27 Şubat 2025

İşçi Partisi İşçi Sınıfını Nasıl Kaybetti?


İngiltere’de konsey seçimlerinin yapıldığı dönemde herkesin dikkatini, parlamentodaki bir koltuk için yapılan seçimin sonucu çekti. İngiltere’nin kuzeydoğusundaki County Durham’a bağlı olan ve uzun yıllardır İşçi Partisi’nin yüksek oy aldığı, işçi kasabası Hartlepool’da ilk kez bir muhafazakâr aday seçildi. En azından Corbyn döneminden beri İngiltere siyasetini takip edenler için, daha önce olmasa bile, bu sonuç kesinlikle ilginçti ancak gene de bu sonuca kimse şaşırmadı.

Tony Blair’in başbakan seçilmesinden bu yana, İşçi Partisi kendisine oy veren işçi seçmen sayısında ciddi bir düşüşe tanıklık etti. Partinin en solundakiler mevcut lider Keir Starmer’la, partinin sağındakiler ise Korbincilerle dalga geçseler de gerçek şu ki bu eğilim yapısal ve uzun bir eğilime denk düşüyor. İşçi sınıfı tabanının yitirilmesi noktasında Tony Blair’dan Keir Starmer'a kadar tüm liderler suçlu.

Bu eğilimi anlamak için, Tony Blair’ın 18 yıllık muhafazakâr parti büyüsünün dağılması sonrası, 1997’de seçimi nasıl kazandığını anlamak gerek.

Tony Blair, Gordon Brown ve Yeni İşçi Partisi (1997-2010)

Margaret Thatcher, 1979’da Muhafazakâr Parti’nin adayı olarak girdiği seçim sonucunda başbakan seçildi ve İngiltere’de neoliberal ekonominin yürürlüğe konulması işini üstlendi. Politikaları sendikaları zayıflatma, piyasalar üzerindeki kontrollerin gevşetme, bütçede açığa sebep olan harcamaları kısma, vergileri düşürme ve endüstrileri gelişmekte olan ülkelere taşıma üzerine kuruluydu. 1992’de yapılan seçimde Thatcher’ın yerini, aynı partiden seçilen John Major aldı.

Bu arada Tony Blair, 1994 liderlik seçimlerinde İşçi Partisi’nin lideri seçildi. Seçim sürecinde Blair, partiyi emek ve sendika sorunlarına yoğunlaşmayacak, bunun yerine modernleştirilmiş yeni bir parti hâline getireceğine dair söz verdi. Partide yaptığı en önemli politika değişikliği dâhilinde, İşçi Partisi programının, sosyalizmin önemli bir ayağı olan üretim araçlarını kamulaştırma taahhüdünü içeren dördüncü maddesini programdan çıkarttı.

Blair, sonrasında (Hintlilerde görülen ve işçi kooperatiflerini talep eden üçüncü yol önerisiyle karıştırılmaması gereken) üçüncü yol öğretisini benimsedi. Bu öğreti, esasen Thatcher’ınki kadar sert olmayan bir merkez sağcı ekonomiyle sosyal adalet fikrine gevşek bağlarla bağlı olan merkez sol politikaları birleştirmeyi öngörüyordu. Başka bir deyişle, söz konusu öğreti, mal ve hizmetleri kamu sektörünün eline teslim etme konusunda herhangi bir taahhüdü içermiyordu, bunun yerine parti, daha fazla kâr amacı güden ve özel sektöre odaklanan bir siyasete yöneldi ve İşçi Partisi’nin eskiden beri savunduğu değerleri dışlayıp sağda konumlanmayı seçti. Burada amaç, şehirlerdeki finans elitleri arasında zemin kazanmaktı. Söz konusu desteği kazanmak amacıyla parti, o elitlere partinin finans düzleminde ihtiyatlı, o elitleri gözeten bir tutum içerisinde olduğunu kanıtlamaya çalıştı.

1997’de Yeni İşçi Partisi, 659 sandalyeli parlamentoda 418 sandalye kazanarak Muhafazakâr Parti’yi yendi. Margaret Thatcher, 2002’de en büyük başarısının “Tony Blair ve Yeni İşçi Partisi” olduğunu söyledi. Bu tespitine ek olarak, rakiplerini fikirlerini değiştirmeye zorladıklarından bahsetti. Bahsi geçen seçimde İşçi Partisi zaferi, hem işçi sınıfı kitlesini muhafaza ettiği hem de profesyonel yönetici sınıfı etkilediği için zafere ulaşmıştı. Parti, söz konusu yönetici sınıfın toplam oyunun yüzde 39’unu aldı.

Bir yandan İngiliz yurtseverliğine destek sunan Blair, ulusal asgari ücreti de uygulamaya soktu, eğitime yönelik reel yatırımı artırdı ve halka sunulan sosyal yardımları bir miktar artırdı. Ama bir yandan da Blair, on yıllık görev süresi boyunca işçi sınıfı kitlesinin partiden soğumasına neden kimi adımlar da attı.

Örneğin Blair, İngiltere'ye göçü rekor sayılarla artırdı. 1997’de iktidara gelmesi ardından İngiltere’ye gelen yıllık göçmen sayısı 48.000’i buldu. Blair 2007’de istifa ettiğinde, bu sayı yılda neredeyse altı kat artışla 273.000 göçmene yükseldi. İşletmeler başka ülkelere taşınmaya devam ettiği için işverenler düşük maaşlı göçmen işçilik kullanmayı sürdürdüler. Blair, ayrıca Kosova Savaşı’na, sonra Afganistan Savaşı'na ve son olarak da yasadışı Irak Savaşı’na müdahale etti.

Dahası Blair, belirli yetkileri İskoç ve Gal meclislerine devredince İskoç Ulusal Parti’nin önü açıldı; parti, sonrasında İşçi Partisi’ne ait koltukları ele geçirdi.

İşçi Partisi, işçi sınıfı seçmenlerini hafife almaya başladıkça, daha sosyal liberal, göç yanlısı ve neoliberal politikalara onay veren şehirlere daha fazla güvenmeye başladı.

2001’de Blair, Afganistan ve Irak savaşlarına katılmasından önce girdiği seçimde ikinci kez çoğunluğu elde etme imkânını altı koltukla kaybetti. 2005 yılında Blair, üçüncü kez mecliste çoğunluğu elde etti ama bu süreçte 48 koltuğu kaybetti.

İşçi Partisi, Blair’ın istifa ettiği 2007 yılında 355 koltuğa sahipti. Bu durum, Gordon Brown’ın lider ve başbakan olarak görevi devralmasına imkân sağladı.

Blair hükümetinde eskiden maliye bakanı olarak görev yapmış olan Brown, Yeni İşçi Partisi çatısı altında girdiği seçimde bankacıların oyuna talip olduğu için bankacılık sektörünün düzenlenmesi fikrine karşı çıkmıştı. Çeşitli işkollarında işletmeleri ülke dışına taşınması süreci devam etti. Bu aşamada Brown ülkedeki gençlerin yarısını üniversite mezunu yapma politikasına bağlı kaldı (Burada amaç elitlerin sayısını artırmaktı.) Maliye bakanı olarak Brown, İngiltere’nin, Avrupa Birliği'ne üye ülkelere neoliberal ekonomiyi dayatması için gerekli zemini teşkil eden Maastricht Antlaşması’na yönelik bağlılık düzeyini daha da yukarı çekti. Bu anlaşma uyarınca, sıkı enflasyon kontrolleri ve bütçe açıkları konusunda katı sınırlamalar tatbik edilecekti. Lâkin bu adımlar, hükümetin ekonomiye müdahale etme imkânlarını ortadan kaldırıyor; yeniden dağıtım sürecini, kamulaştırma pratiklerini, hatta teşvikleri kısıtlıyordu.

Sonra 2008 krizi yaşandı. Ekonomi tepetaklak oldu. Aşırı şişmiş olan profesyonel yönetici sınıfın iş bulma imkânları ortadan kalktı. 2010 seçimleri yaklaşırken Brown, seçim çalışması sırasında eskiden İşçi Partisi’ne oy veren bir kadına “bağnaz” deyince seçimden zaferle çıkma ihtimalini sıfırlamış oldu.

Seçim süresince oluşan hissiyat, esasen parti içerisinde profesyonel sınıf kitlesi ile işçi sınıfı kitlesi arasındaki yarılmanın bir karşılığı idi. Aradaki uçurum daha da derinleşti. İşçi sınıfı kitlesi salt kültür temelli görüşlere karşı tavır aldı. Neticede liderliğini David Cameron’ın yaptığı Muhafazakâr Parti 306 koltuk kazandı ve Liberal Demokratlarla koalisyon hükümeti kurdu. Böylece İşçi Partisi’nin 13 yıllık iktidarı son bulmuş oldu. 2001’den 2010 yılına gelindiğinde uzun yıllar hep İşçi Partisi’ne oy vermiş şehirlerde partinin oyu iyice düştü.

Ed Miliband ve Tek Ulusun İşçi Partisi (2010-2015)

2010’daki seçim yenilgisi ardından Gordon Brown istifa etti ve yeni liderlik seçimleri yapıldı. Ed Miliband, kendi kardeşi David Miliband'a karşı yarıştı ve kazandı.

2011'den 2014'e kadar uzanan, seçimlerin yapılmadığı dönemde Miliband, 23 yıl içinde Madenciler Bayramı’nda konuşan ilk İşçi Partisi lideri oldu. David Cameron’ın 2011’de (şimdi yalanları temel aldığını bildiğimiz gerekçelere dayanarak) Muammer Kaddafi’ye karşı yapılan askeri müdahale çağrısını destekledi. 2013 yılında İngiltere’nin AB üyeliği için referandum çağrısını reddetti. Ancak 2011 durgunluğundan sonra, neoliberal korkunun orta yerinde, Miliband bütçe açıkları sorununu çözemeyince işler kötüye gitmeye başladı. Başlangıçta kimse, açığın “aşırı arttığı”ndan veya Miliband’in, açığı onlardan daha hızlı keseceğini iddia ederek Muhafazakârlara saldırıp saldırmayacağından emin değildi. Miliband, daha sonra daha fazla borçlanmayı destekleyerek Keynesçilik sahasına girme kararı verdi, ancak 2015 seçim manifestosunda borç almayacağını söyledi.

Daha sonra 2014’te Avrupa seçimleri yapıldı. Miliband, eski ABD Başkanı Obama’nın kampanya yöneticisi David Axelrod’u göreve getirdi. Axelrod, o süreçte Miliband’in “Tek Ulusun İşçi Partisi” adı yanında partinin kendisinden de uzaklaşan beyaz işçi sınıfı kitlesine cazip gelecek, ona hitap eden bir kampanya için herhangi bir vizyona sahip olmadığını söyledi. İşçi Partisi, Avrupa seçimlerini Nigel Farage’ın Avrupa Birliği’ne şüpheyle yaklaşan Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’ne (UKIP) kaybetti.

Bu noktada İşçi Partisi, anketlerde Muhafazakârlarla hemen hemen aynı oya sahipti ama hâlen onun gerisindeydi, bu da mecliste kimsenin çoğunluğa sahip olmayacağının deliliydi.

Ardından Muhafazakârlar, parlak bir taktikle ortaya çıktılar: İşçi Partisi’nin azınlık hükümeti kurma ihtimali karşısında Muhafazakârlar da oyları giderek artan İskoç Ulusal Partisi (SNP) ile koalisyon kurma fikrini gündeme getirdiler. SNP, 2011 İskoçya parlamento seçimlerinde hâkim güç olan Liberal Demokratların itibarının, partinin Muhafazakârlarla kurduğu ilişkiler yüzünden lekelenmiş durumda olması ve İskoç İşçi Partisi’nin seçmenlere heyecan vermemesi sebebiyle 2011 seçiminde çoğunluğu elde etti. SNP, bağımsızlık referandumuna desteğini de açıkladı. 2014 bağımsızlık referandumunda İskoçların sadece %44,7’si “Evet” kullandığı için SNP başarısız olsa da sonuçta partinin mevcut lideri Nicola Sturgeon’ın yıldızı parladı, ayrıca partinin üye sayısı 23.000’den 92.000’e çıktı.

İşçi Partisi içerisinde etkin olan gruplar, Miliband’in SNP ile hükümet kurmama konusundaki sözüne inanmadı, partinin işçi kitlesi başkanlığını Nigel Farage’ın yaptığı UKIP’ye geçti; SNP de İskoçya’da ele geçirdiği kaleleri bir daha kimseye vermedi.

Gordon Brown ekonomiyi o kadar kötü yönetmişti ki böylesine berbat bir geçmişin tüm acı hatırası onun bir daha başa geçme ihtimalini ortadan kaldırdı, yürüttüğü kampanya kitleleri harekete geçirmekten uzaktı; doğal olarak Miliband o kaçınılmaz felâketle yüzleşti.

2015 seçiminde İşçi Partisi elindeki 26 koltuğu kaybetti, koltuk sayısı 232’ye düştü. Liberal Demokratlarsa meclisten tümüyle silindi. SNP İskoçya dışında 56 koltuk kazandı. Muhafazakârlarsa 330 koltukla çoğunluk partisi olmanın eşiğine geldi.

2015 seçiminde İşçi Partisi’nin İskoç seçmenleri SNP’ye geçti. Ayrıca, eskiden beri İşçi Partisi’ne oy vermiş olan bölgelerde UKIP ciddi bir zemin kazanmaya başladı. İşçi Partisi, sadece Londra’daki oylarını artırdı, meclise 73 vekil veren Londra’da parti elindeki 39 koltuğu 45’e çıkarttı.

Jeremy Corbyn ve “Sol Popülizm” (2015-2019)

Miliband’in partiyi küçük düşüren yenilgisinin ardından Jeremy Corbyn, İşçi Partisi’ndeki sağ Bleyırcılıktan kopmak adına, açıktan solcu olduğunu ilân eden bir zeminde aday olmaya niyetli olduğunu açıkladı. Corbyn, parti içi liderlik yarışını “o güne dek bir parti liderinin aldığı en büyük oyu alarak” kazandı.

NATO’dan çekilmek türünden önerileri askeri liderlerin sert eleştirisiyle karşılandı. Corbyn ile ilgili, onu olumsuz biri olarak gösteren, yalan haberler yapılmaya devam edildi. Londra Ekonomi Okulu’nun yaptığı bir araştırmaya göre, Corbyn’in gerçek görüşlerini aktaran makalelerin onunla ilgili toplam makale içerisindeki oranı sadece yüzde 25’ti.

2016'da Brexit referandumunun yapıldığı sırada yürüttüğü kampanya çalışması esnasında bir süre tatile çıktı. Ünlü sosyalist, ayrıca AB’ye şüpheyle yaklaşan Tonn Benn türünden isimlerden övgüler alan Corbyn, süreç içerisinde partiye genç, üniversite mezunu ve kentli yeni çok sayıda kişiyi taşıdı. Tıpkı işçi sınıfı gibi bu kesim de 2008 ve 2011’deki yıkımdan ağır bir darbe almıştı, fakat işçi sınıfından farklı olan ilgili kesim, sosyal liberal görüşlere sahip, geleceğe dair umudu olan elitlerden oluşuyordu. Dolayısıyla, bu elit kesim, Bleyırcılardan daha fazla sosyal liberal ama ekonomik açıdan onlardan daha solcuydu.

Bu anlamda, İşçi Partisi’nin giderek daha fazla sosyal liberal olması ve daha önceleri AB’ye daha fazla entegre olma fikrini savunan Bleyırcı partinin “AB’de kalalım” siyasetine dönük savunusu, esasen sadece finans elitlerinin ve Bleyırcıların değil, Corbyn’in partiye taşıdığı o hevesli ve eğitimli elitlerin de sınıfsal çıkarlarının birer yansımasıydı. Her iki kesim de hareket serbestiyetini kendi hayrına görüyor, her ikisi de kendi kimliğini Britanyalı değil kozmopolit ve Avrupalı olarak tanımlıyordu.

Britanya, nihayetinde ayrılma yönünde oy kullandığında Corbyn, referandumun sonucuna saygı duymaya karar verdi. Bu karar, Corbyn’in AB’de kalma siyasetine destek sunmaması sebebiyle gölge kabine üyesi 21 ismin istifa etmesine yol açtı. Neticede Corbyn, parti içerisinde güvenoyu için yapılan liderlik seçiminde 40 oy alırken, rakibi 172 oy aldı. Bu noktada Muhafazakâr Partili Başbakan David Cameron da umulandan farklı bir sonuç çıktığı için istifa etti; yerine Theresa May getirildi.

2016’da Corbyn’in tekrar kazanmayı başardığı bir liderlik seçimi daha yapıldı. Bunun nedeni, partiye yönelik genç seçmen akınıydı. Corbyn, daha sonra AB’den çekilme sürecini başlatmak için parlamentodaki parti üyelerinin Brexit oylamasına toplu olarak katılması emrini verdi, ancak 47 partili vekil bu karara karşı çıktı. Bu arada 2017 konsey seçimlerinde İşçi Partisi 400 meclis üyesi kaybetti.

Sonrasında Theresa May, “güçlü ve istikrarlı” bir hükümet kurmak için 2017’de erken genel seçim çağrısında bulundu. Seçimi kazandı ama herkesi şaşkına çeviren bir sonuç dâhilinde çoğunluğu elde edemedi çünkü Corbyn, sadece genç ve eğitimli seçmenlerin desteğini artırmakla kalmadı, aynı zamanda eskiden beri İşçi Partisi’ne oy veren ve Kızıl Duvar olarak anılan bölgelerde işçi desteğini de artırdı. Eğitimin ücretsiz olması, kamu sektöründe çalışanların ücretlerinin artırılması, ev fiyatlarının düşürülmesi, kemer sıkma politikasına son verilmesi, demiryollarının millileştirilmesi ve okul öğrencilerine ücretsiz öğle yemeği gibi politika önerileriyle sadece profesyonel sınıf ve üniversite eğitimi almış seçmene değil işçi sınıfına da hitap etmeyi bildi. Lâkin bu süreçte SNP İskoçya’da zemin kaybetmiş olmasına rağmen Corbyn, bu bölgeye Blair’ın 1997’de başardığı kadar girebilme imkânı bulamadı.

Corbyn, İşçi Partisi’nin Londra’daki performansını 45 sandalyeden 49 sandalyeye çıkarttı. Ülke genelinde aldığı yüzde 40’lık oy oranı (%9,6’lık bir sıçrama) ile 1997’den bu yana İşçi Partisi’nin sandalye ve seçim oylarındaki ilk kazanım oldu. Ama gene de kaybetti. Sadece bu da değil, Muhafazakârlar, ülkenin ortasındaki şehirlerden ve Kızıl Duvar bölgelerinden yedi milletvekili çıkarmayı bildiler. Nihayetinde Theresa May, Kuzey İrlanda’da faal olan Demokratik Birlikçi Parti (DUP) ile koalisyon hükümeti kurdu.

Ne var ki yaşanan antisemitizm skandalı, Brexit’i ya da sol politikalarının çoğunu destekleme fikrine karşı çıkan, Corbyn’e düşmanca yaklaşan parti içi kadim güç odaklarının faaliyetleri, ayrıca halktan destek görmeyen kültür politikaları ile birlikte Corbyn’e dönük destek seçim sonrasında iyice azaldı.

İşçi Partisi, bu süreçte Corbyn’e AB ile çıkış anlaşmasının müzakere edilmesi sonrası seçmenlere AB ile yapılacak anlaşmayı kabul etme veya AB’de kalma imkânı sunacak “ikinci referandum” önerisini desteklemesi çağrısında bulundu. Gelgelelim, Corbyn bu çağrıya şiddetle karşı çıktı, fakat bir süre sonra İşçi Partisi konferans düzenledi ve bu konferansta bu öneriyi destekleyen bir önerge kabul edildi (Hatırlanacağı üzere, bu önergeye eğitimli ve hevesli elitler ile üyelerin çoğunluğunu teşkil eden Bleyırcılar sınıf çıkarları gereği destek vermişlerdi.) Devamında “AB’de kalalım” diyen, bazı isyankâr milletvekilleri, partiden ayrılıp ChangeUK grubunu kurdular.

Bleyırcılarla birlikte, ikinci referandumun en çok ses getiren destekçilerinden bazıları Guardian köşe yazarı Owen Jones ve seçimini sınıfsal gerekçelere bağlı olarak yapan ve Brexit’i “kültür savaşı” olarak niteleyen Novara Media yazarı Ash Sarkar’dı.

Bleyırcılar ve Korbinciler, aynı madalyonun iki yüzü idi. Madalyonun bir yüzünde “AB’de kalalım” diyenlerin ekonomik çizgisi, diğer yüzünde aynı siyasetin kültür çizgisi kazılıydı (Bu durum, esasen duyarcı kimlik politikasının sadece statükonun güçlenip sağlamlaşmasına katkı sunduğunu ortaya koyuyor.) Her iki çizgi de Kızıl Duvar bölgesindeki işçi seçmenin karşısında konum alıyordu, çünkü işçi sınıfı, söz konusu bölgede ağırlıklı olarak Brexit’ten yana oy kullandı. Zira Brexit, işçi sınıfına sadece göçmen akışını kontrol altına alma fırsatı sunmakla kalmıyor, aynı zamanda Corbyn’in, AB’nin hazırladığı Maastricht Anlaşması üzerinden eli kolu bağlanan politikalarının yürürlüğe konulması için gerekli zemini sağlıyordu.

Joseph Rowntree Vakfı’nın hazırladığı grafiğe bakıldığında, Brexit, en fazla desteği düşük gelirli ailelerden, el işçilerinden, işsizlerden, üniversite mezunu olmayanlardan ve yaşlı seçmenden almış. Bu arada, Brexit’e çoğunlukla yüksek gelirli kesimler, profesyonel sınıf, genç seçmenler ve üniversite mezunları karşı çıkmış.

Theresa May’in istifası ardından Boris Johnson başbakan olunca “Britanya’nın AB’den çıkış işini halledeceğini” açıktan dile getirdi (Başbakan bir yandan da bölgesel eşitsizliği azaltacağını, Britanya yurtseverliğine destek sunacağını söyledi.) Ayrıca, Brexit için seçime gidebileceğini beyan etti. Öte yandan medyada çok az ilgi gören, Brexit için sunduğu desteği çeken, parti içinden ağır bir dille eleştirilen, medyayı karşısına alan Corbyn, 2019’da kenara itildi. Bu dönem, tarihe İşçi Partisi’nin 1935 yılından beri tanık olduğu en kötü performansın tecrübe edildiği dönem olarak geçti.

İlgili döneme ilişkin hatırda tutmamız gereken bir husus daha var. Bu dönemde Muhafazakârların elde ettikleri zafere en çok da İşçi Partisi kitlesini bölen ve kimi şehirlerde Boris Johnson’ın kazanmasını sağlayan, başını Nigel Farage’ın çektiği yeni Reform Partisi’ne kayan Brexit yanlısı İşçi Partisi seçmeni katkıda bulundu.

Parti, 2019 seçiminde İskoçya’da ciddi güç kaybetti, Kuzeydoğu bölgesinde silindi, Kızıl Duvar denilen bölgede de yıkıma uğradı. Parti, ayrıca orta bölgedeki şehirlerde de ciddi oy kaybetti. Seçimde İşçi Partisi sadece 202 koltuk kazandı. SNP 48 koltuk elde etti. Bunun sonucunda Boris Johnson 365 koltukla mecliste çoğunluğu elde etti. Buna karşılık, Corbyn, Londra’da 49 koltuğu korumayı bildi. Bu gelişme, bir yandan da parti içerisinde yeni bir gruplaşmanın ortaya çıktığının deliliydi. Neticede Corbyn, utanç içerisinde hazırladığı istifa mektubunu partisine sundu.

Keir Starmer ve Statükocu Siyaset (2019-günümüz)

Corbyn’in yıkıcı sonuçlar doğuran yenilgisinin ardından, insanların toplumsal politikalarda daha çok, ekonomi politikalarında daha az güdülen aşırı sol siyasetin yol açtığı sapmayı ortadan kaldıracağını umduğu Keir Starmer, İşçi Partisi başkanı seçildi. Corbyn döneminde partinin ekonomi politikaları halktan destek görse de Brexit, iç çekişmeler, kültürel meseleler ve Corbyn’in kendi popülerliği partiye ciddi bir oy getirmedi.

Peki Starmer ne yaptı? Starmer, mali kısıtlama politikası önerisiyle halkın desteğinden uzak olan Bleyırcı ekonomiye geri dönüş yaptı (Merkez sağ partinin bütçede açığa yol açacak harcamalara destek verdiği dönemde merkez sol parti mali kısıtlama önerisinde bulunuyordu.) Bir yandan da Starmer, Corbyn döneminde tabu olarak görülen, Britanya yurtseverliğine destek vermek ama bir yandan da “Siyahların Hayatı Önemlidir” türünden radikal örgütlere destek vermek gibi birbiriyle çelişen politikaları benimsedi. İstemeye istemeye ılımlı ve ilerici kesimlerin gönlünü almak zorunda kalan Starmer, halkçı ekonomi politikalarını terk etme yönünde kimi sinyaller verdi. İkinci referandumun en önemli destekçilerinden biri olan Starmer, Koronavirüs’ün Britanya’yı kasıp kavurduğu dönemde arkasındaki desteği önemli oranda yitirdi.

Asıl kötü olansa sözde işçi sınıfının partisi olan İşçi Partisi’nin arkasındaki işçi desteği, zamanla sınıfın Muhafazakâr Parti’ye kaymasıyla birlikte iyice azaldı.

Partiye son darbeyi Kızıl Duvar bölgesinde yer alan Hartlepool’da 6 Mayıs günü yapılan seçim indirdi. Burası, Corbyn’in bile elinde tutmayı bildiği bir kaleydi. Esasen Ed Miliband’e kıyasla bu kasabadaki oy oranını artırmış olan Starmer, ancak yüzde 29 oy alırken Muhafazakâr Parti’nin oyu yüzde 52’ye çıktı.

Ayrıca son dönemde sağlık emekçileri arasında yapılan anketler, bu kesimin artık yüzünü Muhafazakâr Parti’ye çevirdiğini ortaya koyuyor. İşçi Partisi’nin oluşturduğu Ulusal Sağlık Sistemi’ne bağlı çalışan emekçiler bugün sağa örgütleniyorlar. Bu emekçilerin yüzde 82’si 2019 seçiminde İşçi Partisi’ne oy vermişti. Gelgelelim iki yıldan az bir zaman içerisinde bu kesim içerisinde Muhafazakâr Parti’nin oyu yüzde 42’ye çıktı.

“Ne Yapmalı?”

İşçi Partisi, artık işçi sınıfının partisi değil. Kendisine geleceğe uzanan bir yol çizmeden önce bu gerçeği kabul etmelidir. Şu anda İşçi Partisi’nin seçmen tabanı, ülkelerinden nefret eden sosyal liberal, üniversite eğitimi almış ve profesyonel sınıfa mensup kentli seçmenlerden oluşuyor. Kendilerini İngiliz vatandaşı olmaktan ziyade küresel vatandaş olarak görüyorlar, kültür politikaları alt ve orta sınıf İngilizlerle çelişiyor, sınıfsal konumları uyarınca geliştirdikleri ekonomi politikaları, en iyi ihtimalle işçilerin önüne kırıntıları atmayı vaat ediyor.

Esasen genel manzara, insanların size inandırmak istediğinden daha da basit: İşçi sınıfını veya Britanya halkını hakir görüyorsanız, onu küçümsüyorsanız, onların oyunu alamazsınız. Demek ki Yeni İşçi Partisi’nin mezarına toprak atılmalı. Ed Miliband, Jeremy Corbyn ve Keir Starmer’ın bu partinin gerçekte zerre hükmü ve karşılığı bulunmayan evlatları olduğu görülmeli. Bu tür bir siyasetin maddi koşulları ortadan kalktı, artık neoliberal dönem sonrasını kucaklayacak yeni bir konsensüse ihtiyaç var.

Kültürel açıdan muhafazakâr ve ekonomik olarak sosyalist olan, İşçi Partisi içinde faaliyet yürüten Mavi İşçi Partisi isimli baskı grubu, partide bunu tercih etmesi hâlinde, kendisine yol açma imkânına sahip. Şu an kurumsal destekten mahrum olan grubun vizyonunu Lordlar Kamarası içerisinde sadece bir isim (Maurice Glasman) destekliyor.

Özetle, İşçi Partisi’nin kültür ve ekonomi politikaları ile profesyonel sınıf yerine işçi sınıfına hitap edebilmesi, onun desteğini alabilmesi için partinin köklü bir değişime uğraması gerekiyor, aksi takdirde partiye dönük ilgi tümüyle ortadan kalkacak, sınıfla arasındaki bağlar hepten kopacak. Ya parti son kez kurtarılacak ya da yeni bir parti kurmak için o feshedilecek. Görünen o ki zaten statüko, partinin ölümüne uzanan yolu açmakla meşgul.

Alexei Arora
7 Mayıs 2021
Kaynak

0 Yorum: