11 Şubat 2024

,

Edebiyat Sosyolojisi


Sınıfsız Sömürüsüz Düzen Yolunda: Edebiyat Sosyolojisi


Ön Söz

Matematik dersi başta olmak üzere diğer derslerde öğrencilerin ders hakkındaki en önemli sorularından biri, “Bu ders/konu günlük yaşamda bizim ne işimize yarayacak?” sorusudur. Bu, teorinin pratiğe dökülmesi açısından çok önemli bir soru. 

Edebiyatın yaşamda nasıl bir yeri olduğu, edebi metinler üzerinden örneklendirilerek açıklanabilir. Daha önceki yazılarda kullanılan örneklerden hareketle bir çerçeve oluşturulabilir.

Feda-kârlık ve Cüret: Bitmeyen Kavga’da partiye katılmak için görüşmeye gelen genç, bir işçi çocuğudur. Birçok filozofu okuduğunu belirtir. Bu genç, partiye katılır ve yanına verilen bir şef ile elma bahçelerindeki işçileri bilinçlendirmeleri için görevlendirilirler. Elma bahçesine işçi olarak giderler. Şef, sağlık bilgisine sahip olmadığı halde bir kadının doğumunda ebelik yapar. Sigara içmediği halde işçilerle ateşin başında sohbet ederken sigara kullanır. Genç ise çok fedakardır. Romanın sonunda haklarını arayan işçilere ateş açılır ve genç katledilir. Şefin, gencin ölü bedeni başında yaptığı konuşma çok önemlidir: “Bu arkadaş, kendisi için bir şey istemedi!”. Roman boyunca gencin fedakarlığı şefin bile kariyerist duygularına dokunur ve içten içe onu kıskanır. İşçi emekçi hareketlerine bağlı olanların, sınıfa giderken üstenci bir öğretmen değil, bir işçi olarak aralarına katılıp sınıfı içeriden bilinçlendirecek güveni, empatiyi ve desteği kazanmasının nasıl gerçekleştirileceği konusunda Steinbeck yol gösterici bir kurguya imza atar.

Yaşamın Anlamı ve Savrulma: Martin Eden romanında akademik hiçbir eğitime sahip olmayan bir gemi işçisinin burjuva bir kadına âşık olduktan sonra ona ulaşmak için Shakespeare başta olmak üzere birçok klasiği okuması ardından yazar olma sürecine girmesi anlatılır. Ünlü bir yazar olan Martin, âşık olduğu kadına ilgi göstermez. Yaşamına bir anlam yükleyemeyen, bir ideale bağlanamayan, küçük hedefler gerçekleşince boşluğa düşen başkarakter, romanın sonunda intihar eder. Kapitalist sömürü düzeninde metalara sahip olmanın yaşamın anlamını vermeyeceğini vurgulaması ve yaşamın anlamının insan tekinin biyografisiyle ve özel alanıyla sınırlı olmayacağını belirtmesi açısından kolay kazanç peşine düşen kapitalist toplum düzeninde yaşayan günümüz insanının çıkmazını açık hale getiren bir kurguyu oluşturur Jack London. Kapitalizmin insana hiçbir insani değeri vermeyeceği de bir başka gerçek olarak romanın kurgusuna yerleştirilir.

İnsanlık Durumu’nda Çin İhtilali konu edilir. Hakkını arayan işçiler bir trende yakılarak katledilirler. Romanda sınıfsız sömürüsüz bir düzene ulaşmadaki kararlılık ve ideolojik sağlamlık Andre Malroux'nün kaleminden şu cümleyle özetlenir: “Marksizm bir iradedir.” Bugün Afgan bir işçi kendi yurdundan uzakta maden ocağı sahibi tarafından yakılarak katlediliyor. Yurtlarda öğrenciler yanarak can veriyor.

Yurt Bilinci: Sakindi Oranın Şafakları’nda Nazi işgali altındaki Sovyet topraklarının savunuluşu konu edilir. Nazi birliğinin bir istasyona ulaşması engellenmeye çalışılır. Tecrübeli bir Sovyet başçavuşunun komuta edeceği, hiçbir savaş tecrübesi olmayan altı kadın asker görevlendirilir. Kadınların yurt savunusu tüm çelişkiler ve zaaflarla betimlenir. Başçavuş, kadınları eğitip disipline ederken çok zorlansa da savaşın savaşarak öğrenileceğini kendisi de fark eder. Başçavuşun Almanlara bu kıyıda tek karış toprak verilmesinin tüm Sovyet coğrafyasını ve anayurdu vermek olduğunu düşünerek geri adım atmadan Almanların hedefine varmasını engellemesi ve roman sonunda yaralı halde tek başına kaldığı zafere ulaşması, sınıf ve yurt bilincine sahip olmanın en zor şartlarda bile insan zekâsının tüm kapasitesini harekete geçirmesini göstermesi açısından çarpıcıdır.

Tarihin Dışına İtilmek, Konformizm Tembellik: Oblomov, kentte yaşayan, köyde toprakları olan feodal biridir. Köylülerin hasat zamanı gönderdikleri paralarla geçinir. Tüm gününü evde geçiren uyuşuk bir feodaldir. Çarlık dönemi üretim biçimini ve toprak ağalarının devrinin kapandığı, köylünün emeğini sömüren feodal beylerin sonunun geldiği Gonçarov tarafından Oblomov karakteri üzerinden verilir. Disiplinden kaçan günümüz insanının sömürülürken özel alana çekilmesi bu romanla daha net anlaşılabilir.

Küçük ve Büyük Aile: Ana romanında annesiyle yaşayan işçi bir gencin sınıfsız sömürüsüz düzen kurma idealindeki işçi hareketiyle tanışınca yaşadığı değişim anlatılır. Sıradan bir insan olarak geri geleneklerle yaşayan bir insanın dönüşüm süreci ve bir işçiden disiplinli bir mücadeleci çıkarılmasında ideolojik ve siyasi mücadelenin önemi kurgunun merkezinde yer alır.

Bugün postmodern hareketlerin aileye karşı aldığı karşı tavır dikkate alınırsa Gorki, sınıf bilinciyle disipline olan bir işçinin annesi özelinde ailesini mücadeleye katmasını gösterir. Aile, bu yönden bakıldığında işçi emekçi hareketlerinin tohumlarının serpileceği en uygun yapıdır. Evlatlarının mücadelesine inanan analar, sömürüsüz bir düzende yaşama yolunda mücadeleye katılan önemli öznelerdir.

İnsan Onuru, Mezar Hakkı, Kadının Özgürleşmesi: Antigone, kralın yeğenidir ve kral olan amcasının oğluyla nişanlıdır. Kentin savunulmasında kardeşinin yaptığı hatadan dolayı savaşın kazanılamadığı kral tarafından halka açıklanır. Antigone’nin erkek kardeşinin cezası ise defnedilmeden toprak üzerinde bırakılmasıdır. Ölü beden vahşi hayvanlar tarafından parçalanarak ceza infaz edilecektir. Kim bu ölüyü gömmek isterse o da cezalandırılacaktır. Antigone, yiğit bir kadındır. Kral amcasına ve nişanlısına rağmen kardeşini her gece gidip gömer ve ceset tekrar çıkarılır. Defneden kişinin Antigone olduğu açığa çıkarılınca o da ölümle cezalandırılır. 2500 yıl önce Sofokles, insan olmanın onuru gereği defin ve mezar hakkının meşruiyetini Antigone üzerinden savunur. Ne suç işlerse işlesin her insanın mezar hakkı vardır. İşlediği suça rağmen ölüyü son yolculuğuna uğurlamak ve defnetmek meşrudur. Bunun yazılı bir kanunu olmasına gerek yoktur. Geride kalanların ziyaret edeceği bir mezarın olması, o kişinin yaşadığının kanıtıdır. Bu yüzden ölü bedene işkence yapmak, ölünün o toprağı “hak etmediğini” düşünerek onu yerin altından çıkarmak, en geri ve vahşi ahlakın tezahürüdür. Bugün Antigone gibi olunmadığında insan onurunu da yitirmişiz demektir.

Yaşamın anlamı ölümde gizlidir. Ölümden ve mezardan bağımsız bir yaşam yoktur. Mezar yeri belli olmayan bir insan, hiç yaşamamış gibidir. Onu yaşatmak için ona bir mezar yaptırıp toprağında ot bitirmemek, çiçeklerle donatmak, geride kalanların onur ölçütüdür. İnsan, yalnızca yaşayanlara karşı değil, ölenlere karşı da sorumluluk taşır.

Bugün kadının özgürleşmesini beden teorileriyle açıklayan feminizme bir yanıt olarak Antigone, özgürleşen kadının anıtı olarak tarihe geçmiştir. Sınıfsız sömürüsüz bir düzeni kurmak için bu uğurda dövüşüp düşenlerin mezarlarında ot bitip sahipsiz bırakıldığı anda yürütülen mücadelenin başarıya ulaşması mümkün değildir. Kendi geleneğini ve ahlakını üretemeyen mücadele, sadece havanda su dövmektir.

İlke ve Ahlak, İki Çizgi: Doğrular adlı tiyatro metninde Narodniklerin 1881-1882’de Çar’a karşı düzenledikleri suikast Albert Camus tarafından kaleme alınır. Kaliayev adlı Narodnik, Çar’ın arabasında çocuklar olduğu için suikastı aylar süren hazırlığa rağmen gerçekleştiremez. Çocukların katledildiği bir savaşı haklı görmez fakat yoldaşı Stepan tarafından sert şekilde eleştirilerek amaca giden her yolun mubah olduğu, çünkü zulme uğramışlığın tek meşruiyet ölçütü olduğu tartışma konusu haline gelir. Kaliayev, suikastı gerçekleştirir ve idam edilir. Bir mücadelenin ahlaktan ve ilkeden bağımsız yürütülemeyeceği Kaliayev şahsında savunulur.

Stepan’ın savunduğu çizgi, bugün Siyonizmin eylem biçimidir. Zulme uğramışlık gerekçesi adı altında bitmeyen bir mağduriyet söylemiyle emperyalizmin ileri karakolu Siyonistler, hiçbir ahlaki ilkeyi dikkate almayıp bugün 12 bin Filistinli çocuğu katletti. Doğrular’da çatışan iki çizgi günümüz dünyasının iki çizgisi olarak halen tartışılmaya açıktır.

Edebiyat sosyolojisinin coğrafyası genişletildiğinde projeksiyon Anadolu’ya tutulabilir. Türk edebiyatının hangi eserleri temas ettiği gerçeklik konusunda her dönem okunma gücünü yakalamıştır?

Sömürü ve Deprem: Reşat Nuri, Değirmen romanında 1914’te Sarıpınar adlı kasabada yaşananlar özelinde ülkenin büyük resmini betimler, tümevarım yöntemiyle romanını kurgular. Balkan Savaşları’yla gelen muhacirlerin yaşadığı kasabada halk yoksuldur, fakat kasabanın çiftlik sahibi zenginlerin konaklarında kaymakamın da içinde bulunduğu şatafatlı âlemler düzenlenir, dansöz oynatılır, alkol alınır. Bir gece zelzele olduğu düşünülerek konaktan kaçarken izdiham yaşanır ve kaymakam da yaralanır. İstanbul gazetelerine kaymakamdan habersiz çekilen telgrafla kasabada zelzele olduğu bildirilince olaylar gelişmeye başlar. Yıkılan bir ev yoktur ama kasabalının ve köylünün zelzele olduğundan da haberi yoktur. Zelzele çoktan gerçekleşmiştir halk sınıflarında. Kaymakam hasar tespiti için köyleri ve kenar mahalleleri gezdiğinde, asıl zelzelenin yoksulluk olduğunun, zelzelenin çoktan gerçekleşmiş bir sömürü ve geri bırakılma felâketi olduğunun farkına varır. Zelzele olduğu kabul edilerek gönderilen yardımlardan nehrin öteki kıyısında yaşayan muhacirler yararlanamazlar.

6 Şubat depremini hatırlayalım: O günlerde de mültecilerin durumu gündeme getirilmedi, hatta o insanlar “yağmacı” duruma düşürülmüşlerdi. Günlerce yardım gitmeyen kentlerde insanlar enkaz altından seslenerek günlerce yaşam mücadelesi verdiler. Ceset kokularını alan kurtlar köylere indi. İnsanlar, dozerlerin açtığı çukurlara toplu halde, kefensiz şekilde, battaniyelere sarılarak gömüldü; kentleri ceset kokuları sardı. Deprem değil, sömürü düzeni insanlarımızı katletti.

Geçtiğimiz haftalarda Japonya’da 6 Şubat ile aynı şiddette depremler oldu ama 238 insan öldü. Gerçekler gün gibi ortada, Serdari’nin yüzyıllar öncesinden seslendiği “Kefensiz kalacak ölümüz bizim” dizesi 6 Şubat sürecinde yaşandı. İmar affıyla toplanan paralar bir yanda, denetimsiz bırakılan binaların enkazlarının altında kalan canlar diğer yanda. On binlerce insanı katleden tek neden sömürü düzenidir.

Düzen Bekçiliği ve Faşizmin Motivasyonu: Bitmeyen Kavga’nın fedakâr gencinin karşısında konumlanan karşı gücün işçisi ise Orhan Kemal’in Murtaza’sıdır. Yoksul bir mahalle bekçisiyken bir fabrikatör tarafından işe alınır, işçilere göz açtırmaz. Uzun çalışma saatlerinde kendi çocukları dâhil diğer işçilerin uyuyup dinlenmesine izin vermez, sürekli onları denetler. Emre gözü kapalı itaat eder. Hak arama mücadelesini düzeni bozma olarak algılar. Faşizmin düzen bekçisi insan ve paramiliter güruh üretmesi Murtaza karakteri üzerinden günümüze ışık tutar.

Faşizm, sınıf çelişkisi olan yoksul insana kimlik kazandırarak onu paramiliter bir güruhun parçası haline getirerek robota çevirir. Düşünmeden ve sorgulamadan kutsal gerekçeler motivasyonuyla hareket eden faşist, düzenin yılmaz bekçiliğini gönüllü şekilde icra eder. Faşizm, zorla yaptırmaz; rızayı milliyet, beka ve din üstünlüğü motivasyonları üzerinden üretir. İnsan davranışlarında yeniden üretilir. Sömürünün sürebilmesi için faşizm, zor aygıtlarını kullanmadan evvel Murtazaları sokağa sürmesi gerekir.

Sömürü Düzeninde Yaşlılık: Sabahattin Ali’nin Kafa Kâğıdı hikâyesinde 80 yaşlarındaki bir köylünün nüfus cüzdanını bulamayıp torununun cüzdanını kullandığı için yol kullanım ücretini de vermediğinden hapse atılması anlatılır. Ağa, köylünün toprağını yalancı şahitler tutarak ellerinden alır. Kafa kâğıdı üzerinden bürokrasinin sömürü düzenine hizmet edişi tasvir edilir. Sömürü düzeninde yaşlı insanların yeri ve değeri yoktur, çünkü üretim faaliyetleri dışında kalır. Ölene kadar sisteme kendini sömürtecek insan tipi makbuldür. Bugün emekliler çalışıyor. 80 yaşına yaklaşmış insanlar çıktıkları çatıyı tamir edip para kazanmaya çalışırken kalp krizi geçirip canından ediliyor. Aynı şekilde yaşlı ve emekçi insanlara haciz geliyor. Ağır faturalardan belleri bükülüyor.

Aşk ve İdeoloji: Değirmen adlı hikâyede Çingene bir klarnetçinin kabilesiyle birlikte geldiği bir köyde değirmencinin kızına âşık olması anlatılır. Değirmencinin kızının bir kolu yoktur. Klarnetçi de kendi kabilesi dışından birine âşık olduğu için dışlanır. Bir gün köyde düzenlenen şenlikte klarneti çalan genç insanları çok duygulandırır. Kimsenin beklemediği bir anda bir kolunu değirmenin çarkına kendi iradesiyle kaptırır. Âşık olduğu kızla eşit duruma gelmek için bir kolunu ve klarnet çalma yeteneğini feda ederek aşkın feda ruhundan geçtiğini gösterir. Günümüz yoz ilişkileri karşısında gencin fedakârlığı gerçek aşkın neleri göze alabileceğini gösterir. İdeoloji de böyledir, aşktır. Yüzünü bile görmediğiniz kader ortaklığı duyduğunuz işçi emekçi kardeşleriniz için mücadelede nelerden vazgeçersiniz. Aksi durum konformizmdir. O yüzden aşksız ve kavgasız yaşam da dünya da paramparçadır. Şeyh Galip’in dizeleriyle ifade edersek, mumdan gemilerle ateş denizleri geçmektir aşk. Sınıflar mücadelesi de böyledir. Bedeli göze alınmayan mücadele, reformizmdir.

Cüret, Kararlılık, Bedel: Mantıku’t-Tayr mesnevisinde kuşlar toplanarak bilge bir kuşa danışır. Şahları olan Simurg’u görmek için neler yapması gerektiğini sorarlar. Uzun ve zorlu bir yolculuğun sonunda onu görebileceklerini öğrenirler ve yola çıkarlar. Yol boyunca kuşların bir kısmı telef olur, yarısı yoldan döner, geriye kalan 30 kuş, zorlu vadileri hasta ve yorgun şekilde aşarak hedeflerine ulaşır. Karşılarına çıkan Simurg kendileridir. Simurg da kuşlara bakınca kendini görür. Karşılaşma bir aynadır. Kâmil olma sürecinde nice zorluklar aşılır, taşın içinden çıkan çiçek gibi sabır taşları çatlatılır. 30 kuş, tüm bedelleri göze alarak bu yolculuğu sürdürür. Kararlılık, cüret, bedel ödeme, bu anlatının köşe taşlarıdır. Zafer, direnenindir. Her biri de yolda ustalaşır.

Ülkemizde 70’lerin sonunda zirveye yaklaşan sınıf mücadelesi ve sol çevreler, 12 Eylül ile zorlu vadileri aşamayan kuşlar gibi geri döndüler. 30 kuş misali, bir avuç insan, tüm zorlukları aşarak mücadelenin kesintisiz bir süreç, geri çekilmenin de yenilmek olduğunu ağır bedeller ödeyerek gösterdiler. Geri dönenler de reformizmin bile gerisine düşen hattaki aynada kendilerini gördüler. Baskı ve sömürü varsa ona karşı mücadelenin kaçınılmaz olduğu diyalektik süreci kavramadıkça mücadeleyi bir adım öteye taşımak mümkün değildir. Diyalektiğin ve tarihin yasaları durmanın gerileme olduğunu, doğanın boşluk tanımadığını bildirir. Edebi metinlere yansıyan yolculuk da aşk da diyalektik bir sürecin gereği olarak ilerlemeyi esas alarak yeniden üretilir.

Uyuşturucu ve Yozlaşma: Bereketli Topraklar Üzerinde, Çukurova’daki ırgatların yaşamını anlatır. Ağanın çalıştırdığı ırgatlar uzun saatler emek vererek aldıkları parayı fuhşa, uyuşturucu ve kumara harcarlar. Bunları yapmayan ırgata ırgatbaşı tepki gösterip onu tuhaf bulur. Uyuşturucu verilen ırgatlar, uzun saatler çalıştırılır. Toprak sahibi feodal ise kaplumbağalara sadistçe ateş ederek, yoz bir sevgisiz sadizmin pratiğini üretir.

Bugün burjuvazi ve egemenler, yoksul insanların yaşadığı mahallelere uyuşturucu, kumar ve fuhşun yerleşmesine müsaade eder. Ancak bunlarla uyuşan işçi emekçi, düzenle mücadele kapasitesini yitirerek birbirine düşman olur ve şiddeti birbirine, yani sınıf içine yöneltir. Medya da bu uyuşturma biçimlerinin önemli bir propaganda aracıdır.

Çocuk İşçiliği: Orhan Kemal’den devam edersek. Harika Çocuk ve Elli Kuruş öykülerinde çocuk işçiliği ve yoksulluk anlatılır. Ülkemizde her yıl 60-70 çocuk iş cinayetlerinde can veriyor, resmi sayılara göre 700 bin çocuk işçi bulunuyor. MESEM ile çocuk işçiliği yasallaşıyor. Mülteci çocuklar patronları tarafından işkence edilerek öldürülüyor. Filistin’de 12 bin çocuk katledildi.

Ara Söz

Mitoloji, sömürü düzenini ve onun ürettiği insan tipini, günümüz solunu ve ideolojiyi çözümlemede anahtar anlatılara sahip bir alandır. Kendine âşık olarak varlığını yitiren Narkisos, telefonunun ön kamerasına bağımlı insan prototipini yansıtır. Düzen, kendiyle ilgilenen insanı üretir.

Truvalılar, savaşta yurtlarını kahramanca savunurken düşmanlarının kendilerine barış armağanı diye gönderdiği devasa tahta ata aldanarak onu şehir sularından içeri taşırlar. Zafer sarhoşluğuna kapıldıkları gece, uyudukları sırada atın içinden çıkan düşman askerleri şehrin kapısını açarak işgali gerçekleştirirler.

Emperyalizmden fon alan basın ve STK’ler, emperyalizmle işbirliği geliştirerek ulusal mücadele verdiğini iddia eden özgürlük hareketi, radikal demokratlar ve onların müttefiki reformistler, bugün sınıfsız sömürüsüz düzen kurma yolunda bedelleri göze alan sınıf hareketlerine ideolojik savaş açanlar Truva atının içine gizlenenlerdir.

Mantıku’t-Tayr’da 30 kuş dışındakiler geri dönerken bugünkü reformistler geri dönmeyi yolculuğun tamamlanması için durma eylemine çevirenlerdir.

İkarus ve babası, kaldıkları zindandan kaçmak için kuşların bıraktığı tüyleri balmumuyla birleştirip kanat yapıp uçarlar. Ege Denizi’nin üzerinden geçerken babası İkarus’a bir uyarıda bulunur: Yükselip güneşe yaklaşırsan balmumumu erir, alçalıp denize yaklaşırsan kanatların nemlenir ve birbirine yapışır, iki şekilde de denize düşersin. İkarus, babasının bulunduğu yükseklikten daha yukarı uçar, güneş balmumunu eritir ve İkarus denize çakılır. Düştüğü yerdeki adalara İkeria adı verilir.

Bugün Marks’ı aştığını düşünenler de İkarus gibi haddini bilmeden zıddına dönüştükleri için denize çakıldılar. Düştükleri yere “radikal demokrasi” adı verildi. Radikal demokrasi hareketi, Odyseus’ta geçen Sirenlerin tatlı ezgilerine aldanıp gemilerini kayalıklara çarpanlardır. Onlar da reformistlerdir.

Mitolojiden öğreneceğimiz çok şey var, o da edebi bir anlatı ve halkların anonim ürünleri, ortak zekâ ve deneyimin üretimi.

Son Olmayan Söz

Sabahattin Ali, Sırça Köşk’te sınıfsız sömürüsüz düzene nasıl ulaşacağımıza dair fikirlerini siyasi bir masal tadında kurgular. O yüzden bu anlatının özetine, sembollerine ve iletilerine değinmeden, onu okuyup uygulamayı kendimize ödev olarak görüyoruz.

Beklenen Son

Kırmızı Pazartesi romanında bir kasabada işleneceğini halkın bildiği halde engel olmadığı bir cinayet anlatılır. Her yıl 1 Ocak tarihinde yeni bir yıla yeni bir sayfa açıldığı yanılgısına düşülerek yeni yılda beklentilerin gerçekleşeceği hayali kurulur. Oysaki yaşanan takvimsel bir döngüdür. 2024’ün 40 günlük sürecinde madende işçiler can verdi, anomiye dönüşen sadist cinayetler devam etti, üniversite öğrencileri intihar etti, sendikalı oldukları için işçiler işten çıkarıldı, ev kiraları arttı, market giderleri yükseldi, Filistin’de çocuklar katledildiyor. Ülkü ocakları ve tarikatlar okullara girdi. Depremin üzerinden bir yıl geçti ama halk halen çadırlarda yaşıyor, teslim edilmiş konut yok, depremden yargılananlar için açılan toplu davalar yok...

Avrupa ülkelerinde çiftçiler haklarını aramak için harekete geçti. Yunanistan’da öğrenciler ülkelerinde özel üniversite açılmaması için sokaklara döküldü. Filistin halkı yurt savunusuna devam ediyor.

Ülkemizde Özak işçileri, feodalizmin merkezinde direnmeye devam ediyor. Akbelen köylüleri, vatan toprağını savundukları için yargılanıyor ama geri adım atmayacaklarını dile getiriyor. Seydişehir’de hem maden işçileri hem de köylüler eylemler düzenleyip haklarını arıyorlar. İhtiyacımız olan, tüm bu mücadelelerin anti emperyalist bir düzlemde birleşmesi.

İşleneceği bilinen cinayet, sömürü düzeninin pervasızca baskısını ve sömürüsünü katmerleştirmesi. Bu döngüyü kırmak için sömürü düzenine karşı safları sıklaştırdığımızda kurgu tersine evrilecek ve kendi tarihimizi yazacağız.

Sonuç ve Ödev

Şiirden, türkülerden, atasözlerinden, halk hikâyelerinden, masallardan örnekler vermedik. Edebiyat sosyolojisinin geniş coğrafyasından bir yöre sunmaya çalıştık. Şiir, bu coğrafyanın dinamik kıtası.

En geri müfredattan bile ideolojik ileti çıkarmak mümkün. Diyalektiğe göre zıtlar savaşım halindedir ve birlikteliğe sahiptir. En geri müfredatın edebi metinlerine dair sorulara yeni bir soru ekleyebiliriz: Şair/yazar burada neyi söylememiştir, eksik bırakmıştır? Bu soruya öğrencinin vereceği yanıt sınıf bilincinin oluşmasında önemli bir adımdır. Örnek bir diyalog:

Öğretmen: 1980 sonrası dönemde edebi akımlar oluşsa da topluluklar oluşmamıştır, çünkü istibdat döneminde Servet-i Fünûn sanatçılarının bireysel konulara yöneldiği gibi 12 Eylül sonrasında toplum üzerinde kurulan baskıdan dolayı sanatçılar da bireysel konulara yönelmişlerdir.

Öğrenci: İyi de hocam, toplum üzerinde baskı varsa o zaman sanatçıların daha fazla toplumsal konulara yönelmesi gerekmez miydi?

Cemal Süreya: “Şiir, anayasaya aykırıdır.”

Bugün sömürü düzeninin tüm çelişkileri, kodları, insan tipleri, değerler sistemi, yozluğu ve buna karşı geliştirilen kültür, gelenek, mücadele, değerler, bedel, fedakârlık, cüret, kararlılık, mücadeleci yeni insan edebi metinlerde mevcut. Yapılacak tek şey, metni ideolojik okumaya tabi tutup metne doğru soruları soracak ideolojik hattı geliştirmek. Sonra ne taht kalır ne şah.

Taht ve şah konusu açılmışken Satranç adlı roman da uygulama ödevimizdir. Burjuvazi ve egemenler ile işçi ve emekçi sınıflar arasında, satranç oyunu kurallarınca, diyalektik bir mücadele verilir. Burjuvazi ve egemenlerin her hamlesine zamanında yanıt verilip onların hamlesi önceden hesaplanmazsa yenilgi kaçınılmazdır. Satrançta beyaz taşlar bize düştü. Şah, sınıfsız sömürüsüz düzen idealimiz; vezir, ideolojimizi taşıyacak sınıf hareketimiz. Onların ayakta kalıp sömürüyü mağlup edebilmesi için her birimizin halkın öğretmeni, doktoru, avukatı, işçisi, mühendisi, emekçisi olmak gibi tarihsel zorunluluğumuz var. Bu bilinçle hareket etmedikçe kara taşlar bizi bir bir sömürerek insanlık tahtasından dışarı çıkaracak. Emeğimizin karşılığını ve hedeflediğimiz düzeni ancak bu şekilde kazanabiliriz: Birlikte, daha ileri.

Edebiyat sosyolojisinin coğrafyası biraz da botanik bilgisi gerektiriyor. Yanlış bahçelerde doğru çiçek aranmaz. Bahar gelmiyorsa onu getirmek için kayayı delen çiçek gibi inatçı olup gerekirse sınıf bilincinin tohumları kayalıklara ekilecek ve muhakkak filiz verecek. Yeter ki biz kararlı olalım.

S. Adalı
10 Şubat 2024

0 Yorum: