04 Ekim 2024

, ,

Nasrallah’tan Sonra Ortadoğu

Sıradan emekçi insanların oynadığı rolü herkes kabul etmek zorunda, ama hiç şüphe yok ki liderler de ulusların ve hareketlerin yaşamında önemli bir rol oynuyor.

Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnasır’ın 1970’teki ölümü, bölgedeki politik manzarayı sonsuza dek değiştirdi ve yaygın biçimde (Suudi Arabistan’ın Arap dünyasındaki gidişat üzerindeki hâkimiyeti anlamında) “Suudi dönemi” olarak adlandırılan dönemin başlamasına neden oldu.

Muhtemelen Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, Arap-İsrail sorununa Nasır’dan daha fazla tesir etti, çünkü Nasrallah, Arapların İsrail saldırılarına ve işgaline karşı yürüttükleri mücadele zaviyesinden bakıldığında, İsrail’in Lübnan ve Filistin’e yönelik tehdidinin anlaşılmasında ve kontrol altına alınması konusunda Nasır’dan daha fazla etkili sonuçlar üretti.

Nasır, savaşta İsrail’e toprak kaybederken, Nasrallah, 2000 yılında Güney Lübnan’ın kurtarılmasında önemli rol oynadı, üstelik İsrail’e hiçbir taviz vermedi.

Nasrallah’ın statüsüne ve Arap siyaseti üzerindeki etkisine sahip birinin vefatının, özellikle Filistin sorunu üzerindeki etkisini değerlendirmek için erken. Ancak onun vefatından sonra bölgenin aynı kalmayacağı kesin.

Etkisi o kadar büyüktü ki Batı ve Körfez hükümetleri, Nasrallah’ın bölgedeki popülaritesini baltalamak için milyarlarca dolar harcadı. Temmuz 2006 savaşından beri (İsrail’in savaş alanında aşağılandığı ve BAE ile Suudi Arabistan’ın İsrail’in yanında olduğu dönem boyunca) Batı-İsrail-Körfez ittifakı, Hizbullah’ın ve liderinin kuyusunu kazmak için uğraştı.

Arap medyasının tek amacı, Nasrallah ile mücadele etmek ve onu tümüyle mezhepçilik dairesine hapsetmekti. Bu medya, onu bir İran kuklası olarak takdim ediyordu (oysa aslında Nasrallah, kararları İranlı müttefikleriyle birlikte alıyordu. Örneğin, ABD tarafından öldürülen İranlı General Kasım Süleymani ile birlikte çekilen fotoğraflarda da görüldüğü üzere Süleymani, rütbe olarak Nasrallah’ın altında olan bir isimdi). Milletlerin ve hareketlerin hayatında liderlerin önemli olduğuna hiç şüphe yok.

Nasrallah’ın Ortaya Çıkışı

Nasrallah ortaya çıkışını, daha sonra liderliğini tanımlayan, ona damga vuran o sert iradeye ve kararlılığa borçludur. Nasrallah’ın liderlik hikâyesi, 1982’de Emel hareketinden ayrılıp yeni bir örgüt kurmak için yoldaşlarıyla yola koyulmasıyla başladı. 1985’te yeni bir politik-askeri örgüt olarak, resmen ilân edilmesiyle kurulan Hizbullah, bu sürecin meyvesiydi.

1985’ten önce farklı örgütler vardı. Bu örgütler, sonrasında tek bir parti olarak bir araya geldiler. 1982’de, İran hükümeti ve Devrim Muhafızları’nın yardımıyla, Lübnan’daki onlarca Şii örgütü İsrail’in Lübnan’a dayatmaya çalıştığı emri reddetmeye karar verdi.

O dönemdeki bu isimsiz örgütler, 23 Ekim 1983 günü Amerikan bahriyelilerinin kışlalarına saldırı düzenleyip 220 bahriyeliyi öldürdüler, ayrıca İsrail’i Beyrut’un güneyine doğru püskürttüler. Ronald Reagan’ın dediğine göre bu bahriyeliler, ancak Şubat 1984’te “yeniden konuşlanma imkânı bulabildiler” (ABD, kışlalara düzenlenen saldırıdan iki gün sonra, 25 Ekim 1983’te küçük Karayip ülkesi Grenada’yı işgal ederek teselli buldu.)

Yoksulluğa Doğdu

Nasrallah, Güney Lübnan’da, Sur yakınlarındaki bir köyde yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ancak başkentin doğusunda, çok fakir bir Şii mahallesinde, Doğu Beyrut’ta büyüdü. Babası bir bakkaldı ve pek çok kişinin bilmediği üzere, önceleri dindar değildi; daha ziyade, Suriye Sosyal Ulusal Partisi’nin (Filistin’in kurtuluşuna ve Büyük Suriye’nin birleşmesine adanmış laik, ilerici, siyasi partinin) laik bir destekçisiydi.

Aile, Müslümanlara ve Filistinlilere karşı mezhepsel ve etnik temizlik kampanyaları yürüten İsrail silahlı kuvvetleri ve onların desteklediği sağcı milisler tarafından Doğu Beyrut’tan zorla çıkarıldı. Aile, geçen Cuma günü Nasrallah’ın İsrail hava saldırısında öldürüldüğü aynı bölgeye yerleşti.

Ciddi bir öğrenci olarak biliniyordu ve erken yaşta dini çalışmalar konusunda uzmanlaşmaya karar verdi. Çok fazla parası olmadan, Necef’teki Şii dini okullarına gitti ve orada hayatının büyük bir bölümünde Nasrallah’ın akıl hocası olarak hizmet edecek daha kıdemli bir dini öğrenci olan Abbas Musevi’nin himayesine girdi.

Musevi, daha sonra Hizbullah’ın lideri de olacaktı. Nasrallah, İsrail hükümetinin Musevi’yi karısı ve çocuğuyla birlikte öldürmesinin ardından, 1992’de onun yerine geçti.

1980’lerde Nasrallah, daha sonra Hizbullah olacak yeni hareketle ilişkilendi. Siyaset ve güvenlik alanlarında çalışan Nasrallah, bir ara Beyrut’un güney banliyölerinin güvenlik şefliği görevini üstlendi. Ancak örgütü amaçları için etkili (veya düşmanları için tehlikeli ve ölümcül) kılan şey, askeri-güvenlik şefi İmad Muğniye ile yakın işbirliği yapmış olmasıydı.

Nasrallah, büyük ölçüde yüksek zekâsı, sıkı çalışması, ciddiyeti, karizması sayesinde rütbe açısından hızla yükseldi. Bu yükselişte lider Musevi ile arasının iyi olmasının da etkisi büyüktü. Musevi, 1992’de suikasta uğradığında lider için mantıklı seçim, Nasrallah’tı. Partiye açıktan damgasını vuran Nasrallah, onu çok farklı bir yöne taşıdı.

Nasrallah’ın partiyi (Lübnanlı bilgin Beşir Saadi’nin ifadesiyle) “Lübnanlaştırdığı”nı, tarihinin ilk döneminde baskın olan dini muhtevayı belli ölçüde azalttığını söylemek mümkün. Nasrallah, partideki yol arkadaşlarını daha önce ilân edilmiş olan “İslam Cumhuriyeti” hedefinden vazgeçmeye ikna etti.

Tabana ve genel manada Lübnanlılara, Lübnan’a artık tek bir örgütün hükmedemeyeceğini, onu farklılıklarla yüklü bir ülke olarak gördüğünü tekrar tekrar söyledi. Nasrallah’ın Hizbullah’ı, avantajları ve dezavantajları, güçlü ve zayıf yönleriyle Lübnan siyasi sistemine dâhil etmesinin sebebi de buydu.

Hitabetiyle Liderlik Ediyordu

Nasrallah’ın liderliği, konuşma tarzına sıkı sıkıya bağlıydı. 2006 yazında İsrail ile savaş sırasında yaptığı konuşmada, dinleyicilere denizde yanan bir İsrail gemisini izlemelerini söylediğinde, o, Nasır’dan beri eşi benzerine rastlanmamış, Arapların birliği fikrinin cisimleşmiş hâline dönüştü (ancak ne var ki bu statü, daha sonra Suriye’ye yönelik müdahalenin ardından zarar görecekti).

Konuşma tarzı benzersizdi: Klasik ve günlük Arapça ile mizah ve alaycılığın bir kombinasyonunu kullanıyordu. Konuşmaları genellikle uzun olsalar da iyi teşkil edilmişti. Arap halkı, Nasrallah’ı hitabet yetenekleri sayesinde tanıdı ve ona bu sayede hayran oldu.

Yıllar boyunca örgüte ilişkin araştırmamın bir parçası olarak Nasrallah ile birkaç kez röportaj yaptım. Partiyle ilgili ilk yazımı 1985’te Georgetown’da lisansüstü öğrencisiyken yazdım. (Middle Eastern Studies [“Ortadoğu Çalışmaları”] dergisi için yazdığım makalede partiyi örgütle ve örgütlenmeyle alakalı fikirleri Leninist örgütlerden aşırmakla suçluyordum.)

Solcuların Yerini Aldı

İlk düşüncem, Lübnan’daki komünist örgütlerin yerini alan İslamcı örgütlerin yükselişinden memnun olmayan solcu bir ilericinin hayal kırıklıklarını ve hatta düşmanlığını yansıtıyordu. Sosyalistleri ve solcuları kenara iten Hizbullah değildi, bilâkis, bir dizi eksiklikle malul olan sosyalistler ve solcular, FKÖ’nün Lübnan’da hâkim güç olduğu dönemde yolsuzlukların ve çürümenin batağına saplanmışlardı.

Ayrıca, 1982’deki İsrail işgalinden sonra, Lübnan Ulusal Hareketi’ne (sol koalisyona) mensup örgütlerin çoğu bir gecede çöktü ve LUH, İsrail işgalinden birkaç gün sonra kendini feshetti. Hizbullah’ın dehası, yaygın yenilgici eğilime karşı gelmek ve bu küçük örgütün Lübnan’daki İsrail-Amerikan ittifakını yenilgiye uğratma yeteneğine güçlü bir şekilde inanmaktı.

Hatırladığım kadarıyla, Hizbullah’ı çok eleştirdiğim bir dönemde Edward Said ve Arap milliyetçisi düşünür Clovis Maksud, benim tutumumu eleştiriyor, Hizbullah’ın İsrail’e karşı gerçekleştirdiği askeri operasyonların önemini, bunun Filistin davası açısından tarihsel açıdan ne kadar önemli olduğunu takdir etmem gerektiğini söylüyordu.

Nasrallah bende, onun yıllar içinde tanıştığım veya röportaj yaptığım diğer siyasi liderlerden farklı olduğuna dair bir izlenim bıraktı. Çoğundan daha zekiydi. Kendisini İsrail’le ilgili meseleler konusunda üst düzey uzman olarak yetiştirmiş bir isimdi.

İsrail’i, tanıdığım diğer Arap liderlerden ve hatta ondan önceki tüm Filistin Kurtuluş Örgütü liderlerinden daha fazla incelemişti; Arafat ise İsrail hakkında pek fazla şey bilmiyordu.

Bir gün Nasrallah’a günlük okuma rutinini sorduğumda, İsrail meseleleriyle ilgili okumalarının dini okumalar görevini aksattığını söyledi (oysa dini makamını korumak ve yükselmek için bu alanda düzenli olarak okumak zorundaydı).

Bir keresinde, 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra kendisine, Hizbullah’ın tutumunu ve Amerikan işgaliyle işbirliği yapan Şii şahsiyetlerle ilişkisini sert bir dille eleştirdiğim uzun bir soru sormuştum.

Gülümsedi ve şöyle dedi:

“Birkaç hafta önce, biri benim huzurumda sizin adınızı zikretti ve ben de ‘Dr. Esad Amerikalıdır’ dedim. Çünkü Araplar, her zaman bir toplantıya veya görüşmeye çocuklar ve aile hakkında sorular sorarak başlarken, siz, üç parçalı bir soruyla ve genel nezaket ifadeleri olmadan başlıyorsunuz.”

Ortadoğu’daki din adamlarının çoğu asık suratlı ve sertken, Nasrallah espriliydi. Bir keresinde ona, Müslüman din adamlarının neden nadiren gülümsediğini sordum. Güldü ama hiçbir şey söylemedi. Partisi ve rolü hakkındaki eleştirileri duymak istiyordu. Bir keresinde onlara, Lübnan’daki son Suriye güvenlik şefi Rüstem Gazali’ye veda hediyesi olarak bir AK47 vermesinin bir hata olup olmadığını sordum.

Bir dakika düşündü ve belki geriye dönüp bakıldığında, öyle olduğunu söyledi. Lübnan ve Arap liderleri arasında bu, nadiren yapılan bir şeydi.

2006’dan sonra, “Savaşın yıkımını ve ölümlerini bilseydim, belki de İsrail askerlerinin Lübnanlı rehinelerle değiştirilmesi için esir alınmasını emretmezdim” dedi. Körfez’deki düşmanları tarafından sanki yanlış bir şey söylemiş gibi eleştirildi. Gerçekte, yaptığı açıklama, onun Lübnanlıların hayatları için endişelendiğini ortaya koyuyordu.

Nasrallah, Lübnan’daki çoğu siyasi liderin aksine iyi bir dinleyiciydi, başkalarını dinlerdi ve etrafına farklı ilgi alanlarına sahip danışmanları toplardı.

Solcu ve komünist liderler de dâhil hiçbir Lübnanlı lider, Filistin’in kurtuluşu davası için onun kadar çalışmadı. Onun için bu, kendisine en büyük saygı ve hürmeti duyduğu Humeyni’den miras aldığı bir doktrin meselesiydi. (Bir keresinde bana Sovyetler Birliği’nin çöküşünü sadece iki kişinin öngördüğünü söylemişti: Zbigniew Brzezinski ve Humeyni. Başkalarının da olduğunu kibarca söyledim.)

Hataları

Nasrallah’ın siyasi kariyerini takip ederken, bu süreçte (kendi çıkarları açısından) pek çok yanlış adım ve hatanın da olduğunu kabul etmek gerekir.

1. Hizbullah, ilk döneminde Beyrut’ta çok sayıda şiddet eylemi gerçekleştirdi, masum Batılıları kaçırdı. Nasrallah bana, bunların resmiyette bir Hizbullah örgütünün olmadığı dönemde cereyan ettiğini söyledi.

2. Hariri suikastının ardından Hizbullah’ın siyaset sahnesine girmesi, kanaatimce büyük bir siyasi hataydı; çünkü bu, partinin İsrail’le mücadele odağından uzaklaşmasına ve Lübnan siyasetinin küçük ve kirli işlerine saplanmasına yol açtı.

Hizbullah, Nasrallah’ın rehberliğinde ilerlemiş bile olsa, politik sistem içerisindeki faaliyetlerde hatalar yaptı. Mişel Avn’ın başını çektiği Tayyar Partisi ile kurduğu ittifak türünden mezhep temelli ittifaklar son dönemde dağıldı.

Bence Şii müttefiki Emel ile olan ittifakını diğer tüm ittifaklardan daha öncelikli hale getirdi ve böylece partiyi Lübnan’da çok daha kapsamlı bir ittifakın ve çok farklı dini görüşlerin ve mezheplerin desteğinden mahrum kıldı.

Özellikle geçtiğimiz yıl Hristiyan partilerinin çoğu Hizbullah’ın İsrail’e karşı verdiği mücadeleye katılmadı. Bu, ilgili politikanın hata olduğunun kanıtı.

3. Hizbullah’ın Suriye’ye müdahalesi, İsrail ve emperyalizme karşı mücadeleye adanmış olan partinin yoldan çıkması ve Suriye’deki iç savaşta bataklığa saplanması nedeniyle bir başka tartışmalı konuydu. IŞİD’in ve diğer bağnazların Şii ve Hizbullah’ı hedef alan bir dizi bombalama eylemleri ve bu örgütlerden bazılarının İsrail ile ilişkisi göz önüne alındığında, Suriye’ye müdahil olma kararının (en azından kendi bakış açısından) anlaşılabilir olduğu söylenebilir.

Ancak Hizbullah’ın bu müdahaleyi yönetme biçimi, Hizbullah’ın Arap düşmanlarının bunu mezhepçi olarak resmetmesine imkân sağladı. Partinin müdahaleye eşlik eden söyleminin çoğu, İsrail saldırganlığına ve işgaline karşı mücadeleyle ilgili terimlerle değil, mezhepçi terimlerle takdim edildi.

ABD, Nasrallah’ın öldürülmesini kutluyor. İsrail’in güney banliyölerindeki altı binaya 85 bomba atmasının ardından enkaz altında kalan yüzlerce masum sivil hakkında hiçbir şey söylenmeyecek. Batı medyası, küle dönüşen bu binaların tüm bu sakinlerinin yakılmasını muhtemelen “cerrahi saldırı” olarak niteleyecek.

İsrail hükümeti, Biden yönetimini Nasrallah’ı öldürme kararından haberdar ettiğini kabul etti; gelgelelim, ABD hükümeti, daha sonra bu karardan bihaber olduğunu söyledi.

Ancak şurası kesin: Biden yönetimi, ABD yönetiminin uzun yıllar İsrail’in Nasrallah’ı öldürme planlarını reddetmesinin ardından, Nasrallah’ın öldürülmesi kararını onaylamış olmalı.

15 yıldan fazla bir süre önce Teksas Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Arap-İsrail çatışması hakkında bir konuşma yapıyordum. Seyirciler arasında (eski CIA müdür yardımcısı) Amiral Bobby Inman bulunuyordu. Soru-cevap sırasında biri bana, Hizbullah ve Nasrallah’ı, İsrail'in onu öldürme kararı alıp alamayacağını sordu.

Soruyu elimden geldiğince cevapladım. Daha sonra Inman yanıma geldi, kendini tanıttı ve beni kenara çekti. O soruya değindi, Nasrallah’ın öldürülmesi ihtimalinden bahsetti, ardından açık yüreklilikle şunu söyledi: “İsrail, Nasrallah’ı öldürmeye cesaret edemez.”

Ben de: “Neden edemez?” diye sordum.

Dedi ki: “Basit. Çünkü ABD hükümeti, İsraillilere Nasrallah’ı öldürmeyeceklerini, zira bunun bölge ve ABD çıkarları için önemli sonuçları olacağını kesin bir dille, tekrar tekrar söyledi.”

Biden’ın 7 Ekim’den bu yana hiçbir kırmızıçizgi belirleyip İsrail’e dayatmadığını düşünürsek, muhtemelen bu “Nasrallah”la ilgili kırmızı çizgiyi de bizatihi kendisi kaldırmıştır.

Nasrallah, Nasır’ın aksine, geride İsrail’in tüm acımasızlığıyla yürüttüğü, suikastlar ve katliam üzerine kurulu harekâtından kurtulma ihtimali bulunan bir öğreti ve güçlü bir teşkilât bıraktı. Hizbullah, kurulduğu günden beri maruz kaldığı en ağır darbeyle yüzleşti, ama muhtemelen parti, yeni lider kadrosu eliyle bu süreçten farklı bir örgüt olarak çıkmayı bilecektir.

ABD, geçmişte Nasrallah’a suikast düzenlenmesi fikrine, muhtemelen, ABD açısından böylesine tehlikeli olan bir örgütü Nasrallah’tan başka hiç kimsenin kontrol edemeyeceğini bildiği için karşı çıkıyordu.

Nasrallah’tan sonra partinin disiplinli yapısı az çok zayıflayabilir, ama muhtemelen o, ABD çıkarları açısından daha tehlikeli bir yapı hâline gelecektir.

Esad Ebu Halil
30 Eylül 2024
Kaynak

03 Ekim 2024

,

Deneyim

Sınıfsız sömürüsüz bir düzene geçiş, her ülkenin öznel şartlarına göre farklı bir biçim alır. Bazen yenilgi bazen zafer yol göstericidir ama en nihayetinde deneyimin aktarılması zafer yolundaki engelleri kaldırır.

Ülkemiz solunun en zayıf olduğu alan, deneyim aktarımıdır. On yıl öncesine kadar mücadelenin öne çıkan isimleri -genelde fiziken aramızda olmayanlar- biyografi ve anı kitaplarına konu oldular. Bu kitapların oluşturulma biçimleri, nostalji ve bireyin yaşamı üzerine. 

71 kopuşunun isimleri hakkında yazılan kitapların ortak özelliği, “çok zekiydi, yazık oldu” demeleri. Bu tarz, duygusallık ve nostaljiyle malul.

On yıl öncesine kadar böyle gelindi. Son on yılda ise biyografi ve anı kitapları yazılmaya başlandı. Anı yazarları arasında solun Avrupa’daki şefleri de var, solla yolu ayıranlar da. Kitaplara hâkim olan bir ben dili var. “Keşke şunu yapmasaydık, ben şu noktada itiraz etmiştim” gibi cümleleri çürütebilecek kişiler nasıl olsun, bugün yaşamıyorlar sonuçta.

Adı konulmamış bir pişmanlıkla tarih yazımı olmaz. Anı ve otobiyografi, deneyim içermiyor. Bir tür bireyin resmî tarih yazımı söz konusu. Anısı paylaşılan insanlar için “Tatlıyı çok severdi, gözaltında hemşehrisi olan kolluk, ona aidiyet ortaklığından dolayı işkence yaptı” gibi bugün açısından yol açmaya hiçbir katkı sağlayamayacak mitik anlatımlar var. Bu ifadeler, ancak kitlelerin sahiplendiği insanlar için yazılan şarkı ve şiirde geçerli olabilir. Kişilerin gönül ilişkilerine kadar paylaşılan nostaljik anlatımların sınıfa ve kavgaya bir katkısı olamaz. Bu durum, bugünün birey partisinin ve partili bireyinin yolunu kimlerin açtığını kanıtlıyor.

Bize gereken, “geçmiş” anlatımı, deneyim aktarımı. Bunlar olmadığı sürece birey popülizminden öteye geçmeyen kitaplar ortaya çıkar ki bazı sol görünümlü yayınevlerinin bu tarz kitaplar dizisi bile var. Ancak bu hataya düşmeyen yayınevleri de mevcut. Bunların en başında Yar Yayınları var. Kurulduğu günden beri yayımladığı kitaplar, dünya halklarının eşitlik ve özgürlük kavgasının deneyimlerini aktarıyor, nerede hata yapıldığı, hangi tıkanıklığının nasıl aşıldığı anlatılıyor. Bu aşamada bugüne ışık tutup geleceğe nasıl yürüneceği konusunda bilgiler sunuyor. Araştırma kitaplarından romanlara kadar kolektif deneyimin ürünleri ortaya konuyor.

Bugün kolektifi ve yapıyı savunanların sayısı en aza inse de bu yayınevi de aynı süreci yaşıyor. Kolektif deneyimin kitaplarına karşın biyografi, otobiyografi, anı kitapları daha çok sahiplenilsin diye yayıncılık yapanlar suyun başını tutuyorlar.

Sınıf ve kitle, önce bireyliğe daha sonra da Türk’ün ve Kürt’ün CHP’sine hazırlanıyor. Kavgada düşenler de kendilerine o tarihsel kimliği kazandıran yapıdan soyutlanarak ele alındığından, yapı-çevre değil, ulaşılması gereken birey yüceltiliyor. Kişilerin yaşamı öne çıkarılınca anılarda geçen zaaflar uluorta döküldüğünde, dönemin şahitleri ve kişinin yakınları tarafından tartışmalara şahit olunuyor.

Salt kişinin anlatılması, zaafa da yol açar kutsallaştırma pratiğine de. Bunun temel nedeni de ideolojik-politik yetkinliğe ulaşamamış birçok çevrenin kişi dışında aktaracağı bir hazinesinin olmamasıdır, aktarılacak kolektif deneyim olmayınca ilgili çevrelerin hataları da bir deneyim olarak aktarılmaya değer görülmüyor.

Mayıs seçimlerinde sendika.org’daki “özeleştiri” dosyasına katılan çevrelerin durumu da buydu: “Sol olarak hatalar yaptık”. Sol olarak hata yapmak, içinden gelinen yapı adına değil, sol adına konuşmanın söylemidir ve sorumluluğu alamamaktır. Böyle olması normaldir, çünkü her yapı bireye dönüştüğünden, o bireylerin toplamı da “biz/sol” oluyor. Rekabette, siyaset yasağında, aforoz etmede sınır tanımayanlar sorumluluk üstlenmeye gelince “sol/biz” oluyor. Bugün bu tür kitapları çıkaran ideolojik hatlar, bu çevreler.

Söz konusu kitapların başka bir sakıncası da kişiyi yapıdan azade ederek ele aldığından, kendini parti gibi gören bireyin yüce rehberine dönüşmesi. Öyle ki bu tür okuyucu, kitaptan devşirdiği anıyı kendisinin gibi anlatıp yaşayarak bir tür olmayan geçmişi var ediyor. Kavgada düşen kişiyi çıta ve ölçüt alınca paranoid bir algıya kapılıp kendisine önem atfediyor. İlgili kitapların yazarları ve solun şefleri de sanki kendi yayınları yokmuş gibi sendika.org’da yazılar kaleme alıyor. Yolu ayırmış bireyle bir dönemki şef aynı yerde yazabiliyor, bunun adı da “demokrasi kültürü” oluyor.

Bu platformda kavgada düşenlerin biyografilerini kurgusal şekilde ele alıp ilgili kişinin son anında yanındaymış gibi öykü formunda aktarıp olay yeri canlandırması yapan yazarlar bile var. “Genç adam, otobüsün orta sıralarındaki koltukta birazdan kesilecek yolda kendisinin gözaltına alınıp kaybedileceğinden habersizdi” (örnektir) gibi ciddiyetten uzak öykü yazarlığına içerik ve karakter arayan yazar üretimleri. Bize gereken, tam olarak bu mu? Hiçbiri de değil.

Örnek olarak Sri Lanka’daki mücadeleyi anlatan bir kitabı okuduğunuzda, yukarıda değindiğimiz türden kişi ve ifadelere rastlamazsınız. Muhakkak bu ülkede de başka bir yerde de eleştirdiğimiz türden kitaplar yayımlanmıştır ama buralarda kolektifin deneyimini yazan ve başka dillere çevrilen kitaplar çıkarılıyor. Ülkemiz solunun böyle bir kitabı var mı? Birkaç örnek dışında yok. Güncel durum ise nostalji yazarlığı ve birey kurgusunun inşası.

Sonuç olarak, anısı yazılan insanları da otobiyografi kitabı çıkaran şefleri de inşa eden tek gerçek, kolektif ideolojik-politik mücadele dinamizmi ve odaklarıdır. Bu gerçeği ara söz olarak cümleye koyduğumuzda, o ara söz cümleden çıkarılsa da cümlenin anlamı bozulmaz. Bizim o ara sözlerin cümlenin öznesi olduğu gerçeğinin bilincine varıp, emperyalizmin istediği şekilde inşa edilmeye çalışılan birey kurgusunu alaşağı etmemiz gerekiyor.

Hepimiz sömürü düzeninin içine doğduk, zaaflarımızı ve yoz kültürün bize aşıladığı geri özellikleri doğru ideolojik-politik hatta çürütmek ve yenmek zorundayız. O zaman yazılacak tarih kitapları kişilerin mistik ve mitik kurgularından değil, kolektif iradenin imecesinden beslenecektir. Yanlış toprakta doğru tohum beslenmez. Tarihin ilkesi gereği mücadeleyi geliştirenler kişiler değil, imecedir.

S. Adalı
3 Ekim 2024

02 Ekim 2024

, ,

Onun Adı Şehit

“[…] ‘Tanrı’ya şikâyette bulunmak’, geleneksel Çin edebiyatında yazarın doğrudan Tanrı ile konuştuğu ve şahit olunan adaletsizlikler hakkında ona sorular yönelttiği köklü bir gelenektir. Çinli yazar Zhang Cınciye, ülkesindeki Sufilerin yaşadığı uzun ve ıstıraplı tarihin bir nedeni ve izahı için Tanrı’ya yönelir ve üç soru sorar: ‘Ey Tanrım, İbrahim’in oğlunu kurtaran o kurbanlık kuzu bize ne zaman görünecek? Yoksa biz, cahiliye yolunun takipçileri olarak, kuzu olmak kaderine mi sahibiz? Bu ne anlama geliyor? Yoksa günah işleyen, haksızlık ve bozgunculuk yapan bu baskıcı gücün mutlu İsmail olduğu anlamına mı geliyor?’ […]”

[Stefan Henning’in Comparative Studies in Society and History dergisinin 51. sayısında (2009) yayımlanan Çinli yazar Zhang Cınciye ile ilgili makalesinden.]

* * *

1871 yılında, Çin'in kuzeyindeki Ningşia eyaletindeki, Cahiriyye olarak bilinen Çinli Sufi tarikatının beşinci lideri, umutsuzluğun eşiğinde, kalesinde kapana kısılmıştı. Devlete karşı başarısız bir isyanın ardından, kaçan bazı Müslümanları himayesine almış ve onları koruyacağına söz vermişti.

İmparatorluk ordusu, onların peşine düştü ve Cahiriyye taraftarlarını acımasızca cezalandırmaya koyuldu: Şehirlerini ve kalelerini kuşattı, ezici bir güçle karşılarına çıktı ve kaçış yollarını kesti. Kuşatmanın şiddetlendiği ve imparatorun ordusunun surların dışında kamp kurduğu bir gece, Ma Hualung adındaki rehber şeyh, imamın yanına giderek, ona bayramda sunulabilecek en değerli kurbanı sordu. İmamla kısa bir sohbetin ardından rehber, gerçek kurbanın bir koyun ya da deve değil, oğlunu ölüme adayan İbrahim Peygamber’in örneği olduğunu anladı. “Toplumu kurtarmaya karar verdim, kendimi kurban olarak sunacağım,” dedi. Ardından kapıdan çıktı ve teslim olmak üzere düşman kampının komutanına doğru yürüdü.

Ma Hualung hemen idam edilmedi; ölmeden önce iki ay boyunca ağır işkencelere maruz kaldı. Bu süre zarfında imparatorluk ordusu, ulaşabildikleri bütün torunlarını -toplamda üç yüzden fazla akrabasını- öldürdü. Fakat buna rağmen, liderin bu büyük fedakârlığı, savaşı etkili bir şekilde durdurmuş ve topluluğu yok olma tehdidinden kurtarmıştı.

Bu anlatı, Çinli yazar Zhang Cınciye’nin ünlü eseri Ruhun Tarihi’nde yer alan Cahiri tarikatının mirasına dair pek çok hikâyeden biridir. Eser, 1990’ların ortalarında yayımlandığında Çin’de çok satanlar listesine girmeyi başarmıştı.

Cahirilik, 18. yüzyılda Yemen’e seyahat edip orada eğitim gören ve dönüşünde kendi cemaatini kuran Çinli bir “veli” aracılığıyla Çin’e getirilen bir Sufi tarikatıdır. Tarikatın adı, “konuşmak” ilkesinden gelir ve öğretileri, kişinin hayatını inançlarına ve ahlaki değerlerine göre şekillendirmesine, bunları her ne pahasına olursa olsun açıkça yaşamasına dayanır. Bu nedenle Cahirilik, cesaret ve fedakârlığa büyük önem verir. Tarikatın, hepsi de devlet karşısında şehit düşmüş bir dizi lideri -rehberi- olmuştur. Anthony Garno, Zhang Cınciye ve Cahiri Tarikatı üzerine yaptığı araştırmada, Çing devlet arşivlerinde ve yazışmalarında tarikatın sadece bir isyan veya onlara karşı yürütülen bir savaş bağlamında anıldığını belirtir.

Çinli yazar Zhang Cınciye, tarikatla tanışıp bir müridi olduktan sonra, tarikatın tarihini şehit rehberler silsilesi üzerinden yazmaya karar vermiştir. Eser, ilk rehberin 18. yüzyılın ortalarında Çing devleti tarafından öldürülmesiyle başlar ve 1920’de ölen yedinci rehberle son bulur.

Zhang’ın kendi hayat hikâyesi de bir o kadar ilgi çekicidir: Hui ismini taşıyan Müslüman Çinli bir aileden gelmesine rağmen, gençliğinde ateşli bir komünist ve Kültür Devrimi sırasında Mao Zedong’un sadık bir takipçisiydi. Bu sadakatini günümüzde de sürdürmektedir. Hatta Zhang Cınciye'nin Kızıl Muhafızlar terimini ilk kullanan kişi olduğuna dair güçlü bir teori de vardır. Bu terimi 1960’larda Mao’ya yazdığı bir mektupta kullanmıştır: “Yani biz sizin Kızıl Muhafızlarınızız.”

Kültür Devrimi ve “ideolojik aşamadan” sonra Zhang, bir antropolog ve edebiyatçı oldu. İç Moğolistan’da (1970’lerde gönderildiği ve ilçelerinde, köylerinde çalıştığı civar bölgede) yaşayan halkın göçebe yaşamı, hikâyeleri ve folkloru hakkında kitaplar ve öyküler yayımlamıştır. Zhang, Çin edebiyatında bu dönemde ortaya çıkan ve “köklere dönüş” kuşağı olarak adlandırılan, hikâyelerin kırsal kesime, çevreye ve etnik azınlıklara odaklandığı daha geniş bir akımın parçasıydı. Bu yazıların çoğu, Çin’de gelişmekte olan materyalist ve tüketim toplumunun üstü kapalı bir eleştirisiydi. Bu yazarlar, merkez ve çekirdekten ziyade çevre ve kenarları vurguluyor, anlamı ideoloji ve aşkın ideallerden çok tikel ve yerel olanda arıyorlardı.

Zhang, Kuzey Çin’e yaptığı ziyaretlerden birinde tesadüfen kendini Cahiri mezhebine mensup Müslümanların yaşadığı bir köyde buldu. Onları tanıyıp misafirperverliklerini tattıktan sonra, kar fırtınasının hüküm sürdüğü soğuk bir kış gecesinde hayatını değiştirdiğini söylediği manevi bir deneyim yaşadı. Bu deneyim, onun İslam’a dönmesini, Yol’u benimsemesini ve cemaatin bir üyesi olmasını sağladı. Bu köylüler, daha sonra aylarca onunla oturup tarihlerini, atalarının hikâyelerini ve rehberlerinin fedakârlıklarını anlattılar. Zhang da bu anlatıları kaleme alıp belgeleyerek, roman, tarih ve arşiv karışımı ünlü kitabı Ruhun Tarihi’ni ortaya çıkardı.

Yakın zamanda Çin’deyken Zhang Cınciye’nin eserini bulmaya çalıştım ancak başarılı olamadım. Kitabın 1990’ların sonunda Taipei’de yayımlanan tek bir İngilizce çevirisi var ve yasal olmayan kopyaları mevcut değil. Pekin’de bir eski Çin tarihi uzmanı, Zhang’ın eserinin bugün popüler olmadığını, zira kültür kurumlarının onun yazılarından ve fikirlerinden hoşlanmadığını dile getirdi.

Zhang’ın Maoizm ve Cahirilik arasında bulduğu ortak nokta, hayatı belirli değer ve ilkelere göre yaşama ve çevredeki dünya ahlaksız olsa bile bu “ahlaki hayata” bağlı kalma fikriydi. Zhang, bu nedenle Cahiriye gibi bir grubun devletin “doğal” düşmanı haline gelmesinin ve liderlerinin şehit edilmesinin mantıklı olduğunu söylüyor; bunlar bir arada var olamayacak iki zıtlık: Yönetim ve bürokrasiye karşı kolektivite ve ruh, materyalizme karşı fedakârlık, itaate karşı aleniyet.

Stefan Henning, Çinli yazar hakkındaki çalışmasında Zhang Cınciye’nin Cahiriye tarihine kurban kavramına ve İbrahimî kurbana getirdiği kendi yorumuyla yaklaştığını yazıyor. Zhang, imparatorluk devleti kendi varlığını ve hukukunu dayatana kadar Cahiriye’nin bastırılmaya mahkûm olduğunu savunmuştur. Başka bir deyişle Sufi cemaati, karşıtının yaşaması ve Çin’in -materyalist devletin- olduğu gibi iyileşmesi ve istikrara kavuşması için kurban edilmesi gereken bir “sunu” idi.

Peki bu biyografi, bize devletin ve iktidarın doğası hakkında ne söylüyor? Sadece toplumun en iyi, en ahlaki ve en cesur unsurlarını ezerek kurulabilen ve mükemmelleştirilebilen bu varlık nedir?

Belki de çağımızda bu insanları en iyi anlayanlar bizleriz; imparatorun dinine uymayarak, varlığımızla dünyadaki düzen ve gücün düşmanı haline gelenler. Dün insanlar akıl hocalarını kaybettiler, zira o, bizi çevreleyen tüm sistemin ve siyasetten önce ahlakın gerçek antiteziydi.

Bir süre önce birisi bana Arapların ve halkın Gazze katliamına verdiği tepkinin, olayın ve tarihin seviyesine ulaşamamasından duyduğu şaşkınlığı ve hayal kırıklığını ifade etmişti. Bana göre bu, örgütlenme ve siyasallaşmadan yoksun olan ve her gün yoksullaştırma, boyun eğdirme ve yanlış bilgilendirme kampanyaları altında yaşayan Arap kitleleri ve “sıradan insanlar' hakkında bir yargı değildir. Bilâkis, Arap-İsrail rejiminin geçtiğimiz on yıllar boyunca Arap kültürünü domine etme, radikal bir şekilde yeniden şekillendirme ve etkisizleştirme konusundaki başarısının bir kanıtıdır. Örgütlenme, teori üretme ve devrimci bir devlet yaratma sürecine dâhil olması gereken entelektüellerin ve seçkinlerin nasıl rejimin hizmetinde çalıştığını, etkisizleştirildiğini ya da vatanlarını terk etmeye zorlandığını gösteriyor.

Tüm bunların karşı tarafında ise şehit Hasan Nasrullah var. O, varlığıyla bu insanların ve temsil ettiklerinin düşmanı ve antiteziydi. O onlara düşmanlık etmese bile, onlar ona düşmanlık edeceklerdi. Bu özel, içgüdüsel bir düşmanlık türüdür. Görünüşte siyasi olsa da siyasetin ötesine geçer: Bağımlı hale gelmiş Araplara, Lübnan’daki ve başka yerlerdeki küçük burjuvaziye, Körfez ve Batı sermayesi tarafından satın alınmış herkese bakın. Şehitle olan düşmanlıkları diğer partilerle olan düşmanlıklardan daha derindi, zira şehit, karşı çıktıkları bir siyasi program değil, kendileriyle ve varoluş nedenleriyle tamamen çelişen bir yaşam ve hayat sistemi öneriyordu.

Buradaki mesele “ideolojik” değildir: Tüm bu insanlar, ona karşı çıkmak ve onunla savaşmak için bir araya geldiklerinde, her şeyden önce kendi çıkarlarını ve toplumsal konumlarını savunuyorlardı ki bu, dünyadaki en basit ve en etkili ideolojidir (ve iktidar üzerine bahis oynamak çok fazla düşünce ve analiz gerektirmez). Bugün, İsrail ile aralarında, neyse ki çoğunun artık gizlemeye çalışmadığı gerçek bir “koşul birliği” var.

Bu nedenle, şimdi ellerindeki her şeyi size karşı kullanacaklar. Burada sadece İsrail’i kastetmiyorum; İsrail, sadece mızrağın ucu. Washington’da başlayıp Riyad ve Abu Dabi’de son bulan tek bir entegre sistemle karşı karşıyasınız. Bunları ayrı ve farklı olarak düşünürseniz yanılırsınız; size karşı birlikte ve eşgüdüm içerisinde çalışıyorlar, bu hakikati ne kadar erken anlarsak o kadar iyi olur. Düşmanınızın sizin için oyun alanını tanımlamasına izin verirseniz, yüzleşmeyi ve çatışmayı kazanamazsınız.

Daha da ötesi: Geçtiğimiz yıl yaşananlardan her Filistinli ve Arap’ın çıkarması gereken bir ders varsa, o da “aklıselim” ve teslimiyet çağrısı değil, tam tersidir. Gazze’de ve Gazze halkının başına gelenler Irak’ta, Suriye’de ya da acı çeken ülkemizin herhangi bir yerinde tekrarlanmamıştır. Buradaki mesele, ABD’nin bölgedeki herhangi bir güç birikiminin bedelinin öncelikle Filistinliler tarafından ödeneceği ve herkesten önce onlara karşı soykırım ve kitlesel şiddete dönüşeceğidir.

Buradan çıkarılacak bir ders varsa o da uzlaşma yanılsamasından vazgeçmek ve var olmayan orta yolu seçmemektir. Filistin sorununun kendi başına, manevra, müzakere veya kurnazlık yoluyla ya da Batı’dan bir şey ve bir anlaşma beklentisiyle çözülebileceği fikri hatalıdır. Ya da kısaca, Filistin’i özgürleştirmek ve aynı zamanda oğlunuzun BAE ve Dubai’de çalışmasını sağlamak istediğiniz ortak kalıp. Gazze savaşı bunları size açıkça göstermezse, hiçbir şey göstermez.

Kibirliler, halkı onun liderlerini öldürerek güçsüzleştiremezler. Bunu onları örgütsüzleştirerek, kolektif kapasitelerini parçalayarak ve -hepsinden önemlisi- insanların ilkelerden vazgeçmesini, korkmasını ve uyum sağlamayı öğrenmesini sağlayarak yaparlar.

Tarihsel anlamda henüz işin başındayız ve yaşanmakta olan büyük savaş henüz emekleme aşamasında. Önümüzdeki günler ve yıllar Seyyid Hasan Nasrallah’ın hayatının ve şehadetinin gerçek anlamını gösterecektir.

Bugün Çin’de sayıları yüz binleri bulan takipçileriyle Cahiriye tarikatı varlığını hâlâ sürdürmektedir ve geleneklerinden biri de her sabah namazında beşinci şehit rehberlerine hitaben bir dua okumaları ve elli dokuz saniyede rehberin esaret altında geçirdiği elli dokuz günü hatırlamalarıdır.

Hasan Nasrallah’ın yasını ise çoğu yoksul ve savunmasız olan tüm bir millet tutacak. Bazıları sessizce, bazıları da gizlice ağlayacak. Düşmanlarına ve katillerine gelince, biz ve zaman, onların icabına bakacağız.

Emir Muhsin
30 Eylül 2024
Kaynak
Çeviri: YDH

,

Birey

12 Eylül darbesinin bittiği günlerde İstanbul’da düzenlenen erkek karşıtı feminist panellerden bu yana geçen 35 yılda inşa edilen tek parti, birey partisidir.

Kitaplardan, videolardan ve politik geleneklerin tarihinden elde edilen bilgilerle kişiler kendi partisini kuruyor, bu tarihe tanıklık ederek bugüne gelenler de buna dâhil. 

Bireylerin kurduğu ayrı ayrı partilerin genel özellikleri birbirine benziyor. Kendisini bir parti olarak gören birey, yapı özelliği taşıyan politik çevreleri eleştirerek onlara ideolojik ve pratik konularda akıl veriyor. Sosyalistliği çevrenin kendisine duyduğu saygı, güven ve donanım sanıyor. Bu çevresel algı üzerinden de yapılara “Bakın, benim gibi yaparsanız, gelişip ilerlersiniz!” uyarısında bulunuyor çünkü tek kişilik partisi adına konuşuyor. Bu birey kurgusunun aşılması ideolojik ikna gücünün geliştirilmesiyle mümkündür. 

Kolektifsiz bireylerin kendini bir parti gibi görmesi, solun en önemli ideolojik bunalımlarından biridir.

Bu birey tipinin ikinci türü, tek kişilik eylemci profilidir. Aynı biçimde, tek kişilik parti olma özelliği taşıdığından kolektiften kopuktur. Kolektiflerin eylemlerindedir ama hiçbir kolektifin parçası değildir. Aşırı şüphecilik, temkinlilik ve güven arayışı sürekli kendini korumaya dönen bir hâl aldığından, kolektif hareket ve ilişki biçimi bertaraf edilir. Yaşamak istediği "ben" ile mevcut yaşamı arasında açılan uçurum gerginliğe ve anarşizme yol açar.

Partilerin de bireyleri vardır. Bu partiler de kolektif olduğunu savunur fakat bireyler toplamının partisidir. Hesap verirlik ve verilebilirlik yoktur. Dayandığı taban ve insan yapısı, küçük burjuva muhalefeti ve güvencesi üzerinedir.

Mevcut sosyalist partiler bireyler toplamından ibarettir. Bu partilerin sosyalist düzen iddiası retorikten öteye geçemez. Yazılarını okuduğunuzda, sosyalizme geçişi sağlayacak bir durumun yaşandığı sanılır. Bireyin duygu dünyasına siyaset geliştirince egemenlerin hiçbir baskısına maruz kalmazlar. Parti büroları ve yayınları açıktır, istedikleri etkinlikleri yapmaları için alan serbestiyeti vardır.

Ohal gelir, canları yanmaz, 19 Aralık gelir zarar görmezler. Akademisyenlerine Avrupa yolu açıktır. Öğretmenleri bar açar adı dayanışma olur, bar ortağı sendika genel merkezinde yer alır. İşçiyi liberalleştirirler. En nihayetinde bu yapılar halkı sevmez, bireyi severler.

Bu bireyler, Orta Anadolu’yu, Karadeniz’i, Doğu Anadolu’yu sevmez; bireyler toplamı partiler de bu bölgelerde yer almaz. Bir ülke düşünün, bu kadar çok sol yapı olsun ama Batı’nın büyükşehirleri dışında hiçbir yerde olmasın: Erzurum, Sivas, Konya “gerici”; Karadeniz “sağcı”. Kırk dört yıldır gidilmeyen bölgeler. Buna rağmen en iyi sosyalist parti oldukları yönündeki iddia...

Sonuç olarak, bireyin partisi ve partinin bireyleri aşılmak zorunda. Bu başarılmazsa, yeni Gezi’ler yaşansa bile daha da ağır baskılar gelecektir. Gezi gibi Haziran’a dönmeyen milyonluk kitlesel eylemler, egemenlere sadece tecrübe kazandırır.

Kürt Milliyetçiliği

Çıkış tarihi itibariyle önce Kürt sol yapılarını şiddet kullanarak bölgeden elimine eden, ardından diğer sol yapılara pusu kuran, kendi halkını feodal şiddetle dizginlemeye çalışıp “gerekirse tavuklarına kadar yok edin” denilen köylerde katliama imza atıp çocuklara kadar katleden, Eğitsenli ve diğer öğretmenleri okullarının ve evlerinin önünde köy meydanında kurşuna dizen, defalarca köy ve kent meydanlarında katliam yapan, emperyalistler isterse yürüttükleri mücadeleyi bırakacaklarını Jerusalem Post'a açıklayan, Sovyetler’e baştan beri karşı olduklarını ve Marksizmin bir moda olduğunu söyleyen, “ekoloji mücadelesi” dedikten sonra yanına aldığı solla orman yakan, emperyalist askeri paktların müdahale edip Kürtleri özgürleştirmesini savunan bir çevre, pragmatist, milliyetçi ve güvensizdir.

Sadece solu değil, Müslüm Yücel özelinde görüleceği gibi, söylemedikleri her şeyi söylettikten sonra bir günde kendi insanını bile tasfiye eder, vazgeçemeyeceği hiçbir ilke ve değer yoktur. Tüm bu kangrene dönüşmüş sorunları bilimsel şekilde dile getirip Kürt halkına ve bedellerine zarar verdiklerini belirttiğinizde “Kemalist, ulusalcı, şoven” ilan edilirsiniz.

Bizim böyle bir kaygımız yok. Bilâkis, Kürt milliyetçilerinin kadın sorununa bakışı, tek tipçi siyaset anlayışı ve sınıfsal duruma uzaklığı Kemalistlikle açıklanabilir, hatta doğrudan Mustafa Kemal övgüsü yapan, son 10 yıldır CHP’ye çalışıp onlar için oy isteyenler Kürt milliyetçileridir.

Eleştiri yapanları şoven ve Kemalist diyerek eleştiriyi bastırmak çarpıtmadan ibarettir. Ezilen ulus milliyetçiliği diye bir masumlaştırma doğru bir yöntem değildir. En baştan beri bir kurgu işlemektedir. Muhataplar da bunu inkâr etmiyor.

Ülke solunun en zayıf olduğu alanlardan biri de sosyolojidir. Solun sosyolojisini konuştuğumuz gibi Kürt’ün sosyolojisini de konuşmak zorundayız ama en baştan belirtelim, Kürt’ün en büyük talihsizliği, feodal yapıların elinde geri bir siyasete mahkûm edilmesidir. Başta sosyalist hat çizdiğini iddia ederek halkla kurulan ilişkilerin ve zorbalıkla Kürt soluna uygulanan şiddetin ve siyaset yasağının ardından elde edilen güç ve tarih bugün sona gelmiş olup siyaseten yaşanan iflasın temel nedeni egemenlerin baskısıyla açıklanamaz.

İdeolojik gerileme ve sapma, politik kazanımsızlığı beraberinde getirir. Yeni Gezi örneğini verdiğimiz gibi, bu aşamadan sonra Kürt milliyetçiliğinin ödeyeceği hiçbir bedelin Kürt halkına katkısı olamaz çünkü ortada halk adına konulmuş bir hedef yok, ideoloji yok.

Bugün Kürt halkı ile onun CHP’sini birbirinden ayıramayan, kendine siyaset yasağı konulan bölge illerinde sadece seçime girebilme şartı için büro açabilen, geçmişte pusuya düşürülen insanını gazetede bile anamayan, sanki bu insanlar hiç yaşamamış gibi tarihi toprağa gömen, vekil ve sendika koltuğu pazarlığını “emekçilerin çıkarı” diye kavramlaştırıp Kürt milliyetçilerinden medet uman, değerlere gerçeklestirilen hiçbir saldırıda ses çıkarmayan sol çevrelerin Kürt halkının daha da feodalleşmesine katkı sunduğu ve emek mücadelesine zarar verdiği gerçeği yadsınamaz.

Bedel ödemiş olmak, zafer kazanılacağı anlamına gelmez, doğru ideolojiyle kurulmayan hegemonya sadece nicelik ifade eder. Bugün Kürt halkının feodal yapısını ve gittikçe milliyetçileşmesini, gençliğinin hem milliyetçileşip hem de dejenere olmasını metropollerden anlamak ve okumak mümkün. Ülkücü hareket biçiminin izdüşümlerine rastlanıyor. Tek olduğunda otoriteyle iyi geçinmeye çalışan “müdürüm, amirim” gibi hitapları kullanmakta beis görmeyen fakat kitlesel olduğunda önce sola saldıran ve solu tehdit eden bir yapı inşa edildi.

Bir apartmanda bir mahallede bir çalışma ortamında nicel bir sayıya ulaşıldığında en temel kolektif disiplini, saygıyı ve halkın kendi kurallarını aşmayı güç gösterisi ve kendini savunmak kabul eden kesim maalesef ki muhafazakâr Kürtler değil, doğrudan partili kesim. Bu noktaya gelinmesinde Kürt halkı da hiçbir halk gibi suçlu değildir, onları yetiştirmeyen siyaset suçludur.

İHD insan haklarının sınıfsal olduğu gerçeğinin üzerini örtüp insan kavramından sadece Kürt'ü anladığından, sendikalar anti demokratik uygulamadan sadece kayyumu anladığından, işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda hiçbir bedel ödemeyen TTB sadece radikal demokrasi partisi için bedel ödemeyi tercih ettiğinden Kürt halkı bu feodalitenin ve milliyetçiliğin makası arasında bırakılıyor.

Aynı TTB’nin başkanı Yeni Yaşam’daki yazıda “örnek aydın” diye sayılmıyor, sorun bundan ibaret. Taksim’e yürümek için çağırdığı işçi emekçileri gaza boğdurmak için kaçan TTB’nin Kürt halkına zerre faydası olamaz. Avrupa ilişkilerini sağlam tutmaya çalışan TTB için Kürt sadece bir gerekçe.

Kürt halkı da radikal demokratlar için bir gerekçe. Kürdün mafyalaşması, çeteleşmesi, müteahhitleşip arazilere çökmesi, bar-meyhane-pavyon işletmesi, solun kurduğu mahallelerde torbacılık yapması, gürültüyle kendini göstermesi onlar için sorun değil. Öyle ya bir oy çok önemli.

Gazi’deki torbacıya kendi partilisi olduğu için sahip çıkılır ama aynı torbacılar soluğu egemenin aracında alır. Sorun, bu insanları aforoz etmeyen Kürt milliyetçilerinde. Bu çeteleşmeye ve mafyalaşmaya “Kürt işadamı” adı altında yol verenler onlar. Kürt halkına ideoloji yüklemek gibi bir hedefleri olamaz.

İtiraz olarak Türk halkındaki durum çok mu iç açıcı. Hayır değil, fakat Türk halkının peşinden gittiği sol hareketler onu yarı yolda bıraktı çünkü sol, halkı sevmiyor. Türk halkının öyle bir siyasi partisi olsaydı, onu eleştirmemek milliyetçilik şovenlik yapmak olurdu.

Milliyetçiliğin başka bir siyasi uygulaması da şu: Bölge illerinde sadece kamu görevlilerinin karıştığı tacizlerde sokağa iniliyor, batıdaki kadınlar kız kardeş olarak kabul ediliyor, bölgede yaşanan diğer taciz vakalarında ses çıkarılmıyor çünkü ulusal onur kabul edilip üstü örtülüyor. Bu çevrenin kadın bilimi (jineoloji) iddiası, sadece seküler Kürt kadını yetiştirmeden ibarettir.

Türk ve Kürt, kendi CHP’lerinden kurtulmadığı sürece nice Geziler nice Liceler olsa da iki halk da bu siyasetler yüzünden kaybedecek.

Sendikalar

Esas olarak işçi sınıfını ideolojik, politik, ekonomik haklar konusunda sınıfsız bir düzene hazırlaması gereken sendikalar, bugün birer sivil toplum kuruluşu olmaktan öteye geçemiyor. Her biri de siyasi parti gibi hareket edip gündem takibi yapıyor. İşçiyi emeğiyle değil, vereceği aidatla ve bireyliğiyle görüyor. 27 Mayıs’ı ilerici görenler, bu darbeyle lokavtın burjuvaziye verildiğini, ilk işveren sendikasının kurulmasının yolunu açtığını görmek istemiyor.

Kamu emekçisinin sendika aidatını egemenlerin ödediği yerde sendikacılıktan bahsedilemez. Aynı ücreti toplayıp egemenlerin hesabına geri yatırarak bir eyleme girişmeyen anlayış sendikacılık yapamaz, sendika bürokratı olurlar, boyunlarına taktıkları akreditasyon kartını emperyalizm verir.

Politik Bilinçsizlik Olarak Egemen ve Halk Alerjisi

Solun ve radikal demokratların egemen alerjisi, gerçeği görmenin önündeki en büyük engeldir. Bu alerji, Adnan Oktarcılardan doğuştan göz kapaklığı düşüklüğü olan bir kişiye işkence raporu vermeye kadar varır. Öyle ki aynı alerji, sağ muhafazakâr kesimin kafa yapısını, yaşam biçimini, hareket özelliğini tanımayı bile kabul etmeyecek kadar politik bağnazlık üretilir. Hamas ve Lübnan Hizbullah'ı özelinde Müslüman direnirse “bebek katili” ilan edilir, İsrail halkının -çocuklar dışarıda bırakıldığında- işgalci olduğu kabul edilmez. İsrail’in katlettiği bebekler için sokağa inmeyenler ama “Hamas” der, lojmana saldıranlar, bebek tabutlu cenazenin çıkmasına neden olur ama o demokrasi ve ezilenin mücadelesi olur.

Bu sol Türk ve Müslüman'a uzaktır, onlara göre biri ırkçı, diğeri gericidir. Lübnan Hizbullah’ı bar ve meyhane açsaydı, ilerici olurdu. Aksa Tufanı’nın başladığı günkü müzik festivalini Hamas düzenlese ilerici olurdu. İşgal ve terör devletinin bulunduğu bir ülkede müzik festivaline gitmek, orada güneşlenmek ve alkol almak sol için “ilericilik” olur. Halk alerjisi!

Yanlış ya da eleştirilsin ama Şii Hizbullah’ın da Sünni Hamas’ın savaşçılarının da motivasyon kaynağı vatan ve din uğruna ölünce cennete gitmek. Asıl sorun şu, solun emekçi halk sınıflarına vereceği bir inanç kalmadı. İnanç ve savaşma iradesi arasındaki ilişkiyi mevcut solun anlaması mümkün değil. Aynı şekilde, milli mücadele yıllarında ölen askerin-halkın bedeliyle kendine tarih yaratan Kemalistler, o insanların da aynı motivasyonla savaştığını kabul etmek istemeyip kahramanı tek kişi olarak gördüğünden bugün Filistin ve Lübnan direnişine “geri, gerici” diye bakıyor. Alerji dine değil, asıl alerji, inanca, fedaya, bedele. Kandan, terden, kirden arındırılmış birey kurgusu. O yüzden, eleştirilere getirilen dil eleştirisi de gerekçeden ibaret.

Sonuç olarak, bireyin partisinin, partinin bireyinin, emperyalizmin işbirlikçisi Kürt milliyetçiliğinin, daha bir boykotu düzenleyemeyen ülke solunun bize hiçbir gereği yok. Erzincan’da, Trabzon’da, Konya’da ve Çukurova’da olmayan sol, zaten olmamış demektir.

Bugünkü reformistlerin de Kürt halkının da geçmişteki bedellerine her zaman sahip çıkacağız. Bu bedellerin üstüne siyaset kuranlara saygı duymak zorunda değiliz. Feodalizm, reformizm ve milliyetçilik, hiçbir halka eşitlik ve özgürlük getirmez. Kürt için değil Kürt milliyetçileri için politika yapanlar bilmeli ki sizin bu hareket için araçsallık dışında bir değeriniz yok.

Kendi hareketimizi inşa etmek ve onu değerlerin üzerine bina etmek zorundayız.

S. Adalı
30 Eylül 2024

01 Ekim 2024

, ,

İlkel, Barbar ve Yabanın Direnişi


Bir belgeselde görüldüğü üzere, İsrail’deki yerleşimciler örgütü başkanı, krizdeki devlet adına, kitlesini topluyor, bir vapura bindiriyor, Gazze açıklarında dolaşan vapurdan şehri gösterip, “burası yakında bizim olacak!” diyor. Burada efendilerin uşağı olanlar, bu büyüme, ilerleme ve gelişme eğilimine alkış tutuyorlar. “Geri, yobaz, ilkel Araplardan kurtulursak, Ortadoğu Avrupa olur” diyorlar. 

Bugün Ayşe Hür ve Eren Keskin gibiler, bundan başka bir şey söylemiyorlar. Ya yüz yıl öncesinin İngiliz sömürgeciliğine ya da Amerikan mandacılığına bağlanıyorlar. Ayşe Hür, İsrail’de pısırıklıktan kurtulmuş, artık ezik olmayan Yahudi olduğunu bu uşaklığı üzerinden söylüyor. Oysa İsrail’de Yahudi yok, Siyonist var ve Siyonizm, kendisini tüm faşist pratiği içselleştirmiş bir emperyalist proje olarak var ediyor.

Bugün Gazze açıklarında gezen vapurla 5 Ekim öğretmenler gününde Eğitim Sen’in Marmara’da ve Ege’de dolaştırdığı kokteylli vapur arasındaki ideolojik bağı görmek gerekiyor.[1] Eğitim Sen, 28 Şubat sürecinde komutanların “bize 3.000 kişilik liste yollayın, bunları öğretmen kadrosuna alalım” dediği yapı. O 28 Şubat’ı yapan komutan, darbeyi İsrail için yaptıklarını söylüyor.

Eğitim Sen’de aktif olan örgütün şefi, 12 Eylül’ün “şeriatçı bir darbe”[2] olduğunu söylerken, o 28 Şubat paşasının 12 Eylül’de önünde diz çöktüğü Kenan Evren’in yaveri olduğu gerçeğini gizliyor. O Eğitim Sen vapuru, “gerici, yobaz, barbar denizini yara yara ilerlediğini” sanıyor. Efendilere, tekellere ve burjuvaziye yol açıyor. Bunu ilerleme, gelişme ve büyüme adına yapıyor. Orta sınıfın duygularını okşuyor.

İngiliz sömürgesi ve Amerikan mandası olmak isteyenlere bir de bu sömürgeciliğin veya mandacılığın kılıfı olarak “Osmanlı” olmak isteyen sağcılar ekleniyor. “Osmanlı”, sömürgeyi ve mandayı örtbas eden kılıf olarak iş görüyor. Ezileni-sömürüleni efendilerin projesine kul-köle etmek için uğraşan sağcılar, Osmanlı’daki mandacılığı ve sömürgeciliği gizlemek için türlü manevralar yapıyorlar. Bir avuç ezenin ve sömürenin iktidarı için sömürgeciliğe ve mandacılığa hizmet ediyorlar.

Bunların İHA imalatçısı, “yıllar önce şirketlerine İsrail’in ortak olmak istediğini” söylüyor. Ama birkaç gün sonra aynı şirketin İsrail’le bir silâh fuarında ortaklaşa çalıştığı görülüyor. Demek ki o İHA’lar, emperyalist-Siyonist proje için imal ediliyorlar. Ama yoksul emekçiler, o İHA’ların ve askeri teknolojinin sömürge ve manda olmaktan kurtulmanın fırsatı ve imkânı olduğuna ikna edilmeye çalışılıyorlar. Ezen-sömüren, ezileni-sömürüleni kendisine kul-köle etmek için uğraşıyor.

Bu sağcılar, Lübnan ve Filistin meselesini hep devletin ve sermayelerinin âli menfaatleri ölçüsünde ele alabiliyorlar. Çağrı cihazları patlıyor, hemen “iyi ki yerli ürünlerimizi imal etmişiz” diyorlar. Duyan da İsrail’le savaşma niyetleri var sanır!

Bu sağcıların devleti Suriye’de iç savaş sürecini körüklediğinde, aynı sağcılar, “yıllar önce ülkenin servetine, iktidarına ortak olacaktık. Hama’da isyan ettik. Bize ait olanı istiyoruz” diyenlere destek verdiler. Yağmaya, gaspa ve talana ortak olmak istediler. Bugün İmamoğlu’nun danışmanıyla birlikte “NATO silâhları Suriye’ye gönderilsin” dediler. Suriye’deki fabrikaları yağmaladılar. İşgücünü sömürdüler.

Ezen-sömüren, bir azınlık güç olarak, projelerine ve hedeflerine ortak bulmaya mecbur. Sağda da solda da daha çok bu ortak bulma çalışmasına hizmet eden uşakların sesi çıkıyor. Suriye yağmasına Sünni kesim kul-köle edilmeye çalışıldı. Onlara “sizin fakirliğinizin sebebi Suriye’deki rejim, saldırın!” denildi.

Ayşe Hür’deki İran, Eren Keskin’deki Arap düşmanlığına bir de Şia düşmanlığı eklendi. Tüm halk düşmanları, bir kavşakta buluştular. O kavşak, emperyalizmin ve Siyonizmin kontrolündeydi.

Bu Sünni sağcılar, ABD ve NATO eliyle yürüyen işgal harekâtına, yağma ve ganimetten pay almak için destek oldular. İngilizlerin desteğiyle kurulmuş film şirketlerine Hz. Ömer’i anlattırdılar. O dizide “ilk Müslümanlardan biri, cemaate konuşma yapıyor, ‘ileride İran’ı ve daha birçok yeri alacağız’ diyordu. Bu cümlenin öznesi ise Araplardı. İran’ın alınacağı, üstelik onu fethedecek olan Hz. Ömer’in dizisinde, önceden haber edilmiş oluyordu böylece.”[3] Dizinin arkasında BAE ve İngilizler vardı.

Bu işgal, sömürgecilik ve köleleştirme operasyonuna efendiler, Sünni bireyleri örgütlediler. Kendi bireyciliklerine ve liberalizmlerine Sünnilik gömleği giydiren bu kişiler, cepheye sürüldüler. “Özellikle on yıl içinde devletle organik ve örtülü ödenekten beslenen ilişkiler geliştirmiş bazı İslamî kesimler, Suriye’de katledilen ‘insanların masumiyeti” perdesi arkasına sığınıp savaş borazanlığı”[4] yaptılar. “Kendi saflarında ölenleri ‘insan’, diğer tarafın askerlerini ‘hayvan’ olarak” takdim ettiler. “Bunun için gerekli argümanları, halkların direniş hareketlerini bastırmak amacıyla, günbegün geliştirilen kontrgerilla talimnamelerinden” öğrendiler.

Sünni sağcılar, yalan söylediler, söylüyorlar. Bu sebeple, bugün hakikati haykırmak gerekiyor: Hizbullah, Suriye’de “Müslüman” öldürmedi, ezilen halkları katleden, ülkeyi yağmalayan emperyalistlere uşaklık eden paralı askerleri öldürdü. Bir halkı ve ülkeyi savundu. “Komutan’ın yasını tutuyoruz” diyen Ebu Ubeyde, köyünü kurtardığı için Hz. İsa yanında Nasrallah resmine selam duran Hristiyan, onun mektubunu besteleyip söyleyen Hristiyan şarkıcı, bu yalanı faş ediyor.

Bir zamanlar Ali Şeriati’nin ismini gasp etmek için onun adıyla site kurmuş olan, oradan “ünlenen” Bülent Şahin Erdeğer, editörü olduğu kanaldaki programda önce Suud, sonra “bize ne Filistin’den, yaşasın İsrail!” diyen Fatih Altaylı parasıyla biriktirdiği vücut yağlarını ve cehaletini teşhir ediyor. Ali Şeriati ile Ebu Zerr arasındaki bağ kesme çabası sebebiyle beslenen bu zat[5], Ebu Zerr’in zengin olduğunu, ona dair hikâyelere inanılmaması gerektiğini söyleyen, dümdüz bir liberal.

“Direniş Ekseni”nin hikâye olduğunu söyleyen Erdeğer, çıktığı programda, Siyonist hasbaranın elemanı olarak konuşuyor. Programın diğer konukları da aynı Siyonist akılla konuşuyorlar. İsrail’in katliamlarını ellerini ovuşturarak, sevinç dolu yüz ifadeleriyle anlatıyorlar. Mehmet Akif Ersoy gibi Altaylı elemanları, İsrail’in ne kadar büyük ve ne kadar yenilmez bir güç olduğunu anlatıp duruyorlar.

Aşağıdaki isimlerin katıldığı programdaki konuklardan biri, dil sürçmesiyle “İsrail” yerine “biz” diyor. Bir diğeri, Lübnan’ın bittiğini, öldüğünü söylüyor, buradan, “İsrail gelirse mamur olur, gelişir, Beyrut, yeniden Doğu’nun Paris’i hâline gelir” imasında bulunuyor. Güney Lübnan’ın zengin tarım arazilerinin Hizbullah’ın elinde olduğu bilgisi de aynı yağmacı anlayış üzerinden paylaşılıyor. Konuşmalarında gözlerin nerelere, kimler adına dikildiği bir bir görülüyor. Herkes, görevini ifa ediyor.


Yazar sıfatıyla programa katılan kişi, Mossad ajanı edasıyla dolaştığı coğrafyayı, ancak bağlı olduğu gücün geliştirebileceğini söylüyor. Bu gelişimin ölçüsü ise emperyalist Batı’nın birey kurgusu. Batı’nın birey kurgusunu Kürt’ün, Sünni’nin, Türk’ün veya muhtelif kimliklerin rengine bulamak, o gerçeği gizlemiyor. Teknolojik üstünlük, bunlarda bir yanılsamaya yol açıyor. 

Bu emperyalizm-Siyonizm uşakları, halkların iradesindeki imanı fazla küçümsüyorlar. Mezarlarını kazıyorlar. Halktan kopup ona düşman oldukça, biçarelikleriyle güce biat ediyorlar. Gözleri ve kalpleri mühürleniyor. O mühürle, her ağızlarını açtıklarında Siyonist efendilerine dilek ve temennilerini iletiyorlar.

Batılı birey kurgusuna uşaklık edenlerin hepsinde de aynı düşmanlaştırma çabası var. Köleci, sömürgeci ve işgalci Batılı birey adına, o bireyin tekamülü ve refahı önündeki engel olarak görülen Şiilere savaş açıyorlar. 


Konuklardan biri, hızını alamıyor, “ya Ortadoğu’da petrol zengini sahalarda da hep Şiiler oturuyor” diyor. O Şiilerin işçiliğine, sömürüldüğüne hiç değinmiyor. Bu tür laflarla Sünni olanı ve Kürt olanı, köleleştirme, işgal ve sömürgecilik pratiklerine ortak ve asker kılmaya çalışıyorlar. Onları Netanyahu’nun elindeki lanetli şer güçlerine karşı lütuflandırılmış, nimete vakıf kılınmış, hayırlı güçlere bağlamak için uğraşıyorlar. Hayırla şer arasındaki ayrımı, doğudan batıya akacak enerji, ticaret, lojistik yolları tayin ediyor.

Mezhebinden, ırkından, milletinden bağımsız olarak, Mukavemet Ekseni, bu köleleştirme, işgal ve sömürgecilik pratiğiyle savaşıyor. Asıl bu pratiğe odaklanmak gerekiyor. Nasrallah, bu kavganın şehitler kervanına katılmıştır. Yardım da zafer de şahıslarda değil, Allah’ın izniyle, kolektif devrimci kavganın kendisindedir.

Eren Balkır
30 Eylül 2024

Dipnotlar:
[1] S. Adalı, “Kızıl Karanfiller ve Beyaz Ritüeller”, 28 Eylül 2024, İştiraki.

[2] Eren Balkır, “Medusa”, 15 Ekim 2020, İştiraki.

[3] Eren Balkır, “Ümmetin Birliği”, 23 Temmuz 2012, İştiraki.

[4] Eren Balkır, “Suriye'de Hegemonya ve Neoliberal Vizyon”, 18 Ekim 2012, İştiraki.

[5] Eren Balkır, “Ebu Zerr Kimin Yoldaşı?”, 14 Ağustos 2010, İştiraki.