07 Şubat 2024

Heştek Aktivizminin Bâde-i Zehri

Twitter kurulalı on üç yıl oldu. Her politik çizgiden kullanıcı, bu site üzerinden, sonrasında geleneksel medyanın haber yaptığı, hatta benimsediği, ismi herkesçe işitilen sayısız kampanya yürüttü.

Hashtag Activism: Networks of Race and Gender Justice [“Heştek Aktivizmi: Irk ve Cinsiyet Adaleti Ağları”] isimli kitabın yazarları Sarah J. Jackson, Moya Bailey ve Brooke Foucault Welles, Twitter’ın “aktivistlerin savunacakları, harekete geçirecekleri ve iletişim için kullanacakları önemli bir âlet hâline geldiğini” söylüyor. Yazarların tespitine göre söz konusu platform, marjinal grupların güçlü bir kamuoyu oluşturma aracına dönüşmüş durumda. Bu marjinal gruplar, Twitter’daki etiketleri politik ittifaklar ve ağlar kurmak için kullanıyorlar. Daha da özelde kitap, Twitter aktivizminin, liberal, sosyal adaleti hedefleyen, bilince odaklı, kimlikçi, kesişimselci, azınlıkçı ve ahlakçı olan, özel ve ayrıksı bir politik kültür üzerinden tanımlanan yönünü inceliyor.

Kitap, yürüttüğü çalışmasının kapsamını internette gelişen özel kültüre doğru daraltsa da kitabın yazarları, ele aldıkları konu başlığını tüm detaylarıyla birlikte inceliyorlar. Yazarların müdahalesiyle kitap, sosyal adalet temelli heştek aktivizmine odaklanıyor ve onun yürüttüğü kampanyaların dürüst ve görev bilinciyle kaleme alınmış bir kaydını sunuyor. Bunu yaparken, tarihsel sürecin ana hatlarını veriyor, gidişatı aktarıyor ve dijital ortamın genel bir resmini sunuyor. Ama ilginçtir, yazarların bu kampanyalara dair değerlendirmeleri, kitabın teknolojiye iyimser yaklaşan teziyle çelişiyor.

Yazarlar, inceledikleri internet aktivistlerine ait ifadeleri çalışmaya dâhil etmek adına, Twitter’ın etnografik yönüne yoğunlaşsalar da araştırmalarında daha çok “disiplinlerarası karışık yöntemler yaklaşımı”nı benimsemişler. Yazarlar, hikâye yanında empirik olgulardan söz etmenin gerilime sebep olduğunu kabul ediyorlar, “olgunun önemi ve etkisine odaklanmanın normatif bir tercih olduğunu” söylüyorlar, ama buradan, incelediği kişileri “işbirliği yapanlar” ve “kendinden araştırmacılar” olarak tasnif eden bakış açısı teorisinin ille de niceliksele yönelik dikkati yasaklamadığı sonucuna ulaşıyorlar.

Çalışmada yazarlarla işbirliği yapan isimlerden biri de heştek aktivisti ve kitabın önsözünü kaleme alan Genie Lauren. Lauren, o eski rahatsızlığa dair epey kafa yormuş, ona aşina olan, değerlendirmeye tabi tutmuş bir isim.

2008 finans krizinin hemen ardından üniversiteden mezun olan Lauren, öğrenci kredilerini ödemek için iki işten birden çalıştı. Biri perakende işi, diğeri yirmi dört çalışan bir çağrı merkeziydi. İkinci iş, kendisine mesaideyken blog yazıları yazma ve tvit atma konusunda epey fırsat sundu. İlk başta Twitter, Lauren’ın uykusuzluk hastalığından muzdarip, az çalışan ya da hiç çalışmayan arkadaşlar bulmasını sağladı. Fakat Lauren, internetteki faaliyetleri sayesinde 2009 İran seçimiyle, daha doğrusu #IranElection [“İran Seçimi”] heştekiyle birlikte politikleşti. Kendi akranı birçok politik kişi gibi Lauren da Twitter’da gezinen bilginin akış hızına kendisini kaptırdı, sahada bilfiil eylemlerin içinde olan İranlılardan anında mesajlar alıyor olmak, onu epey heyecanlandırdı.

CNN’nin tvitleri birer kaynak olarak kullanmaya başlamasıyla Twitter denilen platform, Lauren’ın gözüne daha meşru bir şeymiş gibi görünmeye başladı, bu sayede herkes gibi Lauren da sosyal medyayı hakiki bir devrimci kürsü olarak değerlendirdi. Bu süreçte İran hükümeti, seçim döneminde bir ay boyunca Twitter’ı kapattı.

Sonrasında Lauren’ın da dâhil olduğu bir dizi heştek kampanyası başlatıldı. #TroyDavis başlığını taşıyan ilk heştek, Georgia’da bir polis memurunu öldürmekle suçlanan adamın idamını durdurmak için inşa edilen hareketin internet çalışmasının bir ürünüydü. Bir süre bu heştek, sayfanın her bir köşesini ele geçirdi. Onca çalışmaya rağmen Davis idam edildi. İdam sonrası oluşan kafa karışıklığı ve yıkım, Lauren’da da karşılık buldu. Zira onca insanın kolektif tutkusu ve iradesi gerçek dünyada bir sonuç üretmemişti. Gerçek dünya gibi Twitter da yoluna devam etti.

Bu olayın üzerinden altı ay geçmeden Lauren gibi birçok kişinin George Zimmerman’ın tutuklanıp yargılanmasını talep ettiği #JusticeForTrayvon [“Trayvon İçin Adalet”] heşteki açıldı. Burada paylaştığı mesajında Lauren, Karl Marx’ın felsefecilerdeki dünyayı sadece yorumlamayla yetinme eğilimine dair sözünü tekrarladı ve devamında şunu söyledi: “Sanki sorunu her yönüyle idrak edebilseydik çözüme kavuşturabilirdik.” Halkın yoğun tepkisi üzerine Zimmerman tutuklandı, yargılandı ve beraat etti.

Bu olay da internetteki aktivist cemaatini şaşkına çevirdi. Öncelikle bir hayatı kurtarmayı başaramamışlardı. Ardından bir can alan adamı cezalandıramamışlardı. Peki o zaman bu Twitter denilen platform neleri başarabilirdi?

Bu noktada başka bir internet aktivisti, Lauren’a farklı bir Twitter kampanyasını anımsattı: televizyonda yemek programı sunan Paula Deen, iş yerinde ırk ayrımcılığı ve cinsel ayrımcılık yaptığı gerekçesiyle mahkemeye verilince masum olduğunu söylemiş, ancak ifadesinde seksenlerde iş yeri haricinde “Zenci” ifadesini birkaç kez kullandığını, ama sonra bu hakareti lügatinden çıkarttığını dile getirmişti. Bunun üzerine Twitter’da tüm güçler, onu işinden kovdurmak için harekete geçtiler. Food Network [“Yiyecek Ağı”] isimli yemek programı yayından kaldırıldı, yemek kitapları Amazon’da en çok satanlar listesinde başlarda yer alsa da birçok kazanç getiren işi iptal edildi.

Zimmerman davasına atanan ve ismi gizli tutulan altı jüri üyesinden biri olan B37 kodlu üye, Zimmerman’ın mahkûmiyetine hayır oyu verdi. Twitter’da bu kadının bir yayınevinin temsilcisi olduğu ifşa edildi. Dolayısıyla, ortalığı bir kitap için çok önceden anlaşma imzaladığı (ki bu iddia yalanlandı), mahkemenin başından beri bir ajans aradığı (bu iddia da doğrulanmadı) dedikoduları sardı. Twitter üzerinden ortaya konulan yoğun kamuoyu baskısı neticesinde (If I Did It [“Yapmışsam”] isimli kitabının ikinci baskısında O. J. Simpson’ı da temsil eden) ajans B37 kodlu jüri üyesini müşteri listesinden çıkarttı. Nihayet bir zafer elde edilmişti.

Doğrusunu söylemek gerekirse Lauren’ın hikâyesi, yukarıda bahsini ettiğimiz ve sloganların, klişelerin, internette bunlarla bağlantılı olarak gelişen söylemin özümsenmesi ve dile/fikre işlemesi gibi Twitter ölçüleri uyarınca Twitter aktivizminin etkisini ölçen kitapta somut “kazanımlar”dan biri olarak aktarılıyor. Oysa gerçek dünyada #OccupyWallStreet [“Wall Street’i İşgal Et”], #ArabSpring [“Arap Baharı”], #BlackLivesMatter [“Siyahların Hayatı Önemlidir”], #YesAllWomen [“Evet Tüm Kadınlar”] ve #MeToo [“Ben De”] gibi büyük ve popüler kampanyaların bile zafere ulaşmadığını, güç konusunda kalıcı bir miras bırakmadığını görüyoruz. Neticede Wall Street’i İşgal Et fos çıktı, Arap Baharı başarısız oldu, George Zimmerman dışarıda elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor, üstelik siyahları katleden polis memurlarının sayısında hiç azalma olmadı. Tabii Ben De kampanyasının yarattığı gürültü sayesinde birkaç ünlü kadın avcısı yargılandı, hatta hapse tıkıldı (daha fazla sayıda zararsız sapık kamuoyu önünde sertçe eleştirildi), ama iş yerlerinde sıradan kadınları koruyacak veya onlara yetki ve güç verecek hiçbir anlamlı yasa çıkartılmadı.

Hashtag Activism isimli kitapta ele alınan kampanyalar, Harvey Weinstein’in yargılanmasını, bir yemek programının iptalini ve birkaç beş para etme kitap anlaşmasına mani olmasını sağlamaktan başka bir işe yaramadı.

Bu Twitter Denilen Şehri Kim Yönetiyor?

Hashtag Activism kitabının girişinde yazarlar, akademisyen ve “teknoloji sosyologu” Zeynep Tüfekçi’nin tespitine atıfta bulunuyorlar. Tüfekçi o tespitinde, Twitter aktivizminin “geleneksel ve kurumları temel alan siyasetten çok farklı olduğunu, şikâyet ve iddiaların ürünü olan yatay ve kimlikler üzerine kurulu hareket inşasına meyilli olan bir tür demokratik katılımı öngördüğünü” söylüyor. Kitabın yazarları gibi ben de Tüfekçi’nin bu tanımına katılıyorum.

Ancak ne tuhaf ki kitabın yazarları, Tüfekçi’nin çalışmalarıyla hiçbir ilişki kurmuyorlar, hatta onun 2017 tarihli Twitter and Tear Gas: The Power and Fragility of Networked Protest [“Twitter ve Göz Yaşartıcı Gaz: Ağları Temel Alan Protestonun Güçlü ve Kırılgan Yanları”] kitabından hiç bahsetmiyorlar.

Teknoloji ve hareket inşası üzerine yazan ilk akademisyenlerden biri olan Tüfekçi, 2014’ten beri sosyal medyanın “dönüştürücü” potansiyeline açık ve tutarlılık arz eden bir şüpheyle yaklaşıyor. Jackson, Bailey ve Foucault Welles’in aksine, Tüfekçi, ilerici internet aktivizminin tarihini, eleştirel analize ve kıyaslamalı-tarihsel soruşturmaya tabi tuttuğu bir dizi hata bağlamında inceliyor.

Tüfekçi, sosyal medyayı sadece zehirli meyve veren zehirli bir ağaç olarak görmüyor, ama dijital üretim araçları konusunda nahif bir tutumu benimsemekten hep imtina ediyor. Tüfekçi, konuşmalarında ve yazılarında hükümetlerin ve sermayenin hiç ceza alma tehlikesiyle yüzleşmeden, insanlar hakkında casusluk yapmak, dili sansürlemek ve yanlış bilgiler yaymak için kullandıkları sosyal medya düzleminde kitlelerden daha fazla güce sahip olduğunu örnekleriyle ortaya koymuş bir isim. (Hatırlayacağınız üzere, başına belâ olacağını gördüğü an kendisi Twitter’ı kapatmıştı.)

Özel şirketlere ait dijital ekonominin, önemli bir kısmı veri toplama işlemi üzerinden seçmenleri yönlendirmek için kullanılan reklâmlardan gelen kazançla işlediğini ısrarla dile getiren Tüfekçi, bu dijital âlemin halka ait bir araç olarak kullanılmadığını, kullanılamayacağını söylüyor.[1] Her ne kadar (veri toplama işleminin ille de seçim sonuçlarını değiştirebileceğini söylemese de (ki Hillary Clinton’ın “verilerin yönlendirdiği” 2016 tarihli başkanlık kampanyası büyük ölçüde geliştirdikleri “Ada” algoritmasının bir sonucu değildi) Tüfekçi, internetin elitlerin kontrolünde olduğunu net bir dille ifade ediyor.

Sosyal medyada paylaşımda bulunma ve içerik yaratma pratiğindeki özgür ve kolay işleyen iradecilik, temel bir gerçeğin üzerini örtüyor: internet, şirketlerin manipülasyonuna açık bir alan, üstelik internet, gazete, radyo ve televizyona kıyasla birçok yönden daha kolay yönlendiriliyor.

Televizyonu ele alalım: televizyonun sahipleri içeriği üretiyor, izleyici o içeriği tüketiyor, o içeriğin değeri hakkında hükümde bulunuyor, devlet programları düzene sokuyor, bazen kamuoyu baskısıyla bile olsa kimi vakit ufak değişiklikler yapıyor.

İnternetle birlikte seyirci denilen kitle, genelde ücretsiz olan kendi içeriklerini üretmeye davet ediliyor, internette mülk sahipleri, büyük ölçüde kendi alanları dâhilinde olan bitenden hiçbir şekilde sorumlu tutulmayan gelir sahipleri veya dijital toprak ağaları olarak çıkıyor karşımıza. Bu arada belirtmekte fayda var: ABD’de hükümet ve ona bağlı düzenleme kurumları, büyük teknoloji şirketlerine hizmet ediyorlar ya da çoğu zaman kendi eposta şifrelerini bile hatırlayamayan kişilerce yönetiliyorlar.

Federal İletişim Kurulu (FCC), interneti düzene sokma meselesiyle hiç ilgilenmiyor mu yoksa sadece bu konuda belirli bir beceriksizliği mi söz konusu, kimse bu sorunun cevabını bilmiyor. İfade hürriyetini ya da en azından temel demokrasiyi savunanlar, internetin düzenlenmesine dönük her girişimi sağlıklı bir şüphecilikle karşılıyorlar. Bu koşullarda şu hususu bilmek önemli: bugün bir teknoloji şirketini internette meydana gelen bir suiistimal, taciz, takip, iftira, hakaret veya karalama vakası üzerinden mahkemeye veremiyorsunuz. Az buçuk bir düzenlemeden söz edebiliriz ki o da büyük ölçüde teknoloji şirketlerinin elinden çıkma. Fırsatını bulduklarında bu düzenlemeleri söz konusu şirketler kolaylıkla kenara itebiliyorlar.

ABD’de internet, halkın temsilcilerinin en azından teorik düzeyde dayattıkları kurallara tabi olmadan işlediği için, bu anlamda diğer medya türlerinden farklı. Tüm bu hususlar dikkate alındığında, internet faaliyetini devrimci bir zemin olarak tahayyül edemeyiz. Bu şirketlerin başındaki kudretli yöneticiler kullanıcılara karşı şeffaf değiller, onlara hesap vermiyorlar, kullanıcıların demokratik kontrol mekanizmalarını devreye sokmaları için gerekli zemini oluşturmuyorlar, üstelik, kullanıcıların önemli bir kısmı Hashtag Activism kitabında bahsi edilen aktivistlere pek de sadık değiller.

Twitter’ın Modası Geçmek Üzere

Halk, Twitter üzerinde belirli bir tür demokratik kontrol tesis etse bile bu, bir sonuç üretmeyecek. İnternet kullanıcıları, yeni sosyal medya platformları çıktıkça bunlar arasında dolaşıp duruyor. Yeni platformlar, ebeveyn kontrolünden azade internet deneyimi vaadi üzerinden genç pazarını hedefliyor. Bu noktada Twitter, artık epey eskimiş bir alan. Genç internet kullanıcıları ilkin Instagram’a, oradan Snapchat’e, şimdi de TikTok’a kaçtı.[2]

Sosyal medya platformları, aynı zamanda kendi seçtikleri üyelerden oluşan özel cemaatler üretiyorlar ve bu cemaatler, toplumun belirli kesimlerini dikine kesen bir temsiliyete sahip olmuyorlar.[3] İnternet aktivizmi, tümüyle iradi, dolayısıyla, başka alanlarla ilişkisiz olduğundan (ki bu tespit, hak hukuk için internet üzerinden yürütülen çalışmalar için de doğru) iletişim kanallarına yönelik tercihler her daim değişkenlik arz ediyor. Facebook, Twitter, Instagram, Snapchat, TikTok gibi seçenekler çoğaldıkça kalabalıklar dört bir yana dağılıyor.

Twitter kullanıcıları, oradaki yazarların tahayyül ettiğinden daha yalnız ve daha gezgin kişiler. Yani ortamda yazar olarak duranların sayısı çok az aslında. Pew Araştırma Merkezi’nin 2019’da yaptığı bir çalışmaya göre Amerika’daki yetişkinlerin yalnızca yüzde 22’si Twitter kullanırken, bu sosyal medya ortamını daha çok gençler ve ilericiler tercih ediyor. Ayrıca, atılan tvitlerin yüzde 80’i hesap sahiplerinin sadece yüzde 20’sine ait, yani Twitter’daki faaliyetlerin büyük bir kısmının altında oldukça aktif olan çok az (ve giderek küçülen) bir kullanıcı toplamının imzası var.

Şubat 2019’da Twitter, aktif kullanıcı sayılarını ilk kez kamuoyuna duyurdu[4]. Daha önce şirket, kullanıcı sayısındaki “artış”a ait rakamı paylaşmıştı. Aslında bu artış yüzdesi bot ve ölü hesapları da içeriyordu. Bu açıklama sonrası Twitter’ın kullanıcı sayısının sanılandan ufak olduğu, hâlen daha azaldığı anlaşıldı, bunun üzerine şirket, platformdaki kullanıcı sayıları konusunda bundan sonra bilgi vermemeyi kararlaştırdı.

Elde doğru kullanıcı sayıları olmasa bile heştek aktivizminin bugüne dek ortaya koyduğu sicile dair maddi değerlendirme, bize bu aktivizmin şirketlerin kontrol ettiği, geçici heveslere yol açan güçsüz hareketlere yol açtığını ortaya koyuyor.

Peki ya tüm sorunları çözersek ne olur? Bize ait, yukarıda bahsi edilen kusurları düzeltmiş bir sosyal medya platformu olsa nasıl olurdu? Marifetli, birleşmeyi bilmiş, demokratik bir örgüt için saha çalışması yürüten, sosyal adaleti savunanları yönetecek yetenekleri ve becerileri sabırla besleyecek bir mimari yapıya sahip, ciddi sayıda kullanıcıya ulaşmış, halkın kontrolündeki, halka ait bir sosyal medya platformu kurmak mümkün mü? Bir anlığına böyle bir şeyin mümkün olduğunu varsaysak bile bu, istenilecek bir şey mi?

Sosyal Medya Sosyal Olabilir mi?

Hashtag Activism kitabının ulaştığı sonuçlara itiraz eden Zeynep Tüfekçi, internette doğmuş hareketlerdeki hızlı büyüme ve yayılmanın bırakalım bir avantaj sunmayı, aşılması güç bir engel hâline gelebileceğini, zira yataycılık temelli hareketlerin ulaştığı hızın özel bir tür toplumsal formasyonu, tekdüzeleşmiş bir kitleyi doğuracağını söylüyor. Tüfekçi’nin gözlemine göre bu hızla genişleyen hareketlerin benimsedikleri “taktiksel donma hâli”, bir bakıma bu hareketlerin uzmanlaşma veya koordinasyon eksikliğiyle malul, düzensiz, istikrarsız, yönetilmesi zor baloncuklara doğru evrilmesinin bir sonucu. Nihayetinde bunlar, hareket edemez hâle geliyor, hızları kesiliyor, sonra da çözünüyorlar. Tüfekçi, bu hareketlerdeki yaşam döngüsünün karşısına insan hakları hareketindeki yavaş, güçlü bir koordinasyona sahip, hiçbir şekilde kendiliğinden olmayan aktivizmini çıkartıyor ve buradan, Washington Yürüyüşü’nün bu türden geleneksel örgütlenme stratejileri neticesinde başarıya ulaştığını, ama Wall Street’i İşgal Et Hareketi’nin ve (putlaştırılan diğer hareketlerin) tam da bu türden stratejilerden mahrum oldukları için parçalandıkları sonucuna ulaşıyor.

Hashtag Activism isimli kitapta sözü edilen hareket inşası meselesi yanlış anlaşılıyor. İnternet sayesinde ortaya çıkan politik duyguların hızla büyüdüğüne hiç şüphe yok, ama bu özellik tümörde de var. İnternette doğan hareketlerin ulaştığı çarpıcı hız ve hacim, yaşama becerisi ve ulaştığı olgunluk açısından çoğunlukla yanlış değerlendiriliyor. Aslında internet aktivizmindeki hızlı gelişme perde gerisinde, ölüme doğru ilerleyen erken yaşlanma sürecini gizliyor. Hareket tüm hararetiyle parlıyor, ışıklar saçıyor, ama geriye kolayca unutulacak, çöpe atılacak bir içerik bırakıyor ve iştirakçilerini duygusal açıdan tüketiyor.

Bu türden hayallerin geride bıraktığı düşünsel döküntüler, bir süre kültürel hayata hâkim oluyor, ama sonra, sokaklar bir sonraki yürüyüş için temizlenmeden önce çöpe atılıyorlar. Geriye dönüp baktığımda görüyorum ki herkese ümit verdiği o kısa dönemde Wall Street’i İşgal Et hareketine dair kaleme alınmış kitaplar, zihnimde tek bir iz bile bırakmamış. Oysa hatırladığım kadarıyla, bu yazı yazılmadan birkaç hafta önce kapanmış olan occupywallstreet.org sitesi, hareketin kurucularından birine ait olan The End of Protest: A New Playbook for Revolution [“Protestonun Sonu: Devrim İçin Yeni Taktik Tahtası”] isimli kitabın reklâmını yapıyordu.

Zuccotti Parkı’nın ünlü isimlerinden, medyanın gözdesi hâline gelmiş aktivistlerden olan yazar Micah White, “imkânsız kampanyalar yürütme konusunda uzmanlaşmış bir aktivist düşünce kuruluşu” olarak takdim ettiği “Butik Aktivist Danışmanlığı” gibi işlerinin kapısına kilit vurdu. 2019’da Kaliforniya Üniversitesi Los Angeles Kampüsü’ndeki Eşitsizlik ve Demokrasi Enstitüsü’nde misafir hocalar listesinde adı bulunan White’ın Harvard veya Yale’deki derslerine katılma imkânı bulamadığınızda, onun ders verdiği Aktivist Lisansüstü Okulu’na kaydolabiliyorsunuz. Bu okul, öğrencilerin diploma almadığı, sınava girmediği, ama “önde gelen toplumsal hareket yaratıcılarından dersler alabildiği”, “özel bir içeriğe sahip”, internetten ders veren bir okul. Aylık 19,99 dolar ödediğiniz bu okula iki haftalığına deneme kaydı yaptırabiliyorsunuz ki bu para, okulda Rachel Dolezal’ın verdiği dersi almaya değer.

Micah White’ın Wall Street’i İşgal Et hareketinin ortaya çıktığı günden beri yürüdüğü yol, kimilerine uç bir örnekmiş gibi gelebilir, ama bunun internet aktivizmi bağlamında anomali hâlini almış bir hikâye olmanın da ötesinde klişeleştiğini söylemek gerek. Irkçılık karşıtlığı danışmanı ve White Fragility [“Beyazlardaki Kırılganlık”] kitabının yazarı Robin DiAngelo, Siyahların Hayatı Önemlidir hareketinin ikinci dalgası sayesinde 2018 tarihli kitabına olan ilgiyi artırdığından beri çok daha fazla başarı elde etti. İnternetteki yoğun ilgiyle birlikte videolarının izleyici sayısı epey arttı. Hatta ırkçılık karşıtlığını iş yerlerinde öğretme işi için kaleme aldığı broşür, Amazon ve New York Times’ın en çok satanlar listesine girdi.

Bunlar başarılı olanlar, tabii bir de başarısız girişimler var ki bunların sayısı epey fazla. Daha öncesinde Bernie Sanders için yapılan yürüyüş esnasında onunla Siyahların Hayatı Önemlidir hareketi konusunda sohbet etmek için sahneye fırlamasıyla tanınan aktivistler Leslie Mac ve Marissa Johnson, “Çengelli İğne Kutusu” isimli şirketi kurduklarında âlemin maskarası oldular. Şirketin yürürlüğe koyduğu mektup arkadaşlığı programında abonelerin posta kutularına ırkçılık karşıtlığı konusunda farkındalık sağlayacak mesajlar gönderiliyordu.

Bu aşırı girişimcilik, sosyal medya aktivizmine ait basit bir özellik değil, ondaki bir arıza aynı zamanda. İnternetteki liberalizm, bu aşırı girişimci anlayış zemininde gelişip serpiliyor. Üstelik bu liberalizm, heşteklerle kendisine toplumsal zemin inşa etmeye çalışan her türden hareketten daha fazla dirençli.

Sosyal Medyanın Toplumsal Sefaleti

Sosyal medya, toplumsal bir iyilik değil, bir pazar yeri. Aslında sosyal medya toplumsal bile değil.

#HashtagActivism kitabının girişinde Genie Lauren, kendisiyle ilgili şu tespiti yapıyor: “Ben, her zaman başka insanların çilelerine karşı hassas olmuşumdur.” Bu tespit akla şu soruyu getiriyor: Lauren, bu başkalarına yönelik sevgi ve ilginin kişilerde nadir görülen bir vasıf olduğunu mu zannediyor? Belki de internetin doğasında, onun bu şekilde düşünmesine sebep olan, insana ilgisiz ve sevgisiz bir yan vardır.

Açık konuşmak gerekirse, politik sosyal medyanın büyük bir kısmı, rezil ve berbat bir yer. Sosyal medya, orada gezinende mesleki düzlemde karşılıkları bulunan veya travmalara yol açan bir faaliyet. Onun etkilerinden ancak benim gibi soğukkanlı kişiler yara almadan kurtulabilir.

Neticede sosyal medya, geri planda kimsenin tanımadığı kurucu babaların ve para babalarının yönettiği, ismini gizleyen sefil insanlarla dolu bir yer. Ortaya hem fazla kalabalık olan, hem de yalnız insanlardan oluşan sanal bir uzam çıkıyor. Kişiler, varlıklarını kendi belirledikleri filtrelerle, kendi ilgi alanlarına giren, kendilerini rahatsız etmeyen içeriklere kapatıyorlar, filtre balonları içinde, atomize olmuş bireylerden oluşan bir avamın bünyesinde yaşıyorlar. Ellerinde olan çok az gücü, karakter suikastı, başkalarını kamuoyu önünde utandırmak veya birilerini mekândan kovmak için kullanıyorlar.

Burada ben, antisosyal davranış kalıbının internet denilen makinedeki bir hayalet olduğunu söylemiyorum, bilâkis, bu tür bir davranış kalıbı, neticede yaşanan ızdırapların ve çöküşün bir sonucu. Sosyal medya, bu noktada bu sürece uygun bir gizli mahzen, hatta sıklıkla bakteri üretme tabağı olarak iş görüyor.

#HashtagActivism kitabının yazarlarının Twitter’den neşet eden zulmün ve kabalığın farkında olduklarını söylemek lazım. Ama yazarlar, genelde meseleyi internet âleminin gezginleri ile teknoloji şirketleri arasındaki çıkar çatışması yerine, ilericilerle ılımlılıktan uzak sağcılar arasındaki bir savaş olarak görüyorlar.

Sosyal medyanın yaydığı o rezil zehrin herkes bilincinde. Buna karşın, bahsini ettiğimiz kitabın yazarları, sosyal medyanın sağladığı toplumsal faydaların olumsuz etkilerine baskın geleceği iddiasındalar. Olumlu yönün değerlendirilmesinde ölçüt, olabildiğince aşağı çekiliyor.

Twitter’ın arkadaş bulmak için uygun bir yer olduğuna hiç şüphe yok, ama o, aynı zamanda kişinin saklandığı bir siper. Kitlelere tıpkı uyuşturucular gibi sakinlik ve huzur veriyor. Bu kıyaslama, benim geçen yıl Jacobin için yazdığım yazıdan alınma. Orada ben, herkese temel gelirin insanları politik haklardan mahrum bırakan süreci derinleştireceğini söylüyorum:

“İnterneti, genç işsizler ve az işsizler nezdinde ‘toplum’un yerine geçecek bir şey olarak takdim edenlerin üzerinde durduğu şey, o gençleri avlayan video oyunları değil sadece. İnternet, onu kuran mimarların bile çocuklarına kullanmayı yasak ettiği güçlü bir teknoloji. İnternet, zamanla lümpenin afyonu hâline geldi. Tıpkı esrar ve alkol gibi internet de başarılı ve sağlam bir zemini olan kişiler içinse zararsız bir toplumsal meşgale. Gelgelelim, yoksul ve ekonomik açıdan güvencesiz koşullarda yaşayanlar için internet, patolojik sonuçları olan toplumsal bir felâket. Antisosyal duygusuzluğun yol açtığı girdabı derinleştiren, organizmayı yutan sefaletin somut bir semptomu. […] Bugün hiç olmadığımız kadar birbirimize bağlıyız, ama aynı zamanda hiç olmadığımız kadar yalnızız.”

Sosyal medya toplumsal bir felâket, ama bunun sebebi, onun hayatı mahvolmuş kişilerin dolaştığı bir mekân olması. Twitter’ın algoritması, optimum verimlilik için belirli bir toplumsal koordinasyon oluşturmak üzerine kurulu. Lâkin bu algoritma, politik aktivizm gibi toplumsal pratikleri tecrit edilmiş, hâkim kültüre hasım olan, antisosyal kültürler içine kapatan, onları sürekli gettolaştıran bir araç. Dolayısıyla, ben, Zeynep Tüfekçi’den farklı olarak, interneti tamir edecek veya “demokratikleştirecek” reformlarla pek ilgilenmiyorum. Bunun atı arabanın arkasına koymak olduğunu düşünüyorum. İşçi sınıfı siyasetinin geri planda ve mağlup konumda olduğu koşullarda, her türden demokratikleştirme ve reform girişimi, uyuşturucu krizini uyuşturucu politikası ile üstünkörü çözmeye çalışan girişimlere benzer. Bugün sosyal medyanın sunabileceği bir şey varsa o da maddi siyaset alanına insan kazanma imkânıdır. Ama internet platformlarının kitlelerin afyonu olarak iş gördüğünü bilmek gerekiyor.

Hasım Kültür Faaliyetleriyle İnşa Edilen Kamuoyu

#HashtagActivism kitabının yazarlarının Tüfekçi’nin kitabını okuduğunu varsayıyoruz. Okumuşlarsa eğer, Twitter and Tear Gas kitabının sosyal medya ağlarındaki kırılganlığın yazarlardaki sarhoşlukla malul zafer turuna hiç de uygun düşmediğini söylemek gerek. Buna karşın, yazarlar, tıpkı Tüfekçi gibi, dijital öncesi hareketlerden aldıkları ilhamla, Twitter’ı 1862-1931 arasında yaşamış insan hakları eylemcisi Ida B. Wells’le, AIDS pandemisini durdurmak için kurulan ACT UP [“Harekete Geç”] hareketiyle, doksanların indi-punk feminist hareketi riot grrrl’le ve “Zenci dini müziği” ile kıyaslıyor ve hepsini Twitter’la birlikte “hasım kamuoyu” olarak tarif ediyor. “Hasım kamuoyu”, 1990’da Nancy Fraser’ın “Rethinking the Public Sphere: A Contribution to the Critique of Actually Existing Democracy” [“Kamusal Alanı Yeniden Düşünmek: Reel Demokrasinin Eleştirisine Katkı”] çalışmasında ürettiği bir kavram.

Makalesinde Fraser, Habermas’ın “özel kişilerin kamuoyu olarak bir araya geldiği alan” olarak tarif ettiği “burjuva kamusal alanı” teriminin Habermas’ın kamuoyu bellediği kahvelerle kültür toplantıları arasındaki ayrımı ifade etmediğini söylüyor. Fraser, çalışmasının sonuç bölümünde, marjinal grupların kendilerini dışlayanlara “kendi madunluklarına ait hasım kamusallığı” teşkil ederek cevap geliştirdiklerini iddia ediyor. “Hasım kamuoyu”, bulanık (ya da esasen “söylem” üzerine kurulu) bir kavram aslında. Bu anlamda kitap, hiçbir parametre belirlemeden ortaya attığı “hasım kamuoyu” terimini tanımlamıyor. Sadece yukarıda aktardığımız, örgütlerden, basın kuruluşlarından, hareketlerden ve “elitlere ait” büyük kamusal platformlardan tarihsel düzlemde dışlanmış, kıyıya köşeye itilmiş kimlik grubunun toplumsal oluşumunun ürettiği türlerden oluşan bir alana atıfta bulunmakla yetiniyor.

Bu anlamda, ben heşteklerin veya her türden sosyal medyanın “hasım kamuoyu” olarak adlandırmasının doğru olup olmadığı konusunda net bir fikre sahip değilim.

Bir açıdan bakıldığında Twitter, alabildiğine kamusal bir şey: o, her türden marjinal gruba özel, korunaklı veya “güvenli” bir yer sunmuyor, zira ücretsiz ve içerik oluşturma, içerik tüketme konusunda herkese açık olan bir yer. Twitter, bu açıdan tek bir politik kimliğin resmi düzlemde veya gayri resmi düzlemde kaynaşıp bütünleşmesini sağlayacak bir mekân olma vasfından yoksun.

Başka bir açıdan bakıldığında ise Twitter, düz manada, her yönden özel bir mekân: kamusal bir yer olmak şöyle dursun, Twitter, geçici bir hevesle mekâna gelen kişileri kovma, sansürleme veya geri plana atma yetki ve gücüne sahip, özel bir şirketin kurduğu bir platform. Onu her metresinde hasım kamuoyunun neoliberal karşıtı olarak tanımlamak mümkün. Twitter, neticede o bildiğimiz elit “mekânlar”dan bağımsız işleyen bir şey değil.

Geleneksel medya, uzun zamandır atılan tvitleri yuttu ve onları istifade edilecek bir şeye dönüştürdü. Artık haberler tvitleri temel alıyor ve neredeyse her gazeteciden aktif bir hesaba sahip olması bekleniyor. Daha da önemlisi, bugün Twitter, kullanıcılarına platformu kontrol etme imkânı sunmuyor. Zaten internetin kendisini kimlerin kontrol ettiğini de kimse bilmiyor.

Kitabın yazarının öne çıkarttığı isim olan Ida B. Wells, gerçekte tümüyle “hasım kamuoyu” alanında hareket eden biri değildi. Wells, genel kamuoyundan en geniş desteği almak için oldukça popülist bir stratejiyi benimsemişti. Wells’in yazdığı, sahipleri arasında bulunduğu Free Speech and Headlight [“İfade Hürriyeti ve Fener”] radikal bir gazeteydi, ama salt siyahîlere özel bir çalışma değildi. Wells’in yazıları, bir yandan da Washington Star gibi halkta karşılığı olan muhafazakâr gazetelerde de çıkıyordu. Wells, linç eylemleriyle ilgili, somut bilgilere dayalı bildiriler hazırlıyor, ülkenin çeşitli yerlerinde halka konuşuyordu. Ayrıca Wells, kilise gruplarından kadınlara yönelik alkolle mücadele derneklerine bir dizi yapı içerisinde çalışma yürüten bir isimdi. O, aynı zamanda her türden hasım kamuoyuna erişmenin ötesine uzanan politik bir gündemi bulunan ve güç koymak derdinde olan NAACP [“Ulusal Siyahîlerin Gelişimi Derneği”] örgütünün de kurucu üyesiydi.

Deliliğin Tanımı

Miadını doldurmuş olan Yeni Sol’u ve onunla bağlantılı olan hasım kültürü methettiği Fear and Loathing in Las Vegas [“Las Vegas’ta Korku ve Nefret”] isimli otobiyografik romanında Hunter S. Thompson, tarihî süreçte içinde bulundukları dönem konusunda kendisinin ve dostlarının duçar oldukları zafer sarhoşluğuna dair tespitlerde bulunuyor. Kitapta yazar, “kötü ve eski güçlere karşı elde edilecek zaferin kaçınılmaz olduğuna dair anlayış”a ve “en sonunda bizdeki enerji galebe çalacak” diyen o hiç sorgulanmamış güvene dair pişmanlığını ortaya koyuyor.

Bu dildeki değişikliğin şaşırtıcı olduğunu belirtmek lazım. Sürreel, tehditkâr ve hedonist bir çalışma olarak hatırlanan, en hafif tabiriyle, kafa yapıcı uyuşturucular kullanan kankaların yol boyu başına gelen komik olayları anlatan kitapta, pişmanlık ve şaşkınlık yüklü sözlere rastlamak gerçekten ilginç. Bu insanlar kazanacaklarından nasıl bu kadar eminlermiş, hayret doğrusu.

Bu anlamda, trajediden farsa doğru evrilen hâliyle #HashtagActivism kitabının o tuhaf yönü konusunda şu soruyu sormak mümkün: Yazarlar Jackson, Bailey, and Foucault Welles, sürekli politik yanlışlarla ve hatalarla malul bir sicile sahip olan sosyal medya aktivizmi denilen stratejinin bizi politik zaferlere taşıyacağını neden bu kadar ısrarla dile getiriyor?

Sorunun en basit cevabı şu: ben, zaferi ve hatayı yazarlardan tümüyle farklı tanımlıyorum. Benim tanımımla onların tanımı, internetin çok öncesine ait olan ve birbirleriyle çelişen dünya görüşlerinden kaynaklanıyor.

Sosyalistlere göre işçi sınıfı, adalet ve kurtuluşu hedef alan siyasetin ana öznesidir. Bunun sebebi, işçi sınıfının sömürülmesinin her zaman en acı verici çile olması değildir. Sınıfın ana özne olması, o sömürünün doğasında bulunan, “işçiler, çalışma pratiğinin harekete geçirdiği dünyadaki gücü kullanma becerisine sahiptir” cümlesinde ifade olunan çelişkiyle ilgilidir.

Buna karşılık, liberallerse merkeze hiçbir öznenin yerleştirilemeyeceğini düşünürler. Zira “ızdırap”ın kendisini savunma çabasında olan liberallerin dünya görüşü, doğası gereği, merkezsizdir. Bunun için “marjinal” veya “ezilen” kabul edilen, sayısı günbegün artan, birbiriyle uyumsuz kimlikler yığını imal edilir. Ardından da bu kimliklerin tarihinde karşılık bulan ızdırap adına bu kimlikler birer ülkü olarak sunulur.

Liberale göre ızdırap, yoğun bir çalışmayı talep eden, ancak bir fetiş içerisinde çözülebilecek tarih aşırı düzlemde politik anlama ve öneme sahip marjinal kimlikler bahşeden bir ehliyettir. Amerikan Protestanlığındaki merhamet anlayışına benzeyen marjinalizm, “uysal” ve “biçare” olana dair sorumluluğuyla, adaletsizliğe politik değil, ahlakçı bir yaklaşım geliştirir.

Birçok insan geçinmek için çalıştığından, işçi sınıfı ara sıra “marjinal” olarak görülür. Liberal anlayışta ise kendi meslek sahibi yönetici sınıfına denk düşen, “kendi kendilerini toplumun temsilcileri kabul eden az sayıda insanı ifade eder. Bu “marjinal insanlar”, medyada, akademide, hatta (aslında “ırklara ve toplumsal cinsiyetlere eşit davranan ağlar” anlamında) eğlence dünyasında çalışan meslektaşlarınız olabilir.

Esasında heştek kampanyası, genelde liberal ağlarda tatbik edilen bir faaliyettir. Grup içerisinde kişilerin kabul edilmesini sağlar, güç yanılsamasına neden olur, ahlaki arınma imkânını kendi içinde barındırır, bazen de bu faaliyeti yatırım alanı olarak gören beyaz yakalı ilericiye mesleki açıdan kimi avantajlar sunar.

Twitter, kampanyayı kariyer fırsatı değil de bir iş olarak gören ve sosyal adaleti samimiyetle savunan kişilere yürüyen “sohbet”e katılma imkânı sunar. Bu sohbette ilgili kişiler, kendi gibi düşünen insanların ızdırabına tanıklık eder, ama bu tanıklık, özel kişilerin mülkü olan dijital alanda hep birlikte feryat figan edip arınmaktan başka bir sonuç vermez. Yazarların politik hedefleri, esas olarak birer PR kampanyası yürütmek, kişileri tedavi etmek ve merhametli orta sınıfı bilinçlendirmekse, o vakit Twitter’ın alabildiğine başarılı olduğunu belirtmek gerekmektedir.

#HashtagActivism kitabında Twitter’ın çevirdiği kötü niyetli entrikalara ancak bir iki paragraf ayrılmış, bu mevzu, kitabın sonuç bölümüne hapsedilmiştir. Sosyal medyada siyaset meselesini ele alan bir çalışmada, sosyal medyanın siyasetine sadece altı sayfa ayrılmıştır. Kudretli ve olumlu bir güç olarak Twitter bağlamında internetteki tarafsızlık, gözetim meselesi, sansür, troller, yanlış bilgi yayan faaliyetler ve botlar küçük meseleler olarak ele alınmıştır. Görünüşe göre yazarların asıl derdi, Rusya skandalıdır.

Paranoyayı besleyen bu yalnızlaşma ve meslek sahibi yönetici sınıfın alt kültürcülüğü, atomizasyonu ve politik bilinemezciliği beslemekten başka bir şeye yaramaz. Bu yönüyle Yeni Sol’u bile geride bırakan bir pratiğe sahiptir. Ortada sosyal medyanın zayıf yanlarını görmeye yönelik bir direnç söz konusudur. Ayrıca onun muhtemel zararları bile ele alınamamaktadır. Bu durum, esas olarak değersiz bulunan eski sınıf politikasının ölümünün ilân edildiği kültürel sapmadan beri gelişme kaydeden, yeniliği fetişleştiren yaklaşımın bir sonucudur. Sosyal medyanın yeni oluşu, sahip olduğu potansiyelin kanıtı olarak ele alınmaktadır. Hatta bazı yandaşları, yazdıkları kitapta, açıktan yüzde yüz hata payı ile çalışan sosyal medyanın tarihçesini sunmaktadır. Bu inkâr politikasının merkezinde iradeyi temel alan ideoloji durur. Bu ideolojiye göre, “sosyal medya çalışmaya devam etmelidir, çünkü elimizde bir tek o kalmıştır.” Tüm hikâye boyunca sosyal medyayı hararetle savunanlar, onca yenilgiyle dolu siciline rağmen övgüler içeren şarkılar terennüm etmektedirler.

Neyin Kazandığını Öğrenmek

Bugün ABD, ülkeyi dehşete sürükleyen Goerge Floyd cinayetine ait videonun internette dolaşıma girmesi sonucu başlayan, Trayvon Martin cinayetine cevap olarak dolaşıma giren heştek kampanyasından yedi yıl sonra, Siyahların Hayatı Önemlidir hareketinin dirilişine tanıklık etmektedir. Dağınık, doğal ve hiyerarşiden yoksun seyri dâhilinde ilk SHÖ hareketi[1], ulusal düzeye ulaşmış, doğal yollardan gelişen özerk yapısı durağanlaşmıştır. Süreç içerisinde hareketin muhtelif unsurları ve içinde yer alan kimi örgütler, birleşmelere ve ayrışmalara tanıklık etmiş, ama hepsi de bir biçimde STK’laşmıştır. Wall Street’i İşgal Et Hareketi’nde olduğu gibi SHÖ hareketinde de “resmiyette” hiçbir talep dile getirilmemiş, onu fiiliyatta temsil eden tek bir “resmi” örgüt bile öne çıkmamış, dolayısıyla, ulusal düzeyde kabul gören politik gündem türünden bir şeyin belirlenmesini sağlayacak hiçbir araca veya usule sahip olunamamıştır. Yerellikler düzeyinde az sayıda aktivist grubu, kimi polis reformlarının yapılmasına katkıda bulunmuştur. Birçok internet aktivisti, sürecin başarıyla sonuçlandığını düşünüp bayram etmiş veya en iyi hâliyle iyimser bir ruh hâline teslim olmuştur. Bazıları, Louis Brandeis’ın devletlerin demokrasinin laboratuvarları olduğuna dair görüşünü dillendirmekle yetinmiş, yerelliklerdeki reformların ülke geneline yayılması muhtemel emsalleri teşkil ettiğini söylemiştir. Vücuda kamera takılması ve önyargı eğitimi gibi kamuya mal olmuş polis reformları, işgücüne sunulan benzeri ofis kültürünü öve öve bitiremeyen orta sınıftan liberallerin aşina olduğu şeylerdir. Maalesef, bu reformların hiçbirisi, polis zulmüne dair istatistiki verilerde zerre değişikliğe yol açmamıştır.

Ne zafer elde ettiğini ne de yenildiğini ikrar eden heştek aktivizmi, şu veya bu şekilde, hiç de alışık olunmadığı hâliyle, yeni bir eğilim içine girmiştir. Twitter’da hevesin ne ölçüde değişken olduğunu tespit etmek zor bir iştir. Sosyal medya dikkatimizi dağıtır. Bugüne dek SHÖ için çalışmış olan Twitter cengâverleri, görevlerinin tamamlandığını düşünmüş, bu hâliyle, ırkçılık karşıtlığı ile ilgili olarak düzenlenen ve polislerin mecburen iştirak ettikleri insan kaynakları toplantılarıyla ve polisleri gözetlemeye dönük adımlarla sorunun çözüme kavuşturulabileceğine inanmışlardır.

Wall Street’i İşgal Et ya da hatta 301(c)(3) sayılı yasa uyarınca kurulmuş Kadınların Yürüyüşü çalışmasında da görüldüğü üzere, Siyahların Hayatı Önemlidir hareketinin sunduğu önerinin hiçbir işe yaramadığına dair tespit, çoğunlukla hareketin açığa çıkarttığı enerjiye ve dile getirdiği hedeflere hiç destek verilmediği şeklinde yorumlansa da gerçekte Siyahların Hayatı Önemlidir hareketinin başarısı veya ondaki yetersizlik, tüm heştek kampanyaları içerisinde en fazla hesaplanabilir olan başarı veya yetersizliktir.

2015 yılında Washington Post gazetesi “Öldürücü Güç” isimli bir veri tabanı oluşturdu.[2] Bu sayede 2015’ten beri öldürülen siyahîlerin sayısında dikkate değer bir düşüşün yaşanmadığı görüldü. Bu noktada ilk SHÖ hareketini ilk örgütleyen insanlar bile bugün iki kez sahneye çıktığında, hareketin güçlendirilmesi için farklı örgütlenme stratejilerinin geliştirilmesi gerektiği üzerinde duruyorlar. Ayrıca bu kişiler, kamuoyunun Siyahların Hayatı Önemlidir hareketinden yana olmaya başladığını, ama geniş kamuoyu desteğinin yol açtığı güvenin risk teşkil ettiğini söylüyorlar. Yukarıda bahsini ettiğimiz Hunter S. Thompson gibi aktivistler de kolektif iradenin sahip olduğu gücün dünyayı tek başına değiştirebileceği vehmine kapılabiliyorlar.

Solun insan hakları hareketinden beri girdiği her büyük savaştan yenilgiyle çıktığı somut bir gerçeklik olsa da Amerikalı solcuların kendi içlerinde geliştirdiği kültür, olan biteni körü körüne inkâr eden yaklaşımın eşlik ettiği, artık hezeyan hâlini almış, devrimcilerde görülen zafer sarhoşluğunun hâkimiyeti altında. Tarihin sonu kaderciliğinin tersyüz edilmiş hâlini üreten solcular, 2020’de Amerikalı solcuların elindeki gücün ve yol açtıkları etkinin sınırlarını gerçekçi bir şekilde değerlendirmediler. Tepkisel olan ve büyüyü esas alan muhakeme, kaynaklara, stratejilere, zaman çizelgelerine, yanlışlara ve hatalara dair her türden değerlendirmeyi geçersiz kılıyor. Ciddiyetle geliştirilmesi gereken politik strateji için gerekli her türden hesaplama çabasını gereksizleştiriyor. Bu, yüzleşilmesi gereken bir engel aslında. Buna karşılık, örgütçüler, aktivistlerin, kaybetmenin ve kazanmanın solun alt kültürü dışında duranların anlayamayacağı, kendi içinde tutarlı bir tanımını yapmıyor oluşlarını doğal karşılamaktan imtina etmelidirler.

#HashtagActivism kitabının her bir sayfası, internette sergilenen ve hiçbir faydası olmayan gösterilere yönelik takdir ve övgü dolu ifadelerle örülü. Çünkü kitabın yazarları, kazanma ve yenilgiyi ayıran ölçütü belirleme sorumluluklarından kaçıyorlar. Bu, onların işine gelen bir yaklaşım, zira devrimin gerçekleşmediği koşullarda yazarlar, gerçek devrimin yolda yürürken edindiğimiz dostlar olduğunu sürekli dile getirmek suretiyle, kendilerindeki amaçsızlığa kılıf uydurma imkânına kavuşuyorlar.

Zafer, yenilgi veya beraberlik hâliyle ilgili ölçütleri belirlemek, kendiliğinden hareket eden, yatay ilişkileri esas alan, hiyerarşiyi reddeden kolektif protesto hareketinin görevi değildir, ayrıca bu, kimi aydınların sırtına yüklenebilecek bir görev de değildir. Bu görevin ifası için sadece bir örgütün ortaya koyabileceği, marifetle ve koordineli bir biçimde yürütülen hareketliliğe ihtiyaç vardır.

Eski Okul Gibisi Yok

İşçi sınıfının, politik gücü inşa edip onu icraata dökecek kurumlardan mahrum olduğu koşullarda, sermaye, Twitter’ın kullanıcıların dikkatini başka yöne çekme, onları yalnızlaştırma ve uyuşturma becerisinden bir biçimde istifade ediyor, bunun yanında, üretken sonuçlar doğuracak hareket inşası süreci için gerekli politik ve toplumsal oluşumların temellerini aşındıran etkisiz bir söylemi daimi kılıyor ve dayanışma ortamının oluşmasına mani oluyor.

Bir heştekten daha karmaşık ve tek seferde kullanılıp atılmayacak her türden bilgi ya da faaliyet, nihayetinde gerçek zaman ve gerçek mekânda büyüme imkânı bulacak, güç inşa edecek ve insan örgütleyecek, istikrarlı kurumlara ihtiyaç duyar. Bu kurumlarda, şu kelebek ömürlü internet kalabalığının yapıdan mahrum, iradeyi esas alan seçiciliğinden eser yoktur. İnterneti hareket inşası için kullananlar, her an eskiyen sosyal medyanın nihai hedefini ve onun birilerinin emri doğrultusunda, sendikaların, partilerin ve politik örgütlerin yerini alıyor oluşunu dikkate almak zorundadırlar.

Politik eylemlilik, yüzünü gerçek başarılarla dolu bir sicile sahip kurum inşası ve örgütlenme denilen geleneksel stratejilere dönmelidir. Bu çalışma, tabii ki yavaş ilerleyecek, medyanın dikkatini çekmeyecek, sinema perdesinde karşılık bulmayacak, internette ve sokakta kısa sürede desteğe kavuşamayacaktır.

Ayrıca böylesi bir politik çalışma, bizim kontrol edemediğimiz platformlara asla bel bağlayamaz. Bazıları sosyal medyanın, “kapitalist, şu kendisinin asılacağı ipi satan kişidir” lafında geçen kapitalist gibi davrandığını düşünmektedir, oysa bu, hakikati kısmen dile getiren bir tespittir. Bugün sosyal medya, bir yandan gerçek hayata ait olayları reklâm etmek için kullanılan bir tür ilân panosu gibidir, ne var ki onun örgütsel yapısı fazlasıyla gevşektir ve erişim alanı çok ufaktır. Ümitsizliğe kapılmış aktivistin işi tvit atmaktan ibarettir. Belirli bir amacı ve ümidi olan aktivist, Facebook kullanır. Acemi bir örgütçü, eposta gönderip durur. Usta örgütçü, birçok kişinin telefon numarasını ezbere bilir. Başarılı bir örgütçüde ise çok sayıda adres vardır.

En uygun olanı, #HashtagActivism kitabının “işitilmek konusunda ısrarcı olanlar”a adanmasıydı. Sosyal medya, hiçbir anlamı olmayan yığınla sese ve öfkeye en kısa sürede başlayabilir sizi, oysa her ne kadar etkisiz de olsa sizin de bir sesiniz var ve siz de ısrarla işitilmek isteyebilirsiniz. Sosyal medya, iktidar konusunda ısrarcı olan kişiler olarak bize hiçbir şey sunmamaktadır.

Amber A’Lee Frost
Yaz 2020
Kaynak

Dipnotlar:
[1] “Politics by Numbers”, 23 Mart 2016, Economist.

[2] Aaron Smith ve Monica Anderson, “Social Media Use in 2018”, 1 Mart 2018, Pew.

[3] Stefan Wojcik ve Adam Hughes, “Sizing Up Twitter Users”, 24 Nisan 2019, Pew.

[4] Hamza Şaban, “Twitter Reveals Its Daily Active User Numbers for the First Time,” 7 Şubat 2019, WP.

[5] Amber A’Lee Frost, “Andrew Yang and the Failson Mystique,”, 18 Eylül 2019, Jacobin.

[6] Darren Sands, “What Happened to Black Lives Matter?”, 21 Haziran 2017, Buzzfeed.

[7] “Fatal Force”, Polisin öldürdüğü insanların sayısı, WP.

0 Yorum: