Osmanlı’nın imzaladığı anlaşmalar sonucu güney
bölgesini işgal eden Fransızlara karşı ilk kurşun, Hatay’ın Dörtyol ilçesinde
atılır. 30 Ekim 1918’de Mondros imzalanır. 19 Aralık’ta ilk kurşunu atan, Ömer
Hocaoğlu Mehmet Çavuş’tur.
Fransız yandaşı bir kişiyle çıkan kavga sonrası
Fransız askerlerinin onun saklandığı köye geldiğinde taşlardan barikat kuran
köy halkı, onunla birlikte düşmana 50 metreden ateş açar. Hem yurtlarını
savunurlar hem de kardeşini koruyup düşmana teslim etmezler. Anadolu insanının,
başlarında bir ordu olmadığı halde çeteler savaşına girmesi, onun yurtsever
özelliğinin kanıtıdır. Bazen bir köprü bazen bir köy bazen bir insan, vatan
bilincinin mekânına dönüşür.
Dörtyol halkının bu direnişi, Antep, Maraş ve Osmaniye’yi
de etkiler. Eski adıyla Cebelibereket'te Rahime Hatun adlı dört çocuk anası bir
kadın, Kanlıgeçit çetesine katılır, komutanlık yapar, at biner, atış yapar.
Fransızların yerleştiği, bir işbirlikçiye ait konağa düzenlenen baskında şehit
olur ama saldırı hedefine ulaşır.
Çetelere katılan başka bir kadın da Gördesli Makbule’dir.
O da eşiyle birlikte çete harbindeki yerini alır.
Deli Dumrul anlatısında Azrail’e kafa tutan Dumrul pes
edince, Azrail de onun için kendi canını feda edecek birini bulursa Dumrul’u
affedeceğini söyler. Bunun üzerine en yakınlarına başvuran Dumrul’a anne babası
dâhil kimse canını vermek istemez, bir kişi dışında: eşi. Sadece eşi, onun için
canını vereceğini, o olmadan dünyanın da anlamsız olduğunu, yarım kalacağını
söyler. Bunun üzerine anne babanın canını alan Azrail, aldığı ömrü Dumrul’a ve
eşine verir. Eş olmanın can yoldaşlığı olması gerçeği düşünüldüğünde, Dumrul’un
eşinin taşıdığı aile ve eş bilinci vatan savunmasında Gördesli Makbule’de hayat
bulur.
Eşi efedir, kendisinin yeri de onun yanıdır. Anadolu’nun
iç bölgelerine kadar giren düşman ordusunu düzenli ordu Ege’ye doğru
püskürtürken bir darbe de geriden gelir: Gördesli Makbule ve eşinin çetesinden.
Makbule de bu çarpışmalardan birinde şehit olur.
Çete savaşlarında ve öncesinde, Anadolu tarihinde
kahramanlık gösteren kadınlar hep vardır. Bu damar, en zor dönemlerde ortaya
çıkar. Rahime ve Makbule de hem kadın hem ana hem eştir. Onlar, vatan toprağını
işgalcilerden korumak için bir emir beklemeden öne atılıp çocuklarını evde
bırakabilmişlerdir. Onlar, o çocukların işgalci çizmesi altında ezilmemesi için
mücadele ettiler.
Filistinli çocuklar kendilerine uzatılan mikrofona,
mutlaka kazanacaklarını ve siyonizmi topraklarından kovacaklarını söylüyorlar.
Erken büyüme olarak da kabul edilebilecek bu durum, hem çocukluğun sınıfsal
olduğunu hem de kime güveneceklerini bildiklerini gösteriyor. Kız çocukları da
böyle yetişiyor, Leyla Halidler hâlen yaşıyor.
Aynı şekilde, Nazilere karşı direnişte yer alan
kadınlar da çocuklarını evlerinde bırakıp siperlere koşmuşlardı.
Ukrayna Savaşı başladığında basına servis edilen bir
görüntü vardı. Bu görüntüden önce feministler ve çevreleri Ukrayna’dan
kadınların ve LGBT’lerin savunmasız olduğunu iddia edip Ukrayna’da
emperyalizmin yeni üslerinin kurulmasına sessizce onay veriyorlardı. Daha sonra
LGBT’lerin neonazi taburlarında yer aldıkları, Almanya’da bir LGBT festivalinde
“Babamız Bandera” şarkısını hep birlikte söyledikleri görüldü. Basına servis
edilen görüntü şuydu: Ukraynalı kadınlar silah kuşanıyor, lojistik
hazırlıyordu. Bu kez de ülkemizdeki aynı çevreler, Ukraynalı kadınların
yurtlarını savunduğunun ve bu kahramanlıklarıyla tarihe geçeceklerinin
propagandasını yaptı. Gerçek öyle değil, çünkü Ukraynalı kadınlar, yurtsever
bilince sahip olsaydı ya da geçmişlerinin Sovyet olduğunu unutmasalardı,
neonazilerin, fondaş STK’ların, Maydan Meydanı’nda konuşma yapan emperyalist
yetkililerin, darbe yapanların, üsler kurmak isteyen emperyalistlerin
ülkelerine girmelerine karşı direniş gösterirlerdi ama asıl sorun bizim
içimizden sol görünüp Zizek gibi emperyalizmi savunanlar.
Onlar, hiçbir emir beklemeden yurdunu savunan Anadolu
kadınlarından, fabrikalarda greve çıkan işçi ve anne kadınlardan, temizlik
işine giden kadınlardan, bir bütün olarak işçi ve emekçi kadınlardan “utanıyorlar”.
Bu yüzden feminizm burjuva ideolojisidir, küresel barış hareketine dâhil olup
ezilen halkların direniş gücünü kırmak ve onların daha çok sömürülmelerine
cevaz vermek için emperyalizmin yerel aygıtları görevini yerine getiriyorlar.
Tarlada, atölyede, ev işlerinde, fabrikada, iş
yerlerinde ter döken kadınlarla 8 Mart etkinliği yapmazlar. Onların yeri Taksim’dir.
Rengarenk boyanıp ellerindeki mor bayraklarla “patriyarka eleştirisi” adı
altında erkek düşmanlığı yaparlar. Bu düşmanlık da erkek işçi ve emekçinin
direnişine omuz vermeyerek pratiğe geçiyor. Filistin direnişçileri de fabrika
işçileri de onlara göre “eril ve geridir”. Anadolu insanını anti-emperyalist
mücadeleye katmak da “geridir”.
Anayurdunuz sosyal, kültürel, ekonomik olarak işgal
altındaysa anti-emperyalist mücadele geri midir? Diliniz, emperyalizmin yaydığı
kavramlarla dolup düşünce sistematiğiniz çarpıtıldıysa? İnsanınız artan döviz
kurundan kaynaklı ilâç alamıyorsa? Emekçi sınıflara mensup insanların geleceğe
dair güveni ve inancı kalmamışsa, bu yüzden, bugününü uyuşturucuyla zehirliyorsa?
Soma’da, Ermenek’te Şırnak'ta, Van’da, Karadeniz’de işçiler ve halk afetlerde
toplu şekilde can veriyorsa, madenlerde göçük altında kalıyorsa? Medyanın
nefret dolu anti-sınıfsal diliyle insanınız kimlikler üzerinden birbiriyle
çatışıyorsa? Her yanınız anti-emperyalist olmayıp şirketleşen tarikat kuşatması
altındaysa? Fonlanan LGBT ve feminist çevreler, çocukların cinsiyet
değiştirmesi için çabalıyorsa? Sınıf bilinci baskılansın ve yakınınız iş
cinayetlerinde can verdiğinde hak aramasın diye Kars’ta bir okulda maket mezar
başında çocuklara ölüm karşısında “sabırlı olma” eğitimi değer diye verilmeye
çalışılıyorsa? “Torpille işe girmek hoş değil ama kazanç helaldir, faizli
parayla da hac görevinizi yerinize getirebilirsiniz, işçi ölümü onun kaderidir”
diye fetvalar veriliyorsa? Çocuklar iş cinayetlerinde can veriyorsa? Kadın
işçiler temizliğe gittiği evin penceresinden düşüp ölüyorsa? Odun ve kömür
alamadığından çocuklarını fön makinesiyle ısıtmaya çalıştıktan sonra bir ana
diğer odaya geçip intihar ediyorsa? Kadınlara hayatta kalabilmenin bir yolunun
da bedenini pazarlamak olduğunun propagandası yapılıyorsa? Vatan toprağınızı
emperyalist şirketler, maden arama adı altında sömürmek için ağacınızı ve
insanınızı sömürüyorsa? İthalatla gıda ürünleri karşılanan fakat tarım ülkesi
olan bir coğrafyada köylüler ürünlerini döküyorsa? Hiçbir ülkenin kabul
etmediği asbestli gemi ve geri dönüştürme imkânları bulunmadığı hâlde ülkenize
çöp getiriliyorsa? İlerici diye yüceltilen Avrupa insanı “rahat” etsin diye
emperyalizmin mağduru olup göç yollarına dizilen işçi ve emekçi halk sınıfları
ülkenizde iş cinayetlerinde can veriyorsa? Özel üniversiteler her yanımızı
sarmışsa? Öğrenciler asansörlerde can veriyor ve maddi imkânsızlıklar nedeniyle
öğrenimlerini bırakıyorsa? Nüfusun önemli bir bölümünün kira ücreti, asgari
ücrete ülke genelinde yaklaştıysa? Yaşını almış insanlar ve emekliler hâlen
çalışıyorsa ve çatılarda çalışırken can veriyorsa? Analar, dağılmış pazar
yerlerinden ve çöpten yiyecek topluyorsa? Tüm bu ve daha fazlası sorular
yaşamda öylece duruyorsa, halen anti-emperyalist mücadele imkânsız mı, küresel
barış hareketlerine dâhil olarak sessiz mi kalmalıyız?
Tayyar Rahimeler demek tarihimiz demektir, onların
hatırası da vatan toprağı ve anti-emperyalizm bilincidir, o tarihe sırt dönmek,
yurtsuzlaşmaktır. Kadın, yaşamı doğurur ve tepeden tırnağa emektir. Toprağa ilk
yabani tohumları atıp tarımı başlatandır.
Bugün sınıfsız sömürüsüz düzen yolunda en özverili
insan, yine kadındır. Ezilmiş, sömürülmüş ve baskı altına alınmıştır. Tüm
bunların nedeni de emperyalizm ve sınıf çatışmasıdır. Onun emeğinin karşılığını
alması ve eşitlik hakkını burjuvaziden kurtarmasının tek yolu, mücadeleye
katılmasıdır. Kadının kurtuluşu da sınıfsız sömürüsüz düzenle mümkündür. Onun
başaramayacağı bir şey yoktur.
Kadının kurtuluş ideolojisi, emperyalizmin eli olan
feminizmden kurtarılmalıdır. Tarihimiz, sınıf ve yurt mücadelesi için bedeller
ödeyen kadın kahramanlarla bir hazineye dönüşmüştür.
Sınıf mücadelesi, kapitalizmin tüketiciye dönüştürerek
kendi bedenine odaklandırdığı kadına korunması ve yüceltilmesi gereken
bedeninin, üzerinde emeğini ürettiği vatan toprağı olduğu bilinci verilmek
suretiyle ivme kazanır. O kadın da Tayyar Rahimelerin, Akbelenli anaların
mücadele azminde yaşıyor. Arkadaştan eşe ve yoldaşlığa kadar çevremizde ilişki
kuracağımız kadın, sınıf mücadelesiyle kuşanan anti-emperyalist bilince sahip
kadınlardır. Mücadele öznelerinin alanı bu yönde genişletildiğinde, idealimiz
olan o düzen de yakın bir gelecekte hayat bulacaktır.
Kadınların mücadelesi erkeklerle omuz omuza
yürüdüklerinde gelişir, erkeklerin de onların cesaretinden öğreneceği
deneyimler var. Bunun yolu da mücadele içinde birlikte dönüşmektir. Bu yüzden
aşk da ideolojik, güzellik plastiktir. Kapitalizm ise birinciyi ikinciye
naklederek kadını metaya dönüştürüyor. Emperyalizmin sömürüsüne teslim edilecek
kadın bedeni yoktur. O ve cinsiyeti fark etmeksizin tüm emekçi bedenler
hakkında karar alma yetkisi bütünden/toplumdan yalıtılmış parçaya/bireye ait
değildir. Parmağımız kanadığında onu tedavi ettiriyorsak, bunun nedeni
parmağımızın vücudumuzun bir parçası olduğu gerçeğidir. O parmak da mücadelenin
pratiğini üretir, doğru yere işaret ederse.
S. Adalı
26
Şubat 2024
0 Yorum:
Yorum Gönder