31 Temmuz 2025

Teyitçiler ve Dezenformasyon Uzmanları Muhalefeti Nasıl Ezdi


Genelde “bağımsız” oldukları için övülen teyitçiler kendilerini, yaşanan olayları tarafsız ve ilkeli bir yerden analiz eden kişiler olarak takdim ediyorlar. Gerçekte ise teyitçiler, zenginlerin, örgütlerin ve devletlerin kendilerine verdikleri görevleri ifa ediyorlar.

Teyitçiliğin ve onunla bağlantılı çalışmaların “dezenformasyon”un yayılmasına mani olmak için hayati önemde olduğu söyleniyor. Debord, bu kavramın esas olarak gösteriye hizmet ettiğini düşünüyor.

Gösteri toplumu, başka bir çelişkiye de sahip: dezenformasyonu, esas olarak, bu sorunla en çok ilgilenen hükümet, istihbarat kuruluşları ve ana akım medya mensupları gibi güçler yayıyorlar.

Yorumlar’da “dezenformasyon” terimine dair yaklaşımını aktaran Debord, dezenformasyonun yerleşik olanı muhafaza etmek amacıyla ekonomi veya politikadaki otoritede belirli payları bulunan kişiler veya belirli güçlerce devreye sokulduğunu, dezenformasyonun saldırı amaçlı kullanıldığını söylüyor. Genelde iktidarı suçlayan haberlerden ve tartışmalı haberlerden sonra gündeme gelen teyit pratikleri, genelde Debord’un iktidara yönelik itirazları susturmak için saldırma görevini yerine getiriyorlar.

Bugün bilinen teyitçi örgüt ve kurumların önemli bir kısmı, ABD devletinden para alıyor, onunla ortak çalışıyor. Bu anlamda, ilgili örgüt ve kurumlar, istihbaratın yan kuruluşları olarak iş görüyorlar.

Örneğin NewsGuard Technologies isimli “güven derecelendirme” sistemi, Microsoft, ABD Dışişleri Bakanlığı ve ABD Savunma Bakanlığı gibi yapılarla ortak çalışıyor, hatta eski CIA ve NSA direktörü Michael Hayden ile eski NATO Sekreteri General Anders Fogg Rasmussen’den tavsiyeler alıyor.

MintPress sitesinden Alan MacLeod’un dile getirdiği biçimiyle, VoxCheck, Poynter Enstitüsü ve StopFake gibi örgütler, Reagan döneminde CIA’in cephe örgütü olarak, ABD Büyükelçiliği’nden ve Ulusal Demokrasi Vakfı (NED) üzerinden para aldı. 1991’de verdiği mülâkatta eski NED başkanı Allen Weinstein, “NED’in bugün yaptıklarını 25 yıl önce CIA gizli yapıyordu. Aradaki temel farklılık, bu tür faaliyetlerin artık açıktan yapılmasıyla ilgili. NED’in CIA ile çatışma yaşama ihtimali sıfıra yakın. Açıklık, bizi koruyan zırh” diyordu.

Muhtemelen tartışmalı olan para kaynaklarını ve bağlantılarını gizlemek için teyitçilik ve benzeri operasyonları zevahiri kurtarmak adına devreye sokuyorlar. Bu noktada sıklıkla hâkim dili güçlendiren, etkili “uzmanlar”dan yararlanılıyor.

Bu konuda İngiliz istihbaratı adına yürütülen Bellingcat operasyonundan bahsedilebilir. İlk başta tek kişiden oluşan örgüt ünlendi ve bir gecede gazeteciliğin en büyük isimlerinden biri haline geldi. Açık kaynak üzerinden yürüttüğü araştırmalarla örgüt, Suriye ve Ukrayna’daki savaşlara dair hâkim söylemi muhafaza etmek için çalıştı. Bu çalışma dâhilinde Suriye’de Batı’nın desteklediği, terörist örgütlerden devşirilmiş Beyaz Miğferler isimli örgütü eleştiren araştırmalar, “dezenformasyon” kategorisine sokuldu.

Aynı şekilde, devletin ve Gates Vakfı’nın fonladığı Stratejik Diyalog Enstitüsü (ISD), ana akım medyadaki söylemlere yürüttükleri çalışmalarla karşı çıkan, bu noktada kariyerlerini tehlikeye atan muhabirleri sıklıkla iftira atıyor. “Dünya genelinde kutuplaşmada, aşırıcılıkta ve dezenformasyon alanında yaşanan kabarmayı terse çevirecek çalışmalar yürüttüğünü iddia eden” ISD, tartışmayı susturup muhalif sesleri sansürleyecek dezenformasyonla mücadele çalışmalarına imza atıyor. İnternet sitesinde “Hakkımızda” sekmesine tıkladığınızda, ISD’nin yasaklanmasına katkıda bulunduğu sosyal medya hesaplarının sayısına ulaşıyorsunuz.

Tıpkı Debord’un bahsini ettiği, kendi eylemlerine yönelik hiçbir gerçek tepkiye imkân tanımayan, “hiçbir cevaba alan aşmamak” gibi bir şeyi maharet gören ISD’den dezenformasyon iddialarının doğru olduğuna bizi ikna edecek bir yorumda bulunmasını istediğimizde, bir tartışma yürütülmesini talep ettiğimizde veya bir kanıt beklediğimizde, genelde enstitü, hiçbir cevap vermiyor. Hatta ISD, şikâyetlerle ilgili politikasında kötü niyetli aktörlerin şikâyetlerini dikkate almadıklarını söylüyor. Guardian gazetesiyle birlikte kendisine temelsiz iddialar üzerinden iftira atması üzerine muhabir Aaron Maté’nin dile getirdiği itirazlara verdiği cevapta ISD, dezenformasyon, aşırıcılık ve nefret dilini güçlendirmek istemediklerini söylüyor. ISD, başkaları hakkında kimi iddialarda bulunduğu vakit, iddiaların yanlış olduğuna dair deliller sunulduğunda, bunların karşısına kanıtla veya cevapla çıkma gereği bile duymuyor. Gösteri toplumunda bu tür güçlerin suçlamaları, tek başına birçok insanın kariyerini bitirebiliyor.

Yorumlar’da Debord, hâkim söylemden uzak duran insanlardan bahsediyor:

“Bir kişinin geçmişi, Moskova yargılamalarında görülen üslup dâhilinde, tümüyle yeniden yazılır, kökten değiştirilir, yeniden oluşturulur. Üstelik bir mahkeme süreci gibi bir şeyleri beceriksizce rahatsız etmesine bile gerek kalmaz. Bugün cinayet, gayet ucuza mal edilebilecek bir iştir.”

Gösterinin cevap vermeye yönelik itirazı ve “cinayetler” için zemin hazırlama çabaları, teyitçilikte, şirketlerin muhalifleri toptan yasaklamasında, gazetecilerin sosyal medya hesaplarını gayri meşru ilan etme girişimlerinde karşılık bulur. Akıntıya karşı yüzen, bu noktada bilgi ve içerik üreten kişi ve örgütler bu tür saldırılarla yüzleşirler. Örneğin 2022 Mayıs’ında YouTube, Ukrayna’daki savaşla ilgili materyal üreten 9.000’in üzerinde kanalı yayından kaldırdı.

Bugün Twitter ve Facebook, Batı dışı ülkelerdeki hesapları, antiemperyalist ağları ve onlarla bağlantılı gazetecileri “devletle ilişkili” veya “devlet kontrolünde” kategorileri dâhilinde ele alıyor. Bu örgütleri ve kişileri itibarsızlaştırmaya çalışan siteler, hâkim söylemden uzaklaşan gazetecileri ve internet sitelerini iftiralarla karalamaya ve parasız kılmaya çalışıyor. MintPress ve Russia Today gibi siteler Twitter’dan kovuluyor.

Yasaklama ve siteden kovma gibi kararların temelinde belirli iddiaların veya araştırma sonuçlarının yanlış ya da zararlı olduğuna karar veren “bağımsız” teyitçilerin tespitleri duruyor. Bu “zararlı” ibaresi, gerçek bir kanıttan veya temelden yoksun, bu anlamda tüm muhalifler için kullanılabiliyor.

Bağımsız ve düzene karşı olan kaynaklar, yasaklamaların mevcut sınırları dâhilinde çalışma yürütmek zorunda kalırken, ana akım medya kanalları ve teyitçiler, sürekli tahrif edilmiş veya yanlış söylemleri papağan gibi yinelemekten başka bir şey yapmıyorlar.

Örneğin Ukrayna’daki savaş süreciyle ilgili olarak medyada çıkan haberlerin önemli bir bölümü, Ukrayna ordusundaki Neonazi unsurlarının varlığını ve niteliğini gizledi. Kimse, çatışma süreci öncesi Neonazizmle bağlantılı olan Azak Taburu üzerinde durmadı. Ukrayna Başbakanı Zelenski, bir Azak Taburu üyesinin Nisan 2022’de Yunanistan Parlamentosu’nda konuşmasını isteyince ülkede yaygın bir tepkiyle karşılandı.

Ana akım medyada çıkan haberlerde Polonya’ya düşen füzenin Rusya kaynaklı olduğu, hiçbir delil öne sürülmeden iddia edildi. Neticede bu haberler, uluslararası gerilimi epey tırmandırdı. Sonra füzenin Ukrayna’dan gelmiş olabileceğine dair haberler çıkınca makaleler iptal edildi, haberler güncellendi. Ama gene de Zelenski’nin çatışmanın tırmandırılması çağrısına dek hiçbir şey yapılmadı.

Associated Press’te çalışan ve ABD istihbaratından aldığı yanlış bilgiyi haber yapan gazeteci kovuldu, ama gene de birçok önemli yayın kuruluşu, füzenin Rusya’ya ait olduğuna dair haberini tek satır özeleştiriye yer vermeden, tekrar yayınladı.

Bugün yaşanan olaylar, ahlaktan yoksun bir yaklaşımla aktarılıyor. Ana akım medya, dezenformasyonu fütursuzca yayarken hakikati dile getirenler, tekdirle karşılanıyorlar. Sözleriyle devlete ve gösteri toplumuna hizmet eden gazeteciler ve teyitçiler, gemilerini yürütmeye devam ediyorlar.

Bu zehirli medya ortamı, kendi kendisini güçlendirecek araçlara sahip. Gösterinin mevzi elde etmesini sağlayacak işler yapmayan uzmanlar veya teyitçiler, iftiralarla yüzleşeceklerini iyi biliyorlar. Bugünün dünyasında herkes, internette iptal edileceklerinin, gerçek hayatta kendilerini savunma imkânını hiçbir şekilde bulamayacaklarının bilincinde.

Ukrayna devletinin Eva Bartlett ve ünlü müzisyen Roger Waters gibi isimleri içeren ölüm listesi üzerinden Debord’un bahsini ettiği “cinayet”in mecazi niteliğinden kurtulduğunu, gerçek anlamına kavuştuğunu söyleyebiliriz. Tabii tüm teyitçilerin bu türden iddiaları yanlış bulduklarını söylemeden geçmeyelim.

Sonuç

Gösteri toplumuna hizmet eden medya söylemleri, kamuoyunu etkileme veya onu kafa karışıklığına mahkûm etme becerisine sahip. Suriye’deki savaş, Ukrayna’daki çatışma süreci, koronavirüs krizi hep birlikte bu becerinin epey yüksek olduğunun ispatı.

Ama aldatıldıklarının veya yanlış yöne sevk edildiklerinin bilincine varan insan sayısı giderek artıyor. Yani kamuoyu, ekrandaki görüntülerine tapan uzmanların dillerinin aldatıcı olduklarını artık görüyor. 100 milyon dolarlık yatırımla açılan CNN+ kanalının on bin aboneye ulaştığını görüp kapanması bunun kanıtı. Medyaya yönelik güven düzeyi diplerde. Gallup şirketinin Temmuz 2022’de yaptığı anket, ABD’deki yetişkinler içerisinde gazetelerdeki haberlere yüksek düzeyde güven duyduğunu söyleyenlerin oranı yalnızca yüzde 16, televizyon kaynaklı haberlere güven duyduğunu söyleyenlerin oranı ise yüzde 11 olduğunu ortaya koyuyor.

Son yıllarda insanlar, birçok haberin ve etkileşim kanallarının bir şekilde imal edildiğini, bu haberlerin sansasyonel olduklarını, asla doğal ve gerçek olmadıklarını düşünüyorlar.

Tüketilen medyanın bir şekilde yanlış veya yanlışa sevk edici olduğuna dair bu kolektif ama hiçbir şekilde dile dökülmeyen bilgi, Debord’un Yorumlar’da dile getirdiği, insanların gösterinin toplumsal ilişkileri altüst eden adımlarına devam ettiği sürece hayatın kendisi için önemli olan şeylerin de değiştiğini bilinçaltı düzeyinde idrak ettiklerine dair tespitiyle örtüşüyor.

Debord’un aynı çalışmada dile getirdiği biçimiyle:

“Bugün insanları tümüyle farklı bir şekilde yaşamak zorunda bırakan, bir şeylerin hayatı hızla istila ettiğine dair o belli belirsiz his, artık çok yaygın. Yalnız bu his, mevcut iklim dâhilinde veya doğal bir denge içerisinde idrak edilemeyen, cahillerin sadece ‘söyleyecek bir şey kalmadı’ diyeceği türden bir değişime benzer bir değişim tecrübe ediliyor.”

Gösteri, hayatlarımıza tümüyle hâkim oluyor. Bu, tümüyle şaşırtıcı ve şoke edici bir olgu. Bizi bu gerçeklik, yaşadığımız “hayat dışı”nı hesaba katmaya mecbur ediyor. “Cahiller söyleyecek bir şey olmadığını söyleseler de” gösteri toplumunu hükümsüz kılıp ortadan kaldırmak için bizim tam da Debord’un bahsini ettiği “pratik gücü harekete geçirmemiz gerekiyor.”

Bu “pratik güç”, bugün gösteri toplumunun hayatlarımıza teyitçilik ve dezenformasyon karşıtlığı gibi furyalar türünden olgular üzerinden sızmasına yönelik girişimleri tüm izleriyle silmese de büyük ölçüde ortadan kaldırılacak anlamlı bir diyaloga ihtiyacımız var. Bu diyalog ve iletişimse, gösterinin etkisine şüpheyle yaklaşan atomize bireylerce veya yalnız kalabalıklarca değil, toplumu gören, Debord’un “evrensel tarih” dediği, diyalogun kendisini zafere taşıyacak silahları kuşandığı şeyle anlamlı bir bağ kuran insanlarca başlatılabilir.

Debord’un tespitiyle, “Bu toplumu gerçek manada anlamak istiyorsak, onu reddetmeliyiz.” Bugün “uzmanlar” nüfuzlarını yitiriyorlarsa bunun sebebi, kamuoyunun onları yekten redde tabi tutmaları, onların muktedirler adına insanları aldatmak gibi bir toplumsal role sahip olduklarını söyleyebilmeleridir.

Stavroula Pabst
2 Ocak 2023
Kaynak

Kaynakça:
Debord, Guy. Comments on the Society of the Spectacle. Çeviri: Malcolm Imrie. Londra ve New York: Verso Books, 1990. PDF.

Debord, Guy. The Society of the Spectacle. Çev: Ken Knabb. Berkeley, Kaliforniya: Bureau of Public Secrets, 2014. PDF.

29 Temmuz 2025

Debord, Uzmanın Rolü ve Teyitçilik


Dünyanın internete giderek daha fazla bağlandığı günümüz gerçekliğinde “dezenformasyon”, karşımıza en büyük umacılardan biri olarak çıkıyor. Hükümetlerin tehlikeleri hakkında sürekli uyarılarda bulunduğu dezenformasyon olgusu, topluma ve demokrasiye karşı bir tehdit olarak sunuluyor. Ana akım medya ise dezenformasyonla mücadele ve bilgiyle verileri teyit etme çabalarına kaynak aktarma ihtiyacı duyuyor. İnsanlar, “bilgilenmek” adına, hangi içeriği tükettiklerini, sosyal ve profesyonel ağlarında paylaştıklarını izlemek için bilgi kontrolleri veya uyarı bombardımanına uğramadan çoğu zaman çevrimiçi olamıyorlar.

Dezenformasyonla mücadeleye yönelik çabaların pıtrak gibi çoğaldığı koşullarda kimse, iktidardan bahsetme gereği duymuyor. Oysa muktedirler, “dezenformasyon” olarak gördükleri şeylerle mücadele etmek istemeleri için yığınla sebebe ve gerekçeye sahipler. Çünkü onlar, hakikatin kendi pencerelerinden sunulmuş hâlini bizim de benimsememizi istiyorlar.

Birçok yorumcunun da gözlemlediği biçimiyle, dezenformasyon araştırmacıları, teyitçiler ve uzmanlar, doğaları gereği bir taraf olarak hareket ediyorlar, üstelik bu insanlar da sıklıkla yanlış şeyleri yayıyorlar.

Oysa teyit pratiklerinin ve diğer dezenformasyon çabalarının popüler olmasında önemli ve büyük bir güç rol oynuyor. Bu güç, toplumumuzun verili hâlinde görünümleri düzenleyen güçtür. O, imajların ya da gösterinin aracılık ettiği toplumsal ilişkilere ait bütünlüktür.

Guy Debord’un Gösteri Toplumu’nda izah ettiği biçimiyle, gösteri, bize toplumun ekonomi eliyle kendi ihtiyaçlarına tabi kılınması ve başka yöne yönelmesine mani olması ile birlikte sonuçları görünür olan, bağlantısızmış gibi görünen ama aslında iç içe geçmiş olguları idrak etmemize, böylelikle, hayatı doğrudan tecrübe etme becerimize kavuşmamıza katkı sunabilecek bir terimdir.

Gösteri, gündelik hayatlarımızı tümüyle hükmü altına aldıkça doğru olana dair anlayışımızı altüst edebilecek ölçüde güçlü bir olgu hâline geldi. Gösteri, gerçek hayatın yerine doğrudan tecrübe edilemeyen, hayata ait, belirli aracılara ihtiyaç duyan saf temsili koymak suretiyle, kitleleri aldatan olguların ve yalanların sürekli ve ikna edici bir biçimde doğruymuş gibi görünebileceği bir çerçeve sunuyor. Bu anlamda, gösteri, elitlerin Irak ve Suriye’deki savaşlar türünden emperyalistler eliyle başlatılmış savaşlara dair uydurma haberler ve yalanlar da dâhil elitlerin kitleleri aldatmak için başvurduğu yöntemlerin nasıl cezasız kalabildiğini, hatta bunların neden fark bile edilemediğini izah etmekte kullanabileceğimiz en etkili araçlardan biri. Bu hâliyle gösterinin, günümüzdeki teyit pratiklerinin ve dezenformasyonla mücadelenin ortaya koyduğu iddiaların aksine, bunların aksi sonuçları nasıl doğurduklarını anlamamıza katkı sunacak birer olgu olduğunu söyleyebiliriz.

Bu makalede ben, teyit pratiklerine ve uzman görüşlerine tanık olduğumuz haberlerde, programlarda ve akışlarda karşımıza sürekli çıktığı biçimiyle, gösterinin yürüdüğü yolları izah etmeye çalışacağım.

Eleştirel düzeyde bu makalede dile getirilen görüş, sadece medya sistemlerinin eleştirisi olarak anlaşılamaz, bu eleştiri, neticede (Debord’un kitabının adının, Gösteri Toplumu’nun da ifade ettiği biçimiyle) tüm toplumla alakalı olan bir kavram olarak, gösteriyi bütün veçheleriyle içeriyor olmalıdır.

Modern hayatın yönlerinin gösteriyle alakalı oluşu, tesadüfi, yüzeysel ve uç bir mesele değildir. Bilâkis, toplumun kendisi “temelde göstericidir”. Bu temelden gösterici olan toplumda iktidara hizmet eden teyitçilerin veya onunla bağlantılı başka bir gücün ortaya çıkışı, kaçınılmaz bir gelişme olarak görülmelidir.

Gösteri Nedir?

Üretimin modern koşullarının hüküm sürdüğü toplumlarda hayat, gösterilerin muazzam bir birikimi olarak takdim edilir. Doğrudan yaşanan her şey bir temsile dönüşür.

[Guy Debord]

Fransız felsefeci Guy Debord, 1967 tarihli Gösteri Toplumu ve onun kısa broşür hâli olan 1988 tarihli Gösteri Toplumu Üzerine Yorumlar’da, modern hayata imajların veya hayata ait temsillerin aracılık ettiğini, bu gösteri denilen hâlin artık nesnel ve maddi gerçekliğin yerini aldığını söyler. Mevcut gerçekliğimizde, bu gösteri toplumunda dünya baş aşağı dönmüştür, çünkü hayat, artık doğrudan yaşanamayacak, sadece kendisine ait saf temsiller aracılığıyla yaşanabilecek bir şeydir. Görünümlerin bu şekilde organize edilmesiyle birlikte gerçek dışılık öne çıkar, böylece, kendisini nadiren gösteren hakikatin ortaya çıktığı an, “yanlışlık anı” olarak algılanır.

Kendisini hiçbir zaman sorgulanamayacak, engin ve erişilemez gerçeklik olarak takdim eden gösteri, varlığını sonsuza dek muhafaza edecek şekilde varolur. Debord’un ifadesiyle, onun yegâne mesajı şudur: “Görünen iyidir; iyi olan şey, görünür.” Gösterinin dünyada tecelli etmesi, hayatın gözle görünür düzeyde inkâr edilmesidir. “Bu inkâr, neticede görünür bir biçim alır ve bu biçim, insanlar varoluş koşullarında yaşanan pratik değişikliklerle birlikte bir bilinçsizlik hâline mahkûm eder.”

Bu gösterinin ortaya çıktığı dünya, ekonominin toplumu kendi ihtiyaçlarına tabi kıldığı bir dünyadır. Kendisinden başka hiçbir şeyin işine yaramayan, sadece kendisini ilerleten gösteri, yaşlanma, dinlenme gibi pratik ve doğal işlemlerin gerçekliğini görmezden gelir, insanların kendi ilerleyişleri adına bağ kurma ihtiyacını ortadan kaldırır. Bir ayrıştırma ve bölme ustası olan gösteri, toplumumuzu cemaatten azade bir olgu olarak yeniden yaratmış, onun en genel manada iletişim kurma becerisini yok etmiştir. Bu türden süreçler ve yol açtıkları sonuçlar, nihayetinde insanların hayatı kendileri için tecrübe edemeyecekleri anlamına gelir. İnsanlar, artık cansız kalmışlığın o sefil hâline mahkûm olan birer seyirciye dönüşmüşlerdir.

Gösteri Toplumu ve Teyitçi Dünya

Gösteri, verilen mesajlar, nihayetinde “hayat dışı”nın gündelik hayat üzerindeki kontrolünü arttırırken kitle haberleşme araçlarını ve sosyal medyayı kendi davasını daim kılmak için kullanır. Bu süreçte insanların uyanık kaldıkları sürenin büyük bir kısmını ele geçirir ve bu ele geçirilen süre giderek artar.

Debord’un Gösteri Toplumu Üzerine Yorumlar isimli çalışmasında dile getirdiği biçimiyle, gösteri, tarihi tahrip eder, etkisini sıfırlar. Bu anlamda “günümüzde yaşanan olaylar, uzak ve hayali bir alana hapsolurlar. Bu alanda olaylar, doğrulanamayacak hikâyelere, kontrol edilemeyecek istatistiki verilere, izah edilemeyen, savunulabilir bir gerekçeye sahip olmayan olgulara dönüşürler.”

Bu hayali ortam, şirketlerin elindeki medya organları için muazzam bir ortamdır. Burada gerçeklik ve hakikate küfredilir, kabul ve tanınma meselesi öne çıkartılır. Söz konusu kafa karışıklığı üzerinden gösteri, insanları fiziki gerçeklikten, müşterek tarihsel referans noktalarından, önemli politik gelişmelerin ve olayların tartışılması veya ele alınması için gerekli olan topluluktan mahrum kılar.

Neticede elitlerin dilinden dökülen hikâyeler, hiçbir itirazla karşılaşmadan, bilhassa şirketlerin, elitlerin ve teknolojinin hâkim olduğu kamusal söylemden dışlanmış muhalif seslerin itirazı ile yüzleşmeden zihinlere işler.

Gösteriyle ilgili yazılarında bu olguyu yorumlayan Debord, gösteri dünyasında damga vuran asli unsurun, anlamlı bir diyalog değil, yukarının aşağıyla tek taraflı olarak kurduğu iletişim olduğunu söyler. Debord’a göre, “Gösterinin talep ettiği pasif kabul, zaten görünümler üzerinde kurduğu hâkimiyetle, herhangi bir cevaba izin vermeden görünmeyi öne çıkartan yaklaşımıyla zaten insanlara dayatılmış bir şeydir.”

İktidardakiler, kitle haberleşme araçlarını kontrol ederler. Bu noktada esas olarak kurdukları ilişki biçimini meşrulaştırmaya çalışırlar. Bu amaçla iktidardakiler, statü kazandıran gösteriyi takviye ederler. Böylece teşkil edilmiş her şeyi korumayı amaçlarlar. Bunun için ellerinde mebzul miktarda araç vardır. Bu araçlardan biri de Debord’un üzerinde durduğu “uzmanlar” sınıfıdır.

Bu sınıfa mensup kişiler, kamuyu bilgilendirmek için gerçek bilgi verdikleri pozu keserler, böylesi bir izlenim yaratırlar. Oysa aslında kariyerlerinde basamak atlamak ve gelirlerini muhafaza etmek adına, elitlere ait görüşlerin kalıcılaşmasını sağlamak için uğraşırlar. “Altüst olmuş bir dünya”da bu sürekli sahneye çıkan uzmanlar, iddia ettiklerinin tersini yaparlar.

Uzman sınıfı içerisinde sayabileceğimiz “teyitçiler” ve dezenformasyon muhabirleri ve araştırmacıları denilen, sayıları giderek artan kesim, gösterinin kabul ettiği hakikati muhafaza etmek için uğraşan bir tür “uzman” grubunu ifade eder. Okur ve televizyon izleyicisi kitlesi, zaten hayatın talep ettikleri karşısında yeterince sorun yaşamaktadır. Bu sebeple bu kitle, profesyonellerin gerçeği ve halihazırda yaşanan olayları anlamanın en iyi yolu olduğunu düşünebilir. Pratikte bu türden teyit operasyonları özü gizleyen hikâyeleri öne çıkartırlar.

Peki bu türden geri koşullar nasıl gerçeklik halini alır? Gösteri Toplumu’nda Debord, toplumu kendisine kul köle eden ekonominin kendisini ilkin var olmasahip olmaya indirgeyerek ortaya koyduğunu söyler. Bu koşullarda artık insan, ancak oldukları değil, sahip oldukları şeylerle kendisini gerçekleştirebilir.

Toplumun ekonomiye teslim olma süreci hızlandıkça var olmanın yerini alan sahip olma, zamanla sahip olunanı gösterme iradesi alır. Bilgi düzleminde uzmanların uzman olmasına veya uzmanlığa sahip olmasına gerek yoktur, artık onların uzmanlık ceketini giymeleri yeterli olacaktır.

“Uzmanlar diyor ki” ifadesi, manşetleri hızla süsler, teyitçiler meşruiyeti artıracak her şeyi incelemeden onaylar, çünkü meşruiyet izlenimi, içerikten her daim üstündür.

Debord, Gösteri Toplumu Üzerine Yorumlar’da meseleyi şu şekilde izah eder:

“Tüm uzmanlar devlete ve medyaya hizmet eder, ancak bu sayede statü sahibi olurlar. Hiçbir uzman, efendisinin sözünden çıkamaz. Çünkü bağımsızlık ihtimalleri, mevcut toplumun örgütlenme tarzı üzerinden sıfırlanmıştır. Tabii ki en faydalı uzman, yalan söylemeyi bilen uzmandır.”

Debord’un da gösterdiği biçimiyle, uzmanlar, ancak elitlerin şartlarına uydukları sürece uzman olabilirler. Debord’un “bağımsızlık ihtimalleri, mevcut toplumun örgütlenme tarzı üzerinden sıfırlanmıştır” tespiti, bilhassa günümüz dünyasında faal olan şirket medyası için geçerlidir. Bu medya kuruluşlarında gazeteciler sık sık güvencesiz çalıştırılırlar, toplu halde işten çıkartılırlar, zaten kalabalık olan kariyer sahasında düşük ücretler alırlar. Medyadaki hâkim dilden kopmak demek, her birlikte kara listeye alınmak demektir. Bu sebeple, kimse kazan kaldırmak istemez, herhangi bir itirazda bile bulunamaz.

Gösteriyi savunmak ve daimi kılmak gibi rollere sahip olan kişilerin oluşturduğu “uzman” sınıfı, nihayet varlık imkânı bulacağı somut koşullara kavuşmuştur. Gerçeği tahrif eden laflarına ve dillerinden dökülen yalanlara rağmen belirli bir meşruiyet kisvesine bürünen uzmanlar gösteriye, yaşanan olayların genel niteliğini sorgulayanların gerçeği görmelerine mani olacak perdeyi temin ederler.

Uzmanların oynadığı rol, meşru bir zemine sahip olan teyitçilik değildir. Onların amacı, gösterinin imkânlarını geliştirmektir. Teyitçiler ve onlarla bağlantılı uzmanların yaşanan olaylarla ilişkisi komik sonuçlar doğurabilmektedir. Bu kişiler, ya aşırı özel olgulara atıfta bulunmakta ya da geleceğe dair iddiaları alaya almaktadırlar.

2018’de Trump’ın BM’de yaptığı, Almanya’nın Rus petrolüne bağlı olduğuna dair açıklamaları Alman devleti yetkililerince gülerek karşılanıyordu. Ama dört yıl sonra bu öngörü haklı çıktı. Rusya, Avrupa’ya uzanan Kuzey Akımı 1 petrol boru hattını kesti.

Bir başka örnek. Ana akım medyada Kovid pandemisinin laboratuvardan sızan virüs sonucu başladığı iddiası komplo teorisi olarak görüldü. Dezenformasyonun parçası olarak değerlendirilen bu teoriyle alay edildi, onu doğru bulanlar dışlandı. Ama sonra Vanity Fair ve ProPublica gibi dergiler, teorinin doğru olabileceğini pandeminin başlamasından üç yıl sonra kabul ettiler.

Bu tür örneklerde karşımıza hep teyitçiler çıktı. Bunlar, dün olduğu gibi bugün de meşru tespitleri alaya almakla, onları yanlış bulup sahiplerine hakaretler savurmakla, dolaylı olarak salt hayatı yaşamaktan gayrı elinden bir şey gelmeyen, atomize olmuş nüfusu kendisinden şüphe ettirecek ölçüde maniple etmekle, gerçekliği flulaştırmakla meşguller.

Stavroula Pabst
2 Ocak 2023
Kaynak

27 Temmuz 2025

, ,

Ayak İzlerimizin İstikameti: Dijital Cin.Net

 

Aranan şey güzellik ya da cazibe değil artık; görüntü…
Varım, buradayım değil; görülüyorum, bir imajım; bak bana, bak!

[Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı]

 

Binlerce yıldır yapılan savaşlar bize, muzaffer güçlerin tarihi kendi çıkarlarına göre yeniden yazmaya ne kadar hevesli olduklarını öğretti. 21. yüzyılda dijital teknoloji şirketleri, bu işi daha da rafine bir hale getirerek açıkça geleceği yazmayı öneriyor. Çünkü dijital teknoloji kirletiyor. Hem de fazlasıyla.

Su ve enerji tüketimi ile madenlerin tükenmesine katkısı açısından bu sektör, Büyük Britanya ya da Fransa gibi bir ülkenin iki üç katı ayak izi yaratıyor. Başka pek çok sebebin yanı sıra asıl neden, dolaşımda olan 40 milyona yakın dijital cihazdır. Enerji açısından bu cihazlar, dünyadaki elektriğin %10’unu tüketmekte.

Dijital sektör bir ülke olsaydı, en çok elektrik tüketen ülkeler sıralamasında Çin ve ABD’nin ardından üçüncü sırada yer alacaktı. Öte yandan, günümüzde elektriğin % 35’i kömürden elde ediliyor. Bu durumda dijital teknolojiler, dünyadaki toplam sera gazı salınımının % 5’ini oluşturuyor demektir.[1]

Gmail’den bir e-posta, WhatsApp’tan bir mesaj göndermek, Twitter’a bir emoji, TikTok’a bir video ya da Instagram’a sevimli kedi yavruları fotoğrafı koymak gibi elle tutulur olmayan eylemlerde bulunabilmek için, Greenpeace’e göre, yakında “muhtemelen insan eliyle inşa edilmiş en uçsuz bucaksız şey” halini alacak, maddeden oluşan ve enerji tüketen bir altyapı oluşturdu insanlık. Mevcut çalışmalar, dijital teknolojinin zararının faydasından daha çok olduğunu gösterme eğiliminde.

Günümüzdeki durum böyle; ancak dijital kirlilik söz konusu olduğunda fotoğraflara değil, film şeridine bakmak gerekiyor sanki: İnternetin ekolojik ayak izi, havsalaya durgunluk verecek bir hızla artmakta ve bunun önünde duracak hiçbir güç yok gibi görünüyor.

Şu bir vakıa ve apaçık ortada: Dijitalleşmiş hayatlarımız; dalgın ve kayıtsız milyarlarca ortak kiracısından biri olduğumuz, beton ve camdan yapılma bir altyapıda çoğaltılıyor. Telefonumuz cebimizde, kumsalda yürürken, ayak izlerimizi sadece kumda değil, konum bilgilerimizi depolayan İskandinav veri bankalarına da bırakıyoruz; yani, devletlere ve istihbaratlara da.

Bir kafenin terasında, stadyumda, ormanda yapılan bir piknikte selfi çektiğimizde, bir yiyecek-içecek tüketmekle kalmıyor; camdan yapılma bir şeridin kim bilir belki Virginia Beach ya da Silikon Vadisi’ne kadar yayacağı pikseller de üretiyoruz: Kelimenin tam anlamıyla kendimizi sürekli kopyaladığımız anlamına geliyor bu. İnternet, öyle bir yerde hazır ve nazır olma imkânı(!) veriyor ki, eylemlerimize hem şimdi burada hem de binlerce kilometre uzakta fiziksel bir tutarlılık kazandırıyor. Özcesi, dijital dünya, her şeyi maddeden arındırma kisvesi altında edimlerimizi iki kez maddileştiriyor, statik hale getiriyor.

Madde ise bir yerde bulunmak, bir yer işgal etmek, dolayısıyla güç/iktidar ilişkileri ve de jeopolitik demektir. Tweet attıkça, reels paylaştıkça, beğene tıkladıkça, shorta kitlendikçe, sörf yaptıkça hayati meseleler “oraya” ve ortaya çıkıyor; böylece internetin dallanıp budaklanmasını destekliyoruz. Bir tür dijital yok oluş-harakiri yaşıyoruz.

Charles Taylor’ın çeyrek asır önce soğukkanlı bir biçimde öngördüğü gibi: “Artık ‘bir şeyler’, ölerek, ömrünü tamamlayarak değil; çoğalarak, artarak yok olacak!”[2]

Yusuf K.
19 Haziran 2025

Dipnotlar:
[1] Guillaume Pitron, Dijital Cehennem, Çevirmen: Alp Tümertekin, İş Bankası Kültür Yayınları.

[2] Charles Taylor, Modernliğin Sıkıntıları, Çevirmen: Uğur Canbilen, Ayrıntı Yayınları.

25 Temmuz 2025

,

Yeni İran Solu

Birçok gözlemciye göre, solcu gerilla örgütlerinin İran Devrimi sonrası politik sahneyi terk etmeleri, şaşırtıcı bir gelişmeydi.

Sol, devrimin gerçekleştirilmesinde ve onun aktığı sürecin hızının belirlenmesinde önemli bir rol oynadı. Örneğin 1979 yılının başlarında silahlı sol örgütler, diğer kasaba ve şehirlerin yanında, Tahran, Tebriz, Şiraz, İsfahan ve Abadan’da karakollara ve kışlalara saldırıp buraları ele geçirdiler. Aynı yıl içerisinde solcular, sadece Tahran’da 1 Mayıs yürüyüşüne yarım milyonu aşkın destekçiyi ve sempatizanı toplamayı bildi. Bu süreç, İslam Cumhuriyeti gücünü toplayıp yüzünü solculara dönene dek, birkaç ay daha devam etti.

İlk başta Tude (Kitle) Partisi’ne dokunulmadı ama 1983’te Tude dâhil tüm sol örgütler yasaklandı, üyelerinin önemli bir bölümü idam edildi ya da hapse atıldı. Kadrolar, büyük ölçüde yeraltına çekildi ya da sahneyi terk etti. Peki İran solu, devrimin başında önemli bir rol oynamışken, neden önemli bir politik faktör olmaktan çıktı?

Kanaatimce bunun iki sebebi var:

1. Solcuların kendi varlıklarını sakatlayan örgütsel hizipçilikleri ve orta sınıf solcu aydınların kitlelere yabancılığı.

2. Uluslararası hareket olarak Marksizm-Leninizm konusunda politik ve ideolojik bir tutarlılığın bulunmaması. İran solu, yeraltında faaliyette iken bu iki faktör de belirginleşmedi, bu halleriyle örgütlerce pek hissedilmedi. Ama devrimle ve solun açığa çıkmasıyla birlikte iki faktör görünür oldu. Koldaki iki çatlak kendisini hissettirdi. Çelişkili bir biçimde sürekli açığa çıkmak, görünür olmak isteyen sol, bu hedefine ulaşınca oluşan yeni durumda ciddi yaralar aldı.

Yeni Solun Doğuşu

Ellilerde ve altmışlarda İran siyaseti, 1953’te Şah’ın ABD desteğiyle iktidar olmasıyla başlayan otoriter idaresinin gölgesinde ilerledi. Solcular ve Milli Cephe üyeleri yoğun baskılarla karşılaştılar. Tutuklandılar, yeraltına çekilmek ya da ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar.

Altmışlarda parti içerisinden veya dışından bir dizi eylemci, Tude’nin düşünsel hegemonyasına karşı çıktı. Ellilerin başında partinin performansını görmüş olan bu kişiler, partinin Musaddık’ın Milli Cephe hükümetine destek sunmamasını, Moskova’ya bağlı oluşunu, sonrasında Şah rejimine sunduğu desteği eleştirdiler.

Bu insanlar, aynı zamanda Sovyet tarzı komünist siyasetle rekabet eden Maoizm ve Gevarizm gibi yeni akımların halesine kapıldılar. Bu süreçten etkilenen devrimciler, altmışların ortalarında İran’da “yeni sol” olarak adlandırılabilecek akımı inşa ettiler.[1]

Silahlı devrimciliği öne çıkartan yeni akımın yükselişine, ABD’nin 1965’te Kuzey Vietnam’ı bombalama kararı, Çin Kültür Devrimi, Che’nin 1967’de Bolivya’da yürüttüğü faaliyetler ve Üçüncü Dünyacılığın yükselişi gibi başka faktörler de katkıda bulundu. Üçüncü Dünyacılık, Şah rejimi ile ABD arasındaki güçlü bağlar üzerinden İran’da epey ilgi gördü.[2]

Altmışlarda radikalizme yönelen veya gerilla hareketlerine iştirak eden devrimciler, politik değişimi sağlayacak diğer tüm kanalların tıkalı olduğuna, Şah’ın politik kontrolünün her türden barışçıl politik değişime izin vermeyecek ölçüde ağırlaştığına inanıyorlardı. Maoizmin dillendirdiği “politik iktidar namlunun ucundadır” şiarı benimsendi. Devletle kitleler arasında kurulabilecek yegâne ilişkinin şiddete dayalı bir ilişki olması gerektiğine dair görüş, solcu fikriyata nüfuz etti. Solcular, şiddetin devletin, İran ölçeğinde Şah’ın rejiminin kurumsallaştırdığı şiddete karşı bir tepki olduğunu söylüyorlardı.

Kendi tarzları üzerinden ve kendi amaçları doğrultusunda hareket eden militanlar, Sovyet, Çin, Küba ve Avrupa komünist partilerinin görüşlerini farklı şekilde yorumladılar. Dün olduğu gibi bugün de İran solu, bu türden ideolojik akımların etkisi altında.

İranlı Maoistler, Sovyetler’e karşı sert bir kampanya başlattılar. Bu, farklılıkların ve ayrımların daha da netleşmesini beraberinde getirdi. Birçok solcu, Hruşçev’in “barış içinde bir arada yaşama” siyasetini “emperyalizmle gizli suç ortaklığı yapmak” olarak değerlendirdi. Sovyetler’in sosyalist bir devlet mi yoksa sosyalist dili kuşanmış emperyalist bir devlet mi olduğu konusunda sert tartışmalar yaşandı.

Yeni sol içerisindeki ideolojik gerilim, Sovyet revizyonizmine düşman olan Maoistlerin, Çinli liderlerin Şah ve Pinochet’ye verdikleri destekte karşılık bulan “Yeni Maoizm”i tuhaf ve nahoş buldukları 1974-1975 dönemecinde farklı bir merhaleye geçti.

Şah yönetimine yönelik muhalefetin zirvede olduğu 1978 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’nden gelen, başkanlığını Hua Kuofeng’in yaptığı üst düzey bir heyet, Şah’ı ziyaret etti. Ziyaret neticesinde Maoistler, bir daha toparlanma imkânı bulamayacakları ağır bir darbe aldılar. Birkaç yıl örgütsel faaliyetlerine devam etseler de nihayetinde dağıldılar.

Yetmişlerin sonuna doğru Çin dış politikasının sağa dümen kırması neticesinde hayal kırıklığına uğrayan birçok militan, Tude’nin örgütler nezdinde yeniden zemin bulmasını sağlayan, SSCB’nin[3] benimsediği “ilerici” enternasyonalist duruşa örgütlendi. Ama Tude’nin Sovyet dış politikası uyarınca son beş yıl içerisinde İslam Cumhuriyeti konusunda geliştirdiği tavır ve ortaya koyduğu performans, partiyi epey itibarsız kıldı ve ona zarar verdi.[4] Artık İran solu nezdinde partinin yeniden itibar kazanması mümkün değil. Sadece Sovyet karşıtı olmayan, ayrıca beynelmilel komünizmden bağımsız kalmaya çalışan bir İran Komünist Partisi’nin son dönemde kurulmuş olması, bu görüşümüzü destekliyor.

Şerikhaye Fedaiye Halk-e İran

Silahlı sol örgütler içerisinde Fedailer olarak bilinen İran Halkının Fedaileri Örgütü (Sezman-e Şerikhay-e Fedaiye Hal-e İran) en önemli örgüttü. Diğer radikal örgütler gibi altmışların başında kuruldu. Özellikle Tahran’daki üniversite kampüslerinde açığa çıkan militan muhalefetin ürünüydü. Fedaileri kuran tüm gençler, Tude ve Milli Cephe’ye sempati duyan, eskiden beri bu örgütlere kadro yetiştirmiş olan ekonomik ve toplumsal katmanlardan geliyorlardı.

Bağımsız[6] bir Marksist gerilla örgütü olarak Fedailer, altmışların ortasında Tebriz, Meşhed ve Tahran’da birbirinden bağımsız olarak kurulmuş üç küçük örgütün 1970 yılında birleşmesiyle meydana geldi. Bu üç örgütün kurucuları, üniversite öğrencileri ve üniversite mezunlarıydı. Örgütü, Emir Perviz Puyan, Bican Cezeni, Mesud Ahmedzade, Hamid Eşref, Behruz Dehkani ve Eşref Dehkani gibi isimler kurdu.

Fedailer örgütünün, sonrasında yürütülecek gerilla operasyonlarının ve geliştirilecek stratejilerin ideolojik zeminini bu isimler geliştirdi. Bugün Kürt bölgesinde halen daha faaliyet yürüten Eşref Dehkani haricinde tüm kurucu isimler, ya idam edildiler ya da Şah’ın polis gücüyle girdikleri çatışmalarda öldürüldüler.

Şubat 1971’de Fedailer örgütü, ilk gerilla saldırısını Hazar bölgesindeki bir köyde bulunan jandarma karakoluna gerçekleştirdi. Eylem, başarısızlıkla neticelendi. Ama gene de örgüt, bu eylemi propaganda sahasında başarıyla kullanmayı bildi. 10 Şubat 1971 tarihi, gerilla hareketinde önemli bir tarih haline geldi.

Siyahkel eylemi sonrası, 1972 yılında ülke genelinde, özellikle Tahran, Ahvaz, Tebriz ve İsfahan’da kanlı çatışmaların yaşandığı öğrenci eylemlerine tanıklık edildi. Fedailer, öğrencilerin rejime yönelik saldırılarını ve şiddeti devreye sokan muhalefetini Siyahkel eyleminin bir sonucu olarak değerlendirdi. Rejim, 1972 ve 1973’te birçok insanı ya hapse attı ya da idam etti.[7]

Fedailer örgütünün ilk aktif üyelerinin, destekçilerinin ve sempatizanlarının büyük bir kısmı, orta sınıf ailelerden gelen üniversite öğrencilerinden, üniversite ve lise öğretmenlerinden oluşuyordu. Örgütün bileşimi 1977’de daha da zenginleşti. Hareket, büyük imalat sektörlerinden petrol sanayiinden birçok işçiyi ve lise öğrencisini örgütledi. Ayrıca Fedailer, Kürt, Beluci, Arap ve Türkmen azınlıklar içerisinde de belirli bir güce kavuştu. Öncesinde Şah’ın merkezi hükümetine karşı çıkan örgüt sonrasında Humeyni’nin İslam Cumhuriyeti’yle kavga etti.

1977 yılında ideolojik düzlemde dönüşüme uğrayan Fedailer örgütü, neticede Bican Cezeni’nin Puyan ve Ahmedzade’nin savunduğu temel devrimci strateji olarak silahlı mücadele anlayışına karşı çıkarttığı “örgütsel gücün ve rolün önemi” anlayışını benimsedi. Bu anlamda örgüt, Maoizmi reddetti.[8]

Devrim sürecinde Fedailer iktidarın alınmasında, sonrasında 11, 12 ve 13 Şubat 1979’da Tahran, Tebriz, Hamadan, Abadan ve Şiraz’daki karakolların ve askeri kışlaların ele geçirilmesinde önemli bir rol oynadı. Devrime doğrudan katılmış olmaları sayesinde epey saygı gören örgüt, Şubat 1979 sonrası kitle tabanını genişletti, böylelikle İran’daki en büyük solcu silahlı örgüt haline geldi. Genç ve orta yaştaki destekçileri sayesinde Fedailer yüz binden fazla insanın katıldığı eylemleri ve mitingleri örgütleyebilecek düzeye geldi.

Bu ani ve kontrolsüz büyüme, zamanla örgütsel yapıyı ve işleyişi zayıflattı, onu sızmalara açık hale getirdi. Bu zayıflığın göstergelerinden biri de lider kadronun Humeyni ve İslam Cumhuriyeti konusunda tutarlı ve sistematik bir strateji geliştirememiş olmasıydı.

Faruk Nigahdar gibi merkez komite üyeleri, “rejimi sağ şeritte ilerleyen antiemperyalist bir güç” olarak görüyorlardı. Televizyondaki bir tartışma programına katılan Nigahdar, tartıştığı Abulhasan Benisadr’a bu türden sözler dile getirdi.

Mustafa Madani gibi merkez komite üyeleri ise rejimi demokratik olmamakla eleştiriyor, onun eski toplumsal, ekonomik ve politik düzeni yeniden tesis edeceği konusunda uyarılarda bulunuyordu.[9]

1980 yılının başlarında Fedailer örgütü liderleri içte açığa çıkan krizle ve dağınıklıkla mücadele ediyorlardı. Bu mücadele, İran’daki sol hareketlerin doğasından kaynaklanan ideolojik gerilimin sonucuydu.

Ayrıca 1979 baharında örgütün lider kadrosuna sızan Tude üyeleri, aradaki farklılıkların yoğunlaşmasını sağladılar.[10] Haziran 1980’de Fedailer iki hizbe bölündü: Ekaliyyet ve Ekseriyyet. Azınlık grubu İslam Cumhuriyeti’ne karşıydı ve onu “gerici” görüyordu. Ayrıca Tude’nin İslam Cumhuriyeti’ne yönelik uzlaşmacı ve işbirlikçi tutumunu eleştiriyordu.

Zamanla çoğunluk grubu Tude’nin görüşlerine yanaştı ve Humeyni hükümetinin antiemperyalist olduğu iddiasına inandı. Ama 1982 başlarında hükümet Tude’nin üzerine gidince partinin görüşü tümden değişti. Bugün Fedailer Çoğunluk hizbi Tude’nin uydusu olarak görülebilir.

Azınlık hizbi ülke genelinde politik faaliyetlerini yeraltında sürdürdü. Ancak silahlı faaliyetleri Kürdistan’la sınırlı kaldı. Ayrışmadan sonra Azınlık hizbi, birçok destekçisini ve aktif üyesini yitirdi. Bu üyelerden biri de 18 Nisan 1981 günü düğün merasimi sırasında alınıp Evin Hapishanesi’ne götürülen, aynı yılın Mayıs ya da Haziran ayı içerisinde idam edilen ünlü İranlı şair, oyun yazarı ve ressam Said Sultanpur da vardı.

Ülke dışındaki ve içindeki politik muhalif örgütler arasında, Azınlık hizbine ait yeraltı hücrelerinin rejim gücü neticesinde ifşa olmadığına, onların Tude ve Çoğunluk hizbi üyelerinin ihaneti yüzünden açığa çıktığına dair yaygın bir inanış vardır.

İslam Cumhuriyeti’nin baskı ve zulümlerine, toplu idamlarına işaret eden Azınlık hizbi, kent gerillası taktiklerine, özellikle suikast ve bombalama eylemlerine karşı çıktı. Azınlık hizbi, bu türden eylemlerin hiçbir sonuç üretmeyeceğini, sadece rejime önüne geleni öldürme fırsatı sunacağını söylüyordu.

Azınlık hizbi ise toplumda faal olan her kurumun ve örgütün içinde yeraltı hücreleri kurulması ve hücre çalışmasının yaygınlaşması fikrini savundu, destekçilerine “devrimin elçileri” olmalarını istedi. 1981 tarihli bir yayınlarında şunları söylüyorlardı:

“Devrimcilerin gücünün ve potansiyelinin kaynağı, onların hareketlerinin kitlelerin çıkarlarıyla uyumlu oluşudur. Devrimcilerin elde edeceği başarı, kitlenin seferber edilmesine bağlıdır. Bir devrimci kalkışma, ancak kitlelerin desteği ve muazzam bir güce ulaşması durumunda gerçekleşme imkânı bulur. Devrimciler bu sebeple kitleleri seferber edecek stratejileri benimsemek zorundadır.”[12]

Yaklaşık dokuz ay sonra, İran’ın ekonomik, politik ve toplumsal koşullarını tüm yönleriyle analiz eden başka bir makalede Fedailer Azınlık hizbi, üyelerinin sorumluluklarının ve ileride yürütecekleri faaliyetlerin genel çerçevesini çiziyordu. Bu makalede örgüt Halkın Mücahidleri’nin silahlı eylemlerine karşı çıkıyor, bu eylemleri “aşırı duygusal tepkilerin ürünü maceracılık” olarak niteliyor, yeraltı hücrelerinin artırılmasının önemine vurgu yapıyordu. Makale bir yandan da İslam Cumhuriyeti’ne diz çöktüreceğini öngördüğü genel grev olasılığı üzerinde duruyordu.

Şubat 1982 süresince Azınlık hizbinin gizli matbaaları işkencede çözülen bir üyenin anlatımları üzerinden ele geçirilip imha edildi. Bu saldırıda basın-yayın işlerinden sorumlu birçok üst düzey yönetici öldürüldü. Bu ağır darbeye rağmen, Bican Cezeni’nin görüşlerini takip eden örgüt, gizli faaliyetlerini yoğunlaştırdı, ağını güçlendirdi, sanayide ve diğer sektörlerde güçlü bağlar edindi. Bugün yeniden açığa çıkma imkânı bulmayı bekliyor ama bu sefer eskinin acı sonuçlar doğuran yanlışlarından dersler çıkartmış olarak.[13]

Fedailer Azınlık, Halkın Mücahidleri örgütü lideri Mesud Recavi ve Abulhasan Benisadr’ın Temmuz 1981’de kurduğu Ulusal Direniş Konseyi’ne katılmayı reddetti.[14] Çünkü örgüt, İslam Cumhuriyeti içerisinde kötü bir performansı olan, burjuvazinin temsilcisi olarak gördüğü Benisadr’la aynı yerde olmak istemiyordu. Ayrıca örgüt, Ulusal Direniş Konseyi kurucularının kurdukları geçici hükümetin İslami yönlerine de, bu konseyin gelecekte kurulacak politik sistemle ilgili kararların İran yerine Fransa’da alınıyor olmasına da karşıydı. Fedailer, bu yönüyle konseyin demokrat olduğu iddiasıyla çeliştiğini düşünüyordu.

Mart 1984’te bu konseyin kurulmasının üzerinden üç yıl bile geçmeden, iki kurucusu aralarında politik işbirliği kurmalarının artık imkânsız olduğunu açıkladı.[15] 1984 yazında Fedai Azınlık örgütü destekçileri ABD’de Recavi ile Benisadr arasındaki anlaşmanın son bulmasıyla ilgili bir bildiri dağıttılar. Orada aktarıldığı kadarıyla örgüt, Ulusal Direniş Konseyi içerisindeki gelişmelerin dağınıklığın yansıması olduğunu, örgütün varlığının bu dağınıklık sebebiyle son bulduğunu söylüyordu.[16]

Öte yandan, irili ufaklı bir dizi sol örgütle işbirliği içerisinde olan Azınlık hizbi, “İran Devrimci İşçiler Örgütü [Sezman-e Kargeran-e İnkilabiye İran”] isminde yeni bir örgüt kurdu.

Nozar Alaü’lmülki

[Kaynak: Middle East Journal, Cilt. 41, Sayı. 2 (Bahar, 1987), s. 218-226.]

Dipnotlar:
[1] Bu döneme dair daha fazla bilgi için bkz.: Fred Halliday, Iran: Dictatorship and Development, (Harmondsworth UK: Penguin Books Ltd., 1979), s. 235-248; Ervand Abrahamian, “The Guerrilla Movement in Iran 1963-1977”, MERIP, 86, (Mart-Nisan 1980), s. 3-15; Aynı yazar, Iran Between TwoR evolutions,( Princeton, NJ: Princeton University Press, 1982), s. 450-457 ve s. 480-495; Nozar Alaolmolki, “Opposition To Khomeini and the Islamic Republic,” Australian Outlook, Yıl 38, Sayı 2, (Ağustos 1984), s. 99-105; ve Etehadieh-e Komonist-hai-e Iran (İranlı Komünistler Birliği), “Junbesh-e Daneshjooie-e Iran” (İranlı Üniversite Öğrencileri Hareketi) (n.p., Mehr, 1355 [Eylül/Ekim 1976]), s. 1-13.

[2] Amir Parviz Poyan, Zarrurat-e Mobarezeh Moslahaneh va Rad-e Teory-e Baqa (Silahlı Mücadelenin Zorunluluğu ve Hayatta Kalma Teorisine Reddiye), (n.p.,1972); Masud Ahmadzadeh, (Hem Strateji Hem de Taktik Olarak Silahlı Mücadele), (Tahran,1979.) Bizhan Jazani, Mobarezeh Mosalahaneh: Rahaie Baseejeh-e Tudeh-ha (Silahlı Mücadele: Kitleleri Seferber Etme Yolu), (1973); Aynı yazar., Capitalism and Revolution in Iran, Çeviri: İran Komitesi, (Londra: Zed Press, 1980). İngilizce kaynaklar için bkz.: Fred Halliday, a.g.e., s. 240-248; E. Abrahamian, a.g.e., s. 3-15, Aynı yazar, a.g.e., s. 482-89 ve s. 494-95. Che Guevara, Guerrilla Warfare, (NY: Monthly Review Press, 1961).

[3] Arnavutluk’un Çin’den kopmasıyla Enver Hoca’yı takip etme ve resmi Çin politikasından ayrışma imkânı bulan Maoistler rahatladılar. Bkz.: Union of Iranian Communists (“İttihadiye Komonisthaye-e İran”), “Tension in the Relations Between China and Albania” (Buhran dar Ravabete Çin va Albani), Kargar Publication, n.p., Şehrivar, 1357 (Eylül-Ekim 1978); Rahaie, Ferverdin, 1358 (Mart-Nisan 1979), s. 21.

[4] Seday-e Cumhuriye İslamiye İran (“İran İslam Cumhuriyeti’nin Sesi), bundan sonra SJII (VIRI) olarak anılacak, 4, 7 Mayıs 1983; Keyhan, Urdibehşt 28, 1362 (18 Mayıs 1983); Şehrivar 23, 1362 (14 Eylül 1983); Day 21, 1362 (11 Ocak 1984); SJII(VIRI) 21, 22 Ocak 1984 ve Arab News, 8 Mayıs 1984, Tude’nin ideoloğu ve ikinci lideri İhsan Taberi’nin televizyona çıkartılmasına dair haber aktarılıyor. Taberi hapisten çıkartılıyor.r eportedt he televised repudiationo f Tudeh's ideologue and second in command Ehsan Tabari. It has been reported that Tabari has been released from prison. Mardom (Tude yayın organı), 1358 (1979); Rahaie (İranlı Komünistler Birliği yayın organı) Day 4,1358 (25 Kasım 1979). Ervand Abrahamian, a.g.e., Bölüm. 6, 7, 8, 10, ve M. W. Iwanow, Tareekhcheh-e Nuveen-e Iran (“Modern İran Tarihi”), Çeviri: Houshang Tizabi ve Hassan Qaempanah, (Stockholm, İsveç: Tudeh Party Publishing Center, 1356 [1977]), s. 156-191.

[5] Sezman-e Mücahidin Halk-e İran (“Halkın Mücahidleri Örgütü”), Massa'ell-e Hadd-e Jonbesh-e Maa: Duvomeen Nashreeh-e Ba'ass Bain-e Sazman-e Mujahedeen Khalq-e Iran va Sazman-e Cherik-hai-e Fadaii-e Khalq-e Iran (“Hareketimizin Kritik Sorunları: Mücahidlerle Fedailer Arasındaki Tartışmanın İkinci Yayını”), n.p., İsfend, 1355 (Şubat-Mart, 1976), s. 44-45.

[6] Union of Iranian Communists, a.g.e., s. 21-22; ayrıca bkz.: A.P. Poyan, a.g.e., Introduction.

[7] Neberd-e Halk (Fedailer Örgütü yayın organı), Urdibehşt, 1354 (Nisan-Mayıs 1975). Burada silahlı mücadelenin temel strateji olarak merkezi olduğu gerçeğine vurgu yapılıyor. Rahaie, Ferverdin, 1358 (Mart-Nisan 1979), s. 5-6. Bican Cezeni’nin eserlerini eleştiren bir analiz için bkz.: Faddaii Khalq,”Dar Bareh-e Sharayt-e Aini-e Enqilab” (“Devrimin Nesnel Koşulu Üzerine”), n.p., Aban, 1357 (Ekim-Kasım 1978), özellikle s. 1-14 ve 72-104. Paykar, “Jonbesh-e Nuveen-e Komonisti-e Iran va Sazman-e Cherik-hai-e Fadaii Khalq” (“Yeni İran Komünist Hareketi ve Fedai Örgütü”) n.p., Urdibehşt, 1359 (Mart-Nisan 1980).

[8] The Middle East, Eylül 1979, s. 16.

[9] Kar, Teer 26, 1361 (17 Temmuz 1982).

[10] Fedailer içindeki ayrışma ve Çoğunluk içerisinde yaşanan dağınıklıkla ilgili daha fazla bilgi için bkz.: Kar, Hordad 13, 1359 (4 Mayıs 1980); Mehr 22, 1360 (13 Ekim 1981); Aban 13, 1360 (4 Kasım 1981); ve Halkın Mücahidleri destekçisi Müslüman Öğrenciler Derneği, Aban 8, 1360 (30 Ekim 1981); Fedai Örgütü, “Assessment and Outlook:Discussion Bulletin, 1” (Taraznameh va Cheshmandaz: Bolitan-e Mobahessat, 1), yeniden yayımlayan: Fedailerin ABD’deki destekçilerinin kurduğu İranlı Öğrenciler Derneği (ISSF), “Leninism or Trotskyism: Discussion Bulletin, 2” (Leninism ya Terotkism: Bolitan-e Mobahessat, 2), Hordad 1361 (Nisan-Mayıs 1982), yeniden yayımlayan: ISSF.

[11] Kar, Şehrivar 25, 1360 (16 Eylül 1981).

[12] Kar, Teer 26, 1361 (17 Temmuz 1982).

[13] Ulusal Direniş Konseyi ile ilgili daha fazla bilgi için bkz.: N. Alaolmolki, a.g.e.; Kar, Mehr 22, 1360 (3 Ekim 1981).

[14] Benisadr ve Recavi’nin Reuter News’e verdiği mülâkat, aktaran: The Arab News, 16 Nisan 1984.

[15] Iran Times, 11 Mayıs 1984. 1984’te Ebulhasan Benisadr’ın, 1985’te A. R. Kasımlu’nun ayrılmasıyla Ulusal Direniş Konseyi zayıfladı. 1986 yazında Fransa’dan kovulan Recavi, Halkın Mücahidleri ve UDK, Irak’a taşındı. Ayrıca bkz.: The Manchester Guardian, 13, 20 Ocak 1985 ve Iran Times, İsfend 17, 1363 (8 Mart 1985).

23 Temmuz 2025

, ,

Sol ve İslam Cumhuriyeti


Referandum ve İsyan

Referandumla birlikte şahlık rejiminden kopuldu. Humeyni, bu sürece otoriter ve çizgileri net olan bir İslam cumhuriyetiyle cevap verdi.

İslam Cumhuriyeti, ilk itirazlarla merkezileşmeye karşı çıkan bölgelerde yüzleşti. Bu bölgeler, isyan tohumlarının ekildiği, soldan ilham alan güçlü unsurlara ev sahipliği yapan yerlerdi.

“Devrimin babası” olarak görülen Humeyni, 30-31 Mart 1979’da referandum yaptı. Bir sonuç vermese de solcular, referandumu boykot ettiler. Dini bir örgüt olarak Halkın Mücahitleri, 17 Mart 1979 günü İslam Cumhuriyeti’nin yaptığı referandumu sorgulayan bir bildiri kaleme alıp dağıttı. Humeyni ve geçici hükümet eliyle yürütülen İslamizasyon politikasını kısıtlamaya yönelik adımlar atan örgüt, bildiride referandumun hızına ve tarzına vurgu yapıyordu:

“Biz, Bezirgan hükümetinden referandum konusunda halkı bilgilendirip eğitmesini, böylelikle farklı yönetim tarzlarının niteliğini anlamalarını sağlamasını, her bir bireyin ve örgütün kendi görüşlerini ifade etme hakkına sahip olacağı bir yönetim tarzının uygulanmasını istiyoruz.”[1]

Referandumun içeriğinin netleştirilmesine yönelik çağrılara rağmen referanduma Humeyni’nin Velâyeti Fakih anlayışı yön verdi. İran solu, referandumda başvurulan üslup yanında, anayasa sürecinde yol açacağı sonuçlara dair endişelerini dile getirdi. Ayrıca kontrol altında tutulan, geçiş sürecine ait kurumlara dair hiçbir şey bilinmemesine vurgu yaptı.[2] Örneğin Peyker, hükümete öncülük eden kadrolara işçilerin dâhil edilmesini istedi, hatta hükümetin “Halkın Demokratik Cumhuriyeti” adını almasını istedi.[3] Humeyni, bu tür öneri ve eleştirilere İslam’ın demokrasiyi ifade ettiğini, Batılı bir kelimeyi kullanmanın gereğinin olmadığını söyleyerek cevap verdi.

Referandum öncesi iktidardaki mollalarla ilgili olarak oluşan gerilimler ve şüpheler, ülkeyi böldü. Eyaletlerde boykot, somut bir ifade kanalı olarak görülmeye başlandı. Nüfusu 2 milyonu bulan Kürtler, 500.000’ini bulan Türkmenler, 600.000’ini bulan Beluciler ve 800.000’ini bulan Huzistanlılar referandumu boykot ettiler.[4] Takip eden gün ve haftalarda Kürdistan, Belucistan ve Huzistan’da birbirinden bağımsız hareketler açığa çıktı. Yapılan sokak eylemlerinde askeri garnizonlar ve hükümet binaları ele geçirildi.[5]

Solcular, etnik gruplar ve laiklerde açığa çıkan hoşnutsuzluk, Humeyni’ye bağlı bir isim olarak Devrim Konseyi’nde önemli bir yere sahip olan Ayetullah Münteziri’nin seçim öncesi televizyonda şu açıklamayı yapmasına neden oldu:

“En ufak bir hata veya dikkatsizlik, dile getirilecek en basit kişisel görüş, yerelin veya kabilenin çıkarlarını ifade eden en ufak bir söz, devrimin yok edilmesine ve düşmanın zaferine doğru atılmış bir adım olacaktır.”[6]

Oylama, Devrim Muhafızları’nın gözetiminde gerçekleşti. Referandumda oldukça basit bir soruya cevap verildi.[7] Oylama süreci epey hızlı aktı. Devrim Konseyi’nin, Devrim Muhafızları’nın, medyanın, milis güçlerinin, devlet kurumlarının ve milyonlarca takipçisinin desteğiyle Humeyni, referandumda 18,7 milyon oyun 18 milyonunu aldı. Bu, İslami hareket açısından oldukça çarpıcı bir sonuçtu.[8] Seçim üzerinden meşruiyet elde eden Humeyni, kendi ütopyasını dile döktüğü konuşmasında şunları söyledi:

“İslam Cumhuriyeti’nde zulüm diye bir şey yok. İslam Cumhuriyeti’nde birilerini bir şeylere zorlamak diye bir şey yok. Zenginler, yoksullara yüksek perdeden konuşamazlar. Onları sömüremezler. Onları düşük ücretlere çalıştıramazlar. Burada İslami sorunlar çözüme kavuşturulmalı, çözümler uygulamaya konulmalıdır. Burada mahrumlar güçlenmeli, dönüşmelidir. Müstekbirle mahrum bir olmalı, mahrumiyet ortadan kaldırılmalı, mahrumlar müstekbir olmamalı, bilâkis, bu ülkede birlikte yaşayan kardeşler olabilmelidir.”[9]

İnançlı Müslümanların Şah rejimine yönelik şikâyetlerine hitap ede bu mesajda kullanılan dil, bölgelerdeki hoşnutsuzluğu dindirmedi. İran’da bölgelerde açığa çıkan hoşnutsuzluğun iki sebebi vardı: Bu hareketler, merkezi hükümete güvenmiyorlardı. Ayrıca hepsi de dönüşmekte olan hükümetin kendisine toplumsal, politik veya kültürel düzlemde hiçbir şey sunmadığını görüyordu.

İki bölgede sol aktivizm, kendisine ifade kanalı buldu. Türkmen ve Kürt bölgeleri silahlanıp ayaklandılar. Şah’ın otoritesinin dağılmasıyla birlikte bu örgütler, belirli bir bölgeye el koyup arazileri halka dağıttılar. Bu bölgelerde köy ve kasabaları silahlandıran solcu örgütler, Türkmen bölgesinde, Günbed-i Kabus’ta ve Kürdistan’da toprak ağalarının elinden toprakları aldılar, bölgedeki idari yapıyı yönetmeye başladılar.[10]

Türkmen Sahrası’nda Türkmen gerillaları, Şah’a ait arazilere el koydu, cephaneliklerin kontrolünü ele geçirdi, Nisan 1979’da Türkmen Halkının Politik ve Kültürel Karargâhları’nı inşa etti.[11] Bu gerillalar, aşağıda aktarılan politik, ekonomik ve kültürel talepleri dile getirdiler, bunlar için kampanya yürüttüler:

“Kentte ve kırda emekçilerin davasını güdecek devrimci konseylerin oluşturulması için serbest seçimlerin yapılması, köylü konseylerinin Pehlevi ailesine ve diğer gasıplara ait arazileri topraksız köylülere dağıtması, bankaların ve devlet kurumlarının işçilerin, köylülerin, zanaatkârların ve düşük gelirli beyaz yakalıların sırtına yükledikleri borçların iptal edilmesi, Türkmen halkına dayatılan tüm ulusal ve kültürel kısıtlamaların kaldırılması, Türkmenlerin kültürel, dini ve milli konularda kendi kaderini tayin etmesi, ülkenin korunması, SAVAK ajanlarının ve önceki rejime mensup üyelerin cezalandırılması için bir halk ordusunun kurulması, iktidarı tekeline alan her gücün mahkûm edilmesi, milli azınlıkların kendi kaderlerini tayin hakkı taleplerine destek olunması.”[12]

Ancak İslam Cumhuriyeti’nin kurulması sonrası merkezi hükümet, Türkmen Sahrası’na ve Kürdistan’a koordineli saldırı gerçekleştirdi. Bu saldırı neticesinde yaklaşık 600 kişi öldü.[13] Saldırıdan birkaç hafta sonra radikal sola saldıran hükümet, Türkmen bölgesinde 41, Abadan’da 30, Azerbaycan’da 15 ila 30 civarında Fedailer örgütü mensubunu gözaltına aldı.[14] İlam’da, Batı Azerbaycan’da, Kirmanşah’ta ve Kürdistan’da Fedailer ve Peyker’le birlikte hareket eden Kürt özgürlük savaşçıları, eyaletin kontrolünü ele geçirdi. Kürt hareketi, Ocak ayı başında Kürdistan Demokratik Partisi adıyla eylemlerine başladı. Kırklardaki partiye atıfta bulunan parti, bu sefer Sovyet bağlantısından mahrumdu. Başında Rahman Abdul Kasımlu’nun ve dini lider Şeyh Hüseyni’nin bulunduğu bu hareket, “Kürdistan için self-determinasyon, İran için demokrasi” şiarıyla hareket ediyor, Kürtlerin özerkliği mücadelesi veriyordu.[15] Yeni İslami hükümetle birlikte bölgede daha da güçlenen partinin programı, politik özerkliği ve etnik-dini özgürlükleri temel alıyordu. Marksist-Leninist Kürt partisi Komala ve radikal solcu isyancılarla birlikte parti, sol ideolojiye sahip eylemcileri bir araya getirdi.[16] Kürtlerin talepleri, millete yönelik zulmün ortadan kaldırılmasını, Kürt dilinin ve politikasının tanınmasını, self-determinasyon hakkını, toprağın köylülere dağıtılmasını, işçi ve köylülerin yönetime alınmasını, askeri konseylerin oluşturulmasını, köylü birliklerinin kurulmasını içeriyordu.[17] Kürtlerle rejim arasındaki çatışmada asıl konu, özerklik iken solcular, daha çok ekonomik meselelere, toprakla ilgili haklara, köylü birliklerine ve rejimin desteğini arkasına almış toprak ağalarıyla halk arasında yaşanan çatışmaya odaklanıyorlardı.[18]

İttilaat gazetesinin 17 Ekim 1979 tarihli nüshasında hükümete ait bir belge sızdırıldı. Bu belgeye göre Humeyni ve Münteziri, Batı Azerbaycan ve Kürdistan’daki koşulları soruşturması için Mehdi Bahadıran’ı görevlendirmişti. Bahadıran’ın raporunda İslam Cumhuriyeti’nin savunma bakanı Mustafa Çamran eliyle gizli faaliyetler yürütüldüğünden, Çamran’ın eski rejimle bağlantılı olan feodal ağaları silahlandırıp hükümet emriyle köylü ayaklanmalarını bastırdığından bahsedilmekteydi.[19] Muhtemelen rejimin verdiği gözdağı ile gazete, bu haberi geri çekti. Ama sonra Bahadıran’ın tenzili rütbeyle yüzleştiği haberi geçildi.[20]

Bu tür haberler, hükümetin yerelliklerdeki isyanları devlet kontrolünü sağlamak, toprağın dağıtılmasına dönük adımları azaltmak ve self-determinasyon taleplerini boğmak için ezdiğini ortaya koyuyordu. Neticede rejim, İslam Cumhuriyeti’nin popülist söyleminin aksine, bölgelerde halkın taleplerini karşılamak yerine mülk sahibi sınıfa ve statükoya destek sunmakta, bölgelerdeki direnişi ezmeye çalışmaktaydı.

Esasında devlete karşı eyaletlerde açığa çıkan hareketler, özerklik elde etme çabaları neticesinde örgütlenmişlerdi. Bir gözlemcinin aktardığı biçimiyle:

“Yeni hükümet, Pehlevi döneminin taşrada politik, ekonomik, dini ve kültürel hayat üzerinde hâkimiyet kurmaya yönelik şoven politikalarını değiştirmeyi reddetti, özöyönetim taleplerine hoşgörüsüz yaklaştı.”[21]

Geçici hükümet, direniş hareketleriyle ateşkes görüşmesi yaptı, zaman kazanmak için ateşi biraz olsun söndürmek için çalıştı.[22] Bu eylemlere katılan solculara yönelik olarak Humeyni hükümeti, onların aleyhine propaganda faaliyeti yürüttü. Solcuların çalışmalarını “karşı-devrimci fitne” olarak niteleyen hükümet, “Amerika ve ajanlarının şeytani planları uyarınca milleti bölmeye çalıştığını” söyledi.[23]

Humeyni’nin elindeki devlet aygıtı, özerklik hareketlerinin altını oymak ve üniversiteleri politikleşme süreci için gerekli zemin olarak kullanan solcu ve laik muhalif güçleri zayıflatmak için uğraştı. 3 Nisan 1979 günü İslam Cumhuriyeti’nin ilan edilmesi vesilesiyle yaptığı konuşmada Humeyni, İran toplumunu İslam devrimiyle birlikte dönüştürme niyetini dile getirdi. İlk kez üniversiteleri hedef aldığı konuşmasında, buraların Marksistlerin ve solcu örgütlerin insan örgütledikleri ve gelişme imkânı buldukları yerler olduklarını söyledi:

“Bir yerlere bağımlı olan üniversitelerimiz bağımsız olmalı. Zorba hükümet döneminde varolan, bu zayıf ülkede yabancılara itaat eden her şey, bu ülkeyi aşağı çekmek için uygulamaya kondu. İslam hükümetinin ve İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte tüm bunlar devrimcileştirilmeli.”[24]

Böylelikle radikal sol ile muhafazakâr mollalar arasındaki rekabet de başlamış oldu. Mollalar, her türden eleştiriyi devrime yapılmış saygısızlık olarak görüyorlardı. Humeyni, bu süreçte önde gelen liberal mollaları endişeye sevk edecek bir hamleyle, hareketine yönelik eleştirileri susturmaya çalıştı. Humeyni, bu dönemde komünistlere “şeytan” derken Ayetullah Talekani de Kum’da bir camide yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:

“Eski rejim komünistlerden korkuyordu, ama bizim onlardan korkmamıza gerek yok. […] Komünistler, burada hiçbir şeyi temsil etmiyorlar, onları ezdiğimizde geriye bir şey kalmayacak. Onların zayıf olduklarını, İslam’a hiçbir şekilde itimat etmediklerini ispatlayacağız.”[25]

Bu yorumun bir sonucu olarak komite, Talekani’nin destekçilerine saldırdı, onun ılımlı destekçilerine baskı uygulamak adına camisine girildi. Bunun üzerine Talekani, ifadesini geri çekti, özür diledi, hatta devrimci çalışmalarından dolayı komiteye teşekkür etti.[26] Bu gelişme, Humeyni hizbinin Şah sonrası dönemin dilini oluşturma konusunda önemli bir oyuncu olduğunu, aynı zamanda Humeynicilerin tavizsiz ve sert bir ideolojiyi dayatmayı amaçladığını ortaya koyuyordu. Humeyni’nin ardında toplaşmış Şii devrimcilerin ve mollaların asıl niyetinin “popülizmi, totaliter kontrolü ve açık bir dille tarif edilmiş bir ideolojiyi” esas alan bir hareket olarak Humeyniciliğe bağlı, liberalizm karşıtı bir İslam devleti kurmak olduğu görüldü.[27]

Solla Humeyniciler Arasındaki Gerilim

Nisan 1979 sonrası solla muhafazakâr Humeyniciler arasındaki gerilim artmaya başladı. Humeyni, İran’a döneli henüz daha üç ay olmuştu. Anayasanın ilk taslağı Keyhan gazetesinin 30 Nisan tarihli nüshasında yayınlandı. İslam Cumhuriyeti’nin nasıl işleyeceğini ortaya koyan taslağı Geçici Hükümet ve Devrim Konseyi üyeleri hazırlamışlardı. Humeyni’nin talepleri doğrultusunda komünistler hükümete alınmadılar. Humeyni, hükümet üyelerinin “insanları yanlışa sevk eden bir ideolojinin takipçileri” yerine Müslümanlar olmasını istiyordu.[28]

Ertesi gün, 1 Mayıs’tı. Solcular için önemli olan bugünde İran, İslam Anayasası’na karşı eylemlere tanıklık etti. Baskıyla ve hükümet binalarına alınmama gerçeğiyle yüzleşen on binlerce solcu, işçi hakları ve eşitlik için yürüdü. Eylemde “1 Mayıs emeğin sermayeyle savaştığı gündür” ve “Dünyanın tüm işçileri birleşin” gibi pankartlar taşındı.[29] Aynı zamanda “Kahrolsun ABD emperyalizmi” ve “Politik bilinç gericiliği yok eder” gibi sloganlar atıldı. Yürüyüşte “Kitleleri silahsızlandırmak karşı-devrimcilerin oyunudur” gibi sloganlara da rastlandı.[30]

İran solunun o güne dek örgütlediği en büyük eylemlerden biri olması sebebiyle solcuları epey cesaretlendiren 1 Mayıs mitingi, aynı zamanda solun bölünmesine de tanıklık etti. 1 Mayıs günü Tude ve Halkın Mücahidleri, kentin farklı yerlerinde eylem yaptı. Hatta Tude, Humeyni destekçileriyle eylem yapmayı tercih etti. İslam Cumhuriyeti’nin aynı gün yürüyüş yapılması çağrısı, solcularca solun birlik simgesi olarak görülen 1 Mayıs’a gölge düşürme çabası olarak görüldü. Humeyni destekçileri, işçilerin sıkıntılarına vurgu yapan o yürüyüşte milyonları bir araya getirdi.[31]

O gün solcular, İslamizasyon ve solcuların devletten dışlanması gibi konuların yanında, en çok da hükümetin işçi haklarına yönelik yaklaşımına itiraz ettiler. Solcular, ya ülkeden kaçmış ya da o günlerde saklanan Şah’ın üst düzey müdürleri ve fabrika sahipleri yerine fabrikaları denetleyecek, yönetecek ve işletecek şuraların kurulmasını talep ettiler.[32] Bezirgan ve geçici hükümet bu şura önerisini reddederken, Humeyni, konuya dair hiçbir şey söylemedi çünkü aklında şuraları etkisiz kılacağını düşündüğü İslami komiteler ve mektepçi güçler vardı.[33]

Devrim sonrası sanayi işçileriyle mülâkatlar gerçekleştiren bir gözlemcinin tespitiyle, sanayi işçileri bölük pörçüktü ve tek bir politik mesaj dile getirecek durumda değildi.[34] İşçi sınıfı ve köylülüğün cehaletin ve sefaletin çilesini çektiği koşullarda, dini eğilim epey güçlendi. Ama gene de solcular da bu kesimler içerisinde belirli bir güce sahipti.[35] İşçi örgütleri ve şuralar, komitelerin hedefindeydi. Burada amaç, İslami ilkeler üzerinden politik seferberliği gerçekleştirmek, başka bir ifadeyle, solcuların işçi sınıfı içerisinde kitle kazanmamasını sağlamaktı.

1 Mayıs yürüyüşleri ardından Furkan ismindeki aşırı muhafazakâr köktenci örgüt, gizli İslami Devrim Konseyi üyesi ve Anayasa Komitesi başkanı Ayetullah Mutaharri’yi öldürdü.[36] Anayasa taslağının yayınlandığı döneme denk getirilen bu saldırı üzerine köktenciler ve aşırıcılar harekete geçtiler. İslami örgütler sokaklara döküldüler, komünistlere ve laik solculara yönelik sloganlar attılar, onların İslami hareketin önünde engel teşkil ettiklerini söylediler. İki gün boyunca “toplumun kanını emen asalaklar”a karşı yapılan eylemlerde Humeyni yanlısı kişiler, Tude ve Fedai gibi sola ait binaları bastılar. Bunların İslami davaya karşı oldukları söylendi.[37] Dinin hâkimiyetini artırmak için verilen kavga, solun davasını geri plana itti. Böylelikle sol ile muhafazakâr unsurlar arasındaki gerilim iyice tırmandı.

Solcuların ve liberallerin eleştirilerine cevaben Humeyni, yetmiş üç kişiden oluşan, anayasayı hazırlamakla görevli Uzmanlar Meclisi’ni (Meclis-i Hubregan) topladı.[38] Siyaset bilimci Şehabi’nin tespitiyle, laikler “anayasanın İslam’a bağlılığı”nı sorun olarak görürken Şii devrimciler anayasayı fazla laik buluyorlardı. Oysa aslında anayasa taslağı, mollalara İslam Cumhuriyeti’ni liberalizm karşıtı, teokratik niteliğe kavuşturma imkânı sunuyordu.[39]

Yapılacak seçimde Fedailer, Peyker, Tude ve Sosyalist İşçi Komitesi denilen işçi birliği, kendi örgütleriyle bağlantılı on laik adaya destek vermeyi kararlaştırdı. En fazla oyu 115.000 oyla Fedailerin desteklediği aday aldı.[40] Humeyniciler, mahalle çalışmalarıyla ve medyadaki güçleriyle iktidarı ele geçirdi. Altmış Müslüman veya molla seçimi kazandı.[41] Bu zafer, İslamizasyon için gerekli onay olarak görüldü.

Fedailer, seçime yönelik itirazlarını “Uzmanlar Meclisi Seçimlerine Katılanlar Kitleleri Nasıl Aldatıyor?” başlıklı broşürlerinde aktardılar. Bu çalışmada Fedailer, konseyde proletaryanın temsil edilmiyor oluşuna ve hükümete katılma imkânının bulunmayışına itiraz ettiler. Fedailer, ayrıca aynı broşürde proletarya konseyde temsil edilene dek demokratik bir anayasanın yazılamayacağını söylediler.[42] Bunun yanında Fedailer, İslami Anayasa ve Velayet-i Fakih anlayışının uygulanması sebebiyle devlet kurumlarının fazla basitleştirdiği iddiasında bulundular.

Mayıs sonu Humeyniciler, Şah sonrası dönemde pratikte sol hareketi devre dışı bıraktılar ve kurumların inşa edildiği süreçte tek hâkim güç olduklarını herkese gösterdiler.

Birlik ve Boykot

Humeyncilerle mücadele eden solcular, bağımsız hareket etme ihtiyacıyla yüzleştiler. Birçok solcu örgütle birleşmeye karşı olan Tude, bazı Fedai üyeleriyle işbirliği yapmak istiyordu. Az sayıda birlik denemesine tanıklık edildi. Bu süreçte Peyker ve İranlı Komünistler Birliği arasında birlik görüşmesi gerçekleşti.[43] “Vahdet hattı” denilen birlik tartışmasına dâhil olan İKB, Hakikat isimli yayınında, “tek politik ve pratik platformda bir araya gelip komünist parti inşası için çalışmaya başlayalım” diyordu.[44] Ama bu görüşmeler bir ortaklaşmayla sonuçlanmadı. Peyker, pratik hedeflerde ortaklaşmanın ideolojik meselelere dair yaklaşımları zayıflatacağını, bir sonraki aşamada politik hareketi taviz vermeye iteceğini söyledi.[45] Aylar süren tartışma sürecinin ardından bu girişim, bir platform oluşturamadı ve bölünmeyle sonuçlandı.[46]

Diğer yandan Tude, halkta karşılığı olan İslami hareketin kuyruğuna tutunmayı tercih etti, bunu daha pratik bir seçenek olarak gördü. Bu dönemde Peyker ve Tude, karşıt kamplarda yer alıyorlardı. Peyker’e göre, Tude’nin samimiyetsiz, revizyonist ve ekonomist politikaları kapitalizme karşı mücadele gibi uzun vadeli hedeflere zarar veriyor, kısa vadeli ihtiyaçlara sesleniyor, kendiliğindenci bir tutum üzerinden şekilleniyordu.[47]

Halkın Mücahidleri, bu süreçte tarafsız kaldı, çünkü örgüt devrime de İslami niteliğine de destek veriyordu. Recavi, 12 Şubat 1979 günü Tahran’da düzenlenen mitingde bu tarafsız konumu somut bir ifadeye kavuşturdu:

“Bu türden tarihsel momentlerde kahraman halkımıza rehberlik etmesi gereken şey, birlik ve direniştir. Bu iki hedefe ulaştığımız vakit halkımızın düşmanlarının kurduğu tüm komplolarla mücadele edeceğiz.”[48]

Tude, Antiemperyalist Cephe için yolu açacağını düşündüğü Milli Koalisyon Cephesi’ni kurmak adına yeni rejime destek veriyordu. Tude’nin Humeyni’ye verdiği destek, hem pragmatizminin ve hem de sahip olduğu ideolojisinin bir sonucuydu. Bir Tude temsilcisi, “bizden bir politik bir bilanço çıkartmamızı isteyenler bilmelidir ki bugüne dek oluşan bilanço gayet olumludur.”[49]

İslam Cumhuriyeti’yle çatışma yaşamayan Tude ve Halkın Mücahidleri hariç tüm sol, 1979 yazının sonlarında hükümete dâhil olamayacaklarını ve seçimde çok az oy alacaklarını anladı.[50] Sol, kendi içinde yeni hükümet sistemini boykot mu edelim yoksa seçimlerde oy mu kullanalım sorusu üzerinden bölündü. Bu tartışma, o dönemde popüler bir yayın olan Ayandegan’a şu şekilde yansıdı:

“Proletaryanın ve halkın fikirlerini savunan devrim güçlerinin önünde iki seçenek var. İlki, referanduma katılmayıp onu boykot etmek, hatta onun içeriğini açığa vurmak, ikincisi referanduma aktif olarak katılıp katılım konusunda kitlelerdeki bilinci artırmak.”[51]

Hükümetin solu kurumlarıyla, kitle tabanıyla ve bölgelerdeki araçlarıyla ezme, taciz etme ve kenara itme girişimleri üzerinden sol hareket, İslam Cumhuriyeti ile birlikte varolma ya da onunla kapışma seçenekleriyle yüzleşti.[52] Referandum tamamlandıktan sonra Humeyni, solu bir kalemde sildi. Kendisine Şah’a yönelik muhalefet sürecinde solcuların ne tür bir rol oynadığı sorulduğunda, Humeyni şu cevabı verdi: “Solcular hiçbir katkıda bulunmadılar.”[53] İran’daki solcularla ilgili yorumu istendiğinde ise Humeyni, solcular konusunda dile getirilen, temelsiz komplo teorilerine atıfta bulundu, “solcular, Amerikalıların bize yönelik iftiralarına kaynaklık ediyorlar, onların hakaretlerine, sabotaj faaliyetlerine, bizi yıkma girişimlerine destek oluyorlar” dedi.[54] Solcular, eski rejimin yıkılması sonrası baskınlarda ele geçirilen cephane ve isyancı karakterleri sebebiyle tehdit görülüyordu. Silahlı oluşları sebebiyle rejim İslami olmayan tüm örgütlerin silahlarını elinden almak için bir saldırı başlattı, Ağustos başında cephaneleri teslim edenlerin büro açma, açıktan faaliyet yürütme iznini elde edeceklerini söyledi. Hükümet, bu saldırıda Peyker, Halkın Mücahidleri ve Fedailer’in Tahran’daki merkezlerini ele geçirdi.[55]

Yetmişlerdeki gerilla örgütleri için bu silahsızlanma meselesi oldukça önemliydi, çünkü silahlı mücadele teorisi, bu örgütlerin felsefesinin özünü teşkil ediyordu, ayrıca örgütler, bu mücadeleyle şahın düzeni karşısında ayakta kalabilmişlerdi.

Tarafsız kaldığı ve dini niteliği sebebiyle Halkın Mücahidlerine bir şey olmazken Fedailer, ciddi sorunlar yaşadılar. Örgüt, bu silahsızlandırma girişimi üzerinden ikiye bölündü. İlk grup karara onay verirken, diğeri karşı çıktı. Silahsızlandırma kararına karşı çıkan hizip, mücadeleyi seçti. Bölgelerdeki ayrılıkçı hareketleri İran Devrimi’nin yeni cephesi olarak belirledi. İşbirliğini seçenlerse emperyalizmi en büyük tehdit olarak gördüklerini söylediler, neticede İslam Cumhuriyeti’ne teslim oldular. Esasında Fedailer içerisinde Tude yanlısı grupla Tude karşıtı grup ayrışmıştı. Burada İslami yapılarla ilgili değerlendirmeler önemli bir rol oynadı.

Muhalif örgütler, hem aşırı solu hem de İslami sağı hor görüyordu. Orta yolcular ve ılımlılar, süreç içerisinde Devrim Konseyi’yle ve Humeyni ile çatışmaya başladılar. Liberallerin ve devrimci Şii gruplarının anlaşamadığı, ülke genelinde, özellikle Kürdistan ve Belucistan’da etnik isyanların baş gösterdiği koşullarda, merkezi hükümetin güvende olmadığı düşünülüyordu. Bir de hasta olsa da kurnaz bir kişilik olarak Şah’ın yurtdışındaki varlığı söz konusuydu. Birçok Şah yanlısı halen daha güçlüydü. Humeyni’nin liderliğinin kaygan bir zeminde hareket ettiği, içte ve dışta Humeyni’ye ve İslami hareketine dair şüphelerin arttığı koşullarda, Amerikan Büyükelçiliği işgali tam zamanında gerçekleşti.

Humeyni, taktiksel düzeyde Amerikanizm karşıtlığı davasını üstlendi, böylelikle İranlıların tüm dikkatini bu alana çekti, dini ve politik otoritesini sağlam bir zemine kavuşturdu. Elçilik işgaliyle Humeyni, devrim sonrası ortamın tek hâkimi haline geldi. Liderliğini sağlamlaştırdı, eleştirileri susturdu, içe ve dışa karşı dilini güçlendirdi.

İlk Gavami

[Kaynak: Three Generations of Leftist Political Parties in Iran: A History of Repression, Foreign Imperialism, and Khomeinist Manipulation, Tez, 2024, s. 192-204.]

Dipnotlar:
[1] “Statement of the People’s Mojahedin Organization of Iran Concerning the Referendum and the Islamic Republic”, 17 Mart 1979.

[2] Fedailer, boykot sürecinde “Hayır” oyunun Şah’ı desteklemek anlamına geldiğini, bu yüzden tüm referandumun iki cevabı sıkışmış haliyle sorunlu olduğunu söyledi.

[3] Karegar be Pish, 1 Mart 1979.

[4] Bkz.: L. Beck, “Revolutionary Iran and its Tribal People”, MERIP Reports, Sayı. 87 (1980), s. 14–20; R.K. Ramazani, “Iran’s Revolution: Patterns, Problems, and Prospects”, International Affairs, Cilt. 56, Sayı. 3, 1980, s. 443–457; The Washington Post, 12 Mart 1979.

[5] The Washington Post, 12 Mart 1979; Associated Press, 23 Mart 1979.

[6] BBC Summary of World Broadcasts, 23 Mart 1979.

[7] Associated Press, 1 Nisan 1979.

[8] Associated Press, 1 Nisan 1979.

[9] Humeyni’nin 3 Nisan 1979 tarihli konuşması Selected Messages and Speeches of Imam Khomeini [“İmam Humeyni’nin Mesajlarından ve Konuşmalarından Seçmeler”] başlıklı çalışmada yer alıyor.

[10] “When They Started Seizing Lands, That’s When the Army Moved In”, MERIP Reports, Sayı. 87, Mayıs 1980, s. 12; Associated Press, 28 Mart 1979.

[11] M. Parsa, Social Origins of the Iranian Revolution, New Brunswick: Rutgers University Press, 1989, s. 261.

[12] M. Parsa, a.g.e., s. 261, İttilaat’tan alınmış hali, 4 Nisan 1979.

[13] Associated Press, 8 Nisan 1979.

[14] The Washington Post, 22 Nisan 1979; The Washington Post, 28 Nisan 1979.

[15] L. Beck, “Revolutionary Iran and its Tribal People”, MERIP Reports, Sayı. 87, 1980, s. 17.

[16] The Times, 4 Aralık 1979.

[17] Paykar, Khalqe Kord Che Migooyad va Che Mikhahad [“Kürt Halkı, Neye İnanıyor, Ne İstiyor?”], 1979, s. 8–11; ayrıca bkz.: M. Parsa, 1989, s. 258–262.

[18] Paykar, Khalqe Kord Che Migooyad va Che Mikhahad, s. 10–11.

[19] Adı geçen silahlı kuvvetler mensupları arasında 64. Bölük Komutanı General Zahirnejat, Albay Şahbazyan ve adı bilinmeyen bir jandarma teşkilatı üyesi bulunuyordu. Ettela’at, 17 Ekim 1979.

[20] Enqelab-e eslami, Sayı. 151.

[21] L. Beck, a.g.e., s. 20.

[22] The Globe and Mail, 29 Mart 1979.

[23] O dönem dili tayin eden bir güç olarak Humeyni, solcuları ABD ajanı olarak tarif ediyordu. Aktaran: B. Rubin, Paved With Good Intentions, New York; Oxford: Oxford University Press, 1980, s. 287, ilk kaynak: Federal Broadcasting Information Service, 18 Nisan 1979. Ayrıca bkz.: FBIS, 9 Temmuz 1979 ve 25 Temmuz 1979.

[24] Humeyni’nin 3 Nisan 1979 tarihli konuşması, “İmam Humeyni’nin Mesajlarından ve Konuşmalarından Seçmeler”, Milli Rehberlik Bakanlığı, Tahran.

[25] The Washington Post, 22 Nisan 1979.

[26] Facts on File World News Digest, 27 Nisan 1979.

[27] B. Rubin, 1980, s. 286–287, 274–276.

[28] Kayhan, 30 Nisan 1979; The Washington Post, 30 Nisan 1979.

[29] Paykar, Sayı. 2, 7 Mayıs 1979; NY Times, 2 Mayıs 1979.

[30] Bu sloganlara İranlı Komünistler Birliği’nin yayın organı Hakikat’te, Peyker’in yayın organı Peyker’de ve İran Tude Partisi Devrimci Örgütü yayın organı Rençberan’da yer verildi.

[31] “Everything Positive has Come From the Masses Below”, MERIP Reports, Sayı. 88, 1980, s. 12.

[32] A. Bayat, “Workers Control after the Revolution”, MERIP Reports, Sayı. 113, 1983, s. 19–20.

[33] İslami örgütler, toprak reformu, dış ticaretin millileştirilmesi, iş dünyasına sunulacak fırsatlar ve mollalara verilecek ihracat yapma izinleri gibi konularda ayrışıyorlardı. Kuralları neticede Humeyni’ye bağlı mektepçiler ekibi belirledi. İslam Cumhuriyet Partisi’ni kuran Humeyni işçi konseylerinin kuruluşuna öncülük etti. Ardından parti işçiler ve sivil toplum nezdinde önemli bir güç haline geldi. M. Fischer, 1982, s. 7; A. Bayat, 1983, s. 20.

[34] C. Goodey, “Workers’ Councils in Revolutionary Iran”, MERIP Reports, Sayı. 88, 1980, s. 5–9.

[35] Bayat, çalışmasında muhtelif sektörlerde çalışan işçileri inceliyor. 1978-1979’da anket yapılan 120 işçinin 40’ı okuryazar, sadece yüzde 40’ı ara sıra gazete okuduğunu, yüzde 17’si düzenli olarak okuduğunu söylüyor. A. Bayat, 1987, s. 49.

[36] The Washington Post, 3 Mayıs 1979.

[37] Associated Press, 3 Mayıs 1979.

[38] The number signified the historic number of martyrs that fought in the Battle of Karbala, an important historical point in the history of Shi’ite religious beliefs.

[39] H. E. Chehabi, “Religion and Politics in Iran: How Theocratic is the Islamic Republic”, Daedalus, Cilt. 120, Sayı. 3, 1991, s. 77–79.

[40] R. Danişgari 115.334 oy (Fedailer); M. Madani 100.894 (Fedailer); H. Reisi 90.641 (Fedailer); M. Hacıgazi 56.085 (Fedailer); M. Aladpuş 49.979 (Peyker); E. Taberi 47.225 (Tude); N. Kiyanuri 32.627 (Tude); M. Amuye 25.792 (Tude); M. Fermanfermiyan 25.435 (Tude); ve B. Zehrayi 16.446 (Hizbi Kargeran Sosyalist). Şu eserde yer alan Tablo 3’e bakınız: A. Mirsepassi, Intellectual Discourse and the Politics of Modernization: Negotiating Modernity in Iran, Cambridge: Cambridge University Press, 2000, s. 167; Ettela’at, 12 Ağustos 1979.

[41] M. Fischer, 1980, s. 359.

[42] OIPFG, “Cherah Sherkat dar Majlese Farmayeshie-ye Kebregan Farib-e Tudeh Hast”, 1979, s. 8.

[43] Y. P. Benab, Tariqh-e Sad saleh-ye Ahzab va Sazmanha-ye Siasi-e Iran [İran’daki Politik Parti ve Örgütlerin Yüz Yıllık Tarihi”], Washington DC: Ravandi Publishing, 2004, s. 529.

[44] Haghighat, Sayı.11.

[45] Paykar, Sayı. 3, 14 Mayıs 1979.

[46] Y. P. Benab, a.g.e., s. 529.

[47] Paykar, Sayı. 2, 7 Mayıs 1979.

[48] Union of Moslem Iranian Students Societies Outside Iran: ‘Masoud Rajavi: A People’s Mojahed.’ 1980.

[49] Tudeh, “Interview with Fred Halliday”, MERIP Report, Sayı. 86, 1980: 21.

[50] OIPFG, “Cherah Sherkat dar Majles-e Farmayeshie-ye Kebregan Farib-e Tudeh Hast”, 1979, s. 15–16.

[51] Ayandegan, 23 Temmuz 1979.

[52] Val Mukaddem şu makalesinde “birlikte varolmaya karşı kapışma” ifadesini kullanıyor: “Socialism or Anti-Imperialism, The Left and Revolution in Iran”, New Left Review, I/166, Kasım-Aralık 1987.

[53] Khomeini, “Interview with A. Fallaci”, Corriere Della Sera, 26 Eylül 1979.

[54] A.g.e.

[55] Örgütün bürosu basıldı, üyelerin neredeyse tamamı yakalanmadı veya yara almadı. BBC Summary of World Broadcasts, 22 Ağustos 1979; Associated Press, 22 Ağustos 1979; The New York Times, 21 Ağustos 1979.