İngiltere’de
konsey seçimlerinin yapıldığı dönemde herkesin dikkatini, parlamentodaki bir
koltuk için yapılan seçimin sonucu çekti. İngiltere’nin kuzeydoğusundaki County
Durham’a bağlı olan ve uzun yıllardır İşçi Partisi’nin yüksek oy aldığı, işçi
kasabası Hartlepool’da ilk kez bir muhafazakâr aday seçildi. En azından Corbyn
döneminden beri İngiltere siyasetini takip edenler için, daha önce olmasa bile,
bu sonuç kesinlikle ilginçti ancak gene de bu sonuca kimse şaşırmadı.
Tony
Blair’in başbakan seçilmesinden bu yana, İşçi Partisi kendisine oy veren işçi
seçmen sayısında ciddi bir düşüşe tanıklık etti. Partinin en solundakiler
mevcut lider Keir Starmer’la, partinin sağındakiler ise Korbincilerle dalga
geçseler de gerçek şu ki bu eğilim yapısal ve uzun bir eğilime denk düşüyor.
İşçi sınıfı tabanının yitirilmesi noktasında Tony Blair’dan Keir Starmer'a
kadar tüm liderler suçlu.
Bu
eğilimi anlamak için, Tony Blair’ın 18 yıllık muhafazakâr parti büyüsünün
dağılması sonrası, 1997’de seçimi nasıl kazandığını anlamak gerek.
Tony
Blair, Gordon Brown ve Yeni İşçi Partisi (1997-2010)
Margaret
Thatcher, 1979’da Muhafazakâr Parti’nin adayı olarak girdiği seçim sonucunda
başbakan seçildi ve İngiltere’de neoliberal ekonominin yürürlüğe konulması
işini üstlendi. Politikaları sendikaları zayıflatma, piyasalar üzerindeki
kontrollerin gevşetme, bütçede açığa sebep olan harcamaları kısma, vergileri
düşürme ve endüstrileri gelişmekte olan ülkelere taşıma üzerine kuruluydu. 1992’de
yapılan seçimde Thatcher’ın yerini, aynı partiden seçilen John Major aldı.
Bu
arada Tony Blair, 1994 liderlik seçimlerinde İşçi Partisi’nin lideri seçildi.
Seçim sürecinde Blair, partiyi emek ve sendika sorunlarına yoğunlaşmayacak,
bunun yerine modernleştirilmiş yeni bir parti hâline getireceğine dair söz
verdi. Partide yaptığı en önemli politika değişikliği dâhilinde, İşçi Partisi
programının, sosyalizmin önemli bir ayağı olan üretim araçlarını kamulaştırma
taahhüdünü içeren dördüncü maddesini programdan çıkarttı.
Blair,
sonrasında (Hintlilerde görülen ve işçi kooperatiflerini talep eden üçüncü yol
önerisiyle karıştırılmaması gereken) üçüncü yol öğretisini benimsedi. Bu
öğreti, esasen Thatcher’ınki kadar sert olmayan bir merkez sağcı ekonomiyle
sosyal adalet fikrine gevşek bağlarla bağlı olan merkez sol politikaları
birleştirmeyi öngörüyordu. Başka bir deyişle, söz konusu öğreti, mal ve
hizmetleri kamu sektörünün eline teslim etme konusunda herhangi bir taahhüdü
içermiyordu, bunun yerine parti, daha fazla kâr amacı güden ve özel sektöre
odaklanan bir siyasete yöneldi ve İşçi Partisi’nin eskiden beri savunduğu
değerleri dışlayıp sağda konumlanmayı seçti. Burada amaç, şehirlerdeki finans
elitleri arasında zemin kazanmaktı. Söz konusu desteği kazanmak amacıyla parti,
o elitlere partinin finans düzleminde ihtiyatlı, o elitleri gözeten bir tutum
içerisinde olduğunu kanıtlamaya çalıştı.
1997’de
Yeni İşçi Partisi, 659 sandalyeli parlamentoda 418 sandalye kazanarak
Muhafazakâr Parti’yi yendi. Margaret Thatcher, 2002’de en büyük başarısının
“Tony Blair ve Yeni İşçi Partisi” olduğunu söyledi. Bu tespitine ek olarak,
rakiplerini fikirlerini değiştirmeye zorladıklarından bahsetti. Bahsi geçen
seçimde İşçi Partisi zaferi, hem işçi sınıfı kitlesini muhafaza ettiği hem de
profesyonel yönetici sınıfı etkilediği için zafere ulaşmıştı. Parti, söz konusu
yönetici sınıfın toplam oyunun yüzde 39’unu aldı.
Bir
yandan İngiliz yurtseverliğine destek sunan Blair, ulusal asgari ücreti de
uygulamaya soktu, eğitime yönelik reel yatırımı artırdı ve halka sunulan sosyal
yardımları bir miktar artırdı. Ama bir yandan da Blair, on yıllık görev süresi
boyunca işçi sınıfı kitlesinin partiden soğumasına neden kimi adımlar da attı.
Örneğin
Blair, İngiltere'ye göçü rekor sayılarla artırdı. 1997’de iktidara gelmesi
ardından İngiltere’ye gelen yıllık göçmen sayısı 48.000’i buldu. Blair 2007’de
istifa ettiğinde, bu sayı yılda neredeyse altı kat artışla 273.000 göçmene
yükseldi. İşletmeler başka ülkelere taşınmaya devam ettiği için işverenler
düşük maaşlı göçmen işçilik kullanmayı sürdürdüler. Blair, ayrıca Kosova
Savaşı’na, sonra Afganistan Savaşı'na ve son olarak da yasadışı Irak Savaşı’na
müdahale etti.
Dahası
Blair, belirli yetkileri İskoç ve Gal meclislerine devredince İskoç Ulusal
Parti’nin önü açıldı; parti, sonrasında İşçi Partisi’ne ait koltukları ele
geçirdi.
İşçi
Partisi, işçi sınıfı seçmenlerini hafife almaya başladıkça, daha sosyal
liberal, göç yanlısı ve neoliberal politikalara onay veren şehirlere daha fazla
güvenmeye başladı.
2001’de
Blair, Afganistan ve Irak savaşlarına katılmasından önce girdiği seçimde ikinci
kez çoğunluğu elde etme imkânını altı koltukla kaybetti. 2005 yılında Blair,
üçüncü kez mecliste çoğunluğu elde etti ama bu süreçte 48 koltuğu kaybetti.
İşçi
Partisi, Blair’ın istifa ettiği 2007 yılında 355 koltuğa sahipti. Bu durum,
Gordon Brown’ın lider ve başbakan olarak görevi devralmasına imkân sağladı.
Blair
hükümetinde eskiden maliye bakanı olarak görev yapmış olan Brown, Yeni İşçi
Partisi çatısı altında girdiği seçimde bankacıların oyuna talip olduğu için
bankacılık sektörünün düzenlenmesi fikrine karşı çıkmıştı. Çeşitli işkollarında
işletmeleri ülke dışına taşınması süreci devam etti. Bu aşamada Brown ülkedeki
gençlerin yarısını üniversite mezunu yapma politikasına bağlı kaldı (Burada
amaç elitlerin sayısını artırmaktı.) Maliye bakanı olarak Brown, İngiltere’nin,
Avrupa Birliği'ne üye ülkelere neoliberal ekonomiyi dayatması için gerekli
zemini teşkil eden Maastricht Antlaşması’na yönelik bağlılık düzeyini daha da
yukarı çekti. Bu anlaşma uyarınca, sıkı enflasyon kontrolleri ve bütçe açıkları
konusunda katı sınırlamalar tatbik edilecekti. Lâkin bu adımlar, hükümetin
ekonomiye müdahale etme imkânlarını ortadan kaldırıyor; yeniden dağıtım
sürecini, kamulaştırma pratiklerini, hatta teşvikleri kısıtlıyordu.
Sonra
2008 krizi yaşandı. Ekonomi tepetaklak oldu. Aşırı şişmiş olan profesyonel
yönetici sınıfın iş bulma imkânları ortadan kalktı. 2010 seçimleri yaklaşırken
Brown, seçim çalışması sırasında eskiden İşçi Partisi’ne oy veren bir kadına
“bağnaz” deyince seçimden zaferle çıkma ihtimalini sıfırlamış oldu.
Seçim
süresince oluşan hissiyat, esasen parti içerisinde profesyonel sınıf kitlesi
ile işçi sınıfı kitlesi arasındaki yarılmanın bir karşılığı idi. Aradaki uçurum
daha da derinleşti. İşçi sınıfı kitlesi salt kültür temelli görüşlere karşı
tavır aldı. Neticede liderliğini David Cameron’ın yaptığı Muhafazakâr Parti 306
koltuk kazandı ve Liberal Demokratlarla koalisyon hükümeti kurdu. Böylece İşçi
Partisi’nin 13 yıllık iktidarı son bulmuş oldu. 2001’den 2010 yılına
gelindiğinde uzun yıllar hep İşçi Partisi’ne oy vermiş şehirlerde partinin oyu
iyice düştü.
Ed
Miliband ve Tek Ulusun İşçi Partisi (2010-2015)
2010’daki
seçim yenilgisi ardından Gordon Brown istifa etti ve yeni liderlik seçimleri
yapıldı. Ed Miliband, kendi kardeşi David Miliband'a karşı yarıştı ve kazandı.
2011'den
2014'e kadar uzanan, seçimlerin yapılmadığı dönemde Miliband, 23 yıl içinde
Madenciler Bayramı’nda konuşan ilk İşçi Partisi lideri oldu. David Cameron’ın
2011’de (şimdi yalanları temel aldığını bildiğimiz gerekçelere dayanarak)
Muammer Kaddafi’ye karşı yapılan askeri müdahale çağrısını destekledi. 2013
yılında İngiltere’nin AB üyeliği için referandum çağrısını reddetti. Ancak 2011
durgunluğundan sonra, neoliberal korkunun orta yerinde, Miliband bütçe açıkları
sorununu çözemeyince işler kötüye gitmeye başladı. Başlangıçta kimse, açığın “aşırı
arttığı”ndan veya Miliband’in, açığı onlardan daha hızlı keseceğini iddia
ederek Muhafazakârlara saldırıp saldırmayacağından emin değildi. Miliband, daha
sonra daha fazla borçlanmayı destekleyerek Keynesçilik sahasına girme kararı
verdi, ancak 2015 seçim manifestosunda borç almayacağını söyledi.
Daha
sonra 2014’te Avrupa seçimleri yapıldı. Miliband, eski ABD Başkanı Obama’nın
kampanya yöneticisi David Axelrod’u göreve getirdi. Axelrod, o süreçte Miliband’in
“Tek Ulusun İşçi Partisi” adı yanında partinin kendisinden de uzaklaşan beyaz
işçi sınıfı kitlesine cazip gelecek, ona hitap eden bir kampanya için herhangi
bir vizyona sahip olmadığını söyledi. İşçi Partisi, Avrupa seçimlerini Nigel
Farage’ın Avrupa Birliği’ne şüpheyle yaklaşan Birleşik Krallık Bağımsızlık
Partisi’ne (UKIP) kaybetti.
Bu
noktada İşçi Partisi, anketlerde Muhafazakârlarla hemen hemen aynı oya sahipti
ama hâlen onun gerisindeydi, bu da mecliste kimsenin çoğunluğa sahip
olmayacağının deliliydi.
Ardından
Muhafazakârlar, parlak bir taktikle ortaya çıktılar: İşçi Partisi’nin azınlık
hükümeti kurma ihtimali karşısında Muhafazakârlar da oyları giderek artan İskoç
Ulusal Partisi (SNP) ile koalisyon kurma fikrini gündeme getirdiler. SNP, 2011
İskoçya parlamento seçimlerinde hâkim güç olan Liberal Demokratların
itibarının, partinin Muhafazakârlarla kurduğu ilişkiler yüzünden lekelenmiş
durumda olması ve İskoç İşçi Partisi’nin seçmenlere heyecan vermemesi sebebiyle
2011 seçiminde çoğunluğu elde etti. SNP, bağımsızlık referandumuna desteğini de
açıkladı. 2014 bağımsızlık referandumunda İskoçların sadece %44,7’si “Evet”
kullandığı için SNP başarısız olsa da sonuçta partinin mevcut lideri Nicola
Sturgeon’ın yıldızı parladı, ayrıca partinin üye sayısı 23.000’den 92.000’e
çıktı.
İşçi
Partisi içerisinde etkin olan gruplar, Miliband’in SNP ile hükümet kurmama
konusundaki sözüne inanmadı, partinin işçi kitlesi başkanlığını Nigel Farage’ın
yaptığı UKIP’ye geçti; SNP de İskoçya’da ele geçirdiği kaleleri bir daha
kimseye vermedi.
Gordon
Brown ekonomiyi o kadar kötü yönetmişti ki böylesine berbat bir geçmişin tüm
acı hatırası onun bir daha başa geçme ihtimalini ortadan kaldırdı, yürüttüğü
kampanya kitleleri harekete geçirmekten uzaktı; doğal olarak Miliband o
kaçınılmaz felâketle yüzleşti.
2015
seçiminde İşçi Partisi elindeki 26 koltuğu kaybetti, koltuk sayısı 232’ye
düştü. Liberal Demokratlarsa meclisten tümüyle silindi. SNP İskoçya dışında 56
koltuk kazandı. Muhafazakârlarsa 330 koltukla çoğunluk partisi olmanın eşiğine
geldi.
2015
seçiminde İşçi Partisi’nin İskoç seçmenleri SNP’ye geçti. Ayrıca, eskiden beri
İşçi Partisi’ne oy vermiş olan bölgelerde UKIP ciddi bir zemin kazanmaya
başladı. İşçi Partisi, sadece Londra’daki oylarını artırdı, meclise 73 vekil
veren Londra’da parti elindeki 39 koltuğu 45’e çıkarttı.
Jeremy
Corbyn ve “Sol Popülizm” (2015-2019)
Miliband’in
partiyi küçük düşüren yenilgisinin ardından Jeremy Corbyn, İşçi Partisi’ndeki
sağ Bleyırcılıktan kopmak adına, açıktan solcu olduğunu ilân eden bir zeminde
aday olmaya niyetli olduğunu açıkladı. Corbyn, parti içi liderlik yarışını “o
güne dek bir parti liderinin aldığı en büyük oyu alarak” kazandı.
NATO’dan
çekilmek türünden önerileri askeri liderlerin sert eleştirisiyle karşılandı.
Corbyn ile ilgili, onu olumsuz biri olarak gösteren, yalan haberler yapılmaya
devam edildi. Londra Ekonomi Okulu’nun yaptığı bir araştırmaya göre, Corbyn’in
gerçek görüşlerini aktaran makalelerin onunla ilgili toplam makale içerisindeki
oranı sadece yüzde 25’ti.
2016'da
Brexit referandumunun yapıldığı sırada yürüttüğü kampanya çalışması esnasında
bir süre tatile çıktı. Ünlü sosyalist, ayrıca AB’ye şüpheyle yaklaşan Tonn Benn
türünden isimlerden övgüler alan Corbyn, süreç içerisinde partiye genç,
üniversite mezunu ve kentli yeni çok sayıda kişiyi taşıdı. Tıpkı işçi sınıfı
gibi bu kesim de 2008 ve 2011’deki yıkımdan ağır bir darbe almıştı, fakat işçi
sınıfından farklı olan ilgili kesim, sosyal liberal görüşlere sahip, geleceğe
dair umudu olan elitlerden oluşuyordu. Dolayısıyla, bu elit kesim, Bleyırcılardan
daha fazla sosyal liberal ama ekonomik açıdan onlardan daha solcuydu.
Bu
anlamda, İşçi Partisi’nin giderek daha fazla sosyal liberal olması ve daha
önceleri AB’ye daha fazla entegre olma fikrini savunan Bleyırcı partinin “AB’de
kalalım” siyasetine dönük savunusu, esasen sadece finans elitlerinin ve Bleyırcıların
değil, Corbyn’in partiye taşıdığı o hevesli ve eğitimli elitlerin de sınıfsal
çıkarlarının birer yansımasıydı. Her iki kesim de hareket serbestiyetini kendi
hayrına görüyor, her ikisi de kendi kimliğini Britanyalı değil kozmopolit ve
Avrupalı olarak tanımlıyordu.
Britanya,
nihayetinde ayrılma yönünde oy kullandığında Corbyn, referandumun sonucuna
saygı duymaya karar verdi. Bu karar, Corbyn’in AB’de kalma siyasetine destek
sunmaması sebebiyle gölge kabine üyesi 21 ismin istifa etmesine yol açtı.
Neticede Corbyn, parti içerisinde güvenoyu için yapılan liderlik seçiminde 40
oy alırken, rakibi 172 oy aldı. Bu noktada Muhafazakâr Partili Başbakan David
Cameron da umulandan farklı bir sonuç çıktığı için istifa etti; yerine Theresa
May getirildi.
2016’da
Corbyn’in tekrar kazanmayı başardığı bir liderlik seçimi daha yapıldı. Bunun
nedeni, partiye yönelik genç seçmen akınıydı. Corbyn, daha sonra AB’den çekilme
sürecini başlatmak için parlamentodaki parti üyelerinin Brexit oylamasına toplu
olarak katılması emrini verdi, ancak 47 partili vekil bu karara karşı çıktı. Bu
arada 2017 konsey seçimlerinde İşçi Partisi 400 meclis üyesi kaybetti.
Sonrasında
Theresa May, “güçlü ve istikrarlı” bir hükümet kurmak için 2017’de erken genel
seçim çağrısında bulundu. Seçimi kazandı ama herkesi şaşkına çeviren bir sonuç
dâhilinde çoğunluğu elde edemedi çünkü Corbyn, sadece genç ve eğitimli
seçmenlerin desteğini artırmakla kalmadı, aynı zamanda eskiden beri İşçi
Partisi’ne oy veren ve Kızıl Duvar olarak anılan bölgelerde işçi desteğini de
artırdı. Eğitimin ücretsiz olması, kamu sektöründe çalışanların ücretlerinin
artırılması, ev fiyatlarının düşürülmesi, kemer sıkma politikasına son
verilmesi, demiryollarının millileştirilmesi ve okul öğrencilerine ücretsiz
öğle yemeği gibi politika önerileriyle sadece profesyonel sınıf ve üniversite
eğitimi almış seçmene değil işçi sınıfına da hitap etmeyi bildi. Lâkin bu
süreçte SNP İskoçya’da zemin kaybetmiş olmasına rağmen Corbyn, bu bölgeye Blair’ın
1997’de başardığı kadar girebilme imkânı bulamadı.
Corbyn,
İşçi Partisi’nin Londra’daki performansını 45 sandalyeden 49 sandalyeye
çıkarttı. Ülke genelinde aldığı yüzde 40’lık oy oranı (%9,6’lık bir sıçrama)
ile 1997’den bu yana İşçi Partisi’nin sandalye ve seçim oylarındaki ilk kazanım
oldu. Ama gene de kaybetti. Sadece bu da değil, Muhafazakârlar, ülkenin
ortasındaki şehirlerden ve Kızıl Duvar bölgelerinden yedi milletvekili
çıkarmayı bildiler. Nihayetinde Theresa May, Kuzey İrlanda’da faal olan
Demokratik Birlikçi Parti (DUP) ile koalisyon hükümeti kurdu.
Ne
var ki yaşanan antisemitizm skandalı, Brexit’i ya da sol politikalarının çoğunu
destekleme fikrine karşı çıkan, Corbyn’e düşmanca yaklaşan parti içi kadim güç
odaklarının faaliyetleri, ayrıca halktan destek görmeyen kültür politikaları
ile birlikte Corbyn’e dönük destek seçim sonrasında iyice azaldı.
İşçi
Partisi, bu süreçte Corbyn’e AB ile çıkış anlaşmasının müzakere edilmesi
sonrası seçmenlere AB ile yapılacak anlaşmayı kabul etme veya AB’de kalma
imkânı sunacak “ikinci referandum” önerisini desteklemesi çağrısında bulundu.
Gelgelelim, Corbyn bu çağrıya şiddetle karşı çıktı, fakat bir süre sonra İşçi
Partisi konferans düzenledi ve bu konferansta bu öneriyi destekleyen bir önerge
kabul edildi (Hatırlanacağı üzere, bu önergeye eğitimli ve hevesli elitler ile
üyelerin çoğunluğunu teşkil eden Bleyırcılar sınıf çıkarları gereği destek
vermişlerdi.) Devamında “AB’de kalalım” diyen, bazı isyankâr milletvekilleri,
partiden ayrılıp ChangeUK grubunu kurdular.
Bleyırcılarla
birlikte, ikinci referandumun en çok ses getiren destekçilerinden bazıları Guardian
köşe yazarı Owen Jones ve seçimini sınıfsal gerekçelere bağlı olarak yapan ve
Brexit’i “kültür savaşı” olarak niteleyen Novara Media yazarı Ash
Sarkar’dı.
Bleyırcılar
ve Korbinciler, aynı madalyonun iki yüzü idi. Madalyonun bir yüzünde “AB’de
kalalım” diyenlerin ekonomik çizgisi, diğer yüzünde aynı siyasetin kültür
çizgisi kazılıydı (Bu durum, esasen duyarcı kimlik politikasının sadece
statükonun güçlenip sağlamlaşmasına katkı sunduğunu ortaya koyuyor.) Her iki
çizgi de Kızıl Duvar bölgesindeki işçi seçmenin karşısında konum alıyordu,
çünkü işçi sınıfı, söz konusu bölgede ağırlıklı olarak Brexit’ten yana oy
kullandı. Zira Brexit, işçi sınıfına sadece göçmen akışını kontrol altına alma
fırsatı sunmakla kalmıyor, aynı zamanda Corbyn’in, AB’nin hazırladığı
Maastricht Anlaşması üzerinden eli kolu bağlanan politikalarının yürürlüğe
konulması için gerekli zemini sağlıyordu.
Joseph
Rowntree Vakfı’nın hazırladığı grafiğe bakıldığında, Brexit, en fazla desteği
düşük gelirli ailelerden, el işçilerinden, işsizlerden, üniversite mezunu
olmayanlardan ve yaşlı seçmenden almış. Bu arada, Brexit’e çoğunlukla yüksek
gelirli kesimler, profesyonel sınıf, genç seçmenler ve üniversite mezunları
karşı çıkmış.
Theresa
May’in istifası ardından Boris Johnson başbakan olunca “Britanya’nın AB’den
çıkış işini halledeceğini” açıktan dile getirdi (Başbakan bir yandan da
bölgesel eşitsizliği azaltacağını, Britanya yurtseverliğine destek sunacağını
söyledi.) Ayrıca, Brexit için seçime gidebileceğini beyan etti. Öte yandan
medyada çok az ilgi gören, Brexit için sunduğu desteği çeken, parti içinden
ağır bir dille eleştirilen, medyayı karşısına alan Corbyn, 2019’da kenara
itildi. Bu dönem, tarihe İşçi Partisi’nin 1935 yılından beri tanık olduğu en
kötü performansın tecrübe edildiği dönem olarak geçti.
İlgili
döneme ilişkin hatırda tutmamız gereken bir husus daha var. Bu dönemde
Muhafazakârların elde ettikleri zafere en çok da İşçi Partisi kitlesini bölen
ve kimi şehirlerde Boris Johnson’ın kazanmasını sağlayan, başını Nigel
Farage’ın çektiği yeni Reform Partisi’ne kayan Brexit yanlısı İşçi Partisi
seçmeni katkıda bulundu.
Parti,
2019 seçiminde İskoçya’da ciddi güç kaybetti, Kuzeydoğu bölgesinde silindi,
Kızıl Duvar denilen bölgede de yıkıma uğradı. Parti, ayrıca orta bölgedeki
şehirlerde de ciddi oy kaybetti. Seçimde İşçi Partisi sadece 202 koltuk
kazandı. SNP 48 koltuk elde etti. Bunun sonucunda Boris Johnson 365 koltukla
mecliste çoğunluğu elde etti. Buna karşılık, Corbyn, Londra’da 49 koltuğu
korumayı bildi. Bu gelişme, bir yandan da parti içerisinde yeni bir
gruplaşmanın ortaya çıktığının deliliydi. Neticede Corbyn, utanç içerisinde
hazırladığı istifa mektubunu partisine sundu.
Keir
Starmer ve Statükocu Siyaset (2019-günümüz)
Corbyn’in
yıkıcı sonuçlar doğuran yenilgisinin ardından, insanların toplumsal
politikalarda daha çok, ekonomi politikalarında daha az güdülen aşırı sol
siyasetin yol açtığı sapmayı ortadan kaldıracağını umduğu Keir Starmer, İşçi
Partisi başkanı seçildi. Corbyn döneminde partinin ekonomi politikaları halktan
destek görse de Brexit, iç çekişmeler, kültürel meseleler ve Corbyn’in kendi
popülerliği partiye ciddi bir oy getirmedi.
Peki
Starmer ne yaptı? Starmer, mali kısıtlama politikası önerisiyle halkın
desteğinden uzak olan Bleyırcı ekonomiye geri dönüş yaptı (Merkez sağ partinin
bütçede açığa yol açacak harcamalara destek verdiği dönemde merkez sol parti
mali kısıtlama önerisinde bulunuyordu.) Bir yandan da Starmer, Corbyn döneminde
tabu olarak görülen, Britanya yurtseverliğine destek vermek ama bir yandan da
“Siyahların Hayatı Önemlidir” türünden radikal örgütlere destek vermek gibi
birbiriyle çelişen politikaları benimsedi. İstemeye istemeye ılımlı ve ilerici
kesimlerin gönlünü almak zorunda kalan Starmer, halkçı ekonomi politikalarını
terk etme yönünde kimi sinyaller verdi. İkinci referandumun en önemli
destekçilerinden biri olan Starmer, Koronavirüs’ün Britanya’yı kasıp kavurduğu
dönemde arkasındaki desteği önemli oranda yitirdi.
Asıl
kötü olansa sözde işçi sınıfının partisi olan İşçi Partisi’nin arkasındaki işçi
desteği, zamanla sınıfın Muhafazakâr Parti’ye kaymasıyla birlikte iyice azaldı.
Partiye
son darbeyi Kızıl Duvar bölgesinde yer alan Hartlepool’da 6 Mayıs günü yapılan
seçim indirdi. Burası, Corbyn’in bile elinde tutmayı bildiği bir kaleydi.
Esasen Ed Miliband’e kıyasla bu kasabadaki oy oranını artırmış olan Starmer,
ancak yüzde 29 oy alırken Muhafazakâr Parti’nin oyu yüzde 52’ye çıktı.
Ayrıca
son dönemde sağlık emekçileri arasında yapılan anketler, bu kesimin artık
yüzünü Muhafazakâr Parti’ye çevirdiğini ortaya koyuyor. İşçi Partisi’nin
oluşturduğu Ulusal Sağlık Sistemi’ne bağlı çalışan emekçiler bugün sağa
örgütleniyorlar. Bu emekçilerin yüzde 82’si 2019 seçiminde İşçi Partisi’ne oy
vermişti. Gelgelelim iki yıldan az bir zaman içerisinde bu kesim içerisinde
Muhafazakâr Parti’nin oyu yüzde 42’ye çıktı.
“Ne
Yapmalı?”
İşçi
Partisi, artık işçi sınıfının partisi değil. Kendisine geleceğe uzanan bir yol
çizmeden önce bu gerçeği kabul etmelidir. Şu anda İşçi Partisi’nin seçmen
tabanı, ülkelerinden nefret eden sosyal liberal, üniversite eğitimi almış ve
profesyonel sınıfa mensup kentli seçmenlerden oluşuyor. Kendilerini İngiliz
vatandaşı olmaktan ziyade küresel vatandaş olarak görüyorlar, kültür
politikaları alt ve orta sınıf İngilizlerle çelişiyor, sınıfsal konumları
uyarınca geliştirdikleri ekonomi politikaları, en iyi ihtimalle işçilerin önüne
kırıntıları atmayı vaat ediyor.
Esasen
genel manzara, insanların size inandırmak istediğinden daha da basit: İşçi
sınıfını veya Britanya halkını hakir görüyorsanız, onu küçümsüyorsanız, onların
oyunu alamazsınız. Demek ki Yeni İşçi Partisi’nin mezarına toprak atılmalı. Ed
Miliband, Jeremy Corbyn ve Keir Starmer’ın bu partinin gerçekte zerre hükmü ve
karşılığı bulunmayan evlatları olduğu görülmeli. Bu tür bir siyasetin maddi
koşulları ortadan kalktı, artık neoliberal dönem sonrasını kucaklayacak yeni
bir konsensüse ihtiyaç var.
Kültürel
açıdan muhafazakâr ve ekonomik olarak sosyalist olan, İşçi Partisi içinde
faaliyet yürüten Mavi İşçi Partisi isimli baskı grubu, partide bunu tercih
etmesi hâlinde, kendisine yol açma imkânına sahip. Şu an kurumsal destekten
mahrum olan grubun vizyonunu Lordlar Kamarası içerisinde sadece bir isim
(Maurice Glasman) destekliyor.
Özetle,
İşçi Partisi’nin kültür ve ekonomi politikaları ile profesyonel sınıf yerine
işçi sınıfına hitap edebilmesi, onun desteğini alabilmesi için partinin köklü
bir değişime uğraması gerekiyor, aksi takdirde partiye dönük ilgi tümüyle
ortadan kalkacak, sınıfla arasındaki bağlar hepten kopacak. Ya parti son kez
kurtarılacak ya da yeni bir parti kurmak için o feshedilecek. Görünen o ki
zaten statüko, partinin ölümüne uzanan yolu açmakla meşgul.
Alexei Arora
7 Mayıs 2021
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder