Türkiye solunun yakın tarihimizdeki hal-i pür
melâlini düşündükçe aklıma bir film düşüyor. 2011 yapımı Aşk ve Devrim
filmi.
Özetlemek gerekirse, 90’lı yıllardan bir mağlubiyet hikâyesi anlatıyor. Devrimci bir örgüte mensup genç militanlar, inandıkları şeyler uğruna mücadele hâlindeler. Başlarda bu mücadelenin bir veçhesine şahit oluyoruz. Burada geniş kitlelere ulaşmak ve işçi sınıfının içerisinde mevziler kazanmak için sabır ve sebat ile didinmek var. Fakat sonrasında gelişen olaylar neticesinde iş, yer altı faaliyetlerine gelip dayanıyor. Henüz boylarını aşan bu faaliyetlerde sonuç umdukları gibi olmuyor. Yitirilen arkadaşlar ve başka pek çok şey karşısında elde kalanlar hayal kırıklığından ibaret. Militanlarımızın girdiği yeni maceranın sonu karanlık ve yozlaşma oluyor.
Bu hikâyede Türkiye sosyalist solunun yakın
tarihini anımsatan şey nedir? Her şeyden önce koyu bir mağlubiyet...
Mevcut hükûmetin uzun iktidar döneminin
sosyalistler açısından kesin bir mağlubiyet anlamına geldiğine dair herhalde
kimsenin şüphesi yoktur ve işleyen her beyin için tüm mağlubiyetler bir
muhasebe ihtiyacı doğurur. Peki nereden başlamalı?
Bana kalırsa hem iktidar açısından çok önemli
bir dönemeç olan hem de sosyalistlerin stratejik bir maceraya atıldığı yıl olan
2007’den başlamak gerekir.
Hrant Dink suikastıyla başlayan bu yıl, Nisan
ayında TSK muhtırası ve Cumhuriyet Mitingleri, Mayıs ayında Erdoğan-Büyükanıt
arasındaki Dolmabahçe görüşmesi, Haziran’da Ümraniye’de bir gecekonduda bulunan
el bombaları ile Gülen tarikatının Ergenekon sürecini başlatması ve Temmuz’da
hükümetin ikinci genel seçim zaferi ile devam etmiş, Ağustos ayında Abdullah
Gül’ün cumhurbaşkanlığı ile noktalanmıştı. Tüm bu önemli olaylar, hükûmetin
(elbette çok büyük bir dış destek ile birlikte) belirli bir olgunluk seviyesine
ulaştığını ve devlet içinde tasfiye ile reorganizasyon kabiliyetine eriştiğinin
işaretleriydi. Tüm bunların elbette tek başına bir anlamı var, hatta 2007
yılını ülke tarihi açısından 1946, 1980 gibi kilometre taşlarının ardına
yazdıracak kadar büyük bir anlamı var. Fakat bizim muhasebemiz açısından önem
teşkil eden kısım, devlette taşlar yerinden oynarken ve dönemin hükûmetinin
alelade bir hükûmet olmadığı herkesçe anlaşılmışken sosyalistlerin girdikleri,
ikisi de iki farklı maceraya çıkan yol ayrımı.
Köklerini 2007’de bulan ancak sonraki
yıllarda da artan şiddette ve aynı doğrultuda devam eden gelişmelerin en önemli
yansımalarından biri, düzen siyasetinin, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden
bu yana var olan Hürriyetçi-Terakkici ikiliğine doğru büyük bir hızla
kristalize olmasıydı. Türkiye sosyalistlerinin, en sağır kulakların bile
duymazdan gelemeyeceği yeni rejimin ayak seslerine yanıt olarak ürettiği
tepkiler düzen siyasetindeki çatallanmanın gölgesi altındaydı.
Bir asrı aşan geçmişe sahip iki ağır topun
savaşında kendi teçhizatına güvenmeyen sosyalistler, yeni bir cephe açmak
yerine, düzen cephesindeki ikiliğin bir tarafına yakınsayarak siyaset yapmayı
tercih edecekti. Yukarıda film ile Türkiye sosyalistlerinin yakın tarihi
arasında bağdaşıklık kurarken ilk benzerliğin kesin mağlubiyet hikâyelerinde
olduğunu belirtmiştim. İkinci benzerlik ise tam burada, tedbirsizce girişilen
maceralarda...
Türkiye sosyalistlerinin bir ucu, siyasal
stratejilerinin merkezine Hürriyetçilerin ceberut devlete karşı hücumlarını
yerleştirdi ve bu hücumların yaratacağı demokratik pastadan kendilerine de bir
pay düşeceğini umdu. Bu pozisyon, hükûmetin kurmaya yeltendiği yeni rejime
zımnen de olsa destek vermek anlamına geliyordu. Diğer uçtakiler ise yeni rejim
hücumlarına karşı çıkıyor ve Terakkicilerin rengini taşıyan toplumsal
muhalefetin yarattığı dalgayı kendi devrim stratejilerine katalizör yapmayı
planlıyordu. İki tarafın da görmediği değil ama görmek ve göstermek istemediği
bazı şeyler vardı.
Mesela ilk gruptakiler, Hürriyetçilerin
demokratizminin baştan itibaren emperyalist merkezlerce tasarlanıp yine onların
desteğiyle yürürlüğe konduğu gerçeğini halının altına süpürürken; ikinci
gruptakiler de, Terakkicilerin cumhuriyetçiliğinin uzun yıllar süren bürokratik
hâkimiyetleri neticesinde apolitik bir kültürel refleks hâlini aldığını ve bu
refleksin muhafazakârlara olduğu kadar yoksullara karşı da kullanıldığını
dillendirmemeyi seçti.
Bunlar sosyalistlerin tercihleriydi ve
bugünden geriye baktığımızda iki taraf için de sonucun pek hayırlı olmadığını
söyleyebiliriz. Elbette ülkesindeki ana akım siyasal mücadeleye müdahale
olanağı arayan her unsur, her daim “temiz kalmak” zorunda değildir. Kimi
olağanüstü dönemlerde olağan dışı ittifaklar yapmak ya da ortodoksinin
sınırlarını zorlayan taktiklere başvurmak gerekebilir. Tarihimizde çokça örneği
var. Lenin’in, yoldaşlarının kendisine deli gözüyle bakmasına sebep olan Nisan
Tezleri gibi… Lenin başarılı oldu ve hayat ile teori arasında yeni bir
denge oluşturarak, hayattan damıttığı yeşili teorinin içine soktu. Başarısızlık
durumunda ise yapılacak tek şey, yeniden aslına rücu etmek olmalıdır.
Şimdi filme geri dönelim, çünkü final sahnesi
tam da aslına rücu etmek dediğimiz şeyi gösteriyor bize. Atıldıkları macerada
umduğunu bulamayan militanları, bıçak gibi bir havada rüzgârın dövdüğü derme
çatma grev çadırının içindeki tenekeden sobanın etrafında işçilerle beraber
görüyoruz.
Bana cenin pozisyonu almış bir yetişkini
çağrıştırıyor bu durum. Sanat eserlerinde çokça kullanılan bir imgedir, cenin
pozisyonu. Genellikle sağduyunun gösterdiği yoldan saparak yeni arayışlara
giren fakat arayışları hüsranla sonuçlanan karakterlerin yaşadıkları pişmanlık
ve hayal kırıklığı sebebiyle ana rahminin güvenli ortamına dönme isteğini dışa
vuran klişe bir göndermedir. İşte o derme çatma çadırlar sosyalistlerin ana
rahmidir ve yüksek siyasetin labirentlerinde kaybolanlar çadırlara dönmeyi
bilmelidir.
Emre Fidan
1 Şubat 2025
0 Yorum:
Yorum Gönder