21 Temmuz 2025

,

Irak, Libya, Suriye, Gazze, Lübnan ve İran İşgallerinin Perde Arkası


Aralık 2002’de “Irak İşgalinin Perde Arkası” başlıklı özel bir sayı yayınlamıştık. Sonrasında bu sayı, Monthly Review Press tarafından, aynı adla [Behind the Invasion of Iraq] kitap olarak yayımlandı. Irak işgali, kitap yayımlandıktan üç ay sonra gerçekleşti, kitabın yazıldığı günlerde herkes işgali beklemekteydi.

Bu kitap, diğer yayınlarımızdan daha fazla okura ulaştı.[1] Bunun sebebi, o dönemde dünya genelinde protesto eylemlerinin orman yangını misali her yanı sarmış olmasıydı. Hindistan dâhil birçok ülkede gerçekleşecek işgale karşı büyük gösteriler örgütlendi.

Bu kitaptan bölgede olan biteni anlama konusunda birçok çalışmaya göre çok daha mahir olması sebebiyle bahsettik. Aslında süreç ilerledikçe sürecin niteliği konusunda zihinlerin daha da netleşmesi beklenir ama bugün bunun tam tersi gerçekleşti. Dolayısıyla, 23 yıl öncesinde dile getirdiğimiz kimi hususları yinelemekte fayda var.

Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmasının üzerinden sadece altı ay geçti ve şimdiye dek iki ülkeye, Yemen ve İran’a askeri saldırı gerçekleştirdi. Trump’ın birçok destekçisi, bu saldırıları şaşkınlıkla karşıladı çünkü Trump, kampanyası süresince ABD’nin savaşlarla ilişkisine son vereceğini vaat etmişti. İnternet bülbülleri, Trump’ın ABD çıkarlarına değil Netanyahu’nun emirlerine göre hareket ettiğine dair sözler söylediler.[2]

24 Haziran günü itibarıyla Trump ateşkes ilan etti ve İsrail’e yönelik rahatsızlığını açıktan dile getirdi. Birçok yorumcu, bunu İsrail ve ABD’nin çıkarlarının ayrı olduğunun teyidi olarak okudu. Bu kişiler, Trump’ın kendisini savaşa sürükleyenin Netanyahu olduğuna ayıktığını, tam da bu sebeple küplere bindiğini söylediler.

Oysa Trump’un sözlerine pek itibar etmemek gerek. Hasımlarını kandırmak için sürekli aldatıcı açıklamalarda bulunan biri o. Gazze’yle ilgili ettiği laflara bakılabilir. Aynı Trump, sahneye çıkıp İran’la müzakere yürüteceğini söylemiş, ama perde gerisinde bombardımanın başlaması için gerekli işareti vermişti.

Esasında ABD’nin İran’a saldırısı, yirmi yılı aşkın bir zamandır devam eden olay zinciri içerisinde yapılmış bir hamleden ibaret. Saldırı, Tel Aviv’de değil, Vaşington’da formüle edilmiş olan politikanın bir parçası. Trump’ın savaş politikası, önceki başkanların savaş politikasıyla uyumlu.

Amnezi

Batı medyası, savaşı İran’ın nükleer programını odağa alarak tartışıyor. Hindistan gibi ülkelerde savaş, tam da bu bağlamda haber yapılıyor. Oysa ABD ve İsrail’i asıl motive eden şey, İran’ın nükleer silah temin etmesine mani olma kararlılığı değil.

Bugün bazı yorumcular, ABD bombalarının İran’ın nükleer tesislerini yok etmeyi başaramaması sonrası İran’ın saldırıya karşı koruma amacıyla, nükleer silah yapma konusunda harekete geçeceği öngörüsünde bulunuyorlar. Bazıları da İran’ın kaderine tanık olduktan sonra daha fazla ülkenin “nükleer silah” üretebileceğine dair endişelerini dile getiriyorlar.

Böylesi bir görüşün dillendirilebilmesi için amnezinin pençesinde kıvranıp son 23 yıldır yaşanan olayları unutmuş olmak gerekiyor.

ABD, tüm bölgeyi kendi emperyalist çıkarları uyarınca yeniden biçimlendirmek için uğraşıyor. Bu uğurda Bush, Obama, Bide ve Trump, Irak’, Suriye’ye ve Libya’ya savaş açtı. ABD’nin vekil gücü olarak İsrail, Lübnan, Suriye ve Yemen’le savaştı. Gazze ve Batı Şeria’dan bahsetmeye bile gerek yok.

Her bir işgalde farklı bahanelerin ardına saklanıldı. ABD, Irak’a bu ülkenin kitle imha silahlarına sahip olmasına mani olmak için saldırmıştı. Libya’ya yönelik saldırıda bahane, insan haklarını savunmak, Suriye’ye yönelik saldırıda IŞİD’in büyümesine mani olmaktı. Bugünse İran’a bu ülkenin nükleer silah temin etmesine mani olma bahanesiyle saldırıldı. Her seferinde hâkim medya, dile getirilen bahanelere odaklandı. İşgal gerçek hedefine ulaştıktan sonra o bahane çöpe atıldı.

Madem ABD’nin asıl önceliği İran’ın nükleer silah teminine mani olmaktı, o vakit ABD, İran’ın nükleer zenginleştirme hakkından yaptırımların kaldırılması karşılığında vazgeçtiği Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA) denilen 2015 tarihli nükleer anlaşmasını uygulamaya koyardı. Oysa Trump, ilk yönetiminde 2018’de anlaşmadan çekildi. Biden, seçim kampanyası süresince anlaşmayı uygulayacağı vaadinde bulundu ama Birinci Trump Dönemi’nin politikalarını sürdürmeyi seçti. İkinci döneminde Trump, dizginleri eline alıp daha da ileri gitti. Başkanların politikaları arasında net bir sürekliliğin olduğu açık.[4]

2002’den Bugüne

2002 yılına, Irak işgalinin öncesine dönelim. Bölgenin önemli bir kısmını ABD emperyalizmine teslim olmaya şu veya bu ölçüde karşı çıkan güçler yönetiyordu.[5] Libya’nın başında Muammer Kaddafi, Suriye’nin başında Beşşar Esad, Irak’ın başında güçsüz olmasına rağmen boyun eğmeyen bir isim olarak Saddam Hüseyin bulunuyordu. İran, Irak’la yaptığı savaşın yaralarını kapatmış, istikrarlı bir yola girmişti.[6] Lübnan’da iki yıl öncesinde İsrail işgalinden ülkenin güneyini kurtarmış olan Hizbullah, önemli bir nüfuza ve itibara sahipti. Filistin’de İkinci İntifada sürmekte, Suudi Arabistan ve diğer Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri, halklarının muhalefetinden korktuğu için açıktan İsrail rejimiyle uzlaşamamaktaydı.

Bölge üzerindeki kontrolünü yeniden tesis edebilmesi için ABD emperyalizminin bu türden engelleri ortadan kaldırması, mezhepçi ayrışmaları derinleştirmesi ve halkın direnişini ezmesi gerekiyordu. ABD emperyalizminin nihai hedefi, bölge halklarının uzun zamandır sergilediği muhalefetin gücünü kırmaktı. Mart 2003’te gerçekleşen Irak işgali, bu programın ilk adımıydı.

Bugün Amerikan askerleri Irak’ta konuşlu ve Irak hükümeti hiçbir egemenliğe sahip değil. Libya, kaosun ve sefaletin hüküm sürdüğü bir ülke. Harabeye dönmüş olan Suriye’de ABD yanlısı İslami köktenci bir rejim iş başında. Ülkenin önemli bir bölümü ABD ve İsrail’in işgali altında.

Hizbullah ağır darbe aldı. Savunmaya çekildi. ABD elçisi, Lübnan siyasetini Roma valisi gibi dikte ediyor. İsrail, Lübnan’a saldırılarını sürdürüyor. Gazze’de soykırımın gerçekleştirildiği koşullarda Mahmud Abbas’ın başında olduğu Filistin yönetimi, Batı Şeria’da İsrailli işgalcilerin bir uzantısı olarak çalışıyor. Bölgedeki birçok hükümet, halk kitlelerinin muhalefetine rağmen İsrail’le ilişkileri normalleştirecek anlaşmalara imza attı.

ABD ve İsrail’in yirmi yıldır sürdürdüğü, yıkım ve saldırı politikası, tüm bölgeyi geriletti. İran’a yapılan son saldırıyla ilgili tartışmayı bu arka plandan kopartanların emperyalistlerin propaganda faaliyetlerine hizmet ettiklerini görmek gerekiyor.

Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi

Irak İşgalinin Perde Arkası kitabı özünde şunu söylüyordu: ABD emperyalizmi, 21. yüzyılın başında her şeye kadirmiş gibi görünüyordu. Ama aslında ekonomik gücü azalmaktaydı. ABD’yi yönetenler, askeri güce yeniden başvurmak suretiyle bu durumu savuşturmak istediler.

ABD’nin giderek büyüyen ticari açıkları, ülkenin ekonomik durumunun zayıfladığını ortaya koyan bir delildi. Amerika, bu açığı dünyanın geri kalan kısmından borç alarak kapatıyordu. Bunu yapabilmesini sağlayansa doların en önemli uluslararası para birimi olmasıydı. Neticede dolar, dünyanın ana servet biriktirme aracıydı. Dünyada merkez bankaları ve yatırımcılar, ABD Hazinesi’ne ait tahvilleri ve diğer finansal varlıkları satın alıyor, böylelikle ABD’nin borcunu ödüyordu. Larry Summers, bu asalaklığı gayet iyi özetliyor: “Çin oldukça düşük fiyatlara ürün atmak istese ona bizim bastığımız kâğıt parçalarını veriyoruz. […] Bence bu gayet iyi bir anlaşma.”[7] Ama gelgelelim, bu bitip tükenmek bilmeyen altın yumurtaların devamının gelmesi, emperyalist gücün herkesten üstün olmasına, doların hâkim uluslararası para birimi olarak kalmasına bağlıydı. Zaten ikinci koşul da birinciye tabiydi.

ABD, AB’nin rakip olma ihtimalini gördü. Avro, rakip para birimi olabilirdi. Asya’da orta vadede Çin’in güçlük çıkartmasından korktu. ABD sermayesinin belirli bir kesimi, bu tür olası tehlikelere ve güçlüklere karşı önceden önlem almak, bu sayede ABD’nin dünya üzerindeki hâkimiyetini pekiştirip güçlendirmek gerektiğini düşündü.

Bu fikir, Yeni Amerika Yüzyılı Projesi tarafından üretildi. Bu düşünce kuruluşu George W. Bush’un dış politika ekibinden isimlerce kurulmuştu. Sonrasında bu geliştirilen politikalar, Eylül 2002’de yayınlanan Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde bir bir aktarıldı.

Yeni Amerika Yüzyılı Projesi’nin 2001 tarihli “Amerika’nın Savunma Hattının Yeniden İnşası: Yeni Amerikan Yüzyılı İçin Strateji, Güçler ve Kaynaklar” başlıklı rapor, niyetini gayet dürüstçe ortaya koyuyordu:

“ABD, onlarca yıldır Körfez bölesinin güvenliğin kalıcı bir rol oynamak için uğraştı. Irak’la çözüme kavuşturulamayan çatışma, ilk elden gelen gerekli meşruiyeti sağladı, böylelikle ABD, Saddam Hüseyin rejimi denilen meselenin boyutunu aşan bir ihtiyaç üzerinden Irak’ta somut bir güç bulundurmanın gerekli olduğunu ortaya koydu.”

Rapor, açıktan “Saddam sahneden çekilse bile bu güce ihtiyaç duyulacağını” söylüyordu, çünkü “İran, Irak gibi ABD çıkarlarını tehdit eden bir güç olduğunu kanıtlamıştı.”

Yapılanların dünyanın iyiliği için ihtiyaç duyulduğunu söyleme gereği bile duymayan rapor, ABD’nin dünya üzerindeki üstünlüğünü sürdürmek, büyük bir gücün rakip olarak ortaya çıkışına mani olmak ve uluslararası güvenlik alanında düzeni Amerika’nın ilke ve çıkarları uyarınca biçimlendirmek için hazırlanacak plana destek sundu.[8]

Bugün John Mearsheimer gibi ABD dış politikasını eleştiren birçok ünlü eleştirmen, büyük bir gücün rakip olarak ortaya çıkmasına mani olma hedefini açıktan savunuyor. Bu isimler, sadece nereye odaklanılması gerektiği konusunda anlaşamıyorlar. Örneğin, Mearsheimer, ABD’nin Ukrayna ve Batı Asya’daki çatışmalara dâhil oluşunun onu Çin hedefinden uzaklaştırdığını, oysa aslında Çin’in ana tehdit olarak görülmesi gerektiğini söylüyor.

11 Eylül 2001’de gerçekleştirilen saldırılar, bahsi edilen planın yürürlüğe konulması için gerekli fırsatı sundu. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice, gazeteci Nicholas Lemann’a “Ulusal Güvenlik Konseyi’nin üst düzey görevlilerini bir araya toplayıp kendilerinden 11 Eylül sonrası Amerikan doktrinini kökten değiştirmek ve dünyayı biçimlendirmek için bu oluşan fırsatlardan nasıl yararlanılacağını ciddiyetle düşünmelerini istediğini” söyledi.

Sonrasında belirlenen hedefin kapsamı iyice genişletildi. Önceden “terörizm”i önlemekten söz edilirken, artık “sorumsuz devletlerin elinde kitle imha silahlarının birikmesine mani olma” hedefine vurgu yapılıyordu. Bu bahane, Irak’ta işe yaradı, şimdi de İran için kullanılıyor.

Irak İşgalinin Perde Arkası isimli kitap şunları söylüyordu:

“ABD, Irak işgalini Batı Asya’yı yeniden biçimlendirme çalışmaları için ana zemin olarak kullanmayı planlıyor. Bush yönetimi, tüm bölgede bir dizi ülkeyi işgal edip rejimleri değiştirmeyi düşünüyor. İran, Suudi Arabistan, Suriye, Libya, Mısır ve Lübnan hedefteki ülkelerden bazıları. Bir de buna İsrail’in Filistin sorununa bir tür ‘nihai çözüm’ getirme çabaları eşlik edecek. Burada kâh şehirlerin toplu olarak boşaltılması politikasına kâh yerleşim politikasına başvurulacak.”

Saddam’ın yardımcısı Tarık Aziz de o günlerde “ABD’nin sadece rejim değişikliği değil, bölgesel değişim istediğini” söylüyordu. Son yirmi yıllık süreçte yaşanan olaylar bu çabanın ürünü.

ABD’nin Üstünlüğünün Güvence Altına Alınması

Irak İşgalinin Perde Arkası, ABD’nin Batı Asya petrolüne el koymasındaki amacın, emperyalist güçler arasında sahip olduğu üstünlüğü güvence altına almak olduğunu söylüyordu. Başka hususlar yanında ABD, bu petrole el koyarak bir de petrol ticaretinin dolarla yapılmasını sağladı, böylelikle doların üstünlüğünü ortadan kaldıracak tehlikeleri savuşturdu.

“En geniş manada ABD, üstünlüğünü askeri ve stratejik kaynakların kontrolü açısından tesis etme girişimlerinin AB gibi her türden ciddiyet arz eden emperyalist itirazların ortaya çıkışına mani oldu.”

Aynı zamanda ABD, bölgedeki petrol kaynakları üzerindeki doğrudan kontrolün kendisine Çin’e karşı önemli bir koz sunduğuna inanıyordu. Çünkü Çin, takip eden on yıl içerisinde petrol ithalatına daha da bağımlı hale gelecekti. Tam da bu sebeple Rusya ve Çin, bölgede ABD’nin hamlelerine karşı koymak için, bu iki ülke yanında belirli Orta Asya ülkelerini içeren Şangay Beşlisi (sonradan Altılısı) denilen güvenlik platformunu meydana getirdi.

İsrail’in ABD’yle Uyumlu Rolü

Irak İşgalinin Perde Arkası isimli kitap, İsrail’in ABD’nin bölgeyi işgal edip kontrol altında tutma planlarıyla uyumlu bir rol oynadığını söylüyordu.

İsrail, böylelikle askeri gücünü harekete geçirip Filistinlileri Ürdün’e sürmek için uygun bir fırsat yakaladı. Bu hamlenin komşu ülkelerin itirazıyla karşılaşması durumunda İsrail, bu sefer de oluşan bu fırsatı elindeki devasa askeri gücüyle bu ülkelere saldırıp onları ezmek için değerlendirecekti.

“İsrail’in Filistinlilere, ardından Arap devletlerine yönelik saldırıları, ABD’nin Irak’ta gerçekleştirdiği işgali ve başka devletlere yönelik işgal harekâtını itmam edecekti. İsrail, bölgedeki askeri nüfuzunu Amerika’nın gücünü bölgede uygulamaya dökmek için devreye sokacaktı.”

İsrail, ayrıca ABD’nin İran’a saldırmasını istiyordu. O günlerde bir analizci, “İran, nükleer programını ve füze programını ortadan kaldırması konusunda yoğun bir baskıya karşılaşacak, aksi takdirde karşısında ABD güçlerini bulacak. […] En iyi ihtimal, ABD, ülkede İslami rejim karşıtı bir ayaklanmayı kışkırtacak, onun yerine ya Şah yanlısı bir hükümet ya da ABD’de yaşayan İranlı sürgünlerden devşirilmiş bir hükümet kuracak.”

Yurtta ve Cihanda Tahavvül

Irak’ı işgalini gerçekleştirmekteki amaçlarıyla uyumlu hareket eden ABD,

“artık BM sisteminin öldüğünü açıktan beyan ediyor. Sahip olduğu değeri ortaya koyuyor. Bush’un BM’deki konuşması bunun delili. Orada Bush, ABD’nin üstünlüğüne onay vermezse BM’nin geçerliliğini yitireceğini söyledi. ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesinde aktarılan, yeni gelişen veya potansiyel tehditlere karşı Amerika’nın önleyici müdahale gerçekleştirme hakkının bulunduğunu söyleyen yeni doktrin, diğer emperyalist güçlerin ABD’nin peşinden gitmemesi durumunda onun tek başına hareket etme iradesine sahip olduğunu ortaya koyuyor.”

Maliyet ve risk düzeyi yüksek bir kumar olarak icra edilen Irak işgali, George Bush’un kişisel projesi değildi. O, ABD’deki egemen sınıflara ait bir projeydi:

“Ülkede üst düzey strateji uzmanları ve politik figürler savaş konusunda kimi ikazlarda bulunsalar da bugün egemen sınıflar arasında bu sıra dışı maceracılık ve tek taraflı saldırı konusunda geniş bir uzlaşma söz konusu. […] Mevcut resesyona ve ekonomideki belirsizliğe, ödemeler dengesindeki ve bütçedeki açığın büyümesine rağmen ABD, ucu açık, kapsamlı bir askeri operasyon için karar çıkartmak istiyor. Şurası açık ki ABD’li şirketler, elde edilmesi muhtemel ödülün savaşı meşru kılacağına ya da savaşa girerek yapılacak hatanın kendileri için önemli sonuçlar doğuracağına inanıyorlar.”

ABD hegemonyasının ömrünü uzatmak adına bölgeyi dönüştürmeyi öngören kapsamlı proje, bazı ülkelerin doğrudan işgal edilmesini gerekli kılıyor. Sonuçta işgal edilen ülkelerdeki halkların sert bir direnişle cevap vermesi bekleniyor. “Aynı zamanda ABD içerisinde faal olan baskı aygıtı daha da güçlendiriliyor, korku, otoriteye boyun eğilmesini sağlayacak araçlar ve faşizme ait diğer unsurlar bir bir imal ediliyor.”

Kitap, buradan şu sonuca ulaşıyordu:

“Dünya genelinde halkların itirazına ve direnişine diğer emperyalist güçlerin muhalefeti eşlik ediyor. Bir de buna ABD ekonomisindeki zayıflık ekleniyor. Tüm bunlar, olayların ABD emperyalizminin istediği gibi seyretmeyeceğini söylüyor.”

Geriye Dönüp Bakmak

Bu uzun kitap özetini Filistin, Suriye ve İran’da son dönemde yaşanan gelişmelerin münferit olaylar olmadıklarını, tek başına Trump ve Netanyahu gibi bireylere atfedilemeyeceğini, Irak savaşının sadece George W. Bush’un aklının bir ürünü olmadığını göstermek için sunduk.

Aslında bu olaylar, en genel manada ekonomi sahasında süren mücadelede, değişmekte olan dünyada ABD’li emperyalistlerin çıkarlarını temel alan bir planın kademeli olarak uygulanmasının bir sonucu.

Sonradan da görüldüğü üzere Avrupa Birliği, politik ve ekonomik açıdan kendisini konsolide edemedi, ABD emperyalizminin üstünlüğünü tehdit eden bir güç olma vasfına erişemedi. Irak işgaline karşı çıkan Fransız cumhurbaşkanı Chirac yerini Sarkozy’ye, Alman cumhurbaşkanı Schröder yerini Merkel’e bıraktı. Bu iki isim de ABD’ye tabi olmayı esas alan ilişkileri yeniden tesis etti.

Bu noktada ABD emperyalizmi, sıkıntı yaratabilecek iki güçlükle yüzleşti: Çin ve Rusya. Sonrasında Şangay Beşlisi denilen güvenlik platformu Şangay İşbirliği Teşkilâtı’na evrildi ve NATO’ya rakip bir yapıya dönüştü.

Trump, doların üstünlüğü meselesini tekrar tekrar gündeme getirdi. Uluslararası para birimi olarak dolara alternatif çıkartmayı düşünen ülkeleri gümrük vergileriyle sürekli tehdit etti. Buna karşın, ikinci döneminin ilk altı ayına doların uluslararası statüsünün geleceğiyle, Moody’s şirketinin ABD hazine bonolarının kredi derecesini düşürmesiyle, ABD hazine bonoları ile doların piyasa değerinin istikrarsız seyriyle ilgili medyada süren kapsamlı tartışmalar damgasını vurdu.

Bu dönemde önde gelen finans uzmanlarından biri, Moody’s şirketinin kredi derecesini az da olsa düşürmüş olmasının, ABD devletinin yönettiği finans alanına hemen tesir etmeyeceğini ama bu olayın sembolik bir ağırlığının bulunduğunu, şirketin bu hamlesinin, ABD’nin istisnai bir güç olduğuna dair algının son demlerini yaşadığına dair bir başka gösterge olarak alınması gerektiğini söylüyor.

Trump’ın alaycı bir dille ifade ettiği “sonsuz savaşlar”ın hiç de ucuza mal olmadığını bilmek gerekiyor. Brown Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Kamu İdaresi Enstitüsü’nün hesaplamasına göre, 11 Eylül sonrası yaşanan savaşlar, ABD’ye 8 trilyon dolara mal olmuş. Aynı enstitü, ABD’nin 7 Ekim 2023-30 Eylül 2024 arası dönemde bölgede yürüyen ABD operasyonlarına ve İsrail’in askeri operasyonlarına yaptığı harcamanın en az 22,76 milyar doları bulduğunu söylüyor. Tabii tüm bu harcamalar, ABD hükümetinin tüm dünyaya ödettiği borçları üzerinden fonlanıyor.

ABD, hegemonyasına karşı çıkan güçleri savuşturmaya çalışıyor. Askeri rakipleri veya olası rakipleri, ABD ve İsrail saldırılarına açıktan karşı çıkıyorlar.[10] Rusya ve Çin, ABD’nin İran’a yönelik saldırılarını eleştiriyorlar ama kendilerini sadece iki taraf arasında arabuluculuk yapma talebiyle kısıtlıyorlar. Bu koşullarda ABD ve İsrail, hiçbir ceza almadan hareket etme imkânına kavuşuyor.

ABD’nin hegemonyasını muhafaza etmek için geliştirdiği projeye Üçüncü Dünya’nın nispeten yoksul olan hükümetleri ve halk milisleri karşı koydu. İki tarafın elindeki araçlar eşit olmamasına karşın ABD, yolunu rahatça yürüme imkânı bulamadı. ABD, Irak’ta kalabilmek için yıllarca kanlı sonuçlar doğuran operasyonlar düzenledi. Bugün hâlâ askeri varlığını bu ülkede tutmaya ihtiyaç duyuyor. Afganistan’daki işgal pratiğini sürdüremedi. İşgal süreci, ABD’nin burnunun sürtülmesi ve aşağılanması ile birlikte son buldu. Ölümcül sonuçlar doğuran ABD yaptırımlarıyla büyük ölçüde zayıflatılmış olan Esad hükümetini ABD destekli köktenci güçler 14 yıl yıkamadılar. ABD’nin vekil gücü Suudi Arabistan, ABD’nin onca askeri yardımı ve ABD silahına rağmen Yemen’deki Ensarullah hükümetini ezemedi. ABD ve İsrail’in bu ülkeye yönelik gerçekleştirdiği son saldırılar, Ensarullah’ın teslim alınmasını da yıkılmasını da sağlamadı. Onlarca yıldır yürürlükte olan onca ağır yaptırıma rağmen İran, bölgedeki direniş güçlerine yardım sunmaya devam etti. Bugün İran’ın füze programının İsrail’e önemli bir cevap verebildiğini gördük.

Bir de ABD dâhil birçok ülkede sokaklarda ve kampüslerde onca baskıya rağmen gösteri yapan sıradan insanlar var. Bu insanlar, silah imalatçılarına karşın karşı cesur eylemler gerçekleştirdiler. ABD emperyalizminin elindeki propaganda aygıtını her yönüyle ifşa ettiler.

Hâsılı: ABD’nin İran’a yönelik olarak gerçekleştirdiği son saldırı, ne İran’ın nükleer programıyla bir alakası var ne Netanyahu’nun Trump’ı kandırmasının bir sonucu ne de ABD’deki İsrail lobisinin gücünün bir yansıması. Bilâkis, bu saldırı, küresel hegemonyasını sağlam bir zemine kavuşturma çalışmalarının önemli bir parçası olarak, ABD’nin bölgede hegemonya tesis etmesini amaçlayan proje kapsamında ileriye doğru atılmış bir adımdan başka bir şey değil.

ABD ve vekil güçleri, bu yolda halkları ne kadar korkunç bir yıkımla yüzleştirirse yüzleştirsin, bu projenin başarısızlığa mahkûm olduğunu görmek gerekiyor. Irak İşgalinin Perde Arkası’nda tespit ettiğimiz üzere:

“Tarih kendisini tekrar etmez, edemez. Çünkü tüm aktörler ve politik bağlam tarihsel gelişim süreci içerisinde değişmiştir. Büyük sömürgecilik karşıtı mücadelelerin bugün hâlâ diri ve canlı olan mirası, dünya halklarının antiemperyalist bilinciyle örülüdür. Bu halklar, ellerindeki örgütler ne kadar zayıf olursa olsun, boyun eğdirme pratiklerine teslim olmayı reddetmektedirler.”

Politik Ekonomi Araştırma Birimi
26 Haziran 2025
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Bizim bastığımız kitap iki baskı yaptı. Kitap Tamil diline, Norveççeye, Almancaya ve Türkçeye [Irak İşgalinin Perde Arkası, Yordam Yayınları, 2006] tercüme edildi, bazı kısımları Yunanca, Portekizce ve İsveççe gibi dillerde yayımlandı. İnternetteki halini kısa zamanda 200.000’in üzerinde kişi ziyaret etti.

[2] Bir örnek: “Andrew Napolitano: Kanaatinizce Donald Trump’ın egemen bir ülkede yürüyen tümüyle yasal, gerekli kurullarca teftiş edilen ve gerekli onayı almış olan uranyum zenginleştirme programını yok etmeye neden çalıştı, İran’ı neden bombaladı? Jeffrey Sachs: Çünkü bunu ona yapmasını Binyamin Netanyahu söyledi. Başkan da onun emirlerini yerine getirdi.” — Mülâkat, 23 Haziran 2025.

[3] ABD, aynı zamanda Esad hükümetini devirmek için faaliyet yürüten silahlı isyan hareketini de fonladı. Ayrıca ülkeye ağır ekonomik yaptırımlar dayattı. Bunlar, savaş kadar ağır sonuçlar doğurdu. Üstelik tüm bu adımlar, Suriye’de insan haklarını savunmak için atıldı.

[4] Obama yönetiminin 2015’te İran’la nükleer anlaşmasını imzalaması, ABD’de egemen çevrelerin İran meselesinin nasıl çözüme kavuşturulacağı konusunda farklı seçeneklere ağırlık verdiğini ortaya koyuyor. Sonrasında başa geçen ve Trump ve Biden, doğrudan çatışma yönünde karar alıyor.

[5] Bölgede emperyalizme karşı çıkan bu güçlerin bazıları yıllar içerisinde ABD emperyalizmine kimi tavizler verdi. Ama oluşan yeni durumda herkesin kendisine teslim olmasını isteyen ABD emperyalizmi, bu tavizlerle tatmin olmadı. Çıta öylesine yükseğe çıkartıldı ki tümüyle uzlaşmış olan Arafat kuşatıldı ve sonrasında kendisi bertaraf edildi.

[6] İran Şahı’nı deviren halk ayaklanması sonrası ABD ve müttefikleri İran’ı bölge üzerindeki kontrollerine yönelik bir tehdit olarak gördüler, bu sebeple İran-Irak savaşını kurguladılar. İran, onca can kaybetmiş olmasına, büyük ekonomik kayıplar yaşamasına rağmen boyun eğmedi.

[7] “Tariffs, Decline and the Promise of AI: A Conversation between Larry Summers and Niall Ferguson”, Youtube.

[8] Vurgu bize ait.

[9] Bugünkü kimi yorumcular gibi Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemin en önemli Marksist teorisyeni Karl Kautsky de emperyalizmin bir zorunluluk olmadığını, finans kapitalden yana olan bir tür “politika” olduğunu, “emperyalizmin bugünün kapitalizmiyle tanımlanmaması gerektiğini” söylüyordu. Lenin’se emperyalizmin kapitalizmin mevcut aşamasının zorunlu bir sonucu olduğunu, bu aşamanın “en genel manada ekonomi sahasında kârlı anlaşmalar, tavizler, tekel kârları vs. yani nüfuz alanları, sermaye ihracı, hammadde kaynakları için mücadeleyi içerdiği” üzerinde duruyordu. Lenin’e göre, emperyalizmin temel özelliği, hegemonya mücadelesi veren, yani toprak ele geçirmek için uğraşan bir dizi büyük güç arasındaki rekabetti. Burada ayrıca hasmı zayıflatmak ve hegemonyasının zeminini ortadan kaldırmak esastı. [Lenin, Imperialism, the Highest Stage of Capitalism]

[10] Rusya, Suriye’de önemli bir deniz üssü bulunduğu için ilk başta Esad hükümetine yardım etti. Ancak bugün Rusya’nın İslami köktenci güçlerin iktidarı almasında parmağı olduğu görülüyor.

19 Temmuz 2025

, ,

Sandinist Gerillalar, Devrim ve Miras



Giriş[1]

Küba’daki gerilla hareketi dışında bir tek Nikaragua gerilla hareketi, Latin Amerika’da başarıya ulaştı. Her iki ülkede güçleri birleştirmeyi bilen isyancı güçler, önemli bir zafer elde ettiler. İsyancılara karşı harekete geçirilen ordu çöktü, diktatör, ülkeden kaçmak, ömrünün kalan kısmını başka bir yerde geçirmek zorunda kaldı, ülkede rejim değişti.

Zafer sonrası gerilla hareketi, ekonomiyi, toplumu ve politik sistemi dönüştürdü. ABD, bu devrimci rejimlerin iradesini askeri ve politik müdahalelerle kırmaya çalıştı. Her saldırıda ayakta kalmasını bilen devrimler, gene de bu süreçte önemli toplumsal ve politik bedeller ödemek zorunda kaldılar.

Sandinist Gerillalar (1959–1979)

Augusto César Sandino, Nikaragua’nın herkesçe sahiplenilen devrimci ikonasıdır. General Sandino 1927-1933 arası dönemde ABD bahriyelileriyle savaşan düzensiz isyancı birliklerine komuta etti. 1934’te Sandino, General Somoza’nın başında bulunduğu, polis ve askerden oluşan Milli Muhafızlar tarafından katledildi. Somoza, sonrasında diktatör oldu. Onun yerine iki oğlu, Luis ve Anastasio geçti.

Somoza iktidarı, dört sütun üzerine kuruluydu:

1. Tüm politik muhalifleri ezen Milli Muhafızlar üzerindeki dolaysız kontrolü;

2. ABD’nin rejime sunduğu destek;

3. Ülkedeki en kârlı sanayilerini elinde bulunduran aile şirketleri üzerine kurulu Nikaragua ekonomisinin kontrolü;

4. Kamu sektöründeki istihdamın belirlenmesinde ve meclis koltuklarının dağıtılmasında önemli bir etkiye sahip olan, Somoza’nın partisi Liberal Milliyetçi Parti ile muhalefet partileri arasında dile dökülmemiş politik anlaşma.

Mücadelenin İlk Dönemi

1957’de Luis Somoza cumhurbaşkanı olunca rejimin devam ettiğini gören kimi muhalifler ele silah aldılar. 1959 yılının ilk aylarında bu muhalif örgütlerin temsilcileri, Küba’da kurulan yeni devrimci hükümetin desteğini arkalarına almaya çalıştılar. Aynı yıl içerisinde Carlos Fonseca Amador’un parçası olduğu, Che Guevara’nın bizzat denetlediği gerilla birliği Honduras üzerinden ülkeye giriş yaptı. Ama birlik, Honduras ve Nikaragua ordusunun birlikte gerçekleştirdiği operasyon neticesinde yok edildi. Sandino’dan ilham alan, Küba’nın desteğini kuşanmış diğer Somoza karşıtı güçler de aynı kaderle yüzleşti.

Borge’nin gerilla birliğinin yok edilmesi öğrenci eylemlerini tetikledi. Bu gösteriler, Milli Muhafızlar eliyle bastırıldı. Neticede ülkedeki öğrenci hareketi radikalleşti. Özellikle León şehrinde önemli gelişmeler yaşandı. Bu şehirde Fonseca, Nikaragua Devrimci Gençliği’ne ait güçlerden biri haline gelecek olan çalışma grubunu örgütledi.

Örgütün kimi kurucu üyeleri, altmışların ortalarında Küba’da askeri eğitim aldı. Sandino ve Küba Devrimi’nden ilham alan diğer Somoza karşıtı öğrenciler ve işçiler, Nikaragua Yurtsever Gençliği örgütünü kurdu. Daniel Ortega’nın da üyesi olduğu bu örgütün birçok üyesi sonrasında önemli gerilla komutanları oldu.

İki örgüt sonrasında birleşip Yeni Nikaragua Hareketi’ni meydana getirdiler. 1963’te örgütün adı Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN) oldu. Örgütün üyeleri, sadece öğrencilerden oluşmuyordu. Genç mavi yakalı işçiler ve köylüler de örgüte üye oldular.[2]

Foko Stratejisi

Guevara’nın fokocu anlayışına ikna olan genç militanlar, yaklaşık 50 savaşçıdan oluşan bir gerilla birliği meydana getirdiler. Başında Sandino’nun ordusunda albaylık yapmış olan Santos López isimli biri vardı. Ancak birlik, daha çok yerli Miskito halkının yoğun yaşadığı, diğer yerlerle bağı olmayan bir bölgede faaliyet yürütüyordu. Üstelik gerillalar, bu halkın dilini de bilmiyorlardı.[3].

Ayrıca gerillalar, ülkedeki diğer muhalif hareketlerle de güçlü bağlara sahip değildi. Gerilla faaliyeti konusunda ortaya konulan bu türden çabalar başarısızlıkla neticelense de geriye kalan gerillalar, devrimci hareketi yeniden inşa ettiler. Hareketin başına Carlos Fonseca geçti, ancak Fonseca Kasım 1976’da öldü.

Kendisini açıktan Marksist olarak tanımlamasa da Fonseca, antiemperyalist olduğunu söylüyor, halk devriminden yana bir tavır sergiliyordu.[4] 1966’da bir grup militan, Guatemala’da faaliyet yürüten İsyancı Silahlı Kuvvetler (FAR) örgütünden eğitim aldı. Aynı yıl bir FSLN heyeti, Havana’da düzenlenen Üç Kıta Konferansı’na katıldı. Burada heyet, başka ülkelerden gelen heyetlerle temas kurdu. Bu heyetlerden biri, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ne aitti. Ağustos 1967’de FSLN, OLAS konferansına heyet gönderdi.

Askeri deneyim eksikliği ve fokoculuğa körü körüne bağlılık sebebiyle Milli Muhafızlar karşısında ciddi yenilgiler yaşayan FSLN, liderlerinin neredeyse tamamını kaybetti. Eylül 1967’de Milli Muhafızlar Matagalpa yakınlarındaki Pancasán bölgesinde “bul ve yok et” emri üzerine yürüttükleri operasyonda FSLN kadrolarının büyük bir kısmını öldürdü.

Bu sebeple örgüt, lider kadrosunu sürekli yenilemek zorunda kaldı. Yetmişlerin başında hareket çok ufaktı. Öyle ki subay eğitim kurslarına katılanların örgütlendiği süreçte liderler de bu kurslara katılmaya başladılar.

Yeni Kadrolar

Pancasán’da yaşanan felaket, FSLN’nin başarısız olduğunun kanıtıydı. Böylelikle dağa çıkan silahlı bir grubun ülke genelinde ayaklanmayı tetiklemeyeceği görüldü. Hayatta kalan liderler, yeni bir savaş stratejisi benimsediler, uluslararası güçlerle yeni işbirlikleri kurdular.

1968’de otuz kadar militan, Küba’ya gidip Escambray Dağları’nda eğitim gördü. 1969’da FSLN FKÖ ile temas kurdu. 1970’te Sandinistler, Lübnan’da eğitim görsün diye FHKC kamplarına militan gönderdiler.

FSLN militanları, aynı zamanda FHKC eylemlerine de katıldılar.[5] Yetmişlerin ortalarında FKÖ, örgüte para ve silah verdi. 1971’de bir grup FSLN’li eğitim için Kuzey Kore’ye gitti.

Stratejide radikal değişim ihtiyacı, bilhassa örgütün kentlerde oluşturduğu tüm ağların yok edildiği 1970 yılında gündeme geldi. Bu yılın ardından örgüt, dört yıl boyunca sessizce güç biriktirdi. Toplumsal kesimlerle bağlantılı olan gizli yapılar inşa etti. Güvenlik güçleriyle çatışmalardan kaçındı.

1969’da FSLN, ülkenin önde gelen öğrenci örgütü Devrimci Öğrenci Cephesi’nin kontrolünü ele geçirdi. 1971 yılında Ortaöğretim Öğrenci Hareketi’ni kurdu. Bu öğrenciler, Avrupa’daki 1968 olayları, Vietnam Savaşı gibi gelişmeler üzerinden önemli eylemler gerçekleştirdiler.

Din Faktörü

FSLN, öğrenci hareketleri üzerinden insan örgütledi. Kırkların sonunda ve ellilerin başında doğmuş olan bu yeni üyeler, o dönemde Nikaragua’da popüler olan Latin Amerika kaynaklı bağımlılık teorisinin antiemperyalist önermelerini benimsediler.

Sonrasında FSLN, Katolikler, kadınlar, ilkokul öğretmenleri ve gecekondulular gibi farklı kesimlere yöneldi. Yeni örgütlenen FSLN’liler, mahallelerde vakit geçiriyor, halkın yakıcı ihtiyaçlarına çözüm bulmak için çalışıyorlardı.

Bu dönemde en çok da güneydeki Granada şehrini 1979’da özgürleştirmiş olan Komutan Mónica Baltodano’nun yürüdüğü yola bakıp dersler çıkartılıyordu:

“Peder Fernando Cardenal’i çok iyi anımsıyorum. Adaletsiz ve eşitsiz toplumda Hristiyan inançlarını sorgulayan Genç Katoliklerin ortaokul ve liselerde kurduğu hareketin üyesiydim. Bu hareketlere girmek demek, Devrimci Öğrenci Cephesi isimli öğrenci örgütüne sahip olan Sandinist Cephe ile yürütülen tartışmalara katılmak demekti. Üniversiteye girdiğimde beni örgütlemelerini istedim. 1971 yılında Cephe üyesi oldum. Ama Katolik hareketi için çalışmaya da devam ettim. Katolik hareketi kılıfı ardında örgütleme çalışmalarına, halkı doğrudan ilgilendiren faaliyetlere katılıyordum.”[6]

Bu tür ifadeler, bize öğrenci hareketi ve kurtuluş teolojisinin birlikte önemli olduklarını ortaya koyuyor. Sonrasında dindar olan birçok orta sınıfa mensup öğrenci, FSLN’li oldu. Her ikisi de rahip olan Ernesto ve Fernando Cardenal, bu süreçte önemli roller üstlendi. 1979 sonrası iki kardeş, bakanlar kuruluna girdi. İlki kültür bakanı, ikincisi eğitim bakanı oldu.

Süreç içerisinde FSLN, Somoza rejimini eleştiren birçok genç dindar eylemciyi örgütlemeyi bildi. Bu yeni üyeler, Devrimci Hristiyan Hareketi’ni meydana getirdiler. Hareket, daha çok León ve Managua gibi önemli şehirlerdeki işçi mahallelerine odaklandı. Böylelikle işçi mahallelerinin radikalleştiği, yüzlerce mahalle liderinin FSLN’ye örgütlendiği sürece katkıda bulundu.

Bölünme

Yeni üyeler 1975-1976’da lider kadrosuna dâhil edildi. Fakat bu isimler, ideoloji ve devrim stratejisi bakımından farklı politik fikirlere sahipti. Neticede ortaya üç eğilim çıktı: Uzun Soluklu Halk Savaşı fikrini savunanlar, Proleter Ayaklanma eğiliminden yana olanlar, Üçüncü Yolcular. Örgütte derin yarıklar meydana geldi. Çünkü bazı üyeler, örgütün eski kurucularının savaş sürecini yurt dışından yönettiklerini, ülkede olan biteni yanlış okuduklarını, bunun sonucunda gerçekle örtüşmeyen eylemler talep ettiklerini söylüyorlardı. Ama örgüt içerisindeki bu üç hizip 1979’daki nihai zaferden altı ay önce bir Küba heyetiyle yaptıkları toplantıda aralarında uzlaşma sağlandı. Şubat 1979’da Havana’da Castro ve Sandinist liderlerin bir araya geldiği toplantıda üç hizip birleşti.

Somoza’nın desteğini ve itibarını hızla yitirdiği süreçte Kosta Rika, Panama ve Venezuela gibi bazı Latin Amerika hükümetleri, FSLN’nin desteklenebilir bir seçenek olduğunu düşünmeye başladı. Somoza, 1972’deki deprem sonrası uluslararası toplumdan gelen yardımı yanlış yorumladı. 1974 seçimlerine hile karıştıran Somoza, Milli Muhafızlar’ın uyguladığı baskının düzeyini iyice yukarı çekti. Bunun neticesinde Katolik kesimin önde gelen isimleri ve ekonomideki önemli kişiler, rejimi eleştirmeye, hatta zamanla ona muhalefet etmeye başladılar.[7]

Üçüncü yolcu hizbin fikirlerinin daha başarılı olduğu görüldü:

1. Üçüncü yolcular, köy temelli cepheyi dağıtıp kent gerillası birlikleri oluşturdular. “İç Cephe” denilen bu yapının başında Joaquín Cuadra bulunuyordu. Sonrasında büyük şehirlerdeki ayaklanmalara bu birlikler öncülük etti.

2. Üçüncü yolcular, sivil kesimin liderlerinden 12 isimle bir ittifak kurdular. “Grupo de los Doce” [On İki Kişilik Grup] adı verilen bu ekip, uluslararası desteğin güvence altına alınmasında, özellikle ABD’deki Carter yönetimiyle uzlaşma sağlanmasında önemli bir rol oynadı.[8]

3. Üçüncü yolcular, başında Daniel Ortega’nın kardeşi Humberto Ortega’nın bulunduğu, Kosta Rika sınırında kurulmuş Güney Cephesi’ne komuta ettiler. FSLN içerisinde en örgütlü askeri güç olarak Güney Cephesi bin kadar gerillaya sahipti. Büyük kısmı Nikaragualı olan bu birliğin içerisinde Arjantinliler, Şilililer, El Salvadorlular ve Guatemalalılar da bulunuyordu. Bu yabancı savaşçıların büyük kısmı, bizzat FSLN tarafından Küba’ya eğitim için gönderilmiş kişilerdi.

Kent Gerillası

Sandinistlerin kentlerde kurduğu yeraltı ağı, ayaklanma sürecinin omurgasını teşkil etti. Fokoculuğu sorgulayan, bizzat Humberto Ortega’nın Küba’da yazdığı bir belgeden görüldüğü kadarıyla örgütün üçe bölünmesinin bir sebebi de fokoculuktu. Üst düzey komutanlardan Victor Tirado’nun yıllar sonra pişmanlığını dile getirdiği yazısında dediği gibi Ortega haklıydı. Tirado, “on beş yıl boyunca FSLN ‘Düşmanın kalbini söküp dağlara gömeceğiz’ sloganını attı ama düşman bizi o dağlara gömdü” diyordu.[9] Üçüncü yolcular, kuzeydeki köylü cephesini dağıtmaya, militanları kentlere göndermeye karar verdiler. Kent gerillasının lideri Joaquín Cuadra o günleri şu şekilde anımsıyor:

“Peki ama biz kentlerde ayaklanmayı nasıl başlatacağımızı biliyor muyduk? Bu konuda hiçbir fikrimiz yoktu. Elimizde ne bir rehber, ne el kitabı ne de usulleri gösteren bir çalışma vardı. Şu veya bu şekilde Milli Muhafızlar’la savaştık, yoksul mahallelerin birinde onlara pusu kurduk. İnsanlar dışarı çıkıp bizi destekleyen sloganlar attılar. Ama gitmek istediğimizde gidemedik, çünkü artık tüm halk bizdendi. Dolayısıyla orada kaldık, halk içinde çalışma yürüttük. Onları örgütledik, elimizden geldiğince eğittik. Herkes, bizi destekliyor, yiyip içmemiz için bize bir şeyler veriyordu. Gerilla ile halk arasındaki bağ, ancak bu şekilde, kendiliğinden gelişebilecek bir bağ.”[10]

1978-1979’da nihai aşamaya geçildi. Bu aşamaya halkın giderek daha fazla destek verdiği, kentlerde cereyan eden ayaklanmalar damga vurdu. Önce yüzlerce sonra binlerce genç örgüte katıldı. 15-16 yaşlarındaki gençler, şehirlerde örgütün iskeletini meydana getirdi.[11]

ABD, bu dönemde Somoza’ya sırtını döndü. Somoza rejimi, Temmuz 1979’da çöktü. FSLN’nin başlattığı kitlesel ayaklanma, Somoza iktidarını devirdi. Somoza’nın saldırıları neticesinde 50.000 insan öldü, 100.000 insan yaralandı, ülkenin büyük şehirleri bu süreçte harap oldu.

İktidarın devrilmesi sonrası moral gücünü yitiren 9.000 Milli Muhafızlar üyesi başkenti ve güney cephesini terk etti. Ölü ve yaralılarını geride bırakıp kaçtı. Gerilla birliklerinde yaklaşık 2.800 savaşçı varken kendiliğinden oluşan milis kuvvetler toplamda 15.000 kişilik bir güce sahipti. Bu güç yetişkinler yanında gençleri de içermekteydi. Bu milislerin ilk görevi, sivil halka mensup yağmacıların elindeki silahları toplamaktı.

Latin Amerika’da Küba’dan sonra ikinci kez zafere ulaşan gerillanın başarısını, bir dizi özel faktörün bir araya gelişinin neticesi olarak izah etmek mümkün: Eski fokocu anlayıştan kopan kent gerillası stratejisi konusunda geliştirilen yeni anlayış; kent gerillası hareketinin lider kadrosunun esnek ve dinamik oluşu; kentlerde genç milis kuvvetlerinin kitlesel desteği; Somoza’nın hasımlarıyla, farklı sınıfları da içerecek şekilde kurulan ittifak; ve Orta Amerika ile Latin Amerika hükümetlerinden alınan somut yardım.

Dirk Kruijt
Alberto Martín Álvarez

[Kaynak: Latin American Guerrilla Movements: Origins, Evolution, Outcomes, Yayına Hz.: Dirk Kruijt, Eduardo Rey Tristán ve Alberto Martín Álvarez, Routledge, 2020, s. 128-132.]

Dipnotlar:
[1] Bu çalışmada şu kitaplardan istifade edildi: Kruijt, D., Guerillas: War and Peace in Central America, 2008, Londra: Zed Books. Kruijt, D., Cuba and Revolutionary Latin America: An Oral History, 2017, Londra: Zed Books. Martín Álvarez, “The Long Wave: The Revolutionary Left in Guatemala, Nicaragua and El Salvador”, Yayına Hz.: A. Martín Álvarez ve E. Rey Tristán, Revolutionary Violence and the New Left: Transnational Perspectives içinde, 2016, Londra: Routledge, s. 223–245. Aksi belirtilmedikçe tüm mülakatlar Dirk Kruijt’e ait.

[2] Borge T., La paciente impaciencia, Havana: Casa de las Américas, 1989, s. 71, 111–119.

[3] Pomares Ordoñez, El Danto. Algunas correrías y andanzas, 1989, Managua: Nueva Nicaragua, s. 46.

[4] Fonseca Amador, C., Desde la cárcel yo acuso a la dictadura, León: Editorial Antorcha, PDF [erişim tarihi: 21 Şubat 2019], 1964, s. 237.

[5] Ünlü Dawson’s Field uçak kaçırma eylemlerine FSLN üyeleri de katıldı. Sonrasında FHKC militanları ticari uçaklara yönelik saldırılarında Nikaragua ve Honduras pasaportlarını kullandılar (2009’da devrilen Honduras cumhurbaşkanı Zelaya’nın içişleri bakanı Víctor Meza ile mülakat, (Tegucigalpa, 26–27 Ekim 2010).

[6] Mónica Baltodano ile mülakat (Managua, 11 Mayıs 2006).

[7] Martí i Puig, S., Tiranías, rebeliones y democracia. Itinerarios comparados en Centroamérica, Barselona: Bellaterra, 2004, s. 104.

[8] Sergio Ramirez’in koordine ettiği, içinden seksenlerde görev yapan bakanlar kurulu üyelerinin çıktığı On İki Kişilik Grup’ta Ernesto Castillo ve Joaquín Cuadra Sr. (avukatlar), Emilio Baltodano ve Felipe Mantica (müteşebbis), Fernando Cardenal ve Miguel d’Escoto (rahip), Carlos Tunnerman ve Sergio Ramírez (akademisyen), Casimiro Sotelo (mimar), Arturo Cruz (bankacı) ve Carlos Gutierrez (diş hekimi) bulunuyordu. Fikir 1975’te Sergio Ramírez ile Humberto Ortega arasında gerçekleşen görüşmeler esnasında ortaya atıldı. Grup, Orta Amerika ve Latin Amerika ülkelerinden politik destek alınmasında önemli işlevler gördü.

[9] Victor Tirado ile mülakat (Managua, 3 Mart 2006) ve Humberto Ortega ile mülakat (Managua, 15 Mayıs 2006).

[10] Joaquín Cuadra ile mülakat (Managua, 10 ve 16 Mayıs 2006).

[11] Daha fazla ayrıntı için bkz.: Flakoll D., ve Alegría C., Nicaragua: La revolución Sandinista. Una crónica política, 1855–1979, İkinci Baskı, Managua: Anamá Ediciones, (2004, s. 313 ve devamı. Genç milisler konusunda bkz.: Bataillon G., “Los ‘muchachos’ en la revolución sandinista (Nicaragua, 1978–1980)”, Estudios Sociológicos, 2013, Yıl. 31, Sayı. 92), s. 303–343.

17 Temmuz 2025

,

Nikaragua Köylülerinin Ekmek ve Şarap Ayini


“Köylülerin Ekmek ve Şarap Ayini” [Misa Campensina], Nikaragua gölünde bulunan Solentiname adasında Ernesto Cardinal’in altmışlı yıllarda kurduğu cemaatin yaptığı ayinin adıdır.

Kitab-ı Mukaddes çalışmalarına katılan, bu çalışmaları kâğıda döküp yayımlayan, sanat, şiir ve el sanatı alanında faaliyet yürüten Solentiname cemaati, Nikaragua halkının Somoza diktatörlüğünü yıkmak için verdiği mücadelede aktif olarak yer almış, zafere dek uzanan iki yıllık dönem boyunca cemaat üyeleri, devlet güçlerinin ağır baskılarıyla ve katliamlarıyla yüzleşmiştir.

Solentiname, İkinci Vatikan Konsili’ni takip eden on yıl boyunca Latin Amerika’da ortaya çıkmış olan binlerce cemaatten biri olarak, kurtuluş teolojisinin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır.

Bir süre Thomas Merton’un öğrenciliğini yapan, rahip ve şair Ernesto Cardenal, Somoza iktidarı yıkıldıktan sonra kurulan Sandinist yönetiminde kültür bakanı olarak yer almıştır.

Misa Campesina [Nikaragua Köylülerinin Ekmek ve Şarap Ayini”] Nikaragualı besteci Carlos Mejía Godoy tarafından müziklendirildi. Halk diline yer veren geleneksel Katolik ayininin uyarlanmış haliydi. Giriş, Dua, Şükür Duası, Amentü, Adak, Tefekkür, Hamd Etme İlahisi, Veda Şarkısı gibi ana bölümlerinde eski, bilindik ayinlerde göğe çıkartılan İsa “yere indirilir”, gizeminden arındırılır, İsa, önünde eğilmeyi gerektiren biri olmaktan çıkartılır, sıradan birine, yeni toplumu inşa edecek mücadeleyi verenlerin yoldaşına dönüştürülür.

Nikaragualı Köylülerin Ekmek ve Şarap Ayini, Panamalıların ayinine ve Afrikalıların, özellikle Kongoluların “Misa Luba”sına benzer.

Giriş Şarkısı

Sen ki yoksulların Tanrısısın,
İnsanî ve alçakgönüllü bir Tanrı,
Sokaklarda ter döken,
Yüzü kirli bir Tanrı.
Seninle kendi insanımla
Konuşur gibi konuşuyorum.
Çünkü sen emekçi Tanrısın, işçi Mesih’sin.

Halkımla el ele verirsin,
Kırda şehirde mücadele edersin,
Benimle birlikte maaş kuyruğuna girersin,
Yevmiyeni alıp gidersin.
Sokak ortasında
Eusébio, Pancho ve Juan Jose ile
Kuru ekmek kemirirsin.
Biraz bal koymadılar diye şerbete
Tepki gösterirsin.

Seni dün bakkalda görmüşler,
Oradan çıkıp bir barakaya gittiğini söylediler.
Seni benzin istasyonunda görmüşler
Kamyonun tekerleklerini kontrol ediyormuşsun.
Hatta bir seferinde deri eldiven ve işçi tulumunla
Otobanda dolaşıyormuşsun.

Amentü

Tanrım, sana imanım tam.
Bereketli zihnindir bu dünyayı doğuran.
Tüm güzellikler
Ressamlarda gördüğümüz ellere benzer
Ellerinin eseri.
Yıldızlar ve ay,
Küçük evler, göller,
Nehirden denize doğru süzülen
Küçük kayıklar,
O uçsuz bucaksız kahve çiftlikleri,
Beyaz pamuk tarlaları,
Sabıkalı bir baltanın dümdüz ettiği
Ormanlar, senin eserin.

Sana inanıyorum, sensin mimar
Sensin mühendis ve zanaatkâr
Sensin marangoz ve duvarcı,
Sensin gemileri inşa eden.
Sana inanıyorum.
Sensin müziğin fikrini üreten,
Barışın ve sevginin rüzgârını estiren.

Sana inanıyorum, işçi İsa.
Nurun nuru,
Meryem’in naçiz ve bakir rahminde
Dünyayı kurtarsın diye
Can bulan
Tanrı’nın oğlusun.

İnanıyorum:
Taşladılar seni
İşkence ettiler bedenine.
Bir çarmıha gerip
Şehit ettiler.
O kerih ve ruhsuz Roma valisi,
Romalı emperyalistlerin uşağı
İşlediği tüm günahları
Eline bulaşmış bir kir gibi yumak istedi.

Yoldaş, ben inanıyorum sana.
Sen ki insan, sen ki işçi Mesih’sin.
Ölümü büyük bir fedakârlıkla
Fethedensin.

Senin doğurduğun yeni insanın alnında
Kurtuluş yazılı.
Yukarıya kalkan her yumrukta
Dirilen sensin.
Muktedirlerin sömürüsüne karşı
Sen koruyacaksın halkımı.
Sen dirisin, her kulübede,
Her fabrikada, her okulda sen varsın.
Senin dirilişine,
Bitmek bilmeyen mücadelene inanıyorum.
Yeniden dirileceğine imanım tam.

[Kaynak: Radical Christian Writings: A Reader, Yayına Hazırlayan: Andrew Bradstock ve Christopher Rowland, Blackwell Publishers, 2002, s. 243-246.]

Ϯ Halkın Kilisesi

14 Temmuz 2025

Emperyalizmin İşleri: Militarizm, Savaş ve Telef

 

“Kapitalist iş pratiği olarak pentagonculuk, muhteşem bir icattır. Pentagonizm, kâr biriktirme becerisinin toplumsal değerler skalasında en üstte durduğu, kapitalizmin aşırı geliştiği ülkelerde varlık imkânı bulmaktadır.”[24]

Savaş, bir anomali değil, üretim biçimi olan ve yeniden üretimin zeminini oluşturan sermayenin ihtiyaçlarını karşılayan bir toplumsal süreçtir. Buna karşın, burjuva ideologların değerlendirmelerinde savaş, sermayenin artık değeri para ve emtia biçimi altında ürettiği akışları ifade eden sermaye döngülerinin dışında gelişen bir olgu olduğu üzerinde durulmaktadır.[25] Bu ideologlar, ABD öncülüğünde ilerleyen emperyalist düzenin temel kurumlarını ve kanunlarını dinamik ve eleştirel analizin dışında tutmak, bilimin dikkatini emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden veya etmeyen, ama en azından onlarla çelişmeyen zararsız alanlara çekmek suretiyle, bu düzene destek olmaktadırlar. Savaşlarla hâkimiyet kurma pratiklerinin sermaye birikimiyle arasındaki bağ ya görmezden gelinmekte ya da bu bağ, tüm imparatorlukların doğasına içkin bir eğilim olarak değerlendirilmektedir.

Diğer endüstri kollarında olduğu gibi savaş da artı değer üretimi üzerinden kâr sağlar.[26] Bu kârların ana kaynağı, oldukça kısa bir zaman aralığı içerisinde yoğunlaşıp tükenen, artık emeğin işletildiği saatlerde oluşan değerdir. Savaşın finansmanını devlet karşıladığı için savaş yoluyla elde edilen kârlar, aynı zamanda finansa aittir.

Emperyalizm, aşırı yükselmiş varlık değeri olarak hayali sermayenin ekonomik faaliyet üzerine bindirdiği basıncı hafifletmek için servetteki alınır satılır payı, paraya tahvil edilmiş ve tekelde toplanmış artıkları harekete geçirir.

Lenin’e göre, finansal araçların kullanılma sıklığı savaşın habercisidir. Savaş, fazla parayı emer, onu kamuya ait borca dönüştürür. Savaş, aynı zamanda finansmana ihtiyaç duyar, finansal borçlardaki artış, itibari parayı artırır, finansallaşmayı hızlandırır.[27] Savaşlardan elde edilen ganimetlerin yanı sıra emperyalizm, gücünü yeni icat edilen veya elektronik yoldan aktarılan kredilere borçludur.

Tarihsel bir aşama olarak gördüğü emperyalizmi dönemlere ayıran Lenin, sömürü oranının ölçek ve kapsam açısından ekonomi sahasında yaşanan genişlemeye denk gelmesi gerektiğini, sermayedeki yoğunlaşmanın ve merkezileşmenin, ayrıca finansal kriz döngülerinin tekelci çağa damga vurduğunu söyler.

Lenin, emperyalizmi değer yasası temelli uygulamaların yoğunlaşması olarak görür. Tarihsel materyalizme ait kategorileri esas alan bu yaklaşım üzerinden emperyalizm kavramındaki değişim, tarihsel temellerindeki değişimle birlikte ele alınmalıdır. Bu noktada, yirminci yüzyılda yaşanan savaşların finansal gerekçeleri ve sebepleri yeniden değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.

Lenin’in finans kapitalin üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki çelişkiyi derinleştirdiğine, savaşın bu çelişkinin çözüme kavuşturulmasının yolu olarak devreye sokulduğuna dair açıklaması, sermayenin çıkarları üzerinden elde ettiği mevzilerin ardındaki mekanizma konusunda çok şey söylemektedir.

Lenin’in başvurduğu mantığı günümüze uyarladığımızda, şunu görürüz: Sermaye, finansal varlıklar ve iktidar yapısı üzerinden merkezileşip yoğunlaştığında bir geçiş aşamasını başlatır. Bu aşamada aşırı sömürünün hüküm sürdüğü koşullarda, artı değer temini, krizin çözümü noktasında telef etme, militarizm ve savaşla bağlantılı birikim sürecinden daha az bir role sahiptir.

Hâkim olunan ülkede emperyalizme kültürel düzeyde direnen herkesin tasfiye edildiği, insanın ve doğanın savaş içerisinde eritildiği, nüfusun azaltıldığı, insanın salt işgücüne indirgendiği koşulların[29] oluşmasıyla birlikte tekelci finans kapital döneminde yüksek artı değer oranı alabildiğine yükselir. Bu, halihazırda işleyen bir süreçtir.

ABD’nin öncülük ettiği emperyalist sınıf açısından savaş, herkesin kazandığı bir gerçekliktir. Savaş hem bir pazar, hem bir işkolu, hem de üretim alanıdır. Bir işkolu olma üzerinden sahip olduğu vasıfların yanında savaş, bir de değiş tokuşun gerçekleştiği pazarlara hâkim olmak suretiyle elindeki somut emeğin bir kısmını soyut emeğe dönüştürme vasfına sahiptir.

Savaş, yol açtığı ölümlerle insan ömrünü toplumsal zamanın, sermayenin komuta ettiği zamanın gereklerini karşılayacak ölçüde kısaltır. İnsanları daha fazla fedakârlık yapmaya mecbur eder. Hatta insanlar, kendi hayatlarını feda ederler.

Sivillerin kullanacağı ürünler için harcanan emeğe yönelik şiddetten farklı olarak, değer yasasının toplumsal açıdan gerekli emek zamanla ilgili talepleri, saf artık insanların üretilmesini şart koşar. Artık insanlar, savaşın ürettiği bir üründür. Savaş, uyguladığı şiddetle bu ürün bollaşmasını sağlar. Bu anlamda, patlayan bombalar, o bombaların öldürdüğü insanlar, yok ettiği gezegen, hem araç hem de amaçtır.

Mantıksal açıdan saçma olsa da savaş herkesi öldürürse, somut emek rolünü oynayacak kimse kalmaz. Ama gene de savaş ve sebep olduğu kemer sıkma politikaları, nüfusu azaltarak, aşırı üretim sebebiyle insanın elindeki kaynakların yetersiz kullanımı sorununa çözüm bulur.

Aşırı üretim aşırı ürün tedarikine yol açsa da bu, her zaman sorun teşkil etmez. Üretim, sermayenin komutası altında olgunlaşan toplumsal bir süreçtir. Bir pazarın taleplerini karşılayan odur. Emtia, sınıfın üretilenleri alacak durumda olmadığı koşullarda aşırı üretildiğinde, ekonomik açıdan bolluk meydana gelir. Bu anlamda, aşırı üretim kavramı, ekonomik bolluk kavramını içerir. Zira toplumsal bir süreç olarak sermayedeki anarşi, eldeki fiyatlardan bağımsız olarak, tüm pazarlar için gereğinden fazla mal üretilmesi demektir. Toplumsal süreç olarak aşırı üretim, her daim ilgili pazarla bağlantısı içerisinde gerçekleşir. O pazara destek olan sermaye, elindeki güçle, pazarın genişlemesini tehdit etme potansiyeli bulunan diğer pazarlardaki kaynakları devreye sokar.

Aşırı üretime dayalı sermaye, bilhassa gelişmekte olan ülkelerde, birbiriyle rekabet içerisindeki sermayenin büyüme sürecini en tehlikeli araçlarla ketler. Bunun için çalışma sürecini düzene sokar ya da üretimle ilişkili emeği ucuzlatıp disipline eder. Toplumun yaşam döngüsü boyunca sadece ödenen ücreti düşürmekle kalmaz, aynı zamanda emeğin yeniden üretimi için gerekli sağlık ve eğitim gibi maliyet kalemlerini aşağı çeker. Emek maliyetlerini veya gerekli emeği azaltmak, emeğin yeniden üretim oranını belirleyecek tedbirleri yapmak için, işçilerin sayısını veya ortalama ücreti düşürmek suretiyle, ücret gibi maliyetlerin aşağı çekilmesi gerekir.

Bu noktada bir milleti kendi politikalarına boyun eğdiren ABD emperyalizmi, uzak diyarlarda güçlü olmasını sağlayacak kudret düzeyine kavuşur. Savaş, askeri teçhizatı, doğayı ve insanları tüketir. Savaşın kendisi, ABD emperyalizminin hâkim olduğu dönemin ana faaliyeti olan telef etme yoluyla birikim kategorisinin merkezinde duran bir atıktır. Başka bir ifadeyle savaşın kendisi, yıkım yoluyla işleyen üretim süreci olduğu için, o ne kadar çok şeyi yok ederse o kadar çok şey üretir.

İşçilerin hayatı üretim olarak savaşa ait girdilerdir. Cesetlerin, heba edilmiş canların ve doğada yok edilmiş türlerin sayısı, bu işkolunun yan ürünleridir.

Emperyalizm, yıkım yoluyla, toplumsal doğanın heba edilmesiyle veya nispi ya da mutlak nüfus azaltma faaliyetiyle biriken sermayenin şiddete bakan yüzüdür. Emperyalizm, nüfusun yeniden üretimi için gerekli toplumsal destek mekanizmalarını devre dışı bırakır.

“Telef etme” kategorisi denilen bütünlük içerisinde militarizm, sermaye sisteminin ana eylem biçimidir. Sermaye, militarizm yoksa durur. Militarizm, finans açısından önemli bir olgudur.

ABD emperyalizmi, dünyaya dolar akıtır. Dolar, tüm işgal edilmiş ülkelerin ana para birimidir. Para getiren artığın birikmesiyle oluşan tekeli sağlama almak, yutmak ve yeniden devreye sokmak için emperyalizm, tahviller çıkartır.[30]

Bonolar ve tahviller sayesinde finans sektörünün elindeki varlıklar büyür, para arzını büyütme, finansal kârları artırma becerisi bunlara bağlıdır. Savaş ekonomisinin geliştirdiği teknolojik yenilikler özel sektörden sorulur.[31] Bunun dışında, devlet orduya yatırım yapar. Sağlık ve eğitim gibi toplumsal harcama kalemlerini özel sektöre bırakır.

Toplumsal düzeyde militarizm, sermayedeki esneklik için önemlidir çünkü insan hayatında varolan, harekete geçirilmemiş değeri işleyen odur. Her yaşayan insan, üretim yapabilecek birer emekçidir, çünkü bu insan, kemer sıkma politikası dâhilinde artan fiyatlara direnir veya bir bomba sonucu hayatını kaybeder.

Militarizm nüfusu azaltır, emekçi insanların müşterek iradesini toplumsal örgütlenmenin fiili veya potansiyel biçimlerini ortadan kaldırmak suretiyle yok eder. Militarizm, artık değer üreten bir motordur çünkü o, işe girip çıkma döngüsü dâhilinde tüm yaşayanların çalışma sürelerini böler ve kısaltır, işçi sınıfının toplam toplumsal üründeki payını, yani gerekli emeği azaltır.

Militarizm aynı zamanda, Eisenhower’ın formüle ettiği biçimiyle, “sınırsız kaynakları ve aşırı üretimin sonucu olan sermaye fonlarını temellük edip dağıtan”[32] askeri-endüstriyel komplekse dair muhasebe temelli anlayışa kıyasla daha kapsamlı bir anlayıştır. Hakikat şu ki askeri-endüstriyel kompleks, burjuva devletini, sanayideki şirketleri, finans kapitali ve askeri bürokrasiyi emperyalist güce ait tek bir mekanizma içerisinde harmanlayıp cem eden ilişkiler ağını oluşturan güçtür.[33] Bu terimle tanımlanan, farklı düzlemde cereyan eden ilişkiler, ancak iktidar yapısı üzerine yürütülecek kapsamlı çalışmalar bağlamında, diyalektik açıdan bakılarak netliğe kavuşturulabilir.[34] Bu “karmaşık” çıkarlar ağının merkezinde askeri sanayi, bilim insanları, üniversiteler ve araştırma kurumları gibi düşünce kuruluşları, iş insanları, medya patronları ve Başkan Eisenhower’ın açıklamasında adını anamadığı Kongre üyeleri durur.[35]

Neticede Eisenhower, bu kompleksten söz ederken, askeriyenin gelişimini babahancı bir yerden ele almakta, kompleksin yol açtığı “tehlikeler”i sadece olgusal düzeyde gündeme getirmektedir.

Askeri-endüstriyel kompleks denilen olgu, Kuzey Amerika toplumunda “yeni” bir şeymiş gibi kabul ediliyor, ama bu olgu, halen daha koşullara bağlı niteliği ve öznel boyutu üzerinden yorumlanıyor. Bu açıdan kompleks, tarihsel düzlemde kendisini belirleyen gerçeğe, yani günümüz emperyalizminin doğasından kaynaklanan özelliğine bakmaksızın, sıkı bir devlet kontrolü ve idari önlemlere dayalı bir yönetim politikasıyla yok edilebilecek bir süreç olarak görülüyor. Temelde askeri-endüstriyel kompleks, kapitalist devletin kurumsal sınırları “haricinde” ortaya çıkmış bir üstyapı olarak algılanıyor.

Oysa sadece potansiyel değil, fiiliyatta varolan insanların hayatlarının heba edilmesi, tam da birikimin gerçekleştiği alandır. Nüfus azaltma pratiğinin sermayenin hareketine içkin olduğu üretim süreci, bu şekilde işlemektedir.

Savaş, telef etme yoluyla birikim denilen yapı içinde işleyen bir ekonomik faaliyettir. Savaş, emeği sömürür, artı değeri ortaya çıkartır. Savaş düzleminde değer denilen şey, sadece ceset veya telef etme üzerinden üretilen bir şey değil, aynı zamanda bir özne-nesne ilişkisidir. Bu ilişki, işçilerin ürettiği şeylerle (nesnelerle) sınıflar veya toplumsal katmanlar içerisinde örgütlenen işçiler (özneler) arasında cereyan eder.

Diğer tüm metalar gibi savaşın ürettiği ürünlerin değeri de bir töze sahiptir, yani burada üretilen şeyle onun üretimini belirleyen bilinç ve örgütlenme biçimleri arasında bir birlik söz konusudur. Bu anlamda, insanların öldürüldüğü, çevrenin kirlendiği bir süreç olarak savaşlar, güneydeki ülkelerin örgütsel yapılarını değiştirir, bu ülkelerin ulusal ve bölgesel birliklerini yok eder. Bu haliyle savaşlar, ABD emperyalizmine meydan okumak için gerekli her türden politik teşkilatı ve/veya ideolojik bilinci susturur. Dolayısıyla mesele, basit manada yıkım yoluyla birikime zemin teşkil eden bombalar ve finansal yan ürünler değildir. Mesele, küresel Güney’in ulusal egemenliğinin ve bölgesel birliğinin tarumar edilmesidir.

Bu türden bir süreçte olan, gezegene olur. Sermaye ve bir avuç insanın şatafatı için dünya heba edilir. Burada mesele kullanılacak kaynakların fiziki sınırına gelip dayanması değil, insanı ve doğayı orantısız bir biçimde yok eden süreç üzerinden insanın ve toplumsal doğanın yeniden üretilmesini sağlayan sermaye temelli ilişkidir.

Kaynaklar yok olmaktadır. Bu yok oluş, kıtlık sürecini beslemektedir. Bu sayede fiyatlar arasındaki farklılıklar daha da artmaktadır. Temiz doğa gibi kıt malları ancak zenginler alabilmekte, yoksulların bunlara erişme imkânları ortadan kalkmaktadır. Örneğin su borularının imha edilmesi, suların kirletilmesi, plastik şişe üreticilerinin daha da büyümesi yüzünden içilebilir suya ancak parası olanlar kavuşabilmektedir.

Kıtlık, kârları yukarı fırlatan bir şeydir. Bu koşullarda tükenen, tükenme ihtimali bulunan kaynaklar diye bir gerçek ortadayken, sermayenin toplumsal doğanın kirlenmesiyle ilgili fikrini değiştirmesi mümkün değildir.

“Kaynak savaşları”ndan söz edenler, imal edilmiş kıtlık, telef etme pratikleri ve katliamlarla yüklü süreci üreten ve besleyen sermayeyi dikkate almamaktadırlar. Bu anlamda, yukarıda aktardığımız görüş, bu tür kavramların sınırları konusunda da çok şey söylemektedir.

Telef etme endüstrisi, Kuzey’deki sınıfların içerisinde kullanılıp atılacak unsurların fiyatını düşürdü, gerekli emeği azalttı. Tüm bunlar, sömürgecilikle ve emperyalizmle tanımlı, yaklaşık beş yüz yıllık dönem içerisinde gerçekleşti. Kölelik, yerli soykırımı, doğal türlerin yok edilmesi, ticari sömürünün yeni biçimleriydi ama aynı zamanda Kuzey’de hüküm süren ücretli kölelik düzeninin üzerinde durduğu “kaide”ydi.[36]

İnsan ve doğa ticarileştiriliyor. Bunlar, toplumsal üretim döngüsü üzerinden oluşan birikimin oranı temelinde üretiliyor ve tüketiliyorlar. İnsan ve doğa, birer meta olarak otomobiller veya bombalar gibi fabrikada üretilen mallar satılmadan önce veya satıldıktan sonra gerçekleşen şeyler değil. İnsan ve doğayı pazar yutar. Onların fiyatı, toplumsal zamana ya da sermayenin insanları en düşük maliyetle veya topluma aktarılacak maliyetle üretmek için disipline ettiği zamana göre fiyatlandırılır. Toplumsal veya soyut zaman, özel veya somut zamana baskı uygular, kâr elde etmek için insanları ezer. Telef etme pratiği, üretimin arka planında, üretimin habercisi veya yan ürünü olarak oluşur.

Toplumsal zaman, kronolojik zamandan farklıdır. O, geçmişte meydana gelip, belirli bir ihtimal üzerinden, gecikmeli olarak geleceği etkileyecek bir şey değildir. Toplumsal zaman, olayları biçimlendiren toplumsal güçlerin niteliksel açıdan değişen niteliğine bağlı zamandır. Toplumsal zaman kronolojik zamanla uyuşmadığı gibi ondan farklıdır da. Toplumsal zaman, üretim zamanında karşılık bulan toplumsal güçlerin değişen niteliğidir. Daha uygun bir tanımla, illiyet bağındaki belirsizlik sebebiyle toplumsal zaman, tarihin yaşamsal süreçleri üstten belirlediği sürecin zamansal yansımasıdır.

Telef etme pratiği, zamansal güzergâhta belirleyici rol oynar. Bu pratiğin geçmişi de geleceği de kronolojik zamandan bağımsız temellerdir. Telef etme, kronolojik zamanda cereyan eden gelişmeyi sermayenin taleplerini karşılamak adına biçimlendirir.

Sermayenin hâkim olduğu koşullarda toplumsal zaman, kısa kronolojik zaman aralıklarında insanların hayatını kısaltır. Ama emeğin hâkim olduğu, yani işçi sınıfının sermayenin belirlediği zamansal kısıtlamalardan kurtulduğu koşullarda toplumsal zaman, Lenin’in ifadesiyle, nesiller boyu yaşanacak olayların bir günde yaşanmasında olduğu gibi, zamanın ta kendisi hâline gelir.

Toplumsal zaman, gerçek zaman veya sebep-sonuç arasında analiz düzeyindeki kopukluğun yerini, dolaysızlık olarak diyalektik birliğe bıraktığı zamandır. Halkın diliyle söyleyecek olursak telef etme pratiği, ona yol açan, geçmişe ve geleceğe ait sebep ve/veya sonuçların ürünüdür.

Sermaye, insanı ve doğayı tüketir. Tarihsel süreçte insan, sermayeye içseldir. Dışsal olduğu iddiası, saçmadır. Sermayenin tüm ürünleri, doğal felâketler ve yeri doldurulamayacak türlerin yokoluşunun gölgesinde kalır.

Marx, insanın ancak çözüme kavuşturabileceği soruları sorduğunu söyler ama artık bu tespitin tersi doğrudur. İnsanın sermayeye dışsal olduğu iddiası, mantıksal açıdan veya biçimsel bir değerlendirme bağlamında doğrudur ama gerçekçilik ve işlevsellik açısından yanlıştır. Dışsallık iddiası, burjuva ideologlarının dillerine doladığı her türden kavram gibi işçi sınıfına karşı kullanılan bir silahtır.

Eski yaklaşım, aslında ayrıştırılması mümkün olmayan üretim sürecini telef ve telef harici unsurlara bölüyor, ardından da her iki kısmı ayrı ayrı ele alıyor. Bu haliyle eski yaklaşım, sermayenin girdi maliyetlerini aşağı çekmek, dolayısıyla, işçi sınıfını etkisiz kılıp, kaynaklarını elinden almak, bunları sorumsuzca, en düşük maliyetle kullanmak, toplumsal kullanımın üreteceği atıktan daha fazla atık üretmek zorunda olduğu gerçeğini örtbas ediyor.

Aslında üretim, insanın yabancılaştığı bir süreç olduğu için, teknolojik gelişmenin ve üretimin topluma hesap vermeden ulaştığı düzeyler, sermayenin hüküm sürdüğü koşullarda yaşanan ilerlemenin aklanmasını sağlıyor. Kuzey’de refah devletinin elindeki toplumsal kazanımlar, bir yanıyla, Güney’de mevziler kazanan komünizmle ve ulusal kurtuluş hareketleriyle mücadele ederken işçi sınıfına verilen rüşvetlerdi.

Batı medeniyetini savunup duranlar, ırkçı bir dil tutturuyorlar. Bu noktada durmadan tüm dünyaya, yaptıkları keşifler olmasaydı, ortalama yaşam süresinin daha düşük olacağını söylüyorlar. Oysa bugün Afrikalılar ve Araplar daha uzun yaşıyormuş gibi görünüyorsa bunun nedeni Batı’nın hümanizmi değil. Misal sıtma ilaçları, ilk başta İngiltere’deki çiftliklerde yetiştirilen sığırlarda görülen parazit kaynaklı hastalıkları tedavi etmek için geliştirildi ama bu ilaçların tesadüfen insanlara da hayrı oldu.

Aslında sermaye, eldeki imkânlarla yaşanacak ömrü kısaltır. Buna karşın, sermaye, Avrupa medeniyeti olmasaydı, insanların ormanlarda veya çöllerde yirmili yaşlarda ölüp gideceğini söyleyerek aklamaya çalışır. 43 yaşında Felluce’de seyreltilmiş uranyum içeren bombayla ölen yoksul bir adamı Sümer devletinde veya neolitik çağda 23 yaşına dek gayet iyi yaşamış bir adamla kıyaslamak saçma olurdu.

Zamanı koşullayan, belirli bir dönemde onun yapısını belirleyen toplumsal ilişkiler kümesidir. Farklı tarihsel dönemleri kıyaslamak isteyenler, keyfilik düzeyini aşağı çekmek için vasıflandırma ve dönemleştirme çabası içinde olmalıdır. Aksi takdirde geri döndürülemez olan zaman ölçülemez. Bunun sebebi, olguda ortaya çıkan içeriğin değişmesidir. Bu anlamda, tarih yeniden dönemleştirilmelidir.

Güney, on dördüncü yüzyıldan beri katledildi. Bu katliam, sermayenin asli iş sahasıydı. Sermayenin kültürü, Batı’nın kültürü haline geldi. Emperyalist saldırıların ve oluşturulan servetin biriktirdiği bilgiye dayanan bu kültür konusunda kimse, ABD’nin öncülük ettiği emperyalizmin Yemen’e attığı bombalarla bu ülkedeki ortalama yaşam süresini Avrupa’daki sürenin altına nasıl çektiğini sormuyor. Kültür düzeyinde de bir katliama tanıklık ediyor ve bu katliam, gelişmekte olan dünyada yenilgiyi kabul eden görüşlere yol açıyor. Amilcar Cabral, tam da bu yüzden kültürel mücadeleyi öncelikli görüyor.

Ekolojik emperyalizmin Güney’deki halk kitlelerini hasta ettiğini görmek gerek. “Dünya nüfusunun en zengin kısmına denk düşen yüzde birlik dilim, salınımlarda eşi benzeri görülmemiş artışa tanıklık edilen 25 yıllık kritik dönem boyunca insanlığın yarısını ifade eden ve en yoksul kesime denk düşen 3,1 milyar insanın yol açtığı toplam karbon kirliliğinin iki katından sorumlu.”[38]

Doğaya yönelik saldırının sermayenin işine geldiğini görmek gerekiyor. Çünkü işçi sınıfının sahip olduğu güç, doğanın fiyatını emek lehine ayarlıyor. Ama düşük fiyatlarla kullanılan ve suiistimal edilen doğa, yani giderek ölen doğa, emeğin yeniden üretim maliyetini düşürüyor. Çünkü bu haliyle emeğin hayatı erkenden son buluyor. Telef etme, en güvenli kitle imha silahı.

Bu sebeplere bağlı olarak, politik düzeyde, Vaşington’un telef etme yoluyla birikim yönteminin dünyanın geri kalanını kendisine tabi kılma konusunda oldukça önemli bir yöntem olduğunu acilen idrak etmek gerekiyor.

Samir Amin’in de dediği gibi, telef etme yoluyla birikim projesinin yenilgiye uğraması, “özgürlüğün alanını genişletmenin en önemli koşulu. Bu yapılmazsa toplumsal ve demokratik ilerleme sağlanamaz. Çok kutuplu dünyaya doğru ilerlenemez.”[39]

Militarizmin ve telef etmenin ABD öncülüğünde hareket eden emperyalizmin varlığını sürdürmesinde önemli rollere sahip olduğunu görmek gerekiyor. Sömürgelikten kurtuluş ve bağımsızlık yolunu yürümüş ülkelerde ABD emperyalizminin ülkeleri üzerindeki ağırlığını ilk elden tecrübe eden akademisyenler ve siyasetçiler, bu iki olgunun önemini görüyorlar. Buna karşılık, Kuzey’de akademisyenler, ABD’nin dünya meseleleri düzleminde hegemonik rolünü pekiştirdiği koşullarda bu tür konuları demode buluyorlar.

ABD’nin başını çektiği yıkım süreci karşısında ilgili dinamikleri incelemek zorundayız.[40] Bu noktada emperyalizmin Güney’e yönelik saldırılarını inceleyen, dinamiklerini teşhis eden eski metinlerin sundukları görüşleri de okumalıyız.

Örneğin 1966 yılında Dominik Cumhuriyeti’nin eski cumhurbaşkanı, Castro’nun dostu Juan Bosch, “Emperyalizmin Yerini Alabilecek Bir Kavram Olarak Pentagonizm” başlıklı uzun bir makale kaleme aldı. Dünya meselelerini yakından izleyen bir isim olarak Bosch, makalede şunu söylüyordu:

“Pentagonizmin tüm dünya halklarına yönelik bir tehdit olduğuna hiç şüphe yok. Çünkü pentagonizm, canlıların ihtiyaç duydukları hava ve yemek gibi savaşa ihtiyaç duyan bir savaş makinesidir.”[41]

Bosch’un yazısında asıl çarpıcı olan, pentagonizmin Kuzey’deki emekçi kitleler için sebep olduğu tehlikeleri aktaran bölümler:

“Tüm Amerikalılar da tehdit altında. Pentagonizm, bu gücünü muhafaza edecek olursa, ABD’de sivil halkın elindeki güce hükmetmeyi sürdürürse, sadece politikacılar ve askeri liderler değil tüm ülke, sonuçta dünyanın öfkesini üzerine çekecek.”[42]

Batı’da üretilen teori, bu asli meseleyi ya görmezden geliyor ya da örtbas ediyor. Batılı teorisyenler, faşizmi ve otoritarizmi kınama, onların yükünü muhaliflerin sırtına yükleme konusunda gayet cevvallerken, bombalar, katliamlar ve yaptırımlar üzerinden Batı’nın hükmettiği ülkelere yapılan zulmü görmezden geliyorlar.[43]

ABD’nin öncülük ettiği emperyalist genişleme sürecini yöneten değer yasasını anlamak iki açıdan önemli:

1. Güç ilişkileri sistemi, en haşin biçimine Batı’da kavuştu. Burada sistem, halkın topyekûn katlini ve köleliği temel aldı.

2. Bu tür acımasız politikalar dünyanın çoğunluğunu hedef aldı.[45]

Suriye, Irak, Libya ve Yemen gibi ülkelerdeki savaşlar, genelde Hollywood filmlerinde görülen kötü lideri bahane ederek başlatıldılar. ABD’nin öncülük ettiği emperyalizm, bir yandan gerici mücahidleri teşvik etti, besledi, mezhepçiliği körükledi, devleti zayıflattı, bir yandan da kesintisiz sürecek savaşların temelini attı. Oysa olayların ardındaki fail, ne kötü lider ne de bir grup bireyin tarihe aşkın psikolojik özellikleri ve eğilimleriydi.

Mücerret veya münferit özne diye bir şey yoktur, olamaz. Birey, toplumsal düzende cereyan eden birçok toplumsal ilişkiyi yansıtan, toplumsal bir ilişkidir. Örgütlü politik eylem aracıyla politik tesir yaratmak için örgütlenmiş ilişkilerden başka bir failden söz edilemez.

Emperyalizmle mücadele eden kitlelerin failliği, devletin dağılması ile birlikte sönümlendi. Sömürgecilik ve emperyalist sınıfın iktidarı karşısında ulus-devlet antiemperyalist mücadele yürütür. Bu şekilde tanımlandığında, antiemperyalist bir gelişmekte olan ülke başarısız bir devlet değildir. Bu noktada fiziken ne kadar harap halde olduğunun bir önemi yoktur.

Proleter sınıfla küresel sermayenin birbirinden farklı çıkarlarına arabuluculuk yapan kurum olarak devlet, Meszaros’un ifadesiyle[46], antiemperyalist savaşlarda toprak kaybettiği için değil, emperyalizme uşaklık ettiği için başarısız olur.[47]

Herkes şunu görmeli: emperyalizm, ancak Batı sömürgeci yağmayı yeniden idrak ederse, daha da önemlisi, sömürgecilik karşıtı devrimle yeniden ilişki kurarsa, yirminci yüzyılda oluşmuş tarihsel dengede belirli bir ağırlığa sahip olan bu iki olguya yeniden önem verirse alt edilebilir.[48] “Her meselenin iki yönü olmalı” diye düşünenler, bölgede sömürgeciliğin ve emperyalizmin yol açtığı sonuçlar üzerinden bir bilanço çıkartamazlar. Walter Rodney’nin sözüyle, ABD’nin öncülük ettiği emperyalizm, “sadece tek bir ele sahip ya da tek kolu olan bir haydut”tur.[49]

Matteo Capasso
Ali Kadri

[Kaynak: Middle East Critique, 2023, Cilt 32: Sayı. 2, s. 149-166.]

Dipnotlar:
[24] Juan Bosch (1968) Pentagonism, a Substitute for Imperialism (New York: Grove Press), s. 28.

[25] Karl Marx (1992) [1893]. Capital: A Critique of Political Economy, Vol. 2: The Process of Circulation of Capital (New York: Penguin).

[26] Karl Marx (1867) Capital: A Critique of Political Economy, Vol. 1: The Process of Production of Capital. (Moskova: Progress Publishers).

[27] Michael Hudson (2003) Super Imperialism: The Origin and Fundamentals of U.S. World Dominance, 2. Baskı (Londra: Pluto Press).

[28] Lenin, Imperialism: The Highest Stage of Capitalism.

[29] Amilcar Cabral (1970) National Liberation and Culture, HW.

[30] Hudson, Super Imperialism.

[31] Heidi Peltier (2021), “Arms, Tanks, and Munitions: The Relationship between Profits and Monopoly Conditions”, Security in Context Working Paper Sayı. 1. Drive.

[32] Ivan Meszaros (1995), Beyond Capital: Toward a Theory of Transition (NY: Monthly Review Press).

[33] Jorge Hernandez Martinez (2011), “Imperialismo/Pentagonismo – La sociedad norteamericana 42 anos despues” [“Emperyalizm/Pentagonizm – 42 Yılın Ardından Kuzey Amerika Toplumu”], Yayına Hz.: Luis Cespedes Espinosa, El Pentagonismo: 42 anos despues içinde [“42 Yılın Ardından Pentagonizm”] (Santo Domingo: Fundacion Global Democracia y Desarollo), s. 18-40.

[34] A.g.e., s. 29.

[35] Christian Sorensen (2020), Understanding the War Industry (Atlanta: Clarity Press).

[36] Marx, Capital: A critique of Political Economy.

[37] Emmanuel, Unequal Exchange.

[38] Oxfam (2020) Carbon Emissions of Richest 1 Percent More than Double the Emissions of the Poorest Half of Humanity, Oxfam.

[39] Samir Amin (2011) “National States: Which Way Forward?”, Yayına Hz.: S. Moyo ve P. Yeros, Reclaiming the Nation: The Return of the National Question in Africa, Asia and Latin America içinde (Londra: Pluto Press), s. 343.

[40] Örneğin bkz.: Andrew Bacevich (2016), America’s War for the Greater Middle East (New York: Penguin); ve Neta C. Crawford (2019) Pentagon Fuel Use, Climate Change, and the Costs of War. Costs of War (Watson Institute: Brown University). Watson.

[41] Bosch, Pentagonism, a Substitute for Imperialism, s. 131.

[42] A.g.e.

[43] Stefano Azzara (2022), Dov’e Il Fascismo Oggi? Processi Di Concentrazione Neoliberale Del Potere, Stato d’eccezione e Ricolonizzazione Del Mondo [“Bugün Faşizm Nerede? Neoliberal Dönemde İktidarın Yoğunlaşma Süreçleri, İstisna Hali ve Dünyanın Yeniden Sömürgeleştirilmesi”], MO.

[44] David E. Stannard (1993), American Holocaust: The Conquest of the New World (Oxford: Oxford University Press).

[45] Domenico Losurdo (2017), Il marxismo occidentale. Come nacque, come morı, come puo rinascere [“Batı Marksizmi: Nasıl Doğdu, Nasıl Öldü, Yeniden Nasıl Doğabilir?”] (Bari: Laterza).

[46] Istvan Meszaros (2007), “The Only Viable Economy”, Monthly Review, 58(11). MR.

[47] Kadri, Arab Development Denied.

[48] Tricontinental Institute for Social Research & Casa de las Americas (2022), Ten Theses on Marxism and Decolonisation, Tricontinental: Institute for Social Research. Tric.

[49] Walter Rodney (2018), How Europe Underdeveloped Africa (Londra: Verso Books).