Askerin ateş açması sonrası yığında yine bir dağılma oldu ama bu sefer Kadıköy iskele meydanında yeni katılımlarla daha kalabalık bir kitle olarak toplandık. Bu kalabalığın içerisinde yine bir askeri cip ve rütbesini tam hatırlayamadığım bir subay, elinde megafonla konuşuyor. Üsküdar’da konuşan albayın konuşmasına benzer yaklaşımlarla “Hakkınızı kanuni yollardan arayın, bu yaptığınız iş kanun dışıdır, şimdi fabrikalarınıza dönün” diyordu. Bu arada yine birkaç ses, aralardan, “İşçi ordu el ele” sloganı…

Biz temsilciler yine subaya yaklaştık, “Biz fabrikaya döneceğiz, bizi Altıyol’dan bırakmıyorsunuz” dedik. “Ankara Asfaltı’ndan dönün” diye hem bize, hem megafonla kitleye hitap ediyor. Biz yönümüzü kitle halinde Altıyol’a doğru çevirdik, “Haydi dönüyoruz” dedik.

Polis ve askerin meydanda oluşturduğu barikatı Kadıköy Çarşısı içindeki ara sokaklardan aşarak bu sefer polis ve askerle çatışmadan Altıyol’a yöneldik.

Polisle Çatışma

Söğütlüçeşme’ye geldiğimizde, Fenerbahçe Stadı çevresinde kalabalık işçi grupları ile polislerin çatıştığını gördük. Daha açık bir deyimle polisler kaçışıyor, işçiler kovalıyorlardı. Kadıköy istikametinden gelen bizim grup da polisin önünü kesince, polis sıkıştı, o semtlerde ulaşabildiği evlerin kapılarını zorlayarak korunmak amacıyla içeriye girmeye çalıştı.

Ancak çok evler kapılarını açmadı. Birçok polis, önce başlarındaki beyaz miğferleri attı. Olmadı, üzerlerindeki resmi üniformaları çıkarıp attılar, polis olarak tanınmamak için. Ama gördüğüm birkaçı bu işi yaparken başından çıkardığı miğferi ve üzerinden çıkardığı polis armalı gömleği bir yere atışı, bir çarpışı vardı ki, bu durum, onun sadece polis olarak tanınmaktan, bir can korkusundan öte, bu mesleğe de bir “lanet” okuyuş tavrıydı, o öfkeyle yere çaldığı resmi elbisesi. Çünkü iki taraftan gelen işçi gruplarının sıkıştırmasıyla sığınacak yer bulamayanlar kendilerini Kurbağalıdere’ye atıp denize doğru yüzmeye çalışıyorlardı. Bu Kurbağalıdere’nin bir başka adla da bilindiği hatırlanınca herhalde kimse bunu istemezdi.

Dramatik bir durumdu. Çünkü onlar da bizler gibi çoğu yoksul ailelerin genç evlatlarıydı, onlar da bizler gibi dar gelirleriyle ailelerini geçindirmeye çalışan insanlardı. İşçi artık onu orada, Anadolu’dan gelmiş, kendisi gibi yoksul, dar gelirli bir sınıfdaşı olarak değil, üzerindeki elbisesiyle devleti karşısında görüyordu. Hıncını öfkesini karşısına çıkan, onun eylemine mani olmak isteyen polisten çıkarıyordu.

Burada toplum psikolojisi de başlı başına bir rol oynuyordu. Yoğurtçu Karakolu’nun önünde polis cipleri ve toplum polis otobüsleri duruyordu. Burada polis araçları devrildi. Devirdikleri polis otobüsünün üzerinde işçiler ‘bir kaleyi fethetmişçesine’ basın mensuplarına poz veriyorlardı. Basın mensuplarının fotoğraf karesine giremeyenler; tekrar tekrar biraz evvel devirdikleri otobüslerin üstüne çıkıp, “Beni de çek, beni de çek” diye talepte bulunuyorlardı. Bu olayları görünce, Kadıköy Meydanı’nda polis ve askerin neden bizi Altıyol istikametinden bırakmak istemedikleri anlaşılıyordu.

“Bugün Bizim Bayramımız”

Gebze, Pendik, Kartal, Maltepe istikametinden gelen işçiler, o gün yürüyüş güzergâhı olarak kendilerine Bağdat Caddesi’ni seçmişlerdi. Daha sonra kendilerinden dinlediğim kadarı ile Kartal Meydanı’nda toplandıklarında, Kartal kaymakamını da aralarına almışlar, “Bugün bizim bayramımız” diyerek Kartal Kaymakamı’na direğe bayrak çektirmişler. Bunu da Kartal Süperlit Boru Fabrikası’ndan Ali Özgül isimli bir Keramik-İş üyesi yapmıştı.[1]

Sonra bu grup, topluca Kartal’dan, Bağdat Caddesi üzerinden Kadıköy’e yönelmişlerdi. Bu guruba Gebze, Çayırova, Tuzla istikametinden gelen işçi grupları da dâhil olmuşlar, Bağdat Caddesi üzerinden Fenerbahçe stadının yanına gelinceye kadar herhangi bir engelleme ile karşılaşmamışlar, hatta yol boyunca apartmanlardan alkış ve istendiğinde su servisleri almışlardı. Fenerbahçe Stadı’nın önüne geldiklerinde polis oradan ileriye bırakmak istemeyince çatışma çıkmıştı.”

Günün Sonu

Bu olayın yaşandığında saat 16.00 civarı idi. Ortalık biraz sakinleşince biz öngördüğümüz gibi Hasanpaşa üzerinden fabrikaya döndük. Bağdat Caddesi’nden gelenler de yine öngördükleri gibi Kadıköy’e doğru devam ettiler. Fabrikaya döndüğümüzde fabrika etrafının tanklarla çevrili olduğunu gördük. Fabrika işçileri, kimlik kartlarını göstererek içeri girdi, üstünü değiştirdikten sonra evlerine döndü. Gebze, Kartal istikametinden gelip Kadıköy’e devam eden işçi grupları, Kadıköy’den sonra bulabildikleri her çeşit vasıta ile (damperli kamyonlar da dâhil) Ankara Asfaltı üzerinden geldikleri yöne geri döndüler.

O akşam eve döndüğümüzde, radyolardan Kadıköy’deki çatışmada, ikisi işçi, biri polis biri de esnaf olmak üzere dört kişinin öldüğünü, Kadıköy kaymakamlığının ateşe verildiği haberlerini dinledik.

Mehmet Karaca

[Kaynak: Derinden Gelen Kökler, Sosyal Tarih Yayınları, s. 370-374.]

Dipnot:
[1] Bugün hayatta olmayan bu arkadaşımız sıkıyönetimce tutuklanıp yargılananlar arasındaydı. Daha sonraları Dilovası’nda Marshall boya fabrikasında işe girdi, Kimya-İş üyesi oldu. Ali erken yaşta hayata veda etti.

13 Haziran 2025

,

Devlet, Teknoloji, Küçük Burjuvazi



“Teknoloji masum, saf, temiz, iyi, asıl sermaye kötü. Teknolojiyi olduğu gibi alabiliriz” diyen solcu, Kemalist devlete ve cumhuriyete de aynı şekilde yaklaşıyor. Teknolojiye yönelik bu arındırma ve tapınma pratiği, küçük burjuvanın tavuğuna kış dememekle ilgili. Sosyalist hareket, küçük burjuvanın politik varlığının güvencesi haline gelmek istiyor. Sürekli ona sesleniyor, onun hassasiyetlerine oynuyor, küçük burjuvayı devlet ya da sermaye adına gütmeye çalışıyor. Kendisi güdülüyor.

Devlet ve teknoloji, birlikte ele alınıyor. Sınıflar mücadelesinden ari, muaf ve azade kılınan devlet ve teknoloji, tüm masumiyetiyle sahipleniliyor. Esasında sahiplenilen, bunların ardındaki küçük burjuvadır.

Yapay zekâya dair övgü, onu programlayan akla ve o aklın asıl sahibine övgüdür. O aklın sınıflar mücadelesindeki konumu, mevzii, elindeki silahlar, savaştaki safı sorgulanmaz. Devlet ve teknoloji, basit bir teknik pratik meselesi değildir. İdeolojik boyutuyla birlikte ele alınmalıdır.

Bugün yapay zekâya görsel, afiş, film vs. hazırlatan sol örgütler hiçbir yaraya merhem olamazlar, bunlardan işçi sınıfına ve ezilen halklara zerre hayır gelmez.

TKP’lilerin yapay zekâ ile hazırladıkları filmler, diğer filmlerinden daha başarılı. Bu başarının sebebi, bu küçük burjuvaların gerçeklikle alakalarının kalmamış olmasıdır. Yıkım sürecinde efendilerinden rol ve görev dilenenler, verili gerçekliği idealizmle ve gerçeklikten kopuk hayallerle karşılıyorlar. Bunların askeri nizama göre örgütlenmiş, kurulmuş, uygun adım yürütülmüş cumhuriyette sosyalizm, eşitlik ve kardeşlik bulmaları da bu hayalcilikle alakalı. Küçük burjuva, gerçekliği değil, kendi yanılsamalarını seviyor. Bu yanılsamalar uyarınca cumhuriyetteki makinelik, makineleşmiş cumhuriyet seviliyor. Kir, pas, çapak olarak işçiye herkes düşman oluyor.

Sermaye-demokrasi veya devlet-cumhuriyet üzerinden düşünenler, burjuvazinin nesnel, saf, masum, yüce birikiminin hangi kısmını alacaklarını tartışıyorlar. Hepsi de burjuvazide ortaklaşıyorlar. Burjuvazinin sermaye-demokrasi birikimini masumlaştıranlarla, devlet-cumhuriyete dair birikimini masumlaştıranlar arasındaki yarış, hiçbir yere varmıyor. Sadece burjuvazinin mekânını genişletiyor, zamanını uzatıyor.

Burjuvazi, küçük burjuva solcular üzerinden, kendisini aşan kurguları ve tasarımları işgal ediyor. Burjuvaziyi aşan her düşünce ve pratik, burjuvazi önünde diz çöküyor. Devlet ve teknolojinin saf, masum ve temiz olduğu, bu düzlemde dillendiriliyor.

Bugünkü teknolojinin arkasında hem liberalizm hem de faşizm var. Köle sahibi Amerikan başkanı, “bir zenci köle kim ki bana yemek yapacak?” diyor, onun yemeğini getirdiğini görmemek için mutfak asansörünü icat ediyor.[1] Bu icatların ardındaki sınıfsal aklı sorgulamayanlar, bugün teknolojiye tapınmak için ayinler düzenliyorlar.

Bugünün küçük burjuvası, akşam evine yemek getiren işçinin yüzünü görmek istemiyor. O işçiye kaskını çıkartmamak öğretiliyor. O küçük burjuva, çocuklarını teknolojiye hâkim mühendisler olarak yetiştiriyor.

TKP, Kadıköy gibi yerlerdeki belediye seçimlerinde bir temizlik işçisini ya da kâğıt toplayıcısını değil, o ilçenin dönüşümünden rant sağlayacak mühendisi, mimarı ve avukatı aday gösteriyor.

“Teknoloji bir araç ve hiçbir araç, yoktan varolup maddîleşmez. Hepsi de iktidar eliyle biçimlendiriliyor, onun elinden çıkıyor.”[2] Bugünkü büyük teknoloji şirketlerinin arkasında Pentagon ve NATO var. O şirketlerin komünizmi getireceğini sanan alıklar, bilerek ya da bilmeyerek, NATO’ya uşaklık ediyorlar.

Solcuların hazırladığı yapay zekâ videolarından birinde yapay zekânın kimseyi işsiz bırakmadığından, onun ve robotların masum olduğundan, asıl sorunu kapitalizmin yarattığından bahsediliyor. İlk bakışta masummuş gibi gelen bu cümleler, ardında küçük burjuvaya yaranma çabasını saklıyor. “Robotlarla komünizmi inşa etmek mümkün” diyen TKP’liler, o robotların sahiplerine ve içindeki fikre hiç itiraz etmiyorlar. Burjuvazinin ebedi ve her şeye hâkim güç olma iradesi, komünizm masallarıyla ambalajlanıyor. Kentsel, yeşil ve dijital dönüşüm, o masallarla karşılanıyor. Dönüşümlerin ardındaki sınıfsal güçlere hizmet ediliyor. “Teknik aydınlar”, kendilerinin sorgulanmalarını hiç istemiyorlar.

Stalin, teknik aydınların rolünü sorguluyor. Bu sorgu, teknik aydınların kolektifin, halkın ve sınıfın çıkarlarını değil, kendi çıkarlarını gözetmesiyle alakalı. Stalin, “teknik aydınlar kolektifin iradesine teslim olmuyorlar” diyor.[3]

Kendisiyle söyleşi yapan Wells, esasında bir tür ajan olarak faaliyet yürütüyor. Stalin’in ve sosyalizmin insanı, daha doğrusu, küçük burjuvaziyi ezdiği üzerinde duruyor. Küçük burjuvayı Stalin’e ve sosyalizme düşman etmek istiyor. Bugünkü sol, Wells gibilerin başarılı olduklarını gösteriyor.

Küçük burjuva, kabileci bir anlayış üzerinden, kendisini “insan”, geri kalanı “yaban” olarak kodluyor. Kentsel, dijital ve yeşil dönüşüm, yabana karşı savaş olarak görülüp meşrulaştırılıyor.

Bugünkü TKP gibi reformist partiler, o Stalin’e ve sosyalizme karşı küçük burjuvayı savunuyorlar. Tüm pratikleri, küçük burjuva için sosyalizmin çapaklarını, dikenlerini temizlemek. Bunlar, Gorbaçov’un çocukları…

Bu tür küçük burjuva partiler için Marx’ın Sanayi Devrimi sonrası icat edilmiş tüm teknolojinin işçi sınıfına karşı yürütülen savaşın bir parçası olduğuna dair tespitinin bir önemi yok. Bunların görevi, teknolojiyi, küçük burjuva meslekleri, devleti vs. sınıflar mücadelesinden ari, bağımsız bir yere taşıyıp yüceltmek, dokunulmaz kılmak.

Kapitalizmde dipten derinden, üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki gerilim hüküm sürüyor. Üretimin toplumsallaşması ile mülkiyetin özelleşmesi arasındaki gerilim, bu gerilime eşlik ediyor. Kâr oranlarının düşme eğilimi, sermayeyi belirli adımlar atmaya itiyor. Üretimin toplumsallaşması karşısında mülkiyetin özelleşmesinin boşa düştüğünü gören burjuvazi, belirli şeyleri “kamulaştırıyor”, böylelikle halk kitlelerini susturuyor, oyalıyor. Cep telefonlarının halkı tuz buz edeceğini, kişileri robotlaştıracağını iyi biliyor.

Kapitalizm, bugün tüm üretimi robotlara yaptıracak imkân ve beceriye sahip. Ama bunu istemiyor. İsteyemiyor. Kâr, halen daha işçi sınıfının sömürülmesi ile ilgili bir meseledir. Belirli bir dönem parayı döndürmek için teknoloji, silah teknolojisi, bilgisayar teknolojisi gibi alanlara yatırımlar yapılabilir. Veri, önemli bir ekonomik unsura dönüşür. Kıymetlenir. Bugün solcuların ayıla bayıla kullandıkları aplikasyonlar, veri avcılığı ve kitlesel kontrol içindir.

Bazı küçük burjuvalar, bu gelişmelere bakıp komünizm hayallerine kapılabilir. Ama meseleye bugünde, bugünün gerçeğinde bakmak gerekir. Bugün de teknoloji, Marx’ın dediği gibi, “işçi sınıfına karşı yürütülen savaşın silahlarıdır.” Boşlukta gerçekleşmemekte, sınıfsız-sınırsız bir yerde üretilmemektedir.

Böyle olduğunu zanneden alıklık, NATO’nun yetiştirdiği Aziz Sancar’da “Kürdistan’ı[4], ilerlemeyi; NATO’nun emrettiği aşıyı üreten Türk profesörlerinde Deniz Gezmiş’i[5] görmüştü. Neticede teknolojinin masum, temiz, saf ve iyi gösterilmesi çabası, NATO’nun yürüyüşüyle alakalıdır. Tüm teknolojik atılımlar, askeridir. Pandemi, bizzat NATO karargâhında dünya halklarına karşı yürütülmüş bir operasyondur. Bu operasyonu solcu alıklık, eşitlenme, dayanışma, kardeşlik gibi büyülü kelimelerle karşılamıştı.

Bu NATO solculuğu, işçi sınıfının politik ağırlığını silme görevini üstlenmiştir. Arif Koşar, Kansu Yıldırım gibi akademi bülbüllerinin ünlü olmasının sebebi, işçi sınıfını basit bir teorik nesne kılıp onun politik varlığını ve ağırlığını azaltmaya çalışmalarıdır. Bu isimler, politik alanı tümüyle küçük burjuvaziye ait kılmanın derdindedirler. İşçi, ancak küçük burjuvalaşarak oraya girebilir. O, ancak küçük burjuvanın ihsanı, şefkati ve acıması sayesinde varolabilir. Küçük burjuvalaşmamış bir işçinin politik alanda ve bir örgütte işi yoktur. İşçinin öldüğü yer, sendikacılıktır, işçiciliktir.

Mesele, politik alanda sadece küçük burjuvanın konuşmasını sağlamaktır. Teknoloji ve devletin masum, saf ve temiz bir şey olarak sahiplenilmesinin arkasında küçük burjuva irade vardır.

Bu küçük burjuvazi, insanları toprağa esaretten kurtaran burjuvaziyi Allah, insanları çalışmanın esaretinden kurtaran robotları Peygamber bilmektedir. Artık bunlara göre işçilik, gerilik, gericilik, geri kalmışlıktır, geri bıraktıran bir takozdur. Sökülüp atılmalıdır.

Sosyalist hareket, kendisine kültür-sanat alanında açılan kum havuzuna mahkûmdur. Kültür mekânla; sanat zamanla alakalıdır. Burjuvazinin mekâna ve zamana hüküm koyma iradesidir. Küçük burjuvanın güdümündeki sosyalist hareket, ancak kültür ve sanat alanında burjuvazinin daimi ve ebedi bir hâkim güç olması için çalışabilir. Başka bir işe yarayamaz. Ancak bu alanın süsü olabilir. Onun ağzındaki “işçi sınıfı” bile burjuva ilerlemeyle, burjuvazinin mevzileriyle alakalıdır.

Bugün “biz sınıf mücadelesine karşıyız. Bu ülkede işçi yok” diyen Tevfik Rüştü Aras çizgisine gelinmesinin sebebi budur. En fazla sol, “Türkiye, Sovyetler’le yakın ilişkisini kesintisiz sürdürse nasıl olurdu? Kültür-sanat alanında çok gelişirdik, türkü dinleyenimiz kalmaz, her köşede satranç kulübü olurdu” diyebilir. O “Türkiye”, “Sovyetler” ve “ilişki”, sınıflar mücadelesinden muaf ve azadedir. Sosyalist harekette Sovyet diplomatından ve Türk devleti memurundan başkası konuşamaz.

Bu teknik aydınların sırtının sıvazlanması gerekir. O, kolektifin iradesine teslim olmamaktır. “Devlet ve teknoloji masumdur” diyen anlayış, bu sıvazlama işini üstlenmiştir. Onların hâkim oldukları sosyalist hareketin, teknolojiyi sorgulayan Marx’la, “devlet aygıtını olduğu gibi alamayız, parçalamamız gerekir” diyen Lenin’le bir alakası kalmamıştır. Bu sol, Marx üzerinden işçi sınıfına; Lenin üzerinden ezilen halklara ve devrime dair sorumluluklarından kendisini kurtardığı için her gün kapitalizme dua etmektedir.

Eren Balkır
12 Haziran 2025

Dipnotlar:
[1] Richard Barbrook ve Andy Cameron, “Kaliforniya İdeolojisi”, 1 Eylül 1995, İştiraki.

[2] Jason Rhode, “Silikon Vadisi’nin Amentüsü”, 1 Nisan 2018, İştiraki.

[3] H. G. Wells, “Jozef Stalin Söyleşisi”, 23 Temmuz 1934, İştiraki.

[4] Eren Balkır, “İşçi ve Asker”, 19 Nisan 2018, İştiraki.

[5] Eren Balkır, “Yaban”, 20 Şubat 2020, İştiraki.

11 Haziran 2025

,

İki Kızıl Yıl


İşçi hareketiyle devrimci hareketin tarihine dair inceleme, yalnızca insanın köklerini hatırlaması ve kimliğini teyit etmesi değil, aynı zamanda ve her şeyden önce, bugün ve gelecekte yapılacak politik, taktiksel ve stratejik tercihler için bir ders olarak da önemlidir.

Kızıl İki Yıl’ın (1919-1920) yüzüncü yıldönümü, tam da bu 2019 yazının başına denk geliyor. Bu iki yıllık dönem, İtalyan alt sınıflarının son yüz yılda, mücadelelerin hem derinliği hem de ülke topraklarında ulaştığı menzil açısından en yüksek devrimci gerilim anlarından birini temsil ediyor. Bazı yönlerden, büyük olasılıkla iki yıllık kızıl dönem, alt sınıfların diğer iki büyük hareketiyle, hem Direniş sırasında gelişen, hem Merkez-Kuzey ile sınırlı olan ve aynı zamanda bir ulusal kurtuluş mücadelesi hem de bir sınıf mücadelesi niteliği taşıyan, 1969 ile 1977-80 yılları arasında gerçekleşen hareketle yani, Sıcak Sonbahar ile Fiat işgali arasında geçen dönemle kıyaslandığında, daha önemli bir yere sahiptir.

Kızıl İki Yıl, Haziran-Temmuz 1919’da yüksek gıda fiyatları için ayaklanmalarla başlayan ve toprak mücadelesiyle, ordunun isyanıyla devam eden, 1920’de fabrikaların işgaliyle sonuçlanan bir dizi olayın gerçekleştiği dönemi ifade ediyor.

Genel Bağlam ve Birinci Dünya Savaşı

1905’te Rusya’da 1917 devriminin “kostümlü provası” gerçekleştirildi. İtalya’da da Kızıl İki Yıl’da yaşanan altüstten önce, 1914’te, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermediği ortamda, “Kızıl Hafta” adı verilen önemli bir isyan hareketine tanık olundu. İtalya’nın savaşa girmesiyle birlikte savaş karşıtı mücadeleye ekmek mücadelesinin eşlik ettiği bir süreç başladı.

1917’de savaş sırasında meydana gelen olaylar özellikle önemliydi. O yıl, Avrupa’daki halk kitlelerinin emperyalist savaşın yol açtığı sefalet ve katliam karşısında duyduğu bıkkınlık, Rusya’da önce Çarlığı deviren Şubat Devrimi’nde, ardından da Paris Komünü’nden sonra tarihteki ilk işçi hükümetini kuran Ekim Devrimi’nde karşılık buldu.

Batı’da da önemli isyanlar gerçekleşti. Örneğin Fransa’da, askerlerin kitlesel isyanlarına tanık olundu. Bu isyanlar, ABD birliklerinin gelişine kadar Batı Cephesi’ndeki saldırıların geçici olarak kesintiye uğramasına yol açtı.

İtalya’da iki benzersiz olay yaşandı.

1. Başlangıçta İtalyan askerlerinin konuşlandığı mevzide basit bir gedik açan, gerçek bir askeri “grev” olarak adlandırılan gelişme sebebiyle, gerçek bir bozguna dönüşen Caporetto’daki cephenin çöküşü.

2. Endüstriyel savaş üretiminin muazzam gelişmesi nedeniyle büyük ve radikalleşmiş bir işçi sınıfının oluştuğu Torino ayaklanması. Torino, Batı Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı sırasında bir şehrin gerçekleştirebileceği en özel ayaklanmaya şahitlik etti.

İki yıllık kızıl dönemi ve Ekim Devrimi’ni, Birinci Dünya Savaşı’nın ve onun toplumsal dokusunun, sermaye ile emek ve İtalyan sermayesi ile uluslararası sermaye arasındaki ilişkiler üzerindeki etkilerini dikkate almadan anlamak zor olurdu.

Muzaffer olmasına rağmen İtalya, çatışmadan diğer güçlerden daha derin yaralar alarak çıktı. Ülke, 650 bin civarında askerini kaybetmişti. Yüz binlerce insan, bu süreçten yaralı ve sakat çıktı. İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadığı kayıptan daha büyüğüyle yüzleşen İtalya, yarım milyon insanını kaybetti.

Trento ve Trieste’yi İtalya’ya tekrar bağlamak için yola çıkan, ama aslında sömürgeci nüfuz alanını Dalmaçya ve Küçük Asya’ya genişletmek isteyen İtalyan emperyalizmi, onca ekonomik sorun ve yaşanan insani kayıp üzerinden pek bir şey elde edemedi.

1915’te İngiltere ve Fransa ile Londra Anlaşması’nı imzalayan İtalya, bu anlaşma uyarınca savaşa girme sözü vermiş, bunun karşılığında bazı taleplerde bulunmuştu. Ama savaş neticesinde bu taleplerin hiçbiri karşılanmadı. Böylelikle, İtalya’daki militarist eylemsellik “sakat bırakılmış zafer” efsanesi üzerinden körüklendi. Faşizm, tam da bu toprakta gelişme imkânı buldu.

Yurtdışındaki durum gerginliklerle malul iken, içerideki ekonomi dengesiz bir şekilde büyüyor, sosyal uçurumlar derinleşiyordu. Sanayi aygıtı, kârların artmasını ve ekonomik gücün birkaç büyük sanayi grubunun, Ilva, Montecatini, Ansaldo, Fiat, vb. elinde toplanmasını destekleyen askeri emirler sayesinde orantısız ve yapay bir biçimde büyümüştü. Savaştan hemen sonra savaş endüstrisinin barış endüstrisine dönüştürülmesi, büyük endüstrilere bağlı bankaları da içeren güçlü bir krize yol açtı. Korumacılıkla sürece müdahale eden devlet, büyük şirketlere destek sundu.

Dahası, İtalya yurtdışında yaklaşık 20 milyar liret borç altına girmişti. İç borcu ise 46 milyar liret düzeyindeydi. Enflasyonla birlikte savaştan sonra ödenmesi gereken borç 40 milyarı aşıyordu. Para devalüe edildi, bu da toplumsal kutuplaşmayı iyice derinleştirdi: Bu süreçte spekülatörler, sanayiciler ve rantçılar zenginleşirken, sabit gelirlilerle (işçiler ve memurlarla) köylüler yoksullaştı.

Hızlanan sanayileşme, savaş döneminde bile köylü emeğinin fazlasını şehre çekememişti. Savaş endüstrisinin dönüşümü, işsizlikte bir artışa neden oldu. ABD, 1921’de 2 milyona ulaşan devasa sanayi rezerv ordusu için iş gören tahliye vanasını göç karşıtı politikalarla kapatınca İtalya’daki durum daha da kötüleşti.

İşçi sınıfının yanı sıra orta sınıf, yani İtalyan devletinin daha önce üzerine kurulduğu küçük-burjuva sosyal sınıflar da bu durumdan etkilendi. Uzlaşması mümkün olmayan güçler, kriz koşullarında, daha önce pasif olan geniş kitleleri örgütleme yeteneğinden yoksundu. Başta Sosyalist Parti olmak üzere uzlaşmaz güçlerin bu önderlik kapasitesinden yoksun oluşu, savaşta önemli bir rol oynamıştı. Artık bu, işsizleşen orta sınıfları ilgilendiren bir eksiklikti.

Gramsci ve Togliatti’nin gelecek yıllarda, kızıl iki yıldan hatta faşizmin iktidarı ele geçirmesinden sonra yaptıkları eleştirilerde ifade ettiği biçimiyle, Sosyalist Parti, mevcut hatası sebebiyle işçiyle köylüyü bir araya getiremedi, ara sınıflarla ittifak kurmaya çalışmadı. Bilhassa sosyalistler, savaş gazilerine hiç hitap etmiyorlardı. Gramsci’nin tespitiyle, bu da onları sosyalizme düşmanlaştırdı:

“Müdahalecilerin partiye kabul edilemeyeceğini ortaya koyan önerge, bir şantaj, bireysel sindirme aracı ve demagojik bir açıklamadan ibaretti. […] Bu açıklama, partinin askeri müdahaleye yönelik karşıtlığını faaliyetinin ekseni hâline getirmemesi gereken siyasi konumunu tahrif etmeye ve belirli küçük-burjuva kesimlere karşı nefret ve kişisel baskılar için gerekli zeminin örülmesine katkıda bulundu. […] Bu, temel sorundan, iktidar sorunundan kaçınma ve kitlelerin dikkatini ve tutkularını tali hedeflere yönlendirme, egemen sınıfın tarihsel-politik sorumluluğunu ikiyüzlü bir şekilde gizleme, halkın öfkesini egemen sınıfın politikasının maddi ve çoğu zaman bilinçsiz araçlarına dökme politikasıydı. […] Savaşın, özellikle küçük aydınlar ve küçük burjuvazi arasında yol açtığı muazzam ekonomik ve psikolojik altüst oluşla birlikte, bu tabakaları radikalleştireceği açıktı. Parti, onları kendisine müttefik kılmak yerine, hiç yoktan düşman edindi, yani onları egemen sınıfa geri fırlattı.[1]

“Orta sınıflar” başlığı ve birbiriyle çatışma içerisinde olan güçlerin onlarla ilişkisi, kriz dönemlerinde kendisini tekrar tekrar hissettirir. Bu bağlamda, İtalya’da savaş sonrasında önemli olaylara tanık olunmuştur. Bu olaylar, bugün krizi ve Avrupa genelinde kemer sıkma politikalarını, o döneme benzer kutuplaşmayı ve ayaklanmaları birebir tecrübe ettiğimiz koşullarda akılda tutulmalıdır. Dün olduğu gibi bugün de sol, muktedir sınıfın sorumlulukları yerine başka konulara odaklanmaktadır.

Yüksek Gıda Fiyatı Önergesi

Kızıl İki Yıl denilen dönemin ilk bölümü, 1919 yazının başında, tam da bahsini ettiğimiz bağlam dâhilinde cereyan etti. Köylü mücadelelerine, ordu içi isyanlara ve fabrika işgallerine tanıklık eden bu dönemde bir de yüksek gıda maliyetleri de önemli bir role sahipti. Kendiliğinden ve farklı coğrafi konumlarda gerçekleşen eylemlerle gıda fiyatları protesto edildi. Burjuvazi, yaşanan bu kitlesel hareketlilik karşısında ne yapacağını bilemedi ve bir anda baskıcı adımlara başvuramadı. 1914’ten 1918’e gelindiğinde temel ihtiyaç maddelerinin fiyatları üç kat artmıştı. Bu sürece grevlerle cevap verildi. Milyonlarca işçi sürece katıldı. Ancak ücret artışlarının fiyat artışları karşısında sönük kaldığı koşullarda grevler çözüm üretmedi. Bu nedenle kitleler, ayaklanma yoluna revan oldular.

Grevlerden ayaklanmalara geçişe tanıklık eden ilk şehir, La Spezia’ydı. 11 Haziran günü bu şehirde işçiler, meyve ve sebze toptancılarının lokavtına tepki olarak büyük bir gösteri örgütlediler. Jandarmanın ateşi sonucu iki işçi öldü, yirmi beşi yaralandı. Katliam ayaklanmayı tetikledi. Dükkânlar yağmalandı, şehir, isyancıların eline geçti. Kraliyet Donanması’nın önemli üslerinden olan şehirde bulunan, savaş gemilerinde görevli bahriyeliler, işçilere destek verdiler.

Hareketin başka şehirlere yayılması için bir eylem komitesi oluşturuldu. 13 Haziran günü isyanlar Cenova’ya yayıldı, şehirde düzenlenen büyük bir gösterinin ardından gün boyunca polisle çatışmalar yaşandı, bu da genç bir işçinin öldürülmesine neden oldu. Akşam saatlerinde şehir muhafızlarının kışlasına bir saldırı girişiminde bulunuldu, bu eylemde üç işçi ciddi bir biçimde yaraladı.

Cenova ve La Spezia’daki katliamların öğrenilmesi ardından Milano ve Torino da sendikaların emri olmadan genel greve gitti. 16 Haziran’da sıra Pisa ve Bolonya’ya geldi. Pisa’da işçi sendikasının direnişi işçilerin baskısıyla kırıldı. Forli şehrinde kadınların öncülük ettiği kalabalık dükkânları yağmaladı. Mallara el koymak ve tüm gıda maddelerinin fiyatını yarı yarıya azaltmak için yurttaşlar bir işçi komisyonu oluşturdu. Askerler, halkın arasına karıştı. Faenza, Ancona ve Imola da genel greve iştirak etti. Torre Annunziata’da ajanlarla çatışmalar yaşandı.

3 Temmuz’da Floransa mücadeleye katıldı. Grevin başlamasıyla birlikte kitle, şehir merkezini işgal etti, malları maliyetin altında fiyatlarla çıkarıp dağıtmaya başladı, hemen satılmayanlar, vagonlar ve kamyonlarla İşçi Odası veya kooperatifler ve topluluk binaları gibi yerlere götürüldü. Savaşçılar Derneği işçilere destek verirken, İşçi Odası artık Floransa hükümetiydi.

Tavan fiyat yüzde 50 oranında düşürüldü. İlaç gibi tavan fiyatın olmadığı ürünlerin fiyatı ise yüzde 70 oranında azaltıldı. Yüzde 50’lik müdahale, Forlimpopoli, Cesena, Civitavecchia, Iesi, Senigallia, Ancona, Falconara, Bolonya gibi şehirlerde de gerçekleştirildi.

Bedeli kan olan mücadeleler yürütüldü. Imola’da jandarma, 3 Temmuz’da üç işçiyi öldürdü. Floransa’da polis, durumu kontrol altına almaya çalıştı ve işçilere ateş açtı, 4 Temmuz’da bir işçi öldürüldü, 6 Temmuz’da iki kişi öldü, sekiz kişi yaralandı. Ayrıca 700 tutuklama yapıldı.

Mücadele, Sicilya’ya da uzandı. Palermo’da 25.000 işçi grev ilan etti, çok sayıda dükkânın mallarına el koyan işçiler maliyetleri düşürdü, ancak polis kitlesel tutuklamalara devam etti. Katanya’da onları bastırmak için gönderilen göstericiler ve askerler kucaklaştı. İsyanlar, polisin göstericiler tarafından karanlığa sokulduğu Brescia’ya sıçradı. Livorno’da genel konseyin fiyat talimatlarına uymayan işletmelere el konulması kararlaştırıldı.

6 Temmuz'da isyan Milano’ya yayıldı. Burada polis tarafından 2.200 kişi tutuklandı. Ayın 7’sinde Cenova’da işçiler, dükkânları ve depoları yağmaladıktan sonra polisle çatıştılar, bir ölü ve birkaç yaralı bıraktılar. Aynı gün Napoli’de de benzer bir senaryo yaşandı: genel grev ilanı ardından birçok dükkân yağmalandı, 20 kişinin yaralanmasına neden olan polisle çatışmalar yaşandı.

Savona’da binlerce işçi, tüm gıda maddelerinde %50 indirim uyguladı. Grevler, gıda maddelerine el konulması ve polisle çatışmalar gibi olaylara, İtalya’nın her yerinde, kuzeyden güneye sayısız irili ufaklı şehirde tanık olundu. Bu arada, baskı daha da sertleşti. 9 Temmuz’da kuşatma altındaki Brescia kentinde halk bir kişiyi öldüren jandarmayı kovaladı.

Makineli tüfekli Alp birliklerinin konuşlandırıldığı şehrin semalarında akşamları uçaklar uçuyordu. Taranto’da dört işçi hayatını kaybederken, Catania’daki çatışmalar dört ağır yaralının hastaneye kaldırılmasıyla neticelendi.

10 Temmuz’da Roma’da üç işçi jandarma tarafından öldürülürken, dört gün boyunca İşçi Konseyleri tarafından yönetilen Barletta, askerler tarafından kuşatıldı. Kuşatma neticesinde konsey boyun eğmek zorunda kaldı.

Ayın 14’ünde Lucera’da sekiz ölü ve otuz yaralı, Elba Adası’nda bir ölü ve çok sayıda yaralı, Roussillon’da iki ölü ve Spilimbergo’da üç ölü ve on dört yaralı vardı. Ne var ki, Temmuz ve Ağustos sonunda Roma’da, Milano’da ve diğer şehirlerde grevler belirli bir yoğunlukta sürse de beş ayın sonunda Mantua’daki isyan altı kişinin ölümü ardından bastırılması üzerine isyan, tükenmenin eşiğine gelmişti.

1919 yılında açığa çıkan tüm gerilim, devlet ve reformistler eliyle Kasım ayında yapılacak seçimlere kanalize edildi. Sosyalistler, oyların %33,3’ünü alarak birinci parti oldu. Bununla birlikte, sosyalistlerin zaferi, gerçek güçler dengesi açısından işçiler için belirleyici sonuçlara yol açmadı ve hükümet, Halk Partisi’nin başarısı sayesinde, Nitti liderliğindeki reformist liberal-radikal-halk-sosyalist koalisyonunun eline geçti.

Liberal Devletin Zayıflığı, Sendikal ve Sosyalist Hareketin Sınırları

Yüksek gıda fiyatları yüzünden patlak veren ayaklanmaların vurguladığı ilk gerçek şuydu: savaş ve ardından gelen krizin yıprattığı eski liberal devlet kurumları zayıflamış hâldeydi.

Ayaklanma dalgası birkaç ay içinde dinmiş olmasına rağmen, liberal devletin temel direkleri olan eski düzen partilerinin olaylarla baş edemediği ortaya çıktı. Devletin baskıcı güçleri de önemli bir zayıflık gösterdi. Silahlı kuvvetler, birçok durumda işçilere karşı çıkmayı reddederek ve sık sık onlarla dostluk kurarak, ayaklanmaları bastırmaya uygun olmadığını kanıtladı.

İsyanlar, Brescia, Sestri Ponente, Forlì ve La Spezia'da gerçekleşti. Mükemmel bir baskıcı güç olan jandarma (Carabinieri), o zamanlar sadece 28 bin kişilik bir güce sahipti ama etkili değildi. Nitti hükümetinde dışişleri bakanı olan Tittoni’nin şu sözleri, bu anlamda önemliydi: “Yarımadanın her yerinde aynı anda bir isyan patlak vermiş olsaydı, hükümetin ne yapabileceğini sık sık merak etmişimdir.”[2] Süreç içerisinde ihtiyatlı davranan Nitti hükümeti, daha kapsamlı ve daha büyük bir ayaklanmaya sebebiyet verebilecek her türden baskıdan kaçındı.

Yüksek gıda fiyatları üzerinden baş gösteren hareket, işçi hareketinin mevcut sınırlarını ortaya koydu. Bu hareket sayesinde, sadece ücretli işçileri değil, savaşa iştirak etmiş orta sınıfı da etkileyen bu fiyat artışları ile birlikte kendiliğinden açığa çıkan halk hareketi, sosyalist partinin ve sendikaların politik açıdan yetersiz ve kendiliğinden hareketler için kifayetsiz olduklarını gösterdi. Buna karşılık, mücadele süresince işçilerin referans noktası olarak iş gören İşçi Odaları, kendilerini hareketi sakinleştirecek ve en nihayetinde onu etkisiz kılacak adımlarla sınırladılar. Ama gene de ortada, yalnızca kötüleşen yaşam koşullarının belirlediği bir hareket değil, savaşın sona ermesinin ardından Rus Devrimi’nin ve uluslararası bağlamın siyasi geriliminin ve etkisinin önemli olduğu bir hareket vardı.

Neticede, “Rusya’da yapılanı yapma” iradesinin var ettiği isyan hareketlerinden sadece İtalya etkilenmedi. 1919’da Macaristan’da Konsey Devrimi yapıldı, Almanya'da Sovyet cumhuriyeti ilan edildi, Bavyera’da Spartakist ayaklanma gerçekleşti, emperyalizmin merkezi ülkesi İngiltere’de hükümet kitlesel grevlerle köşeye sıkıştırıldı ve durumu kontrol altında tutmak için sendikalardan yardım istemek zorunda kaldı, Odessa’da askerler ve denizciler, özellikle Fransızlar isyan ederek, Bolşeviklere karşı savaşmayı reddettiler. 20 ve 21 Temmuz 1919’da, Rusya ve Macaristan sovyet cumhuriyetlerine karşı dış müdahaleyi protesto etmek için uluslararası bir grev ilan edildi. Bu greve çok sayıda İtalyan işçi katıldı.

Sendika ve Sosyalist Parti liderlerinin harekete önderlik etme konusundaki yetersizliği ya da daha doğrusu, isteksizliği, ücretli işçiler ile orta sınıfın, özellikle savaşa katılmış kesimin ayrışmasına sebep oldu. Sosyalist Parti’nin siyasi başarısızlığı, orta sınıfın, özellikle de eski savaşçıların hayal kırıklığı ve kapitalist sınıf içinde korku neticesinde oluşan hareketler hep birlikte, faşist hareketin gelişmesi için elverişli bir zemin oluşturdular.

Bu noktada reformist ve devrimci analizin ayrıştırılması, kızıl iki yılı takip eden dönemde sosyalistlerin sorumluluklarının devrimci açıdan değerlendirilmesi gerekiyor.

O dönem Antonio Gramsci, 1919-1920 ayaklanmalarına ve ardından faşizmin ortaya çıkışına atıfta bulunarak, şunları söyledi:

“Kendiliğinden denilen hareketleri ihmal etmek, daha da kötüsü, onları küçümsemek, yani onlara bilinçli bir yön verme, onları daha yüksek bir düzeye çıkarma iradesinden feragat etmek, çok ciddi ve ağır sonuçlar doğuracaktır. Alt sınıfların her türden kendiliğinden hareketine her daim muktedir sınıf hesabına çalışan, gerici bir hareket eşlik eder. Örneğin bir ekonomik kriz, bir yandan alt sınıflar ve kendiliğinden kitle hareketleri arasında hoşnutsuzluğa neden olurken, diğer yandan, hükümetin nesnel olarak zayıflamasından yararlanarak, hükümet darbelerine teşebbüs eden gerici grupların komplolarına zemin hazırlar. Bu darbeler, ilgili örgütlerin kendiliğinden hareketlere bilinçli bir yön verme ve onları olumlu bir siyasi faktör hâline getirme sorumluluklarından feragat etmeleri neticesinde gerçekleşir.”[3]

Gramsci’nin bu sözleri, 1929’da Sosyalist Parti’ye iki yıllık kızıl dönem süresince liderlik eden, Genel İşçi Konfederasyonu sekreteri olan D’Aragona’nın yazdığı yazıda açık bir biçimde dile getirilen yaklaşımı teyit etmektedir:

“Kitlelerdeki Bolşevik sevdasına gereğinden fazla boyun eğdiğimiz için suçlanabiliriz, ama devrimci bir patlamayı önlemenin onurundan kimse bizi mahrum edemez. Faşizm, bizim tehlikeyi bertaraf etmemizin ardından geldi.”[4]

Domenico Moro
10 Temmuz 2019
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Antonio Gramsci, Passato e presente, Editori Riuniti, Roma 1979, s. 67-68.

[2] Renzo Del Carria, Proletari senza rivoluzione, Cilt. 3, Savelli, Roma 1979, s. 79.

[3] Antonio Gramsci, a.g.e., s. 73-74.

[4] Aktaran Renzo Del Carria, a.g.e. s. 83.