Küresel
sağlık yönetimi kavramı, Batı’da ilkin doksanların başlarında dillendirildi. Bu
kavram, ABD çıkarlarının hâkim olduğu tek kutuplu dünyada, Washington’ın
Sovyetler’in çökeceğine dair inancının bir yansımasıydı.
Bush’un “yeni dünya düzeni” kavramı, akademiye “küresel yönetim” adı altında giriş yapmıştı. Bu yönetim, temelde ABD’nin öncülük ettiği bir ulusötesi rejimi ifade ediyordu. Bu rejimse hem Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Uluslararası Ticaret Odası gibi kurumlardan, hem de ulusötesi şirketler, özel vakıflar ve STK’lardan oluşan özel aktörlerden meydana geliyordu.
Oysa
aslında resmiyette bir dünya hükümeti önerisinde bulunmanın bir anlamı yoktu. Esasen
Batı, azgelişmiş ülkelerin sorumluluğunu üstlenmek istemiyordu. O, milyarlarca
yoksul seçmenin talebini karşılayacak durumda değildi.
Bu
vizyon temelde, son tahlilde ABD ordusunun güvencesi altında olan, küresel
kapitalizmin kurumlarının uygulamaya koydukları, kendisini her yerde
hissettirecek bir güç anlayışı üzerine kuruluydu. Bu tarz bir rejim, Vestfalya
Antlaşması kaynaklı egemenlik anlayışının ve demokratik düzlemde hesap verme
zorunluluğunun eskiden beri yol açtığı engeller olmadan işleyecekti.[1]
Ulus-devletin
altını oymak suretiyle emperyalizm, Istvan Meszaros’un “son iki yüz yıldır
sisteme damgasını vuran, ulus devletler arasındaki patlamaya hazır çelişkileri
aşma, bu noktada ulusötesi niyetlerini ve yönelimlerini destekleyecek şekilde
kapitalist sisteme ait bir devlet kurma hatası” dediği süreci işletti.
“Küresel
yönetim” kavramı, ilkin belirli bir gidişatı izah etmek için kullanıldı, ama
sonra ABD’nin öncülük ettiği uluslararası koalisyonun 1999’da Yugoslavya’ya
saldırmasıyla başka bir boyut kazandı. Dış politika analizcileri, prens ve
prenseslerin burunlarını sürtmek, kendi ülkeleri içindeki ve dışındaki
aşırılıkları almak adına belirli çalışmalar yürüttüler ve açıktan, bunların
yapılması durumunda ulusal egemenlikle ilgili eski fikirlerin terk edilmesinin
şart olduğunu söylediler. Bir hukuk hocasının da ifade ettiği
biçimiyle küreselleşme,
“meşru politik otoriteyi
sabit bir coğrafyaya çaktığı kazıktan kurtaracak, dolayısıyla bu otoriteyi temel
kozmopolit düzenlemelere ait bir vasıf hâline getirecek şekilde yeniden
tanımlamak gerekiyor. Bu noktada kozmopolit yapı, birbirinden ayrı birlikler
hâlinde örgütlenmeli. Aslında bu kopuş, kazıklardan kurtulma süreci, çoktan
başladı. Ulus devletin altında, üstünde ve yanı başında duran tüm politik
otorite ve yönetim biçimleri, dağılıyor.”
Ulusal
egemenlik fikri için yıkıcı olan bu düşünce tarzı, sonrasında yeni emperyalist
genişleme süreci için faydalı olduğunu kanıtladı. Küresel yönetim, “insanî müdahale”
etiketi vurulan askerî faaliyetlerin teorik dayanağını teşkil etti ve “koruma
sorumluluğu” lafına yapılan atıflar üzerinden meşrulaştırıldı. Ayrıca küresel
yönetim, kendi literatürünü de üretti ve bu kavram, Batı emperyalizminin
çıkarına olan her hususa bir biçimde tatbik edildi. Bu bağlamda “küresel
hukukun yönetilmesi”, “küresel finansın yönetilmesi” ve “küresel kültürün
yönetilmesi” gibi kavramlar üretildi. Küresel sağlık yönetimi de bu bağlamda
gündeme geldi. 2002’de ABD’nin başlattığı terörizmle küresel mücadele ile
birlikte gündeme gelen küresel sağlık yönetimi, hızla dünya kamu sağlığı
ajandasının ilk maddesi hâline geldi.[2]
Küresel sağlık yönetimi, en temelde şu şekilde tarif ediliyordu:
“Sağlıkla ilgili
güçlükleri ve sorunları etkin bir biçimde ele almak için sınırları kolektif
eyleme ihtiyaç vardır. Bu güçlüklerle ve sorunlarla başa çıkabilmek için devletlerin,
hükümetlerin kurduğu teşkilâtların ve sivil toplum aktörlerinin resmi ve
gayriresmi kurumlardan, kurallardan ve süreçlerden yararlanması gerekir.”[3]
Bu
lafı dolandırmadan dillendirilen tarif, eskiden uluslararası düzlemde önerilen
sağlık hizmeti modellerinden çok farklı bir modele işaret etmektedir: Bu model,
“sivil toplum aktörleri”ni, yani vakıfları, STK’ları, kamu-özel ortaklıklarını
sadece ulusal hükümetlere tahsis edilmiş bir alanda faaliyet yürütmeleri için
gerekli kapsama ve yetkiye sahip yapılar olarak görmektedir.
Kısmen
küresel sağlık yönetimi teorisinde amaç, “sivil toplum” denilen olgunun
büyümesi için gerekli zemini teşkil etmektir. Sivil toplumsa yönetici sınıfın
iktidarı konusunda halkın rıza göstermesine katkıda bulunan, kâr amacı gütmeyen
örgütlerden oluşur ve örgütler, bir yandan da egemen devletlerin otoritesi
üzerinde bir otoriteye sahip olurlar.
Daha
önceleri dünyada sağlık hizmetleri ve çalışmaları, egemen devletlerin Dünya
Sağlık Örgütü’nün rehberliğinde yürüttüğü, işbirliğine dayalı bir çaba olarak
görülürdü. Alma Ata Deklarasyonu’ndaki (1978) ruha uygun olarak “herkese sağlık
hizmeti verilmesi” hedefi, ana hedef olarak belirlenmişti. Çin Halk
Cumhuriyeti’nde halk sağlığını devrimcileştirmiş olan “yalınayak doktor”
programını temel alan Alma Ata Deklarasyonu, halkın kendisine verilecek sağlık
hizmetlerinin planlanması ve uygulanması sürecine tek tek ve müşterek iştirak
etme hakkı elde ettiği, bunu bir görev olarak kendisine veren, temel sağlık
hizmetiyle alakalı bir felsefe önermekteydi. En azından teoride zengin
devletler ve hayır kurumlarından, gelişmekte olan dünyaya, ulusal egemenliğe ve
yerelin endişelerine saygı duymak şartıyla, yardım etmesi bekleniyordu.
Alma
Ata, neoliberalizmin zafere ulaşmasıyla birlikte çöpe atıldı, zira gelişmekte
olan dünya geneline, halk sağlığına yatırım yapılmamasını şart koşan yapısal
uyum programları dayatıldı.
Alma
Ata’nın yerini süreç içerisinde “kısmen örtüşen ve hiyerarşik olmayan
uygulamalar” aldı. Bu bağlamda her yanı, devlet destekli STK ve vakıf sardı. Özellikle
Batı’da pıtırak gibi çoğalan bu tür yapıların parasını ise multi-milyarderler
ödüyordu.
Ulusal
sağlık hizmetleri ile ilgili çalışmalara verilen destek, zaman içerisinde
gündemden düştü. Sağlık bakanlıkları, sistematik olarak baypas edildi veya
kamu-özel ortaklığı türünden müdahaleler üzerinden tavizde bulunmaya zorlandı.
Ulusal sağlık sistemlerinin altı oyuldukça bağışçı ülkelerin ve özel vakıfların
sağlık harcamaları da büyük oranlarda arttı.[4]
Merkezi
ABD’de bulunan Dış İlişkiler Konseyi’nin öngörüsüne göre devlet destekli sağlık
hizmetlerinden yararlananların sayısı düşecek, onun yerine insanlar, tüm
ulusları kuşatan, “yeni yasal çerçevelere, kamu-özel ortaklıklarına, ulusal
programlara, yenilikçi finans mekanizmalarına, sivil toplum örgütlerinin geniş
katılımına, yardımlar dağıtan vakıflara ve çokuluslu şirketlere yaslanan yeni
bir düzen tesis edilecek.”
Batılı
hükümetler ve vakıflar, bugün “Vestfalya sonrası oluşan çerçeve”ye geçmek için
fırsat kolluyorlar.[5] Alanla ilgili çalışmalar yapan akademisyenler de farklı
bir şey söylemiyorlar. Bu isimlere göre küresel sağlık yönetimi meselesinde
asıl tartışma, şu hususla ilgili: “Vestfalya Anlaşması’nı temel alan yönetim
tarzına ait eski formüller işe yaramıyor, birçok farklı aktör, yeni fikirlerle
sahneye çıkıyor.”[6]
Ulusal
egemenliğin ağırlığını azaltmak, küresel sağlık yönetiminin bilinçli bir
biçimde güttüğü bir amaç ve bu amaç nadiren tartışılıyor. Daha çok “küresel sağlık yönetimi” denilen mesele, yaklaşan kıyamete karşı gerekli bir savunma
yöntemi olarak öneriliyor.
Bu
fikri savunanlar, dünyanın bugün kritik ve eşi benzeri görülmemiş bir momentte
olduğunu, bu momentte uluslararası seyahatlerin arttığını, kentleşmenin
hızlandığını, ticaretin “yeni bulaşıcı hastalıklar”ı kaçınılmaz kıldığını, bu
hastalıkların felâketlere yol açma potansiyeline sahip olduğunu söylüyorlar. Bu
konuda kanıt olarak da 1918’deki İspanyol Gribi’ni ve 1957-58’deki Asya Gribi’ni
örnek veriyorlar. Oysa bu iki salgın da ülkelerin birbirine bağlanmasından çok
önce görüldü.
Bu
bağlamda ilgili tehdit, bir yandan da sömürgeci iddialarla ve ırkçılara has
korku ifadeleriyle birlikte ele alınıyor. Zira bulaşıcı hastalıklar, yoksul
ülkelerden çıkan bir şeymiş gibi takdim ediliyorlar ve onların Batı dünyasını
tehdit ettiği üzerinde duruluyor. Küresel sağlık yönetimi ile ilgili ders
kitapları, vaka çalışmalarını kendi niyetini ele veren bir üslupla aktarıyorlar:
“SARS, insandan
kaynaklanmadı ve kontrol edilemeden, Güney’den Kuzey’e hızla yayıldı. Aynı
şekilde kuş gribi de insan kaynaklı değildi, o da her ne kadar kendisini ilk
gösterdiği, Güney’in gelişmekte olan ülkelerinde yavaş ilerlese de, kontrolsüz
bir biçimde yayıldı. HIV/AIDS, Güney’de insan dışı kaynaklardan türedi ama
insanlar eliyle Kuzey’e sıçradı ve buradaki ülkelerde yayıldı.”[7]
Bu
tür metinlerde nedense 2007-2008’de Kanada’nın Halifax eyaletinin Nova Scotia
şehrinde çıkan ve dünyaya yayılan kabakulak salgınından ve BM Haiti’nin
İstikrarı Komisyonu üyesi arabulucuların bulaştırdığı, hâlen daha etkisini
gösteren kolera salgınından hiç bahsedilmiyor.
Küresel
sağlık yönetimi teorisi, hiç de küresel değil aslında. Çünkü bu teori, yoksul
periferinin zengin merkez nezdinde yol açtığı tehditlere odaklanıyor. Burada
teoriden çok emperyalizmin mevcut aşamasıyla birebir örtüşen bir ideoloji söz
konusu.
Küresel sağlık yönetimi, Batı’nın dış tehditlere karşı kendisini savunması
gerektiğinden bahsediyor. Dolayısıyla onun 11 Eylül saldırısı sonrası gündeme
gelen “güvenlik” söylemine sarılması, gayet doğal bir gelişme.
Dünya
genelinde biyoterörizm konusunda alarm verilmiş olması sayesinde birileri,
birbiriyle alakası bulunmayan sağlık ve ulusal/uluslararası güvenlik denilen
iki alanı birbirine bağlama fırsatı yakaladılar.[8] Bu bağ, karşılıklı ilişkiyi
tetikledi. Sonuçta sağlık emekçileri “terörle mücadelenin tıp cephesini açtılar”,
askerî güçler de sağlıkla ilgili felâketlere yönelik tepkiler kapsamında
harekete geçirildiler, bundan sonra da bu yönde kullanılmaya devam edilecekler.[9]
Küresel
sağlık yönetimi, ABD ordusunun 2010’da Haiti’de meydana gelen depreme verdiği
tepkinin adı olan Birleşik Tepki Operasyonu için bir bahane olarak kullanıldı. Güya
insanî yardım için yapılan operasyon, ABD emperyalizminin uzun zamandır hâkim
olduğu ülkenin büyük bir kısmını işgal etmesi konusunda bir gerekçe sundu.
Ülkeye gelen 17 gemi, 48 helikopter ve 12 sabit kanatlı uçaktan inen 17.000
asker Haiti’ye konuşlandı.[10]
Ertesi
yıl Başkan Obama, “Küresel Sağlık Güvenliği Ajandası”nı açıkladı ve
konuşmasında ABD’nin öncülük edeceği, farklı sektörleri içeren, her türden
biyolojik tehlikeye yönelik tepkiden dem vurdu. Orada başkan, ister tedavi
edilebilir bir hastalık olsun, ister terörist bir saldırı, isterse H1N1
türünden bir pandemi olsun, her türden tehlikeye yönelik tepkiye ABD’nin
öncülük edeceğini söyledi.[11]
ABD
Uluslararası Kalkınma Ajansı ve ABD Savunma Bakanlığı gibi kuruluşlar sürece
dâhil edildiler. Sağlık alanına yönelik emperyalist müdahaleler, artık “insani
yardım amaçlı” askerî müdahaleler bağlamında meşrulaştırılma imkânına kavuştular:
“Bugün ulusal çıkarlar
ülkeleri, sorumluluk gereği sağlıkla alakalı dış kaynaklı tehditlerle
uluslararası planda ilgilenmeye veya küresel güvenlik ya da ticaret zarar
görmesin diye kendi sınırları dışındaki çatışmaların sonlandırılması sürecine
katkıda bulunmaya mecbur etmektedir.”[12]
Bu
süreçte bazı isimler, halk sağlığının askerîleştirilmesini ağır bir dille
eleştirdiler ve bunun “endişe verici bir gelişme olduğunu, otoriter bir nitelik
arz ettiğini, halk sağlığı için kötü olduğunu, stratejik düzlemde ise
verimsizlikle sonuçlanacağını” söylediler. Bu eleştirilere kulağını tıkayan
Bill Gates, söz konusu gelişmeyi sevinçle karşılayanlar arasında yer alıyordu:
“Bazılarına sert gelebilir
ve redde tabi tutulabilir söyleyeceklerim ama ordu, sadece askerî harekâtlar
değil, doğal felâketler ve salgınlar konusunda da eğitilmeli. […] Ordu, sıhhiye sınıfıyla beslenecek olursa, hiçbir harcama yapmadan çok önemli bir güce sahip olmuş olursunuz.”[13]
Gates’in
ordunun müdahalesine verdiği onay ve destek, bilhassa önemli, zira sahip olduğu
vakıf, küresel sağlık yönetimi döneminde hayırseverliğin önde gelen kuruluşu ve
timsali hâline geldi. Paranın nereden geldiği, nereye gittiği konusunda hiç
hesap vermeyen bu vakıf, demokrasiye veya ulusal egemenliğe zerre saygı
göstermeksizin, elini kolunu sallaya sallaya tüm kamu ve özel faaliyetler
alanını hiçbir engelle karşılaşmadan dolaşabiliyor, istediği kişi ve kurumlarla
iş yapıyor, temsil ettiği çıkarlar adına hızlı ve net müdahaleler
gerçekleştiriyor. Bill Gates’in kendisinin de ifade ettiği biçimiyle, seçimle
işbaşına gelmiş biri olmadığı için, onu o “koltuktan oy kullanarak indirmek de
mümkün değil.”[14]
Jacob Levich
[Kaynak: American Journal of Economics and Sociology, Cilt 74, Sayı 4 (Eylül
2015), s. 711-716.]
Dipnotlar
[1]
1660 tarihli Vestfalya Anlaşması, Avrupa’da yaşanan Otuz Yıl Savaşları’nın
sonunda imzalandı. Anlaşma üzerinden ulus-devletleri temel alan modern bir
sistem teşkil edildi ve ulusal egemenlik anlayışı benimsendi. Şurası açık ki
Avrupalı güçler sömürgeler konusunda uzun süre bu ulusal egemenlik ilkesini
redde tabi tuttular, hatta sömürge ülkeler sözde bağımsız olması ardından da bu
ilkeyi görmezden gelmeye devam ettiler.
[2]
Lee, Kelley ve Admam Kamradt-Scott. (2014). “The Multiple Meanings of Global
Health Governance: A Call for Conceptual Clarity.” Globalization and Health 10(1): s. 28.
[3]
Fidler, David P. (2010). “The Challenges of Global Health Governance.” Council on Foreign Relations Working Paper.
s. 3.
[4]
Global Health Watch. (2008). Global
Health Watch 2: An Alternative World Health Report s. 210–211).
[5]
Ricci, James. (2009). “Global Health Governance and the State.” Global Health Governance 3(1).s. 1).
[6]
Kirton, John J. ve Andrew F. Cooper. (2009). “Innovation in Global Health Governance.”
Innovation in Global Health Governance:
Critical Cases içinde. Yayına Hazırlayanlar: Cooper ve Kirton. Surrey, UK:
Ashgate. s. 309.
[7]
Kirton ve Cooper, A.g.e., s. 10.
[8]
Rushton, Simon ve Jeremy Youde. (2015). Routledge
Handbook of GlobalHealth Security. New York: Routledge. s. 18.
[9]
Elbe, Stefan. (2010). Security and Global
Health. Cambridge, MA: Polity Press. s. 82
[10]
U.S. Fleet Forces Public Affairs. (2010). US
Fleet Forces Commander Provides Update on Navy Contributions to Haiti Relief
Efforts Ocak 19.
[11]
U.S. Dept. of Health and Human Services. (2014). Global Health Security Agenda.
[12]
Novotny, Thomas E., Ilona Kickbusch, Hannah Leslie ve Vincanne Adams. (2008).
“Global Health Diplomacy—A Bridge to Innovative Collaborative Action.” Global Forum Update on Research for Health
5: s. 41.
[13]
Bill Gates’ten aktaran: Ina Fried, “Bill Gates Tells”, 19 Mart 2015, Vox.
[14] Bill Moyers, “Bill Gates Interview”, 9 Mayıs 2003, PBS.
0 Yorum:
Yorum Gönder