31 Mayıs 2025

Hayal Tiyatrosu


Politik bir yazı “biz” dilini esas alır, esasen bu yazı, “ben” dilini esas alan bir denemedir. İştirakî’ye yazdığım yazılarda biz dilinin dışına çıkmayı hiçbir zaman doğru bulmadım. Emekçinin gündemi neyse insanın gündemi de odur. Neyi duyuyorsam, insanlar insan olmanın özünden uzaklaşmaya dair neyden şikâyet ediyorsa onu kaleme almaya çalıştım fakat bu yazı, son yazı olması nedeniyle, onda “ben” dilini kullanmaya karar verdim.

Son yazı olması İştirakî’ye veda değil, onu takip etmeye devam anlamı taşıyor ki bu hususu açık bir biçimde, en baştan belirtmek gerekiyor.

“Sarı Sol” yazısıyla başladığım ideolojik-politik yazı yazma pratiği, bu yazıyla nihayete eriyor. Şimdiden eleştirel alanı açması nedeniyle ve bu süreçte emek veren İştirakî’ye teşekkürü bir borç biliyorum. Solun mülkiyetçiliğine karşı geliştirdiği alan açıcı pratiği çoktan tarihe geçti.

Ülke solunun geldiği aşama, eleştirinin yetmediği aşamayı çoktan aştı. Ülke solu, “kopuşu” dikkate alıp kendi tarihini; özelde son 60, genelde son 100 yıla dayandırır. Bu kopuş, bir tehlikeyi içinde barındırır: kökten, mekândan, tarihten, değerden ve zamandan kopuş.

Bu ülkenin solunun yazdığı kapsamlı bir Anadolu halk hareketleri tarihi konulu bir kitap bulunmaz. Ezilen-sömürülenin tarihiyle egemenin tarihi-takvimi aynı değildir. Kendi tarihini bilmeyen tarih yazamaz, Bernstein’cı politik hareket biçimiyle “eylem için eylemi” varoluş kaynağı hâline getirir, gelinen nokta da budur. Kitle varsa sol vardır ki o kitle CHP’ye aittir, yoksa “Sınıflar mücadelesinde olur böyle duraklamalar!” denilir. Öyle bir gerçek, tarihte yok; bunun nedeni, kopuşları kabul edip tarihi kesintiye uğratan, nehrin önüne setler çeken solun icadıdır.

68’in bir ruhu vardı, her ne kadar acemilikleri ve yanlışları olsa da. 74 affının ürünü solun ruhu yok, kitlesi vardı. Bugünkü sol, o sürecin mahsulü; İsmet Özel de bu solun “haini”(!)

Bu solun en büyük icadı birilerini “ajan, provokatör, hain” ilan etmektir, gücü “içeridekine” yeter, “dışarıdakine” sesi çıkmaz, içeride olan, eleştirdiği anda gadre uğramaya mahkûmdur. Hâlen solu eleştirdiğinizde bu damgaları yersiniz ama “en” politik/radikal olduğunu iddia eden çevrelerin ikamet ettiği mahallelerin duvarları tarikatların, ırkçıların, faşistlerin yazılarıyla doludur.

Politik insanı parti yetiştirir, bireysel eylemci her ne kadar kendisi kabul etmese de anarşisttir. Bu damgaları vuranlar, bir Ekrem maskesi üzerinden geliştirilen eleştiriye en pespaye hakaretlerle/dille saldıranlar, acaba “dışarıdakine” karşı nasıl tavır alıyor! Tüm solun durup bunu düşünmesi gerekir ama nafile.

Solun bir başka çevresi, “TKH” de kendi bürosunu sopalarla basıp kapıyı kırıyor, parti tabelasını söküp götürüyor. Tabela bir değer değil, popülizm sembolü kabul edildiğinden, içerideki eleştiri sopayla susturulmaya çalışılıyor. Bir değerse o zaman ırkçılığın her türlü sembolüne neden müdahale edilmez?

Bireysel dille yazılan bir yazı olmanın sağladığı imkân dâhilinde açıkça belirtmek isterim ki TKP, EMEP, ÖDP, TİP vb. gibi açık partiler 78’de neyse bugün de odur. Mahalleciliği başlatıp sol içi şiddeti solun pratiği durumuna getiren feodal kültür, ÖDP’nin atasının eseridir. Onun Mahirciliği kitle kuyrukçuluğunun eseridir. Aynı yoz kültür, 5 yıl önce Eğitim Sen’de görüldü. Kongreyi bırakıp gidenler, 3 yıl aradan sonra kendilerine başkanlık teklif edilince geri döndüler.

Sol içi şiddete hiçbir zaman bulaşmadığını söyleyerek övünenler de kendi içindekini imha etmekten çekinmeyenlerdir. Bir kere ilgili damgalar vurulmaya başlayınca içtekinin imhası kaçınılmazdır. Feodal önderliklere kim itiraz ettiyse, doksanların başında, her harekette içe yönelen şiddet başladı. Bu bir kültür hâline gelince mahalle kabadayılığı “devrimcilik” diye halka dayatıldı ama hiçbir güç halkın üzerinde olmadığından, bugün en “radikal” diye geçinenlerin geldiği nokta kabul etmedikleri bir çöküştür.

Ödenen bedellere duyulan saygı, eleştirinin küfür diye ajite edilmesine neden oldu. Artık eleştiri, bir tür politik terapiye dönüştü. Almanya’dan buraya 35 yıldır adım atmayanlar, kendi insanının hayatını anlattığı kısa film tarzı belgeselde iki katlı, düzenli mimariye sahip evlerde gecekondu yaşamını anlatma çelişkisine düşüyor.

Villa tarzı evde çekilen kısa filmdeki çocuk, çöpten Lenin resmi/kitabı buluyor. Hanefi Avcı’nın kitabında anlatılanlarla 93 sürecinde kendi çevresinde yer alan insanların eleştirel gerekçilerinin örtüşmesi, olsa olsa tarihin cilvesi değil, solun feodal kültürünün sonucudur.

Bugün Sırrı’ya tüm kesimler sahip çıkıyorsa o zaman Yılmaz Erdoğan’ı kimse aforoz etmemelidir. İkincisi, en azından birincisinin hazırladığı sürece destek vermiştir ve binlerce insanın ölümüne ve işsiz kalmasına yol açan bir sürece ortaklık etmemiştir.

Ülke solu, Kürt hareketinin dinamizmi uğruna, halka sırt döndü. Bugün gelinen aşamada “kültüralist” talebi bile Kürt’e fazla görenler, son 40 yılın en “devrimci” hareketi sayıldı. Elini attığı her alanın değerlerini, kültürünü, tarihini gasp eden Kürt milliyetçi hareketi, KESK/Eğitim Sen’in 2013’te dinlenmesine neden oldu, son mahkemelerde görüldüğü gibi, Birgün gazetesinin haberine göre, teknik cihazlarla dinlenmiş. Bir sendika neden dinlenir ki? Bunun yanıtı sendikadadır.

“Kobane Devrimi’ni Selamlıyoruz” diye bölge illerindeki okul panolarına afiş astıranlar, tüm parti ve yakın STK’lerin açıklamasını sendika binasında yaptıranlar, hiç bu sendikalara üye kamu emekçileri ihraç edilmemiş gibi bugün çıkıp dün karşı çıktıklarına dua eder, dost kabul eder, “nezaket sahibi” der. Sonra tüm sol, çıkıp Sırrı’ya, Selahattin’e ve diğerlerine selam yollar, onlardan halk kahramanı-aydın çıkarır. Ne bu hareketin Kürt’e, ne de bu solun halklara faydası olur.

Tüm bu toplamın yansıması olan sendika da eleştiriden muaf kabul edilir. O sendikayı içine girmediği yapının kurumu gibi gören anarşist üye de ayakları yerden kesilmiş biçimde orayı yüceltir.

Ortada yüceltilecek bir şey yok. Bu gerçek aşılmadıkça da bir adım ilerleme kaydedilemez, kaydedilemeyecek de. Sanılıyor ki çözüm süreci muvaffak olduğunda Eğitim Sen’in önü açılacak, Eğitim Sen’e yön tayin eden irade, çoktan egemenlerin bileşeni oldu. Basit bir örnek vereyim: Bir hırsız yakalanmış ve çetesi çökertilecek. Hapishanedeki hırsız, çetesiyle bütün iletişimini gerçekleştiriyor ama çete çökertilemiyor. Başka bir örnek vermeye gerek yoktur sanıyorum. Bu süreçte işinden, aşından, emeğinden ihraç edilenler ve bedel ödeyenler birer “kurbandır”. Süreci eleştirenler “Kemalist” idi değil mi? O zaman “kültüralist” talebi olmayanlara ram olan sol, hâlen sol olarak kabul ediliyorsa bu halk demek ki bu solu anlamıyor(!)

Bir çevre düşünün; öğretmeni, doktoru, kadını, çocuğu, işçiyi, emekçiyi, halkı katletsin; sonra tüm sol çıkıp kitle tapınıcılığıyla o çevreyi tek söz sahibi kabul edip “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” diye teoriyi sulandırıp zırvalasın. Bu sollara neden güvenelim?

Feodalizmi her zerresine kadar yaşatan bir solun kültürü biatten öteye geçmez. Şimdi biz, “ulusalcı, Kemalist, şoven” oluyoruz değil mi? Eski dünyanın icadı diye örtbas edilmeye çalışılan emperyalizmin planları çerçevesinde buradan Suriye’nin kuzeyine gidip orada IŞİD’e karşı yaşamını yitiren insanların ait olduğu çevreler saygıyı hak ediyor mu? Bugün canla kanla destek oldukları bölgenin politik ağaları, o IŞİD kalıntılarının yönetimiyle el sıkışıyor. Burada da Karadeniz’de fındık işçisi Kürt’e saldıranlarla el sıkışıyor. Bu çevre de onun kulu kölesi olan sol da elbette hiçbir zaman anti faşist mücadele yürütemez. Kime karşı mücadele yürütüyorsa kulu olduğu çevrenin müstakbel muhatabıyla çarpışma riskini taşır.

Akıl, yöntem, teknik, felsefe, ideoloji, taktik, strateji yoksunu bir sol varken eleştiri, bir yerden sonra yapısal bir krize evrilir. Gerçek pratik, halkın gündeliğinde filizleniyor. Türküde dediği gibi, “hayat yosunda, yosun yeşilde, yeşiller boy veriyor kuytuluklarda”.

Lanet olsun, bizi kendiliğindenciliğe mahkûm eden ülke soluna.

Avrupa’nın kucak açtığı bir solun “emperyalizme karşıyım” iddiası, palavradan ibarettir. Biz, buradan iki cümle eleştiri yazdığımızda, Avrupa ülkelerinin istihbarat servislerinden sağladığı belgelerle kitap yazan sözde şefler küfürle bizi hedef gösteriyor. Bedel ödeyen insanların aidiyetine saygı duyup kendilerini eleştirenleri “hain, ajan, provokatör” ilan edenler, bugün o Avrupa ülkelerinde barınmayı “Alman ulusunun faşizme karşı kazanımı” ajitasyonu çekiyor.

Biz, burada uyuşturucu müptezelleriyle, sapıklarla, yozlaştırılma pratikleriyle sıkıştırılırken, aldığımız maaşlar ev kiraları ve market harcamaları karşısında erirken, insana dair hiçbir değer bırakılmamışken, birileri hâlen çıkıp “sınıf, işçi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı” falan diyorsa kimse bizden buna inanmamızı beklemesin.

Bugün ev kiralayanlar, bar-meyhane açanlar, uyuşturucu kullanmayı özgürlük sayanlar, bitmeyen açlık grevlerini sürdürenler, politikada ikiyüzlülüğü ilkeselleştirenler; insanlıktan çıkmış bir toplumsal düzende uçurumun kıyısındaki insanlara bir fayda sağlayamaz. Bırakalım düzeni değiştirmeyi, daha bedel ödeyen insanlarının mezar yerini bilmezler, mahallelerinde müteahhitlik yaparlar, racon altkültürünü politika yapmak sanırlar.

Sonuç olarak, eleştiri de söz de anlamını yitirdi, postmodern bir dünyanın etkisiz elemanına döndü. Pratiksiz eleştiri de eleştirisiz pratik de düzenin akışına bir müdahale gerçekleştiremez. Başka bir açıdan iç bölünmelerden ve iç şiddetten artakalanlar da doğru müdahalenin cezasını çektiğini söylüyorlarsa bugün ortaya çıkma günleridir, kaldı ki ortada kendilerini “tehdit” edecek hiçbir çevre kalmamıştır ama tüm sol, tarihin sermayesini kullanmaktan öteye geçemez. Yazılanla yaşanan, söylemle hayatın eylemi birbirini tutmuyorsa başıboş bir simülasyonda rol canlandırılıyordur.

Bugün ırkçılığın elini sıkıp dualar ve methiyeler dizenler, “tüm solu başıboş bırakmayın” diyenler, özünde solun son 35 yıllık tükenişinin nasıl bir proje-plan dâhilinde gerçekleştiğini de açık ettiler.

Ortadoğu’ya yönelik strateji değişmez, taktik sürekli dinamiktir. Bedrettin’in işaret ettiği gibi amaca giden yolda araçlar da temiz olmalıdır. O araçlar da 40 yıldır mekân tutulan Avrupa’dan, mahalle kabadayılığından, politik şeyhlere müritlikten, popülizmden ve Bernstein’cılıktan geçmez.

Başa dönersek, bugün Sırrı’yı aydın kabul eden solların olduğu yerde Yılmaz Erdoğan ve İsmet Özel olsa olsa politik önder kabul edilebilir. Türk solunu/solu “davar” gibi gütme iddiası olanlar, Ankara’da başlattığı görevini Ankara’da bitirdi. Geriye “kurbanlar”, umudu çalınanlar, damgalananlar kaldı. En acısı da şu olsa gerek ki bunların kuyrukçusu ve kuyrukçusu olmadığını iddia eden tüm çevreler, sınıfsız sömürüsüz düzene olan inancı yerle bir etti. Henüz aşılamamış bir umut-güven krizi var.

Ufuk Uras’ın MHP aracıyla davet edildiği, Sırrı’ya aydın diye sahip çıkıldığı, Eren Keskin’in politik akıl kabul edildiği, solistlerin oy avına “devrimciliği” pazarladığı bir ülkede ne soldan ne de eleştirinin yapıcı-ilerletici gücünden bahsedilebilir.

“Darbeci” avının, “Kardelenlerin”, “Vejinlerin” olduğu saçma sapan bir tarihe sahip politik mimarların suyun başını tuttuğu alanda olsa olsa emperyalizme hizmet söz konusudur ki emperyalizmin bağrından ülkemiz halklarına yön tayin edenlerin ideolojik-politik hattına güven duymak insan onuruna aykırıdır.

Eleştiri, hayatta karşılık bulmuyorsa, demek ki o hayatın içerisinde onurumuzu korumamızı sağlayacak olan sınıf mücadelesine emek vereceğiz. Ortada bir tiyatro var ve bu tiyatroda hiçbir şekilde rol almamak en evlasıdır.

S. Adalı
31 Mayıs 2025

28 Mayıs 2025

,

Bileşik Kaplar Teorisi

Küçük burjuva solcular için sosyalizm, ılık bir sudur. Bu su, bazen “Demokrasi” bazen de “Cumhuriyet” kabının şeklini alır. Kendisini bu şekilde var edebileceğine inanır. Ortak kapta birleştiklerinde, bu iki suyun teorik ve pratik derinliklerinin aynı olduğu görülür.

“Sosyalizm”, aslında demokrasi ve cumhuriyetin halk kitlelerine benimsetilmesi için kullanılan basit bir kılıf, imaj ve ambalajdan ibarettir. Solcuların asıl derdi, sosyalizm değil, ağa-paşaların demokrasi veya cumhuriyet ihtiyaçlarına kitlesel zemin bulmaktır.

Tepeden inşa edilen devrim, aşağıdaki kitleyle buluşturulmalıdır. Bu ülkede sosyalizm mücadelesi, bundan gayrı bir anlama ve değere sahip değildir, olamaz. Demokrasiden veya cumhuriyetten bahsedenlerin sosyalizm ve işçi iktidarı gibi bir dertleri ya da davaları yoktur.

Sosyalizmi Demokrasi ve Cumhuriyet ile tanımlayan, böylelikle, onları sınıfsal politik ve devrimci politik analize karşı muhafazalı bir yere kaldıran solcular, demokrasinin ve cumhuriyetin ezilen-sömürülen halk kitlelerinin iradeleriyle varolma imkânlarını ortadan kaldırırlar.

Sorgulanmamış, hesaplaşılmamış demokrasi ve cumhuriyet, burjuvazinindir. Burjuva devrimlerini başlangıç noktası, varoluş gerekçesi ve asli ruh olarak gören solcular, demokrasi ve cumhuriyeti mücadele sahasından kaçırmaya çalışmaktadırlar. Bu solcularla dövüşmüyorsa, komünist hareket diye bir şey yoktur.

Solda “Demokrasi” diyen, sermayenin; “Cumhuriyet” diyen, devletin adına konuşuyordur. Devletsiz sermaye ile sermayesiz devlet, küçük burjuvazinin hayal dünyasına ait kurgulardır.

Küçük burjuvazi, ekonomi ve fizik âleminde olduğu gibi siyaset alanında da varlığını güvence altına almanın, ona yer açmanın derdindedir.

Bugün Dev-Yolcu mahfillerde ve sol örgütlerin STK’larında verilen yoga dersleri, bu yerin açılmasıyla ilgilidir. O derslerde, “Sizin varlık alanınız aha da şu mat kadar. Onun içinde oynayın. Kendinizi değerli ve özel hissedin” denilmektedir. Küçük burjuva, kitleye karıştıkça korkmakta, ondan kaçmanın yollarını aramaktadır. O mata kitle sığmaz, neticede mat, kitleden kopmak için vardır.

Namazın laik versiyonu olarak reklâm edilip piyasaya sürülen yoga dersleri, küçük burjuvazi üzerindeki basıncın hafifletilmesi için başvurulan bir dolandırıcılık yöntemidir. Yoga kurslarını basan bir irade yoksa, o ülkede devrimcilik de yoktur!

Şu görülmelidir: “Demokrasi” şampiyonluğu yapan HDP ile “Cumhuriyet” şampiyonluğu yapan TKP arasındaki kavganın ezilene, sömürülene bir hayrı olamaz. İkisi arasındaki ağız dalaşının sosyalizm mücadelesine zerre katkısı olmayacaktır. Asıl, bu ikisini birleştiren ortak kaba ve onun ideolojisine saldırmak gerekir.

Demokrasi kavgası verenler, AKP’yi Ortadoğu’yla; cumhuriyet kavgası verenler, AKP’yi Ortaçağ’la tanımlamanın derdindedirler. Özellikle CHP’yi besleyen mahfillerden kaynaklanan, “AKP’nin Ortadoğu’ya ve Ortaçağ’a ait, yabancı ve geri bir olgu” olduğuna dair tezvirat, küçük burjuvaziyi esir almıştır. Bugün konuşan, bu esarettir.

Kendisine varlık alanı ve varlık gerekçesi arayan küçük burjuvazi, iş ve görev dilenme süreci dâhilinde, Ortaçağ’a karşı devletin bekçiliğini; Ortadoğu’ya karşı sermayenin kâhyalığını yapmayı iş edinmiştir. AKP, sosyalist hareketi küçük burjuvaziye mahkûm etmiş, onu Ortaçağ’a karşı bekçi; Ortadoğu’ya karşı kâhya olmak isteyenlerin elinde oyuncağa çevirmiştir.

Oysa AKP’nin Ortaçağ ve Ortadoğu ile alakası yoktur. O, bugüne ve buraya aittir. AKP, devletin ve sermayenin müşterek aparatıdır. Devleti aklamak adına AKP’yi Ortaçağ’a ait bir olgu olarak sunanlar, Yeniçağ öncesi tüm halk dinamiklerini çöpe atmaktadırlar. Sermayeyi aklamak adına AKP’yi Ortadoğu’ya ait bir olgu olarak sunanlarsa, Avrupamerkezci ve Batımerkezci bir ideolojik salgıyla, Ortadoğu ve Doğu’daki halk kurtuluş mücadelelerine küfretmektedirler. Hepsi de Doğu’nun mücadele ettiği İngiliz emperyalizmine uşaklığı solculuk sanmaktadır.

Demek ki Ortadoğu’ya açılan sermaye ve Ortaçağ’a açılan devlet, kendi dişine uygun bir sol inşa etmektedir. Solun bir kısmı sermayeyi; bir kısmı da devleti aklamanın derdindedir.

Bugün özellikle reformist örgütler, devletin ve sermayenin çağrısıyla içtimaya alınmış, kendilerine gerekli emirler ve görev alanları tevdi edilmiştir.

Perinçek, uzun zaman “İşçi Partisi” ismini almak için çabaladı. Sonrasında “Vatan” ismini almışsa, bu emri illaki devlet vermiştir. Devlet, “Ben, yeni bir işçi partisi kuracağım, sen isminden feragat et” demiş olmalıdır. Belki de aynı gelişme, TKP özelinde yaşanmaktadır. Belki de ileri de kendisine TKP ismini tescilleyenler, ona “Ben, dişime uygun, işime gelen, yeni bir komünist partisi kuracağım, sen Cumhuriyetçi Parti ol” diyeceklerdir.


TKP’nin Kalkandelen gibi Hitler’in hareketinin ilk vegan döneminden çıkma sağcılarla, Kürt ve Müslüman düşmanlarıyla yol yürümesinin sebebi, belki de budur. Ona kara gömleklileri örgütlemesi söylenmiştir. Doksanların askeri ve stratejik bölgesi Bolu’nun belediye başkanının partiye sunduğu destek, devletin emridir.

Aydemir Güler, “yirmilerden beri devletin Edirne’den Ardahan’a, tüm topraklara hâkim olma becerisini sahipleniyoruz” derken, onun bir sosyalist olarak konuşmadığını, kendisinin vantrolog, TKP başkanının kukla olduğunu devlet de biliyor olmalıdır.

Özünde demokrasi adına konuşan, sermayeye; cumhuriyet adına konuşan, devlete örgütlüdür. Dolayısıyla, solun demokrasici kesimi, kitleleri sermayenin özgürlükçülüğüne; solun cumhuriyetçi kesimi, kitleleri devletin eşitlikçiliğine ikna etmeye mecburdur.

Eşitliği ve özgürlüğü yoksul, ezilen ve sömürülen halk kitlelerinin iradesiyle değil de devletle ve sermayeyle tanımlayanlar, halk kitlelerinin iradesine küfretmek, onu etkisiz kılmak zorundadırlar. Ortak kap, burada aranmalıdır. Demokrasicileri ve cumhuriyetçileri sermaye düzeninde ortaklaştıran yönlere bakılmalıdır. Biri diğerinin eksiğini kapatmakta, biri diğerinin yapamadığını yapmaktadır. 

“Demokrasi mi öncel ve öncelikli yoksa cumhuriyet mi?” sorusu, boş bir sorudur. Bunların kime ait olduklarını sorgulamayanlar, içteki hainler, ajanlar ve aparatlardır.

Sola göre halk, bireylere bölünmeli, bireylere seslenilmeli, sermayenin özgürlükçülüğüne veya devletin eşitlikçiliğine ikna olanlar, bir bir toplanmalıdır. Neticede devlet ve sermayeden başka bir güç tanınmamalı, aranmamalı, oluşturulmamalıdır. Bir, biricik, özel ve değerli olanın sermaye mi yoksa devlet mi olduğu tartışması, komünist için hükümsüz ve boştur.

Demokrasi de cumhuriyet de özel ve değerli bireylerle tanımlıdır. Sosyalist örgütlenme pratiği, bu bireyleri toplama çabasından başka bir şey değildir. Her ikisinin de birleştiği ortak kabın ana çerçevesine göre bir CHP inşa edilmektedir. CHP’deki tedrisat, sosyalist hareketin içeriğini tayin etmektedir.

Kendi varlığını egemenlerin demokrasisini savunmaya bağlayanla, kendi varlığını gene aynı egemenlerin cumhuriyetini savunmaya bağlayan arasında bir fark yoktur. 

Tarih, demokrasiyle cumhuriyetin kavgası değildir. Sınıf mücadelesinden kaçanlar, onun zararlı yönlerini arındırmak isteyenler, sınıf mücadelesini toplumu bölen tehlikeli bir unsur olarak görenler, bir kavşakta buluşmuşlardır.

Egemenlerin demokrasisi için Ortadoğu’yla; egemenlerin cumhuriyeti için Ortaçağ’la mücadele edenler, beyhude bir çaba içerisindedirler. Hepsi de egemenler içerisinde müttefik bulacaklarını, çatlaklara yerleşeceklerini, tarihsel planda yürüyen burjuva devriminin dümenini sosyalist devrime kıracaklarını sanmaktadırlar. O dümeni kırmayan irade, devrimci olamaz.

Burjuva devrimleriyle kurulan ideolojik, teorik ve politik bağlar, ezilenle ve sömürülenle bağ kurulmasın diye kurulmaktadır. Burjuva devrimleriyle kurulan bağsa, o devrimlerde varolan ezilen-sömürülen iradesine edilmiş küfürle tanımlıdır.

Nâzım Hikmet, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde ders görürken Filistinli bir gençle tanışır. Necati Sıdkı isimli bu genç, okulda “Mustafa Kâmil” ismini kullandığını söyleyince Nâzım, karşısındaki kişinin “Mustafa Kemal” dediğini zannedip sinirlenir ve gence ismini İranlı bir şairin ismiyle değiştirmesini önerir. Bugünün sosyalist hareketinde ne Nâzım, ne o Filistinli komünist, ne KUTV ne de İranlı şair vardır. Herkes, devlet ve sermaye adına Ortadoğu ve Ortaçağ’la mücadele etmekte, bu mücadelenin sosyalizmi getireceği vehmiyle yaşamaktadır.

Ortadoğu ve Ortaçağ’dan süzülüp gelen komünist/iştirakçi mücadeleye küfredilmektedir. AKP ile devlet, bir taşla birkaç kuş vurmakta ustalaşmış, kendisini ve sermayeyi savaş alanında koruma altına almayı öğrenmiştir. Sol, bu koruma faaliyetinin kâhyası ve bekçisidir.

Bu kâhyalık ve bekçilik, 27 Mayıs’ı “Devrim” sanmaya mecburdur. 27 Mayıs darbesinin birinci yıldönümünde yazılan CIA raporunda denildiği gibi[2] darbenin ardındaki isimler, hem NATO’cu hem ABD’ci hem IMF’çi hem de antikomünisttir. Komünizmle Mücadele Derneği’nin fahri başkanı olan bir generalin liderliğinde gerçekleşen darbenin yenisini bekleyene sosyalist de komünist de denilemez.

Eren Balkır
15 Mayıs 2025

Dipnotlar:
[1] Rossen Cagalov, “Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi (KUTV)”, 28 Ağustos 2020, İştiraki.

[2] “Outlook in Turkey”, 26 Mayıs 1961, CIA. Türkçesi: İştiraki.

27 Mayıs 2025

CIA’in 27 Mayıs Değerlendirmesi


1. Türkiye’de askeri rejim, iktidarda kaldığı bir yıl boyunca pek fazla başarı elde edemedi. Ekonomik ve askeri alanlarda belirli başarılara imza atılsa da rejimin Türkiye’deki politik hayatı reforme etme çabaları, etkileyici sonuçlara ulaşamadı. Bunun önemli bir nedeni, yüzleştikleri sorunun çözüme direnen yapısıydı, ama aynı zamanda, bu süreçte politik anlayış eksikliği ile yönetici kademede görülen çelişkiler de etkili sonuçlara yol açtı.

Politik Meseleler

2. Milli Birlik Komitesi, bir yıl önce Menderes’in başında olduğu Demokrat Parti hükümetini onun tek parti idaresi kurma çabalarına karşı çıktığı için devirdi. MBK, bu tek parti idaresinin iç savaşa yol açacağından korktu. […]

3. Sonrasında MBK’nın kapsamlı ekonomik ve toplumsal reformları yapması için iktidarda kalması gerektiğini söyleyen genç subaylar grubu ile MBK’nın Menderes döneminin tekrarlanmasına mani olmak için gerekli adımların atılmasıyla birlikte iktidarın sivillere teslim edilmesi gerektiğine inanan muhafazakâr üyeler arasında ayrışma yaşandı. Bu çelişki, bu mesele üzerinden devleti tehdit eden bir iktidar mücadelesi verdikleri gerekçesiyle, 1960 yılının sonlarında on dört MBK üyesinin görevden uzaklaştırılmasıyla birlikte, muhafazakâr kanata mensup üst düzey subaylar lehine olacak şekilde, çözüme kavuşturuldu.

4. Son beş ay boyunca rejim, temkinli, kimi zaman acemice attığı adımlarla iktidarı sivillere teslim etmeye yönelik çalışma yürüttü. Ocak ayında esas olarak yeni anayasanın ve seçim kanununun hazırlanması için iki meclisli yapı teşkil edildi. MBK, senatonun yerini alırken, yasama organı meclisi, muhtelif resmi ve özel örgütler içerisinden seçildi, böylelikle, MBK iktidarını korusa da halkın katılımına belli ölçüde izin verilmiş oldu. Eldeki tüm göstergeler, MBK’yı da içerecek biçimde, tüm Kurucu Meclis’in erken bir tarihten itibaren çalışmalarını tamamlamak için ciddi bir çaba harcadığını ortaya koyuyor. Rejim, yeni politik partilerin örgütlenmesine izin verdi. Ekim ayı içerisinde rejim söz verdiği üzere, ulusal seçimlere hazırlık için sınırlı ölçüde politik faaliyetin yürütülmesine imkân sağlandı.

5. Öte yandan, rejimin ana hedeflerinden olan, dağıtılan Demokrat Parti’nin yerini başka bir isimle alacak partiler grubunun veya yeni bir partinin kurulması hedefine ulaşma konusunda pek bir ilerleme sağlanabilmiş değil. Birçok MBK üyesi CHP’yi desteklese de bu üyeler, otoriter bir idareye tevessül eder diye partinin büyük bir zafer elde etmesini istemiyorlar. Rejimin Menderes’i ciddi kabahatler işlemiş biri gibi gösterme çabalarına rağmen, eski DP üyelerinin büyük bir kısmı, hâlen daha Menderes’e bağlı. MBK üyelerinin asıl derdi, Menderes yanlılarının iktidarı yeniden ele geçirip kendilerinden intikam almalarına fırsat vermemek. Hâlihazırda başlarında lider bulunmayan ama hâlâ daha DP’ye sadık olan üyeler, İnönü CHP’sine yönelik öfkelerini en üst düzeyde muhafaza ediyorlar.

Yeni kurulan on dört politik parti içerisinde Türkiye Partisi ile Adalet Partisi[1] gibi iki-üç partinin büyüme istidadına sahip olduğu, ülkedeki belirli DP liderlerini örgütlemeyi başardığı görülüyor. Rejim, eski DP üyelerinin desteğini kazanmaya çalışan yeni partilere destek olsa da bir yandan da bu yeni partilerin bazılarının yeni DP üyelerinin esiri hâline gelmesinden korkuyor. Yerelliklerdeki DP büroları arasındaki gayriresmi bağların varlığını muhafaza ettiğini gören rejimin bu korkusunun makul ve meşru olduğu görülüyor.

6. Bu anlamda rejim, Demokrat Parti’nin politik açıdan güvenilir olan halefini kurmadan seçimleri gerçekleştirme vaadini yerine getirmeyeceğine karar vermek zorunda. Buna ek olarak rejim, ayrıca muhtemelen yaz ortasında tamamlanacak dava süreci ardından Menderes’e, Bayar’a ve önemli parti üyelerine ne yapacağı konusunda da karar vermek zorunda. Rejim hangi kararı alırsa alsın, onun bir dizi güçlükle karşılaşacağı açık. Eski parti liderlerini idam ederse politik gerilimler artacak, rejim karşıtı gösteriler düzenlenecek. Askeri liderler, Bayar ve Menderes’i ortadan kaldırmazsa, bu sefer de DP liderlerinin yeniden otorite sahibi olmasıyla birlikte iktidarı güvenle bırakamayacaklar.

Dengeli bir yaklaşım üzerinden biz, askeri liderlerin Bayar, Menderes ve birkaç yakın arkadaşını geleceklerini güvence altına almak adına idam edeceklerine, rejimin sonuçta meydana gelebilecek her türden isyanı kontrol edebileceğine inanıyoruz.

7. Her ne kadar MBK içerisinde seçimleri yapma konusuna şüpheyle yaklaşan kimi üyeler varsa da konseydeki önemli isimlerin seçimle iş başına gelmiş sivil bir hükümete iktidarı teslim etmeye niyetli olduğunu görüyoruz. Yapılacak seçimin sonucunda başka bir isim altında seçime girecek olan DP’nin iktidarı yeniden alacağına dair elde mevcut olan her tür gösterge üzerinden, Menderes’in yargılanması ile bağlantılı yapılan rejim karşıtı gösteriler yeni şüphelere yol açıyor. Bu koşullarda rejim, seçimi birkaç aylığına erteleyebilir. Gene de biz, rejimin askeri idareyi sonlandıracağına dair halka verdiği söz ile bu sözünden dönmesi durumunda yüzleşeceği muhalefeti göz önünde bulundurduğumuzda, rejimin bugün planlanmış olan seçimi ileri bir tarihe erteleyebileceğine inanmıyoruz. Ama bir yandan da rejimin bugün iktidarı elinde tutma sebebinin, kendi üyelerinin güvenliğine tehdit oluşturacağını düşündüğü her türden politik örgüte müdahale edebilmek istemesi olduğunu düşünüyoruz.

8. CHP, bu seçimlerde yarışacak partiler içerisinde en iyi konumda olan parti. Eski cumhurbaşkanı İnönü’nün liderliğinde hareket ediyor olmasının yanında CHP, ülkedeki en örgütlü parti. Teşkilâta bağlı geniş bir kitlesi var. Ama aynı zamanda bazı durumlarda yakışıksız kabul edilen askeri rejimle arasındaki bağ sebebiyle CHP, son aylarda kitle desteğini belli ölçüde yitirdi. (CHP, alt yasama organı meclisinde en fazla üyeye sahip parti.) Kitle desteğindeki bu kayıp seçimle birlikte telafi edilir mi bilinmez, tek bilinen şey, CHP’nin seçim sürecinden, en fazla oyu almış, aynı zamanda yeni mecliste en fazla koltuğa sahip parti olarak çıkacak olması.

9. Ama gene de CHP’nin bu zaferi politik istikrarı getirmeyecek. Hiziplere bölünmüş bir yapı olarak CHP, şu an yaşlı olan İnönü’nün yerini alacak bir varise sahip değil. Ayrıca silahlı kuvvetlerin başındaki isimler, ileride Türk siyasetinde daha aktif bir rol oynayacaklar. Bu rolü, birçok sebebin yanında, ileride kurulacak hükümetlerde kendi güvenliğini sağlama gerekçesi üzerinden üstlenecekler.

Bugünlerde MBK üyelerinin senatoda koltuk sahibi olmasını sağlayacak bir anayasa hazırlanıyor. Sağlığı izin verirse General Cemal Gürsel cumhurbaşkanı, MBK’nın önemli üyelerinden General Madanoğlu genelkurmay başkanı olacak. Askerin siyasete katılım süreci hangi biçimi alırsa alsın, askerin ele geçirdiği iktidar, askerin bu işi bir daha yapması önündeki engelleri bir şekilde kaldıracak. Ama bunun yanında her yeni hükümet, halkın toplumsal ve ekonomik reformlarla ilgili baskılarıyla yüzleşecek. Bugün eldeki işaretler, bilhassa kentlerde, halkın önemli bir kesiminin askerin siyasetteki payından duyduğu hoşnutsuzluğun arttığını ortaya koyuyor. Mevcut partilerden birisinin bu arzuları tatmin edip edemeyeceği belirsizliğini hâlen daha koruyor. Bu noktada bu partilerin toplumsal ve ekonomik reformların ihtiyaç olduğunu söyleyen programlarını temel almadığını söyleyebiliriz.

Ekonomideki Beklentiler

10. Gürsel rejimi, geçici hükümet olma vasfıyla hareket ederek, Türk ekonomisinin büyüme süreci önünde duran, bütünlüklü bir yatırım planının olmayışı ve iş dünyasında varolan belirsizliğe son verilememesi ile ilgili önemli engelleri ortadan kaldıramadı. Mevcut hükümet, ilk yıllarda yürürlüğe konulan, hiçbir şekilde koordine edilmemiş kamu harcamalarıyla ilgili programların yerini bütünlüklü bir yatırım programının alması gerektiğini gördü, bu tespit üzerinden Milli Planlama Bürosu’nu kurdu. Ancak rejim, esas olarak politik meselelerle meşgul olduğundan ve geçici hükümetin doğası gereği yol açtığı güçlüklerle boğuştuğundan, hazırlanan uzun erimli plan, ilerlemeye pek bir katkı sunmadı.

11. Bu sebeple, ekonomi sahasında hükümet, tüm enerjisini gelecekte elde edilecek mevziler için şimdiden bir saha çalışması yürütmeye teksif etti. Hükümet, ekonomik olmayan projelerle ilgili çalışmaları durdurdu, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF’in) hazırladığı, ekonomiyi istikrarlı kılma amacını güden programa Menderes rejimine kıyasla daha fazla bağlı kaldı. Örneğin hükümet, 1961 yılının başlarında hükümet harcamalarında artış yapmaya karar verince bütçe açığının kapatılmasına dönük yeni adımlar üzerinden, ekonomiyi istikrarlı kılma amacını güden programı terk etmek yerine, gerekli olan vergilerin toplanmasını kararlaştırdı.

12. Hükümetin genelde sağlam zemine sahip olan ekonomi politikalarına rağmen Türk ekonomisi, durağanlık hâlinden kurtulamadı. Politik koşullarda görülen çalkantılı hâl ve bunun sonucunda gelecekte yürütülecek ekonomi politikalarının yüzleştiği belirsizlik, özel şirketlerin yürürlüğe koyacağı birçok yatırım projesinin ertelenmesine ve iç ticaretin yavaşlamasına sebep oldu.

Ekonomiyi istikrarlı kılma amaçlı programın uygulanması için ihtiyaç duyulan finansal disiplin, ekonomik faaliyet alanının daralmasına katkı sunmanın yanında, birçok verimsiz şirketin kapısına kilit vuruyor, bazılarını da üretim maliyetlerine pek fazla bakmadan, yüksek miktarlarda kârlar elde ettikleri onca yılın ardından verimliliği iyileştirme işine yoğunlaşmaya itiyor.

1960’ta tarım ürünlerindeki ani yükselişle birlikte gayri safi yurtiçi hâsıla, yüzde 5 civarında arttı. 1961 yılının rekoltesinin geçen yıldan daha iyi olmayacağı, bu anlamda GSYİH’nin muhtemelen çok az artacağı görüldü.

13. Türkiye’de enflasyonu düşürmeyi başaramayan istikrarlılaştırma programı, henüz ülkenin ihracatındaki artışa katkı sunabilmiş değil. Bu anlamda program, dış ticaret açığını artırmadan ekonomiyi büyütmeyi başaramadı. (Ancak gene de program, ticaret için kullanılacak pazar konusunda Doğu Bloku ülkelerine yönelik artan bağımlılığı azaltma konusunda başarılı oldu.)

1960 yılında yapılan toplam ihracat, 1959’da yapılan ihracattan yüzde 11 az gerçekleşti. Bu yılın ilk çeyreğinde bu oran yüzde 17’ye ulaştı. Bu yıl ekonominin hızı düştü, bu da ithalatı aniden düşürdü, bu düşüşe ABD, Batı Almanya ve IMF’ten gelen kapsamlı dış yardımlar eşlik etti. Muhtemelen bu yardımlar, 1961 yılı boyunca ödemeler bilançosunda fazlanın oluşmasını sağlayacak.

Türkiye, önümüzdeki birkaç yıl içerisinde ihracatını artırmadığı sürece ekonomisinin büyüyeceği yeni bir döneme giremez. Bu büyümeyi ancak dış yardımlardaki artışla gerçekleştirebilir.

Askeri Meseleler

14. Cuntanın iktidarı ele geçirmesiyle birlikte askeri liderlerin önemli bir bölümü, enerjilerini silahlı kuvvetlerin yerine getirmesi gereken asli göreve teksif edemez oldu. Orduyu asıl rahatsız eden husus ise aşırı şişmiş olan subay kadrosunun uygun bir büyüklüğe kavuşturulması adına, 1960 yılının sonunda dört binin üzerinde Türk subayının emekli edilmesiydi. Gayet tesirli olan bu program, belirli aksamalara yol açsa da ileride muhtemelen silahlı kuvvetler içerisindeki verimliliğin artmasını sağlayacak. Bu adımın yanı sıra rejim, Türk silahlı kuvvetlerini önemli oranda küçültmeyi ve yeniden organize etmeyi düşünüyor. Bu görüş kısmen, Türkiye’nin mevcut büyüklükteki bir orduyu modernize edemeyeceğine, ayrıca, küçük ve modern bir ordunun yeterli gelişkin teçhizata sahip olmayan büyük bir güce kıyasla daha faydalı olacağına dair inançtan kaynaklanıyor. Bu planla bağlantılı olarak askeri liderler, görebildiğimiz kadarıyla, ülkenin ihtiyaçları ve Sovyet işgalini gerçekleşmesi durumunda halkın sergileyebileceği savaşma kabiliyetinin düzeyi dikkate alındığında daha uygun olacağını düşündükleri gerilla savaşı eğitimine giderek daha fazla önem verilmesi gerektiği üzerinde duruyorlar. Bu tür görüşlerin askeri liderlerin kanaatlerini yansıtıp yansıtmadığını, ABD’den daha fazla yardım almak için pazarlık aracı olarak kullanılıp kullanılmadığını bilmiyoruz, ama ülkenin elindeki güçlerin mevcut türünün yeniden kapsamlı olarak incelendiğini biliyoruz.

Dış Politika

15. Cemal Gürsel’in liderlik ettiği rejim, Türkiye’nin eskiden beri benimsediği dış politika çizgisine uygun hareket etti. İktidarı aldıktan hemen sonra, Türkiye’nin NATO ve CENTO gibi kurumlara yönelik taahhütlerine tümüyle bağlı olduğuna dair güvence veren rejim, tam da bu sözüne uygun bir tavır içerisinde oldu. Elbette elimizde, MBK’nın Menderes’in Türkiye’nin çıkarlarını ABD karşısında yeterince sert bir dille veya bağımsızlıkçı bir yaklaşımla savunmadığına inandığına dair kimi göstergeler mevcut. Ama bu düşünce, ülkenin dış politikasını maddi düzeyde etkilemedi. Gene de rejim, ABD ile ilişkiler konusunda Menderes’e nazaran daha dik başlı bir tutum sergiledi. Örneğin rejim, Menderes hükümetine kıyasla, Türkiye’deki üslerin kullanımı karşısında ABD’den daha fazla yardım talep etti, NATO’nun açıktan güvenceler sunmasına dair isteğini daha fazla dillendirdi. Menderes, Ortadoğu’da Batı’nın nüfuzunu güçlendirme meselesine destek sunma eğiliminde iken rejim, bu destek meselesiyle onun kadar ilgilenmedi. Bir bütün olarak rejim, muhtemelen pazarlık yürütmek adına, yürüttüğü dış politika dâhilinde, SSCB’ye yönelik düşmanlığının seviyesini hep yüksekte tuttu. Rejim, ABD yardımlarına ve desteğine yönelik ihtiyacının her zaman bilincinde olarak hareket etti.

16. Biz, MBK’nın iktidarda olduğu dönemde Türkiye’nin dış politikasında önemli bir değişikliğin yaşanmasını beklemiyoruz. Albay Türkeş gibi cuntanın eski üyelerinin ve kimi mevcut üyelerinin ülkenin bağımsızlığını daha iddialı bir biçimde ortaya koyması gerektiği fikrini tercih etmesi muhtemeldir ki bu tercih, Doğu Bloku’na yönelimden değil, Atatürk dönemine mahsus izolasyon geleneğinden yana olacaktır. MBK içerisinde bu türden ayrışmalar yaşansa bile, bu ayrışmalar, iç meselelerle ilgili olarak içeride oluşan farklılıklar yanında tali kalacaktır.

Biz, MBK içerisinde dış politika üzerinden bir ayrışmanın yaşanacağına veya böylesi bir ayrışmanın dış politikada değişikliklere yol açacağına ihtimal vermiyoruz.

17. Gürsel rejimi konusunda Sovyetler, fırsatçı ve farklı anlamlara gelebilecek hamleler yaptı. SSCB’nin açıktan Batı yanlısı olan Menderes’in devrilişini hoş karşıladığı açık. SSCB, mevcut koşullarda devrimci rejimin en azından tepki olarak, tarafsızlaşacağını, en azından SSCB ile dostane ilişkiler geliştireceğini umuyor. Sovyetler, hiç fırsat kaybetmeden, ülkeye büyük ölçekli ticari ve ekonomik yardım yapmayı önerdi (Gürsel hükümeti, bu yardımı nazik bir yaklaşımla karşıladı, ciddiyetle tartışıldıktan sonra şimdilik bu yardım talebi geri çevrildi).

Ankara’daki Sovyet büyükelçiliği, rejimle dostluk kurmak için kesintisiz bir çaba ortaya koydu ama elle tutulur bir başarı elde edemedi. Diğer yandan, Sovyet propaganda aygıtı, Gürsel hükümetinin Batı yanlısı politikaları sürdürmesi ve Doğu Bloku’na yönelik eski güvensizliği muhafaza etmesi karşısında hayal kırıklıklarını dile getirdi. Muhtemelen bu yaklaşım, ister Gürsel, iktidarı sivil hükümete teslim etsin isterse etmesin, Sovyetler’in Türkiye’ye yönelik politikasına damga vurmaya devam edecek. SSCB, Türkiye’nin Batı ile bağlarının kopmasına dair umudunu koruduğu sürece bu politika belirleyici olacak.

18. Bugünden öngörebildiğimiz kadarıyla, rejimden iktidarı devralacak sivil hükümetin mevcut dış politikayı değiştirme ihtimali bulunmuyor. Menderes ve Gürsel gibi CHP lider kadrosu da, fiiliyatta NATO politikasına da, ABD desteğine bel bağlamayı öngören yaklaşıma da temelde bağlı. Ancak mevcut sınırlar dâhilinde ileride kurulacak hükümet, az miktarda da olsa Sovyet yardımı almayı kabul etme eğilimine eski hükümetlere nazaran daha fazla meyil gösterebilir. Arap dünyasında Batı yanlısı hedefler uyarınca hareket etme konusunda daha az aktif olma ihtimali mevcutsa da gelecekte kurulacak hükümet de küçük farklılıklar haricinde, temelde eski hükümetler gibi hareket edecektir.

26 Mayıs 1961
Kaynak

Dipnot:
[1] Yeni Türkiye Partisi liberal bir partiyken Adalet Partisi muhafazakâr.

25 Mayıs 2025

,

Müslüman Milli Komünizmi


Bolşeviklerin Orta Asya’da İslam’a uyum sağlamaya dönük hamlesi, Müslüman cenahında karşılık buldu. Ekim Devrimi sonrası reformist fikriyata sahip bir dizi hareket ortaya çıktı. Bunların ortak amacı, bir tür “Müslüman komünizmi”ni inşa etmekti.

Bu hareketler, komünizmle İslam’ın temelde uyumlu olduğu görüşüne belirli bir teorik içerik kazandırmaya çalıştılar. Bunlardan biri de ilgili süreçte öncü bir rol oynayan Volga Tatarı Mirsaid Sultangaliyev’in (1892–1940) etrafında toplaşmış örgüttü. Bu örgütün “Müslüman milli komünizmi”, Marksizmin birçok ilkesinden uzak duran bir çizgiye denk düşüyordu.

Örneğin bu örgüt, işçiler yerine dünya ölçeğinde bir sınıfı meydana getirdiğini düşündükleri ezilen milletlere vurgu yapıyordu. Hareketin temsilcilerine göre, “Müslüman halklar proleter halklar”dı.[1] Burada aslında 1919’da aşağıdaki cümleleri kuran Lenin’e atıfta bulunulmaktaydı:

“Sosyalist devrim, sadece her bir ülkenin devrimci proleterlerinin kendi burjuvalarına karşı verecekleri bir mücadele olmayacak, olamaz da. Sosyalist devrim, emperyalizmin ezdiği tüm ülkelerin beynelmilel emperyalizme karşı mücadelesi de olacaktır.”[2]

Sultangaliyev, bu süreçte ateist eleştiriden feragat edilmesi gerektiği üzerinde duruyor, “Doğu halkları sömürüldüğü sürece hiçbir din karşıtı propagandanın başarı kazanamayacağını”[3] söylüyordu. Sultangaliyev’e göre, aslında tam aksine Müslüman milli komünistler, sosyalist ve komünist ilkeleri komünizmin “yerli” biçimlerini meşrulaştırmak adına, kendi kültürlerinin genel bağlamına yerleştirmeye çalışmalıydı. Bu noktada Cengiz Han ve Timur döneminin şanlı günlerine atıfta bulunuldu. İslam, Müslüman milli komünizmini İslam medeniyetinin “altın çağ”ına bağlayan müşterek bağdı.[4]

Birkaç yıl boyunca Sultangaliyev, RKP(B) içerisindeki önde gelen Müslüman komünist olarak epey itibar gördü, ayrıca Stalin’in Müslümanları ilgilendiren meselelerde başvurduğu başlıca uzmanlardan biri olarak çalıştı. Sultangaliyev, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde profesör unvanıyla dersler verdi, millet meseleleriyle ilgili bir derginin yayın yönetmenliğini yaptı.

Bolşeviklerin benimsediği ilke ve görüşlerle bağlantılı bir isim olarak Sultangaliyev, 1923’te partiden kovuldu. Aslında bu ihraç, İslam düşmanlığı zemininde gerçekleşmemişti. Kovulması ile ilgili yaptığı konuşmada Sultangaliyev’in teorik becerilerini savunan Stalin, ihraç gerekçesinin komplocu faaliyetler olduğunu dile getiriyordu.[5]

Esasında süreç içerisinde İslam ve komünizm belirli ölçüde ahenkli kılınmıştı. Bolşeviklerin iktidarı almasından kısa bir süre sonra Halk Komiserleri Kazak Konseyi devrim için yazılmış bir şiir yayınladı: “Bugün tüm kutlu İslam için bir zafer günüdür. Bugün cennetin kapıları açıldı, hakiki müminler tüm kalpleriyle onun önünde eğildi.”

Türkmenlerin yazdıkları türkülerde ve şiirlerde Lenin’in yardımcıları tarikat şakirtlerine benzetiliyor, Lenin, yüceltilen ve dualar edilen bir evliyaymış gibi değerlendiriliyordu. Orta Asya’da dilden dile dolaşan Lenin efsanelerinden birinde Lenin, ilahi düzeni kursun diye Allah’ın seçip gönderdiği kişi olarak takdim ediliyordu.[6] Buna karşılık, Bolşevikler içerisinde gelişen, Larissa Reisner’in temsilcisi olduğu, romantizme meyilli bir akım da Müslüman Orta Asya’yı aynı şekilde ele alıyor, onu dini manada olmasa da manevi açıdan yücelten ifadelere başvuruyordu.[7]

Ama gene de şu iki hususu akıldan çıkarmamak gerekiyor:

1. İslam’a yönelik hoşgörü ve destek koşulsuz değildi. Dini ve kültürel faaliyetleri ayrılıkçı bir politik çerçeveye oturtanlar acımasızca ezildiler. Örneğin Orta Asya’da gelişen Basmacı isyanı güç kullanılarak bastırıldı. Ama gene de feodal-burjuva ayrılıkçılığına karşı yürütülen propagandanın İslami geleneklerle bir alakası yoktu.[8]

2. Kapsayıcı yaklaşım, yirmilerin sonlarında yerini militan bir eylem tarzına bıraktı. Kendi amaçlarına ulaşmak için kimi unsurları kanla ezen Sovyet hükümetlerinin İslam’a yönelik baskıcı tedbirlerinin nispeten yumuşak kaldığını belirtmek gerek.[9]

Sovyet Türkistanı, Hindistan Komünist Partisi’ni kuracak olan, o dönemde sürgünde bulunan devrimci gruplara önemli deneyimler elde edecekleri bir zemin sundu. Sovyetler’de yaşanan gerçekler, Hintli devrimcilerin bakış açılarının oluşumunda önemli bir etkiye yol açtı.

Türkistan’daki Zemin

Türkistan, Rus İmparatorluğu’na bağlı Orta Asya topraklarının Hazar Denizi’nin doğusunda, Kazak steplerinin güneyinde kalan bölümünü ifade ediyordu. Derebeylerinin kimliği değişti ama fetih denilen süreçte hiçbir şey değişmedi. Çarlık düzeni, “patriarkal düzende bir değişikliğe yol açmadı. Geleneksel din eğitimi yöntemlerine dokunulmadı.”

Şubat 1917’den sonra yeni politik yönelimler açığa çıktı. Müslüman olan bu hareketler, ağırlıklı olarak köktenci eğilime sahip, Müslümanların veya Türklerin birliği şiarını merkeze koyan çalışmalardı. Bazıları Sovyet düzenine başkaldırdı.[10] Ancak Eylül 1917’den beri Taşkent’te iktidarda olan Bolşevik sovyeti, bazı milliyetçi unsurların desteğini gördü, hatta kritik dönemeçlerde bu hareketlerle işbirliği yaptı.[11]

Bolşevikler, bu işbirliğinin zeminini örebilmek adına, halkların mağdur edildiğine, kültürel hayatın tehlike altında olduğuna vurgu yapan açıklamalar yaptılar. Ağustos 1919’da Orta Asya’da çıkan bir gazetede, İngilizlerin tüm bölgeyi, özellikle Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları yerleri Hristiyanlaştıracağını söyleyen bir yazıya yer verildi.[12]

Merv şehrinde Bolşeviklerin örgütledikleri bir mitingde konuşmacılardan biri, Sovyet hükümetinin Müslüman işçileri özgürleştireceği üzerinde duruyordu.

Buna karşılık, Sultangaliyev’in “Müslüman halklar proleter halklardır” sloganı özü itibarıyla yerelde sömüren sınıfı değil, İngilizlerin asli düşman olarak işaretliyor, maddi proleter çıkarlara değil, İslam’ın çıkarlarına vurgu yapıyordu. Bahsi edilen mitingse şu sloganla sona ermişti: “Yaşasın İslam ve İslam’ın hakiki takipçileri!”[13]

Muhtemelen Aşkabad’da hazırlanmış olan bir Bolşevik bildirisinde ise “İngilizler hayatlarımızın ve dinimizin düşmanıdır. […] Yaşasın Türkistan’da Müslümanın dinini savunanlar. Yaşasın her şeye muktedir olan hilafet. İngilizlere ve Müslümanlara karşı kullandıkları kudretlerine ölüm!” denilmekteydi.[14]

Bolşevik iktidarı muhafaza edecek çalışmalara ayak uydurma ihtiyacından ziyade, bu türden bildiriler ve yazılar, aslında Doğu devriminin başka yerlere örnek teşkil edecek uygulamalarına dair ifadelere yer veriyordu. Eylül 1920’de RKP(B) Merkez Komitesi, Asya’da yürütülecek propaganda faaliyetleri ile ilgili talimatları iletti. Buna göre, her devrimci hücre bulunduğu şehir ve bölgedeki din adamlarından birini örgütleyecek, böylelikle “manevi hayatın merkezlerinin devrimci propagandanın merkezi hâline gelmesini sağlayacak”tı. Bu noktada, “Müslümanların, Zerdüştilerin, Sünnilerin, Brahmacıların ve Lamacıların vs.” dini mekânları ve ibadetlerine azami ilgi gösterilecek” türünden kararlar alındı.[15] Metinde Brahmacılara, Hindu toplumunun dini mekânlarına, ibadetlerine ve toplumsal önderlerine vurgu yapılması önemliydi. Bu vurgu, esasen örgütleme hedefini ve toplumsal dönüşüm hedefini içeren Bolşevik politikasının ulaştığı menzili ortaya koyuyordu.

Göçebe kabileler konusunda ise kabile reisleriyle yakın ilişki kurulması gerektiği üzerinde duruluyor, “komünist fikirlerden ne kadar uzak olurlarsa olsunlar, her kabilenin geleneklerine azami saygıyı gösterin” deniliyordu.[16] Bu noktada somut sonuçlar alındı. 1921 yılında Doğulu Sosyalist Gençler (Somolvostok) “Doğu’nun Kurtuluşu İçin Birlik” ile ilişki kurdu, cihat çağrısı yaptı, bu noktada savaşçı kabilelerle işbirliği kurmayı, hatta bazılarını Kızıl Ordu’ya örgütlemeyi bildi.[17]

Birinci Dünya Savaşı sırasında Kabil’de bulunan Hindistan Geçici Hükümeti başkanı Muhammed Bereketullah, Orta Asya’da Doğu’ya dair paradigmayı propaganda eden önemli isimlerden birisiydi. 1919’da İngilizlerle savaşırken Sovyetler’le ittifak kurmaya çalışmış olan Afganistan Kralı Emanullah’ın elçisi olan Bereketullah, kendisindeki antiemperyalist duruş üzerinden İzvestiya gazetesinde konumunu aktarma imkânı buluyordu[18]:

“Ben ne komünistim ne de sosyalist, fakat benim politik programım İngilizlerin Asya’dan kovulmasını şart koşuyor. Ben, Asya’yı Avrupa’nın sermayesi kılma çabalarının amansız düşmanıyım. […] Bu bağlamda biz doğal müttefikleriz.”[19]

Bereketullah’ın görüşleri, esasında sıradan antiemperyalist çizginin ötesine geçen görüşlerdi. Neticede Bereketullah, birkaç ay önce Bolşevikler ve İslami Siyasi Teşekkül adını taşıyan broşüründe, İslami görüşlerle sosyalist görüşler arasında paralellik kuruyordu. Bu broşür, Bolşeviklerin yardımıyla tüm Orta Asya’da yaygın olarak dağıtıldı: Broşürde batının işçilerinin, “kişisel mülkiyet”i tüm dünyevi kötülüklerin kaynağı olarak gördüğünden, İslam’ın ise yardımlaşmayı emrettiğinden dem vuruluyordu.

Bereketullah’ın İslam’ın ilk günlerini romantikleştiren atıfları Selefizme çalıyordu:

“İlk Halifelerin elindeki hazine, yoksulun sefaletini azaltmak için kullanıldı. Diğer tek tanrılı dinler gibi sosyalizm de yoksulluğu, mahrumiyeti, çileyi, belaları ve zulmü ortadan kaldırmak için ortaya çıktı.”

Broşürde Bereketullah, Müslümanlara “kardeşimiz Lenin’in kutsal çağrısına kulak vermeleri tavsiyesinde bulunuyorum “diyordu. Bereketullah, aynı zamanda Volga nehri boyunca uzanan bölgede ve Orta Asya’da yaşayan Müslümanları Sovyet davasına örgütlemek için aktif olarak çalışma yürüttü.[20]

Tabii bu çalışmaların karşı tarafta da bir yankısı oldu. İngiliz istihbaratı, Sovyetler’in Emanullah’a verdiği desteğe endişeyle yaklaşıyor, “bu desteğin Bolşeviklerin Müslümanların dostuymuş gibi görünmesine katkıda bulunduğunu” söylüyordu.[21]

Oysa istihbaratın gözden kaçırdığı bir gerçek vardı. Esasında Sovyetler’in Afganistan’ın bağımsızlığına ve Müslümanların kendi kaderlerini tayin hakkına sunduğu destek, tüm halkların ve kültürlerin “bağımsız ve hür gelişimi”ni güvence altına alacaklarına dair taahhütlerinin doğrudan bir sonucuydu.

1921’de İngilizlerle imza edilen ticaret anlaşmasından sonra bile Bolşevikler, Doğu için geliştirdikleri vizyonu uygulama vaadine bağlı kaldılar. İslam bu vizyonun önemli bir parçası olmaya devam etti. Bu anlamda Bolşevikler, Müslümanlara kimi tavizlerde bulundular.

Sovyetler’in Türkiye ile imzaladığı 1921 tarihli anlaşmanın onuncu maddesinde yurttaşların askerlik hizmeti, aile hakları ve miras hakkı hariç tüm konularda kendi yaşadıkları ülkelerin yasalarına tabi oldukları üzerinde duruluyordu.[22]

Radikal İslam çizgisine mensup olup antiemperyalizmi savunan, Kuzeybatı sınır bölgesindeki Çamarkand yakınlarında faal olan Hindistan Mütedeyyinleri isimli cemaat Bolşeviklerden yardım görmeye devam etti.[23]

Komünistlerin Orta Asya’daki Rus olmayan halkların geleneksel hayatıyla kurdukları ilişki bağlamında verilecek bir başka örnek de M. N. Roy’dur. Hatırat’ında Bolşeviklerin Eylül 1920’de Buhara’yı almak için başlattıkları harekâta katıldığından söz eder.

Roy’a göre, “Bolşeviklerin müdahalesinden önce Müslüman halk kitleleri karşı-devrimin saldırılarına maruz kalıyordu. […] Devrimin bir amacı da Orta Asya genelinde Müslüman halk kitlelerini feodal yönetici sınıfa karşı korumaktı.”

Halkın hâkim dinine sürekli vurgu yapan Roy, muhtemelen “Müslüman halk kitlelerinin Müslümanlığının” da yıkıcı etkilere karşı korunması gerektiği imasında bulunuyordu. Zira din, Buhara Devrim Komitesi’nin fikriyatına sızmış, nüfuz etmiş önemli bir olguydu: “Komünistlere, kitlelerin dini duygularını incitecek hiçbir şey yapmamaları tembihlendi.” Hatta Roy, Müslüman din adamlarını örgütlemek amacıyla Kur’an çalıştı, öyle ki bir süre sonra devrimi Kitabın otoritesi üzerinden meşrulaştıracak biri hâline geldi.”[24]

Halkın eğitimsiz olması sebebiyle mollalar devrimin uygulanması konusunda önemli bir yere sahip oldular. Buhara’ya girildikten sonra emirin tüm malları millileştirildi ve “emaneten Baş İmam’ın idaresine verildi.”

Roy’a göre dini unsurların mücadeleye dâhil edilmesi, Bolşeviklerin ezilen halk kitlelerinin çıkarlarını koruma ve destekleme konusunda sahip oldukları kararlılığa zerre halel getirmedi.[25] Şu hikâye, aradaki uyumu doğrular cinsten: Halk temsilcileri konferansı sırasında ezan okundu. Namaz kılınmasından yana olan birçok delege, konferans sırasında namaza durmanın yeni devletin niteliğine uygun düşüp düşmediğinden emin olamadı. O noktada Roy çıkıp, “Devrim, herhangi bir din için ağız dalaşı yapmakla ilgili bir mesele değildir. Toplantıya namaz arası verelim” dedi.[26] Sonrasında Roy, Bolşeviklerin dini cemaatlerle ilgili politikasını bu müdahalesini pragmatist bulan yorumlarla çelişen bir yerden değerlendirecekti:

“Rusya’da Bolşevikler, sadece sömürge halkların kurtuluşu fikrinden yana durmakla kalmadılar, […] ayrıca yüzlerce yıl Çar’ın mutlakiyetçi rejiminin boyun eğdirdiği milyonlarca Müslümanı özgürleştirdi. Artık sıra özgürleşmiş olan Müslümanlarda. Müslümanlar, sınır ötesindeki kardeşlerine yardım elini uzatmalıdırlar.”[27]

Önceden Stalin gibi Roy da Müslümanların kenara atılmış olan milliyetlerini Orta Asya’nın Rus olmayan sakinlerinin ana özelliği kabul ediyor, bunu ilgili halkları diğer sömürge halklardan ayıran bir özellik olarak görüyordu. Komünistlerin idaresinde Orta Asya milletlerinin zihniyeti İslam’dan kurtarılmadı, Müslümanlar yabancıların nüfuzundan kurtarıldı.

Asli olarak dini çerçeve içerisinde gelişmiş olan İslam, direnişi özüne kazımış, milli ve etnik bir boyut edindi. Roy, işte tam da bu zemin üzerinden, Sovyet Müslümanlarının Müslüman olarak başka Müslümanlara yardım etmelerinin gayet doğal bir adım olduğunu düşünüyordu. İşçilerin yerine Müslümanları koyan Doğu devrimi, özetle buydu. Roy’un Hindistan Komünist Partisi’nin ilk yıllarında öncü bir rol oynaması sebebiyle, sahneye yeni yeni çıkma imkânı bulan bağnazlık ve tutucu dindarlık, Hindistan alt kıtasındaki komünistler için pek de sorun teşkil etmedi.

Patrick Hesse

[Kaynak: “To the Masses”: Communism and Religion in North India, 1920–47, Doktora Tezi, 20 Temmuz 2015, s. 43-48.]

Dipnotlar:
[1] Bennigsen ve Wimbusch, Muslim National Communism, s. 42, 48.

[2] Lenin, “Speech at the Second All-Russian Congress of Communist Organizations of the Peoples of the East,” LW Cilt. 30: s. 144.

[3] Rorlich, “Islam under Communist Rule,” s. 19.

[4] Bennigsen ve Wimbusch, a.g.e., s. 49–50.

[5] “Sultangaliyev Meselesi”yle ilgili olarak bkz.: Smith, The Bolsheviks and the National, s. 228–36; Stalin’in rolü konusunda bkz.:, Fazal-ul-Rahir Khan Marwat, The Basmachi Movement in Central Asia: A Study in Political Development (Peşaver: Emjay Books 1985), s. 115–16.

[6] Tüm alıntılar şuradan: Sarkisyanz, Rußland und der Messianismus, s. 269–72.

[7] Bkz.: Schwartz, “Kommunismus und Islam,” s. 132–3 ve Cathy Porter, Larissa Reisner (Londra: Virago 1988), s. 116–20.

[8] Haugen, The Establishment of National, s. 82–4.

[9] Azade Ayşe Rorlich’in Müslüman Volga Tatarlarına yönelik olarak yürütülen “çok dilli medya kampanyası”nın özünü idrak edemediğini söylemek gerekiyor: Rorlich, “Islam under Communist Rule,” s. 21–4. Sınır dışı etme, zorla çalıştırma ve idam gibi uygulamalar gerçekte sadece Ortodoks rahiplere o da İkinci Dünya Savaşı öncesinde uygulandı: Priestland, Weltgeschichte des Kommunismus, s. 185, 195, 228.

[10] Dov Yaroshevski, “The Central Government and Peripheral Opposition in Khiva, 1910–1924,” Ro’i, The USSR and the Muslim World içinde; ayrıca bkz.: Baymirza Hayit, “Basmatschi.” Nationaler Kampf Turkestans in den Jahren 1917 bis 1934 (Köln: Dreisam 1992), s. 22, 27–31; ve Smith, The Bolsheviks and the National, s. 126.

[11] Smith, The Bolsheviks and the National, s. 128–9; dine karşı uyumlu yaklaşımın Müslümanların Kızıl Ordu’ya örgütlenmesi sürecine yaptığı etki konusunda bkz.: Marwat, The Basmachi Movement, 46–51 ve Hayit, “Basmatschi”, özellikle s. 146.

[12] “The Voice of the Poor,” National Archives of India, Home/Political Files (bundan sonra Home/Poll olarak anılacak) No. 4 Aralık 1919.

[13] “Bolshevik Designs on Afghanistan and India,” Foreign/Poll, No. 71-171, 26 Şubat 1920.

[14] A.g.e., s. 27.

[15] Reports of the Director, Central Intelligence, 14 Şubat 1921, Home/Poll/1921 No. 90, 20 Mart. Bu, sosyalist olmayan kültürün Rusya’nın merkezi dışında kalan bölgelerde sınırsızca teşvik edilmesine neden oldu: Smith, The Bolsheviks and the National, s. 169.

[16] A.g.e.

[17] Times of India, 5 Mart 1921.

[18] Reports of the Director, Central Intelligence, 13 Ekim 1919, Home/Poll/1919 No. 454-457 11-12 Eylül.

[19] Carr, The Bolshevik Revolution Cilt 1: s. 239.

[20] Aktaran: Reports of the Director, Central Intelligence, 13 Ekim 1919, Home/Poll/1919 No. 454-457, 11-12 Eylül. Ayrıca bkz.: “Bolshevik Designs on Afghanistan and India,” s. 44–6 ve Chattopadhyay, Communism and Bengal’s Freedom, s. 30. Bereketullah’ın görüşleri için bkz.: Moisej Persits, Revolutionaries of India in Soviet Russia: Mainsprings of the Communist Movement in the East (Moskova: Progress Publishers 1983), s. 45–9.

[21] Reports of the Director, Central Intelligence, 16 Haziran 1919, Home/Poll/1919 No. 701-704, 21 Haziran.

[22] “Treaty between Russia and Turkey,” Milestones of Soviet Foreign içinde, s. 56.

[23] David Petrie, Communism in India 1924–1927. Yeni baskı: yayına hz.: Mahadevaprasad Saha (Kalküta: Editions Indian 1972), s. 178–9. Ayrıca Bolşeviklerin Cidde’de Müslüman hacıları emperyalizme karşı yürütme çabalarına da bakılabilir: A.g.e., s. 182–5; West Bengal State Archives, Kalküta, Information Bureau Files (bundan sonra WBIB olarak anılacak) File 17/26 SL 114/1926, s. xv–xvi.

[24] Tüm alıntılar: Manabendra Nath Roy, Memoirs (Delhi: Ajanta Books 1984), s. 446–7.

[25] A.g.e., s. 449.

[26] A.g.e., s. 450.

[27] A.g.e., s. 469.

23 Mayıs 2025

,

Halilintar


Vaşington'da iki Siyonist diplomatı ölümle cezalandıran Elias Rodriguez'in eylemden iki gün önce kaleme aldığı manifestosu:

* * *

 

Halilintar”, “şimşek” ya da “gök gürültüsü” gibi bir anlama gelen bir kelimedir.

Bir eylemin ardından insanlar, o eyleme bir anlam kazandıracak bir metin arar; işte bu, böyle bir girişimdir. İsraillilerin Filistin’e karşı işlediği vahşetler tanımı aşar, sayılarla ifade edilemez. Bu vahşetleri çoğunlukla okuyarak değil, videolarla izleyerek, bazen de canlı olarak, öğreniyoruz.

Haftalar boyunca hızla artan ölü sayısının ardından, İsrail ölüleri sayacak kapasiteyi bile yok etti, bu da soykırımına büyük hizmet etti. Yazım sırasında Gazze Sağlık Bakanlığı travmatik güç sonucu öldürülen 53.000 kişiyi kayda geçmiş durumda; en az on bin kişi enkaz altında, bilinmeyen binlercesi de önlenebilir hastalıklardan, açlıktan öldü; on binlercesi ise İsrail ablukası nedeniyle acil kıtlık riski altında. Bütün bunlar, Batılı ve Arap hükümetlerinin işbirliğiyle mümkün oldu.

Gazze Enformasyon Ofisi, enkaz altındaki on bini kendi ölü sayısına dâhil ediyor. Aylarca haberlerde “on bin kişi” enkaz altında olarak geçti, bu, yeni enkazlar yaratılmasına ve bu enkazların tekrar tekrar bombalanmasına rağmen. Çadırlara yönelik bombardımanlar bile oldu. Yemen’deki ölü sayısının yıllarca birkaç bin olarak tutulmasının ardından gerçek sayının 500.000 olduğu ortaya çıkmıştı. Bu sayıların hepsi, büyük ihtimalle suç teşkil edecek şekilde az gösteriliyor. 100.000 ya da daha fazla kişinin öldüğü yönündeki tahminlere inanmakta zorlanmıyorum.

Bu yılın Mart ayından bu yana, “Koruyucu Hat” ve “Dökme Kurşun” operasyonlarının toplamından daha fazla kişi katledildi. Paramparça olmuş, yanmış, patlamış bedenlerin ne kadarlık bir kısmının çocuk olduğunu söylemeye ne hacet. Bizler, bunun olmasına izin verenler, Filistinlilerin affını asla hak etmeyeceğiz. Onlar da bize bunu gayet net biçimde ilettiler zaten.

Silahlı bir eylem, illa ki askeri bir eylem değildir. Genellikle değildir. Genellikle bir tür tiyatrodur, gösteridir; birçok silahsız eylemle bu yönü ortaktır.

Soykırımın ilk haftalarında yapılan şiddet içermeyen protestolar bir dönüm noktası gibi görünüyordu. Daha önce hiç Batı’da bu kadar çok insan, on binleri bulan kitleler halinde Filistinlilerle dayanışma içinde sokaklara dökülmemişti. Daha önce hiç bu kadar çok Amerikalı siyasetçi, retorik de olsa, Filistinlilerin de birer insan olduğunu kabul etmek zorunda kalmamıştı. Ama bu retoriğin şimdiye kadar pek bir karşılığı olmadı.

İsrailliler, Amerikalıların kendilerine bu soykırımı sürdürmeleri için sağladıkları serbestiyeti, kendi ağızlarıyla hayretle anlatıyorlar. Kamuoyu, bu soykırımı yapan ırk ayrımcısı devlete karşı dönmüş durumda, ama Amerikan hükümeti bunu omuz silkip geçiyor: “O zaman kamuoyuna gerek yok,” diyorlar âdeta. Yapabiliyorlarsa kamuoyunu suç sayarak bastırıyorlar, yapamıyorlarsa da “İsrail’i dizginlemek için elimizden geleni yapıyoruz” gibi sıradan güvence sözleriyle kamuoyunu boğuyorlar.

Aaron Bushnell ve diğerleri bu katliamı durdurmak umuduyla kendilerini feda etti ve devlet, bize onların fedakârlıklarının boşuna olduğunu hissettirmeye çalışıyor, Gazze için ayağa kalkmanın, bu savaşı evimize taşımanın bir anlamı olmadığını göstermek istiyorlar. Onların bu oyunu kazanmasına izin veremeyiz. O fedakarlıklar boşuna değildi.

Hükümet temsilcilerimizin bu katliamı desteklerken hissettikleri cezasızlık hissi, aslında bir illüzyon olarak ifşa edilmelidir. Bu cezasızlığı en ağır haliyle yaşayanlar, soykırımcılara en yakın olanlarımızdır.

Guatemala devletinin Maya halkına karşı yaptığı soykırımdan kurtulanları tedavi eden bir cerrah, bir defasında bir katliamda ağır yaralanan bir hastayı ameliyat ederken, silahlı adamların ameliyathaneye girip, ameliyat masasındaki hastayı kahkahalarla vurarak öldürdüğünü anlatmıştı. Cerrah, meselenin en kötü tarafının, o katilleri kendisine gayet tanıdık olan adamları, yıllar sonra sokakta rahatça dolaşırken görmek olduğunu söylemişti.

Başka bir yerde, vicdan sahibi bir adam, Vietnam kasabı Robert McNamara’yı Martha's Vineyard feribotundan denize atmaya çalışmıştı. McNamara’yı arkadaşlarıyla birlikte feribotta gülerek otururken gördüğünde, onun cezasızlığına ve küstahlığına dayanamadı. O adam McNamara’nın “duruşunu”, “Tarihimi kafama takmıyorum, burada Ralph ile oturup içkimi yudumlayabiliyorum, sen de buna katlanacaksın” tavrını sindiremedi. McNamara’yı suya atmayı başaramadı, çünkü eski dışişleri bakanı trabzanlara tutunarak tekrar ayağa kalktı. Ama saldırgan adam, bu girişimin değerini şu sözlerle açıkladı: “Onu dışarıya, ikimizi baş başa bırakacak bir yere çıkardım. O anda tarihi o kadar da sağlam görünmüyordu, değil mi?”

Silahlı eylemlerin ahlaki yönü hakkında da bir şey söylemek gerek. Soykırıma karşı olan bizler, faillerin ve suç ortaklarının insanlıktan çıkmış olduğunu savunarak bir tür tatmin buluyoruz. Bu görüşü anlayabiliyorum, çünkü tanıklık ettiğimiz vahşet, ekran aracılığıyla bile olsa, ruhu çok fazla zorluyor. Ama insanlık dışılık dediğimiz şey aslında oldukça sıradan, sıradan bir insana özgü bir durum.

Bir fail, aynı zamanda sevgi dolu bir ebeveyn, saygılı bir evlat, cömert bir arkadaş, hoş bir yabancı, bazen kendi menfaati dışında bile ahlaki güç gösterebilen biri olabilir ve yine de bir canavar olabilir. İnsan olmak, birini hesap vermekten muaf kılmaz. Bu eylem, 11 yıl önce, “Koruyucu Hat” sırasında yapılmış olsaydı da ahlaki açıdan haklı olurdu. Ben şahsen o sıralarda Filistin’de yaptığımız vahşetin farkına acı biçimde varmıştım. Ama sanırım çoğu Amerikalı için o zamanlar bu tür bir eylem anlamsız, delice görünürdü. Bugün en azından birçok Amerikalı için bu tür bir eylem gayet anlamlı ve belki de tek akla yatkın seçenek gibi görünüyor.

Anne, Baba, küçük kardeşim, O… da dâhil tüm ailem, sizleri seviyorum.

Filistin’e özgürlük!

Elias Rodriguez
20 Mayıs 2025
Kaynak
Çeviri: Emre Orman