02 Şubat 2025

,

Ana Rahmine Dönmek



Türkiye solunun yakın tarihimizdeki hal-i pür melâlini düşündükçe aklıma bir film düşüyor. 2011 yapımı Aşk ve Devrim filmi.

Özetlemek gerekirse, 90’lı yıllardan bir mağlubiyet hikâyesi anlatıyor. Devrimci bir örgüte mensup genç militanlar, inandıkları şeyler uğruna mücadele hâlindeler. Başlarda bu mücadelenin bir veçhesine şahit oluyoruz. Burada geniş kitlelere ulaşmak ve işçi sınıfının içerisinde mevziler kazanmak için sabır ve sebat ile didinmek var. Fakat sonrasında gelişen olaylar neticesinde iş, yer altı faaliyetlerine gelip dayanıyor. Henüz boylarını aşan bu faaliyetlerde sonuç umdukları gibi olmuyor. Yitirilen arkadaşlar ve başka pek çok şey karşısında elde kalanlar hayal kırıklığından ibaret. Militanlarımızın girdiği yeni maceranın sonu karanlık ve yozlaşma oluyor.

Bu hikâyede Türkiye sosyalist solunun yakın tarihini anımsatan şey nedir? Her şeyden önce koyu bir mağlubiyet...

Mevcut hükûmetin uzun iktidar döneminin sosyalistler açısından kesin bir mağlubiyet anlamına geldiğine dair herhalde kimsenin şüphesi yoktur ve işleyen her beyin için tüm mağlubiyetler bir muhasebe ihtiyacı doğurur. Peki nereden başlamalı?

Bana kalırsa hem iktidar açısından çok önemli bir dönemeç olan hem de sosyalistlerin stratejik bir maceraya atıldığı yıl olan 2007’den başlamak gerekir.

Hrant Dink suikastıyla başlayan bu yıl, Nisan ayında TSK muhtırası ve Cumhuriyet Mitingleri, Mayıs ayında Erdoğan-Büyükanıt arasındaki Dolmabahçe görüşmesi, Haziran’da Ümraniye’de bir gecekonduda bulunan el bombaları ile Gülen tarikatının Ergenekon sürecini başlatması ve Temmuz’da hükümetin ikinci genel seçim zaferi ile devam etmiş, Ağustos ayında Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı ile noktalanmıştı. Tüm bu önemli olaylar, hükûmetin (elbette çok büyük bir dış destek ile birlikte) belirli bir olgunluk seviyesine ulaştığını ve devlet içinde tasfiye ile reorganizasyon kabiliyetine eriştiğinin işaretleriydi. Tüm bunların elbette tek başına bir anlamı var, hatta 2007 yılını ülke tarihi açısından 1946, 1980 gibi kilometre taşlarının ardına yazdıracak kadar büyük bir anlamı var. Fakat bizim muhasebemiz açısından önem teşkil eden kısım, devlette taşlar yerinden oynarken ve dönemin hükûmetinin alelade bir hükûmet olmadığı herkesçe anlaşılmışken sosyalistlerin girdikleri, ikisi de iki farklı maceraya çıkan yol ayrımı.

Köklerini 2007’de bulan ancak sonraki yıllarda da artan şiddette ve aynı doğrultuda devam eden gelişmelerin en önemli yansımalarından biri, düzen siyasetinin, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden bu yana var olan Hürriyetçi-Terakkici ikiliğine doğru büyük bir hızla kristalize olmasıydı. Türkiye sosyalistlerinin, en sağır kulakların bile duymazdan gelemeyeceği yeni rejimin ayak seslerine yanıt olarak ürettiği tepkiler düzen siyasetindeki çatallanmanın gölgesi altındaydı.

Bir asrı aşan geçmişe sahip iki ağır topun savaşında kendi teçhizatına güvenmeyen sosyalistler, yeni bir cephe açmak yerine, düzen cephesindeki ikiliğin bir tarafına yakınsayarak siyaset yapmayı tercih edecekti. Yukarıda film ile Türkiye sosyalistlerinin yakın tarihi arasında bağdaşıklık kurarken ilk benzerliğin kesin mağlubiyet hikâyelerinde olduğunu belirtmiştim. İkinci benzerlik ise tam burada, tedbirsizce girişilen maceralarda...

Türkiye sosyalistlerinin bir ucu, siyasal stratejilerinin merkezine Hürriyetçilerin ceberut devlete karşı hücumlarını yerleştirdi ve bu hücumların yaratacağı demokratik pastadan kendilerine de bir pay düşeceğini umdu. Bu pozisyon, hükûmetin kurmaya yeltendiği yeni rejime zımnen de olsa destek vermek anlamına geliyordu. Diğer uçtakiler ise yeni rejim hücumlarına karşı çıkıyor ve Terakkicilerin rengini taşıyan toplumsal muhalefetin yarattığı dalgayı kendi devrim stratejilerine katalizör yapmayı planlıyordu. İki tarafın da görmediği değil ama görmek ve göstermek istemediği bazı şeyler vardı.

Mesela ilk gruptakiler, Hürriyetçilerin demokratizminin baştan itibaren emperyalist merkezlerce tasarlanıp yine onların desteğiyle yürürlüğe konduğu gerçeğini halının altına süpürürken; ikinci gruptakiler de, Terakkicilerin cumhuriyetçiliğinin uzun yıllar süren bürokratik hâkimiyetleri neticesinde apolitik bir kültürel refleks hâlini aldığını ve bu refleksin muhafazakârlara olduğu kadar yoksullara karşı da kullanıldığını dillendirmemeyi seçti.

Bunlar sosyalistlerin tercihleriydi ve bugünden geriye baktığımızda iki taraf için de sonucun pek hayırlı olmadığını söyleyebiliriz. Elbette ülkesindeki ana akım siyasal mücadeleye müdahale olanağı arayan her unsur, her daim “temiz kalmak” zorunda değildir. Kimi olağanüstü dönemlerde olağan dışı ittifaklar yapmak ya da ortodoksinin sınırlarını zorlayan taktiklere başvurmak gerekebilir. Tarihimizde çokça örneği var. Lenin’in, yoldaşlarının kendisine deli gözüyle bakmasına sebep olan Nisan Tezleri gibi… Lenin başarılı oldu ve hayat ile teori arasında yeni bir denge oluşturarak, hayattan damıttığı yeşili teorinin içine soktu. Başarısızlık durumunda ise yapılacak tek şey, yeniden aslına rücu etmek olmalıdır.

Şimdi filme geri dönelim, çünkü final sahnesi tam da aslına rücu etmek dediğimiz şeyi gösteriyor bize. Atıldıkları macerada umduğunu bulamayan militanları, bıçak gibi bir havada rüzgârın dövdüğü derme çatma grev çadırının içindeki tenekeden sobanın etrafında işçilerle beraber görüyoruz.

Bana cenin pozisyonu almış bir yetişkini çağrıştırıyor bu durum. Sanat eserlerinde çokça kullanılan bir imgedir, cenin pozisyonu. Genellikle sağduyunun gösterdiği yoldan saparak yeni arayışlara giren fakat arayışları hüsranla sonuçlanan karakterlerin yaşadıkları pişmanlık ve hayal kırıklığı sebebiyle ana rahminin güvenli ortamına dönme isteğini dışa vuran klişe bir göndermedir. İşte o derme çatma çadırlar sosyalistlerin ana rahmidir ve yüksek siyasetin labirentlerinde kaybolanlar çadırlara dönmeyi bilmelidir.

Emre Fidan
1 Şubat 2025

0 Yorum: