02 Şubat 2024

,

Amasız Fakatsız


OHAL dönemi sonrası şube müdürlüğü başta olmak üzere müdür ve müdür yardımcısı alımlarında görevlendirilen Türk Eğitim Sen’li öğretmenlerin sayısı artmaya başladı. Bu artış, sadece bir kadro paylaşımı meselesinden öte, yeni bir eğitim öğretim anlayışının tesis edilmesinin başlandığının deliliydi.

Süreç içerisinde eğitim kurumlarında dinsel ve milliyetçi politikalara uygun şekillenme ivme kazandı. Son Mayıs seçimlerinin ardından yeni eğitim öğretim yılı Çedes ve Ülkü ocakları protokollerinin pratiğe geçmesiyle başladı. Çedes ile okullara “manevi danışman” görevlendirilmesi önce pilot seçilen illerde başlatıldı.

Akla ilk gelen soru okullardaki pedagojik formasyona sahip din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenlerinin neyi eksik bıraktığı yönündeydi. Soruyu biraz daha genişletirsek, psikolojik danışman ve rehberlik servisi, sınıf rehber öğretmenleri, meslek ve branş öğretmenleri neyi eksik bırakıyordu?

Sadece sınıf rehber öğretmeni sınıfındaki öğrencilerin içinden geldiği toplumsal şartları ve aile yapısını bilerek her çocuğa farklı rehberlik yöntemleri uygular. Özel durumu olan, sınıfsal konumu farklı, aile yapısıyla ilgili çocuğu etkileyen durumları meslektaşlarıyla paylaşarak çocuklara sunulacak eğitim ve öğretim sürecinin en uygun hâle getirilmesine yardımcı olur. Gerektiğinde okul rehberlik servisiyle ve aileyle iletişime geçer. Öğrenciler, güven duygusunu bir öğretmende hissettiğinde ona sorunlarını açarak sorunun çözümündeki ilk adımı gerçekleştirmiş olur.

Öğrenciler çok iyi gözlemcilerdir, öğretmenini gözlemleyip ona neyini ne kadar anlatıp paylaşacağını bilirler. Özetle, rehberlik etme konusunda çok iyi öğretmenlere sahibiz. Özellikle sınıf bilincine sahip ve mesleki anlamda kendini geliştiren öğretmen, öğrencinin sınıfsal durumunu iyi çözümleyerek ona nasıl yaklaşması gerektiğini bilir. Kibir sahibi değildir, kendini eksik gördüğü noktalarda uzman kabul ettiği meslektaşlarından ve rehberlik servisinden destek alır. Okullarda görevlendirilecek manevi danışmanın hangi “manevi boşluğu doldurmak” için faaliyet gösterdiği sorusunun yanıtı sınıfsal perspektifle çözümlenebilir. Yazımızın sonunda buna değinmeden bu protokollere biraz daha değinmek gerekecek.

İkinci protokol ise Balıkesir başta olmak üzere ülkü ocaklarıyla imzalandı. Ülkü ocakları, okullarda çorba dağıtıp ardından okul bahçesinde, sembolleri olan el işaretini yaparak fotoğraf çektiriyor. Yarıyıl tatilinde 1970’te Ankara’da öldürülen ülküdaşlarını “şehit” kabul ederek onun adını verdikleri bir etkinlikle lise öğrencilerine konferanslar vererek “Türk gençliğini bilinçlendirdiklerini” iddia ediyor. Son üç yılda İstanbul özelinde özellikle liselerin duvarları ırkçı sloganlarla dolduruldu. Her şey adım adım geliyor, taviz tavizi doğuruyor. Ardından bağlı oldukları partinin pankartları okul duvarlarına aralıksız şekilde asıldı. İzmir’de bir okula Esat Oktay Yıldıran adı verilince oluşan tepkilerin ardından okulun adının değiştirildiğini, bunun da nedeninin toplum hafızasında olumsuz bir yere sahip olduğundan kaynaklı olduğu belirtildi. Sosyal medya paylaşımlarında ülkücü hesaplar, eğitimin milli olduğunu ve bu kararın doğru olmadığını belirtti. Bu, sadece bir nabız yoklamaydı.

Kimdir, nedir ülkü ocakları? Ülkemizde sınıflar mücadelesi belirli aralıklarla kesintiye uğrasa da yeri geldiğinde zayıf düşse de bir şekilde varlığını sürdürüyor, çünkü asıl çelişki hiçbir zaman ortadan kalkmamıştır. Anadolu tarihinde vergilerden ve adaletsizliklerden kaynaklı mücadeleler Kalender Çelebiler, Baba İshaklar, Pir Sultanlar, Bedrettinler, Dadaloğulları ile egemenler arasında mücadele boy vermiştir. Bu kollektif bilinç, Anadolu insanının kodlarında süregelir. Aynı ruhla, egemenlere rağmen Anadolu’yu işgalden kurtaran da yine yoksul halktır fakat yine yoksulluk ona dayatılmış, halk topraksızlaştırılmış, emperyalizmle kurulan ilişkiler sonucunda sömürülmüştür, hâlen daha sömürülmektedir.

1960 sürecinde üniversitelerde başlayan öğrenci hareketleri sınıfsal bir öze sahiptir ve işçi köylü sınıfıyla bağların kurulması gecikmemiştir. Ülkü ocaklarının tohumları da bu dinamizmi durdurma amacıyla ortaya çıkmıştır. Bir yanda sınıfsız sömürüsüz bağımsız bir yurtta yaşama ideali için verilen mücadele ivme kazanırken diğer yanda paramiliter güçlerin kamplarda aldığı eğitimlerle pusular kurdurduğu, işçi-öğrenci-köylü katliamları ve yurt baskınları yaptırdığı ülkü ocakları sahnededir. 12 Mart’a kadar güç toplayamayan bu çevreler, 76 sonrasında solun toparlanma sürecinde sahneye daha çetin bir şekilde çıksa da sınıfsız sömürüsüz düzen isteyen sınıf hareketlerini durduramadığından 12 Eylül gelmiştir.

Maraş, Çorum, Sivas, Bahçelievler, yurt baskınları, 16 Mart paramiliter çevrenin katliamlarıdır. Cumhuriyet savcısı Doğan Öz, Cevat Yurdakul, Bedrettin Cömert ve gazeteciler kimler tarafından katledildi diye bir araştırma yapıldıktan sonra geçtiğimiz aylarda Farah Abdullahların da Yılmaz Güney’e ne üzerinden saldırdığı ve nereye mesaj verdiği daha net anlaşılabilir.

Ülkücü hareket, vatan sevgisine sahip değildir. Akbelen’de vatan toprağını savunan anaların yanında yoktur. Irmağına deresine öleceğini söyleyenler kendi çocuklarına “bedelli” askerlik yaptırır. O derede emperyalistler HES kurup, o Kaz Dağları’nda Kanadalı şirket altın madeni aramak için yurdu işgal ederken ülkücü hareketten ses çıkmaz. Ülkücü hareket, Starbucks’a girip boykot konuşması yapar ama İsrail’e gönderilen ticaret gemilerinin durdurulması için bir limanda protesto düzenlemez. Mülteci düşmanlığı yapar ama ülkesine emperyalistlerin gelip fabrika açarak kendi insanını ayda 300-400 dolara sömürmesine müsaade eder. İsveç’te Kur’an yakılır, fakat İsveç’in emperyalist askeri paktlara girmesi için mecliste onay verir. Onun secdegâhı limanlardır, kıblesi de emperyalizmin filolarıdır. Manukyan’ın sokaklarının boyanıp süslenerek emperyalist askerlerin orada misafir edilmesine ses çıkarmaz. Maraş katliamına bakıp Gazze’nin doğmamış çocuklarını göremiyorsak ülkücü harekete bakınca da siyonizmi göremeyiz.

Ülkücü hareketin gençliğe vereceği yurtsever bir değer yoktur. Gençlik, gelecek kaygısı bile taşımayacak aşamaya geçip bir boşlukta savruluyor. Uyuşturucu çetelerinin hedef kitlesi durumunda. Ülkücülerin uyuşturucu çetelerine yönelik bir eylemi yoktur fakat mahallesini uyuşturucu çetelerinden korumak için katledilen gençlerin katilleri ülkü ocaklarıyla iltisaklı çıkıyor.


Eli sınıf mücadelesi veren işçinin kanıyla boyalı olanların okullarda da yeri olamaz. Gençliğin yurtsuz vatanseverliğe, sömürülü geleceğe, uyuşturucuyla zehirlenmiş algıya ve bedene, nefretle doldurulmuş ırkçılığa, ülkesini emperyalist pazara çevirecek politikaya ihtiyacı yok.

Yarının teminatı olan gençliğin kendi potansiyelini geliştireceği, farklılıklarından dolayı dışlanmayacağı, sağlam bir psikolojik dayanıklılıkla enternasyonal bir yurtseverliğe sahip sınıf bilinciyle hareket edip insanca yaşayacağı sınıfsız sömürüsüz bir düzene ihtiyacı var. Irkçıların tarikatçıların çorbasını dağıtan kepçeyi tutan elin kimin eli olduğu görülmesin diye imzalanan bu protokoller karşısında sessizliği bir duyarsızlaştırma politikası olarak belirleyen sollar ve sendikalar, fiili meşru mücadelenin özünün ne olduğunu hatırlamak zorunda.

Önce okul duvarlarıyla başladı, sonra etkinlikler düzenlenip kitap dağıtıldı, sonra da çorba dağıtıldı. Kimin çanağından çorba içilmeyeceğini bir kez daha bilmemiz gerekiyor. “Sendikalar bu saldırıyı durduramazsa” cümlesi hükmünü yitirmek üzere, çünkü istenmeyen durum gerçekleşmiştir.

Ülkücü hareket de tarikatlar da STK değildir. Trakya’da bir Eğitim-Sen şube yönetiminin ülkücülerin okullarda çorba dağıtması üzerine “Protokol var mı?” diye tepki göstermesi, yasal ile meşrunun ayrımını yapamayacak STK ve renklilik anlayışının bizi getirdiği yeri gösteriyor. STK’cı sendikacılığın bizi götüreceği yer, sömürü düzeninin en katmerli hâlidir.

Kapılarımızı çarpılayanlar, tarım ve inşaat işçisine saldıranlar, emperyalist şirketleri ülkemize çağıranlar, aydınlarımızı demokratlarımızı katledenlere, sömürünün dostluğunu kendine tarihsel görev bilenlere karşı öğrencilerimizi/gençliğimizi sınıfsız sömürüsüz bağımsız bir düzen kurma yolunda bedeli canıyla ödeyenler adına hiçbir şekilde bu zihniyete teslim etmeyeceğiz. Ne onların dağıtacakları kitaplara ne çorbalarına ne de etkinliklerine öğrencilerimizi muhtaç edeceğiz. “Ferman başbuğunuzun” olabilir ama liseleri de hiçbir okulu da size teslim etmeyeceğiz.

“Okulda, camide, kışlada siyasetin yeri yok” diyenlerin riyasıyla sendikaları ve solu yurtsuzlaştırıp emperyalizmi dost bilen sözde “yurtseverlerin” peşine takılanların arasına sıkıştırılmaya çalışılan gençliğe yol açmak, sınıf mücadelesinin en meşru tarihsel görevi. Türk-İslam sentezinin uygulamaları adı altında sınıfsız sömürüsüz bir düzenin kurulmasını geciktirmeye çalışanlarla mücadele, sınıf siyasetinin, yurt bilincinin ve insan olmanın en temel görevlerindendir ve meşrudur. “Ama, fakat, yasal, ne olacak ki, çok abarttınız, sınıf siyaseti yürütenler ulusalcı” gibi algı manipülasyonunun da sendikaların ve solun kodlarında olmadığı, bu kodların emperyalist akılla yerleştirildiği bilinmediği sürece bu protokol faaliyetleri sürecek.

Çedes ile İranlaşmaktan kaygı duyanlar, meselenin Afrikalılaşmak olduğunu anlamamakta ısrar edenler. Tüm bu protokoller de aynı değirmene su taşıyor. Son olarak, “sınıf mücadelesi yaşamın her alanındadır ve mücadele her yerdedir” diyerek Ahmed Arif’in şiirini hatırlatıyoruz:

“Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?” [Ahmed Arif]

S. Adalı
1 Şubat 2024

0 Yorum: