28 Şubat 2025

, ,

Mezhepçilik Ulusal Kurtuluşun Düşmanıdır



Patrick Higgins Mülâkatı

Louis Allday
18 Şubat 2025

 

Bu mülâkatta Louis Allday, araştırmacı-yazar Patrick Higgins’le Suriye’nin Filistin davasıyla uzun zamandır kurduğu çetrefilli ilişkiyi, Siyonizme yönelik muhalefeti, Suriye’nin emperyalizmle ilişkisini, bir bütün olarak dünya sistemi içerisinde, özellikle 2011’den beri üstlendiği rolü, bunun yanında, ülke ve ülkedeki olayların herkesçe çarpık bir biçimde idrak edilmesine sebep olan propaganda gibi konuları konuşuyor. Ayrıca mülâkatta, Suriye hükümetinin Aralık 2024’te yıkılışının, on yılı aşkın bir zamandır ABD’nin öncülük ettiği saldırıların ve yıkıcı faaliyetlerin zirvesi olan gelişmenin olası sonuçları, Suriye’nin kaderinin sadece kendi halkı değil, tüm bölge ve dünya için neden bu kadar önemli olduğu üzerinde duruluyor.

* * *

 

Bu mülâkat talebimizi kabul ettiğin için teşekkür ederiz Patrick. Birkaç ay önce yaparız demiştik ama fırsat bulamamıştık, bugün nihayet gerçekleşiyor olmasından dolayı çok mutlu olduğumu belirtmeliyim. Kanaatimce içinde olduğumuz an, Suriye’nin Siyonizmle, ABD emperyalizmiyle ve Filistin davasıyla ilişkisini dürüstlükle ve belirli bir açıklıkla ele almak için oldukça önemli bir an. Özellikle Aralık 2024’te Suriye hükümetinin yıkılışıyla birlikte dönemin sahip olduğu önem daha da arttı. Konuyla ilgili önemli bir çalışmaya imza atmış, yıllardır bu konuda ilkeli bir duruş sergilemiş bir isim olarak senin bu değerlendirmeyi yapabilecek az sayıda insandan biri olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, bize vakit ayırdığın için çok teşekkür ederim.

Yıllardır Suriye konusunda benim önemli bir mihenk taşı olarak gördüğüm bir yazar olarak seninle konuşma fırsatı bulduğum için asıl ben sana teşekkürlerimi iletmek isterim. Meseleye dair idrakimi ve analizlerimi geliştirmek adına on yılı aşkın bir zamandır notlarımı, makale taslaklarımı ve araştırma kaynaklarımı paylaştığım bir isimsin sen. Sen de Suriye’nin kaderinin çok önemli olduğu hususunda benimle aynı fikirdesin. Suriye, kendisi için olduğu kadar Filistin davası ve tüm dünya sistemi için önemli.

Kesinlikle öyle. Bunun sonucunda sen ve birçok isim de benim gibi bir tür delüzyon, kaybolmuşluk hissine kapıldı. Dolayısıyla, şunu söylemek abartılı olmaz: hepimiz, yaşanan olaylar, bilhassa İsrail’in ilk elden hükümetin devrilmesinden hemen sonra Suriye’nin savunma kapasitesini yok edişi, hatta Golan Tepeleri’ni geçip Suriye toprağını işgal edişi karşısında endişeye kapıldık. Onca ucuz karalama kampanyasında dile getirilen argümanların aksine, bizim derdiğimiz, bir birey veya lider olarak Beşar Esad değildi. Ona bel bağlıyor değildik. Onca hakareti işittik ama bizim asıl derdimiz, Suriye hükümetine sunduğumuz desteğin asıl sebebi, bizim uzun zamandır emperyalizmin inşa ettiği hâkim söyleme ve dile karşı çıkmayı seçmiş olmamızdı. Ben, senin meseleyi nasıl gördüğünü merak ediyorum. Son gelişmelere sen nasıl tepki verdin? Suriye Arap Cumhuriyeti’nin sonunu ülkenin ve bölgenin genel tarihsel bağlamı dâhilinde nasıl değerlendirirsin?

Suriye Arap Cumhuriyeti’nin yıkılışı, ABD öncülüğünde hareket eden emperyalist dünya sistemine karşı verilen Arapların kurtuluş mücadelesini tümden alışmadığı bir duruma sürükledi. Batı sömürgeciliğinin ilk gününden beri Batı Asya halkları, bağımsızlık, egemenlik ve kalkınma için farklı politik ve askeri mücadele biçimlerine başvurdular. İngiliz ve Fransız imparatorlukları bölgeyi taksim ettiler. Halkları sınırlarla ve kontrol noktalarıyla böldüler. Devletleri doğal kaynaklar için rekabet etmeye zorladılar. Farklı gümrük ve piyasa kurallarıyla hareket eden devletleri ticaretin yol açtığı anarşiye mahkûm ettiler. Ekonomideki anarşiye askeri alandaki örgütsüzlük eşlik etti.

Emperyalistler, Batı Asya ülkelerinin askeri güçlere karşı güçlü bir direniş ortaya koyma becerisini zayıflattılar. Bölgenin parçalanması sonucu oluşan ülkelerde sömürgecilik, devleti mezhepçilik temelinde inşa etti. Lübnan ve Suriye’de bu durum halklar arasındaki güvensizliğe zemin hazırladı, toplum din ve etnisite temelinde bölündü. Bugün Suriye’de farklı gruplar arasında cereyan eden çatışmadan en çok da emperyalizm istifade ediyor. Emperyalizm, Batı Asya’da çoğunluğu teşkil eden yoksulların ağır şartlarda yaşamalarına neden oluyor.

1945’ten, yani İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden beri bu şartların sürdürülmesinden, sorunların derinleşmesinden, Suriye ve Irak’ın bölünmesinden sorumlu asli unsur ABD. Sömürgeciliğin çizdiği ayrım çizgilerini dikine kesen coğrafya, tarih, dil ve kültüre bağlı sebepler üzerinden Arap ulusal hareketi, misal, NATO üyesi Türkiye’ye karşı mücadele eden Kürt ulusal hareketi gibi örgütlü direniş hareketleri var olsa da, tarihsel düzlemde Batı Asya ve Kuzey Afrika’da ABD emperyalizmine karşı sürdürülen örgütlü direnişin dümenini ele geçirdi.

Arapların kurtuluş hareketi içerisinde kırkların sonunda ABD destekli Siyonist yerleşimci-sömürgeci hareketin fethettiği Filistin, uzlaşma noktası olarak iş gördü, süreç içerisinde Kuzey Afrika’dan Arap Yarımadası’na dek uzanan coğrafyada halkları birleştirdi. Tabii küresel güneye en fazla zulmeden güç olarak ABD ile birlikte Arapların ve Filistinlilerin kurtuluş hareketlerinin kaderi, dünya halklarının büyük çoğunluğunun asli ilgi konusu hâline geldi. Dolayısıyla, mevcut durumun genel hatları bağlamında bizim bugün Suriye ile ilgili olarak şu soruları sormamız gerekiyor: Suriye, ABD öncülüğünde hareket eden emperyalizme karşı Arapların ve Filistinlilerin verdikleri kurtuluş mücadelelerinde ne tür bir rol üstlendi? Suriye hükümeti ve devlet sistemleri bu rol nezdinde ne kadar önemli?

1946’da bağımsız olan Suriye, o günden itibaren, istikrarı, gelişmiş, ilerici ve bağımsız bir ülke kimliğiyle, Batı Asya’nın merkezinde yürütülen operasyonlar için bir tür üs olarak iş gördü. Suriye, kralcı rejimde kopup cumhuriyetçiliğe yüzünü dönen ilk ülkeydi. Bugünse ABD’nin dünyanın en büyük emperyalist gücü hâline geldiği günden bu yana ilk kez Arapların kurtuluşu için mücadele eden güçler, karşılarında istikrarsız, gerici, kalkınma sürecinden kopmuş, egemenlikten yoksun bir Suriye buldular. Ülke, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere emperyalist ve altemperyalist güçlerce işgal edilip parçalandı. İkinci Dünya Savaşı sonrası Arapların ve Filistinlilerin kurtuluşu için mücadele eden hareketler, böylesi bir durumla ilk kez karşılaştılar. Daha önce temelde egemen bir devlet olarak Suriye’nin varlığı üzerinden hareket ediliyordu.

Bugün hangi haritaya bakarsanız, Suriye’nin ve toprak bütünlüğünün ne kadar önemli olduğunu görürsünüz. Körfez ülkeleri kadar petrolü ve doğal gazı olmasa da Suriye Arap coğrafyasının merkezidir, bölgedeki faaliyetleri birbirine bağlayan kavşaktır, kültürün ve tarihin kalbidir. Lübnanlı siyasetçi Velid Canpolat’ın da bir vakitler dile getirdiği biçimiyle, bölgedeki politik oyuncuların Suriye’yi görmezden gelmeleri mümkün değil. Herkes onunla bir biçimde uğraşmak zorunda. Başında kim olursa olsun, Suriye öyle ya da böyle hâlen daha önemli.

Bununla birlikte, senin de kullandığın ifadeyle “Suriye Arap Cumhuriyeti”, Beşar Esad’ı ve çevresini aşan bir devlet sistemi olarak, Suriye devrimleri dalgasının bir ürünü. Bu anlamda, Esad’ın temsil ettiği sınıf ve bu sınıfın Suriye’nin emperyalizme karşı savunmasının zayıflatılmasında oynadığı rol ile ilgili analizin önemli olduğunu görmek gerekiyor.

En azından, tam anlamıyla işletilmese de Suriye Arap Cumhuriyeti’nin üç önemli ilkeyi yeniden ürettiğini düşünüyorum: bugün Şam’da iktidarda olanlar Arapların ve Filistinlilerin kurtuluş mücadelesi için kıymet arz eden bu üç ideolojik ilkeye karşı çıkıyorlar.

1. Suriye’nin genelde Arap bölgesine özelde Filistin’e karşı sorumluluğunu ifade eden Panarabizm;

2. Suriye’nin kendi halkının yetenek ve becerilerinden dini yönelimler veya cinsiyet temelinde kimi kısıtlamalar getirmeksizin istifade etme imkânı sunan laiklik;

3. Suriye’nin ulusal varlıklarının yabancıların eline geçmesine izin vermeyen sosyalizm.

Ben, sosyalizmin ulusal egemenliğin korunması, ulusal egemenliğin de emperyalizme karşı direniş ve onun mağlup edilmesi konusunda çok önemli olduğuna inanıyorum.

Senin de “Şam’ın Peşinde: ABD’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’ne Karşı Yürüttüğü Savaş” başlığını taşıyan makalende gayet ustalıkla aktardığım gibi, Suriye’nin Filistin davasına sunduğu destek, ABD’nin bu ülkeye uzun süredir karşı olmasının, 2011’de hükümetine karşı örtülü savaş yürütme kararı almasının asli sebeplerinden biri. Tabii bu noktada Suriye ile Filistin kurtuluş hareketi arasındaki ilişkinin tek bir biçim altında yürümediğini, her daim ileriye doğru düz bir hattı takip etmediğini, 1975-1976’da yaşanan Lübnan İç Savaşı gibi karanlık momentlerde Suriye’nin belirli bir rol oynadığını hatırlatmak gerek. Ama gene de bazı insanların dediğinin aksine, bu olaylar, söz konusu ilişkinin ana niteliğini ortaya koymadığını söylemeliyiz. Suriye, Filistin davasının desteklenmesinde farklı dönemlerde özel ve önemli bir rol üstlendi. Örneğin, kısa süre önce izlediğim bir videoda Suriye’yi farklı zamanlarda eleştirmiş bir isim olan FHKC lideri Corc Habeş, 1983’te Cezayir’de toplanan Filistin Ulusal Meclisi’ne hitaben yaptığı konuşmada, Filistin devriminin gücünün doğrudan Suriye’nin gücüne bağlı olduğunu söylüyor, ardından da Suriye ile bağları pekiştirme ve derinleştirme çağrısı yapıyordu. Aradan geçen kırk yıl içerisinde çok şey değişti, ama birçok dinamik olduğu gibi kaldı. Ben, bu noktada senin Suriye-Filistin ilişkisinin tarihine dair fikirlerini merak ediyorum. Habeş’in açıklamasını ne tür bir bağlama oturtmalıyız? Suriye, Filistin davasına başkalarının sunmadığı veya sunamadığı desteği sundu. Sen bu desteği nasıl açıklıyorsun?

Suriye Arap Cumhuriyeti sayesinde Suriye, Filistin’e farklı biçim ve ölçeklerde destek sundu. Bu noktada Suriye, Arap Cumhuriyeti ve Baas Partisi kurulmazdan önce Filistin kurtuluş mücadelesine verdiği destekle diğer Arap ülkeleri içerisinde özel bir yere sahip. Tabii bu noktada İzzeddin Kassam’dan söz etmek gerek. Kassam, 1936’daki intifadaya kapı aralayan, Siyonist yerleşimcilere ve İngiliz mandasına karşı isyanı gerçekleştiren isim. Kassam, yola Suriye’nin sahil kenti Ceble’den yola koyulmuştu.

1947’de Suriye’nin seçimle işbaşına gelmiş cumhurbaşkanı Şükrü Kuveytli’nin emriyle, Şam’da Arap Kurtuluş Ordusu kuruldu. Nekbe’yi durdurmak amacıyla Filistin’e girecek olan orduyu Arap ülkelerinden gelen gönüllüler oluşturuyordu.

Suriye, Filistin konusunda diğer Arap ülkeleri içerisinde özel bir yere sahipti. Bu sayede manevra kabiliyeti elde etti. Bu kabiliyete sahip olmasının, Filistin konusunda önemli adımlar atabilmesinin en önemli sebeplerinden biri, onun kralcılık karşıtı ve cumhuriyetçi oluşuydu. 1920’de Suriye’de kısa süre tahtta kalmış olan kral Faysal gibi bölgenin önde gelen isimleri, halk desteğinden yoksundu ve genelde emperyalist güçlerin nakit ödedikleri maaşlara bel bağlamışlardı. Suriye’de Faysal iktidardayken Lübnan’ın ayrılması ve Filistin’in Siyonistlere teslim edilmesi gibi önerilerle yüzleşti, bir yandan da İngilizlerin ve Fransızların baskılarıyla ve yeni oluşan Suriye Kongresi’yle uğraşmak zorunda kaldı. Bir süre sonra iki efendiye aynı anda hizmet edilemeyeceği görüldü. Suriye halkı, kralı devirdi ve kralcılığı mezara gömdü.

Suriye’de cumhuriyetçilik, 1925’teki Büyük Suriye İsyanı gibi halkın coğrafi ve kültürel açıdan farklılaşmış kesimlerini birleştiren sömürgecilik karşıtı hareketlerle birlikte gelişti. Bu 1925’teki isyan Dürzi Dağı’nı merkez alan, Fransız mandacılığına karşı yürütülen, gerilla mücadelesi temelli ayaklanmayı ifade ediyordu. Bu sömürgecilik karşıtı hareketler, aynı zamanda Fransa’daki Vichy ve Dögol hükümetlerine karşı kırklı yıllar boyunca gerçekleştirilen isyanlardan da beslendi. Ama toprak sahiplerinden ve eski asillerden oluşan Suriye kongrelerini sınıfsal niteliği Suriye’nin Filistin’le ilişkileri dâhilinde atacağı adımları kısıtladı. Bazen işbirliğine giden bazen de rekabet eden unsurlar olarak Arap Sosyalist Baas Partisi, Suriye Komünist Partisi hatta Suriye Sosyal Milliyetçi Parti gibi partilerin kurulduğu süreç, köylülük, işçi sınıfı, aydınlar ve işsizler gibi halk sınıflarının devletle ilişkilerini onları ulusal kalkınma projesine dâhil etmek suretiyle biçimlendirdi.

Devlet iktidarının desteklediği ulusal kurumlar, Filistin ve Cezayir gibi ulusal kurtuluş mücadelesi veren ülkelere askeri ve toplumsal destek sunma imkânı yarattılar. Bu destek, gönüllüler üzerine kurulu gerilla birliklerinin sınırlarını aşan bir destekti.

Süreç içerisinde Baas Partisi ile birleşen Arap Sosyalist Partisi’nin kurucusu Ekrem Hurani, memleketi Hama’da yaşayan köylülerin maruz kaldıkları berbat koşullar karşısında şunu söylüyordu: “Toprak sorununu çözmeyen her yeni anayasa, akim kalacaktır.” Topraklarını Siyonistlere satan Filistinli toprak sahiplerinin ihaneti yüzünden Nekbe’nin gerçekleştiğini söyleyen Hurani, Suriye’deki toprak ağalarının da aynı şeyi yapmaya hevesli olduğuna inanıyordu. İşte bu sınıfsal analiz üzerinden Suriye Filistin’le ilgili konumunu değiştirdi. İnsani yardımı esas alan duygusal empatiden uzaklaşan bu konum, Filistin’e sunulacak desteği Suriye’nin ulusal güvenlik için yaşamsal ve varoluşsal bir zorunluluk olarak gören bir yaklaşımı temel almaya başladı.

Bugün Habeş’ten aktardığın söz bu özel bağlamın ürünü. Habeş, Suriye’de edindiği kişisel deneyimleri üzerinden konuşuyor. Ellilerde Habeş, Ürdün’de ve Lübnan’da Birleşik Arap Cumhuriyeti gayesi doğrultusunda hareket eden, Nasırcılık temelinde örgütlenme faaliyeti yürüten bir isimdi. 1958-1961 arası dönemde Suriye Mısır’la birleşti. Bu proje, kısa süre içerisinde başarısız oldu fakat birkaç yönden Suriye’yi dönüştürdü. Ülke, bu dönemde tarım reformuna tanık oldu. Bu da halk sınıflarının devlet içerisinde yer bulmasını sağladı. Baasçıların gerçekleştirdiği iki darbe sayesinde reformların kapsamı genişledi. 1963’te “ilk dönem Baasçılar”ın gerçekleştirdiği darbeyi partinin kurucu unsurlarına karşı hareket eden “Ulusal Komuta” adı verilen radikal askeri kanadın 1966’da gerçekleştirdiği darbe takip etti. Ulusal Komuta özünde Marksist-Leninistti. Filistin davası ile Suriye’deki sınıf meselesi arasında bağ kuran bu ekip, Filistinli fedailerin desteklenmesi, yönlendirilmesi hatta komuta edilmesi düzleminde önemli adımlar attı. FHKC 1967’de tam da bu bağlamda kuruldu. Cephe, esas olarak Suriye’de faal olan örgütlerin içinden çıktı. Kanaatimce Habeş, bu dönemin sunduğu imkânlar üzerinden konuşuyor. İlgili dönem, Filistinlilere eğitim alacakları alanı, savaşta kullanılacak silâhları, araştırma için gerekli parayı temin eden Suriye devleti, Filistinlilerin çıkarlarıyla örtüşen çıkarları üzerinden önemli kapılar açıyor.

FHKC’nin 1969 tarihli “Filistin’in Kurtuluşu İçin Strateji” isimli belgesi, “Arap Coğrafyasında Devrim Güçleri” başlıklı bölümde ilgili yönelimin teorik zeminini değerlendiriyor. Burada Mısır, Irak, Cezayir, Güney Yemen ve Suriye’deki “milliyetçi rejimler”den bahsediliyor ve bunların sosyalizme yönelmeye başlamış, feodalizmin ve kapitalizmin temsil ettiği Arap gericiliği yanında emperyalizme, Siyonizme, İsrail’e karşı oldukları söylüyor. Ama öte yandan, bu rejimlerin küçük burjuva milliyetçilerinin öncülüğünde hareket ettiği üzerinde duruluyor. Belgeye göre, bu sınıfın bakış açısı köylülükten kurtulma imkânı sunan kurumu, yani orduyu aşamıyor. Küçük burjuva rejimler, bu sebeple teorik programlarını ordu üzerine kuruyorlar, bu anlamda geleneksel askeri devlet anlayışına ait savaş stratejilerini benimsiyorlar. FHKC, buradan, devrimci güçlerin bu devletlerle ilişkilerinin zamanla “ittifakı ve çatışmalı bir ilişkiyi koşullayacağı öngörüsünde bulunuyor. Ona göre, ilgili devletlerin sınıfsal niteliğine bağlı olarak devrimci güçler İsrail karşıtlığı düzleminde ittifak kuracaklar ama mücadele dâhilinde benimsedikleri stratejiler konusunda onlarla çatışma yaşayacaklar.

Başka bir ifadeyle, küçük burjuva devletle devrimci güçler birbiriyle çakışan, örtüşen çıkarlara sahipler, ama bu çıkarlar denk değil. Habeş, tüm bu gerçeği kendi kişisel deneyimi üzerinden görüyor. Hafız Esad’ın 1970’deki “Düzeltici Hareket” sonrası Filistin’e yönelik vaatlerine sırtını dönmesinden önce Habeş, 1968 yılında Suriye’de hapse atıldı. Bu dönemde Suriye devletiyle FHKC arasındaki ilişkiler genelde gergindi. Esad’ın başa geçmesi sonrası devletle Filistin ulusal kurtuluş mücadelesi arasındaki ilişki daha da gerildi. Senin de bahsini ettiğin, Suriye’nin 1976’da Lübnan’a girişi Suriye ile Fetih arasındaki düşmanlığı derinleştirdi. Esad, bu süreçte kontrolü altındaki bölgelerde Fetih’in hareket alanını epey kısıtladı. Aradaki gerilim, Fetih içindeki ayrışmaları tetikledi. Filistinli güçlerin Suriye’ye yönelik güvensizliği hiç azalmadı. Suriye devleti, farklı örgütlere mensup Filistinlileri hapse atmaya devam etti. Ama bir yandan da söz konusu örgütlere eğitim imkânları, malzeme ve destek sunmayı sürdürdü. Bağlantıları bir biçimde muhafaza etti.

Süreci kendince idrak eden Habeş’in derdi, kendisini hapse atanlardan intikam almak veya Suriye hükümetini basit bir ahlakçılık zemininde değerlendirmek değildi. Ona göre Suriye devleti “küçük burjuva askeri bir devlet”ti. Bu bilimsel değerlendirme, Filistin devrimine uzanan yolda partisine yol gösterecek kılavuzdu.

1983’e geri dönersek, FKÖ o dönemde Lübnan’ı terk ediyordu. FKÖ içerisindeki en büyük yapı olan Fetih, barış için gizli görüşmeler yürütüyordu. Zamanla, Oslo Anlaşmaları’nda zirveye ulaşacak ciddi bir stratejik anlaşmazlık ortaya çıktı. FHKC, barış görüşmelerine itiraz etti. Bu itirazı basit bir duygusal tepki olmaktan çıkartıp eyleme dökülebilecek bir stratejiye dönüştürmek için belirli önceliklerin tespit edilmesi gerekiyordu.

Suriye hükümeti, Filistin hareketiyle ortak çıkarlara sahipti. Devlet, İsrail’in işgal ettiği Lübnan ve Cevlan’da onunla çatışma içerisindeydi. Gerici Arap rejimleriyle yani krallıklarla ortak çıkarlara sahip değildi.

1991’de ve 2003’te FHKC anlaşmazlık içerisinde bulunduğu Irak’taki Baas hükümetiyle benzer bir politikayı benimsedi, yani ABD’li işgalcilere karşı ulusal savunma yönünde çaba ortaya koyanlara destek sundu. Partiye göre, Irak ve Suriye’deki hükümetlerin yıkılması ve ABD emperyalizminin eline geçme ihtimali Arapların ulusal kurtuluş davası açısından felâketlere yol açacaktı.

Irak’ta mezhepçi savaşın iyice şiddetlendiği 2003 sonrası dönemde Amerika’nın Suriye’ye müdahalesinin Irak’taki gibi mezhepçiliği körükleyecek sonuçlara yol açıp açmayacağı sorusuna Habeş, şu cevabı veriyordu: “Umarım hiçbir Arap ülkesinde bu süreç yinelenmez. Ama muhtemelen yeniden yaşanacak, mezhepçilik yeniden körüklenecek, zira bu mezhepçilik eğilimini bizzat işgalci güç besliyor.”

İşin tuhaf yanı şu ki Habeş sonrasında Suriye’de hapis yattığı sürecin politik gelişiminde önemli bir rol oynadığını, birkaç ay hücrede kaldığı dönemi Marx, Engels ve Lenin okuyarak geçirdiğini söylüyor.

Son dönemde genelde savaş karşıtı, özelde Filistin’le dayanışma hareketi ile Suriye’nin bağını kopartmak için yoğun bir çaba ortaya kondu, kapsamlı bir propaganda faaliyeti yürütüldü. Bu çabalar üzerinden 2011’den beri ülkede yaşananlar yanlış aktarıldı, Suriye’nin Beşar Esad döneminde bölge genelinde oynadığı rolün niteliği görülmez oldu. Bu propaganda diline karşı koyanlar itibarsızlaştırıldı, tecrit edildi, lekelendi.

Filistin davasına destek sunan birçok ismin Esad’ın yıkılışına dur diyememiş, yol açtığı sonuçları anlayamamış, Suriye’nin Filistin, Lübnan ve Siyonist-emperyalist kurgulara bölgede karşı çıkanlar için sahip olduğu önemi görememiş olması üzücü ve hayal kırıklığına yol açan bir zaaf. Ama bu zaafın gösterilmiş olması hiç de şaşırtıcı değil.

Üzülmek şöyle dursun, kimi isimler, HTŞ ve Cevlani gibi hepimizin bildiği unsurların başarısına sevindiler veya süreci “ihtiyatlı bir iyimserlik”le karşıladılar. Suriye’nin geleceğine ve hükümetin yıkılışının tüm bölge nezdinde yol açacağı sonuçlara dair üzüntülerini ve korkularını ifade edenler “Esadçılık”la suçlandılar.

Bu olaylara sen nasıl tepki verdin? Filistin’le dayanış hareketi ile Suriye gibi güçler arasındaki bağın kopmuş olmasını, Filistin’e sunulan maddi desteğin son bulmasını nasıl değerlendiriyorsun?

Sorunda Filistin’le dayanışma hareketine mensup belirli kesimlerin tepkileriyle ilgili meseleleri üç başlıkta ele alıyorsun. Ben, burada bu üç husus üzerinde durulması gerektiği düşüncesindeyim.

Bahsini ettiğin ilk başlık, bilgi üretimi, analiz, ideoloji ve propaganda alanı ile ilgili. Küresel kuzeydeki dayanışma hareketi, çeşitli sebeplere bağlı olarak, Batı Asya’daki ulusal kurtuluş güçlerinin askeri imkânlarına maddi katkı sunabilecek konumda değil. Bugün için bu güçler, sadece kendi ülkelerindeki emperyalist devletlerin adımlarına mani olacak çalışmalar yürütebiliyorlar. Bu noktada bilinçlendirme ve ajitasyon çalışmaları en önemli unsurlar olarak öne çıkıyor.

Suriye hükümetinin yıkılışına sevinen kimi örgütler, küresel güneydeki bir ülkenin egemenliğinin ortadan kaldırılması konusunda emperyalist devletlerin uzun süredir ortaya koydukları çabaları görmeyen veya onlara destek çıkan bir bilincin şekillenmesine katkıda bulunuyorlar. Bu çabaların güneydeki başka ülkelerin egemenliğini yok ettiğini, bu yönde maddi destek sunan güçlerin becerilerini arttırdığını görmüyorlar. Nesnel planda dayanışma hareketi, Esad’ın yıkılışına destek sunmak suretiyle, emperyalizmin savaş dâhilinde belirlediği hedeflerine bir tür kuvvet çarpanı olarak katkıda bulunuyor.

Bahsini ettiğin ikinci mesele, HTŞ konusunda “bekleyip görelim” tutumu ile ilgili. Oysa bölgedeki ve dünyadaki yönelimler birer sır değil. Elimizde İdlib’i işgal eden bu güçlerle ilgili yığınla kanıt mevcut. Araç-gereçlerinin ve askerlerinin nereden geldiği belli. 2011’den beri Suriye Arap Cumhuriyeti’ne karşı yürütülen örtük savaşta NATO’nun üs bölgesi olan Türkiye, önemli bir harekât noktası olarak iş gördü. Diğer bir nokta da Ürdün’dü.

Türkiye, Suriye’yle uzun zamandır ilişkili. 1939’da İskenderun’u ele geçiren Türkiye, HTŞ’nin Aralık’ta Şam’ı ele geçirmesi sürecinde önemli bir rol oynadı. Ermenilere, Kürdlere, Alevilere ve Hristiyanlara karşı yobaz fikirlerin beslenmesine katkıda bulundu. Tekfirci akımlar, Türkiye’nin desteğinde hareket etti. Aksi yönde ifadelere başvursalar da bu ekipler, Filistin’in kurtuluşunu hiçbir zaman öncelikli bir mesele olarak görmediler. Ulusal kurtuluş anlayışına felsefi düzeyde karşı çıktılar. Bu güçler, Siyonizm karşıtlığının her türden somut biçiminin karşısına İran’a karşı duvar örme seçeneğini öncelikli gördüler.

Suriye’deki savaşa destek veren kimi isimler, bugün Siyonist teşekkülün HTŞ’den korktuğu için Suriye ordusuna ait tesislere ve araştırma merkezlerine saldırdığını iddia ediyorlar. Bu iddia iki şekilde cevaplanabilir:

1. İsrail’in askeri bilgi depolarını imha eden saldırıları, silah sistemlerine yönelik saldırılardan daha fazla zarara yol açmıştır. Zira bu depolarda biriken bilgi, doğrudan veya vekil güçler aracılığıyla Suriye Arap Cumhuriyeti’nin İsrail’e karşı yürüttüğü faaliyetler dâhilinde bir araya getirdiği bilgilerdi.

2. İsrail, hükümetin yıkılmasının ardından gerekli fırsatı elde edebildiği için, hemen harekete geçip askeri altyapıyı yok etti. Bölgede hâkim bir güç olarak İsrail hava kuvvetleri risk altındaydı. “Niteliksel Askeri Eşik” ismini taşıyan doktrinlerinin amacı, bölge halklarını şok edip dehşete sürüklemekti.

İsrail, Aksa Tufanı operasyonuna soykırımla cevap verdi, zira o, zaaflarının açığa çıkması ardından askeri gücünün her yere ve her şeye yetişebileceğini göstermek zorunda kaldı. Suriye hükümeti yıkılmazdan önce İsrail, direniş alanlarına ve altyapıya saldırmıştı, 2011’den beri süren bu saldırılar sınırlı bir nitelik arz etmiş, İsrail askeri güçleri hemen geri çekilmişlerdi. Suriye Arap Cumhuriyeti varken hava savunma sistemleri Suriye’nin egemenliğini koruma imkânına sahipti. Emperyalizmin devleti intikam amaçlı aşındırma çabalarına rağmen bu koruma faaliyeti sürdü.

3. Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi’nin kullandığı tabirle “sahte bölgecilik”, dayanışma hareketine mensup kişi ve örgütlerin tavrını tanımlayan bir tabir. Bu tabir, sanki Filistin, Lübnan ve Suriye belirli kişilerin etrafında tavaf ediyormuş gibi konuşanları anlatıyor. Michael Parenti’nin kullandığı “rastlantı teorisi” de süreci anlamak için kâfi gelmiyor.

Bu noktada olayların seyrine bakmak gerekiyor. Kasım 2024’te Güney Lübnan’da Hizbullah’ın ağır kayıplar yaşadığı dönemde Siyonist teşekkülün yürüttüğü operasyonlar, yenilgilerle yüzleşti. Üstün hava güçleriyle büyük zararlar vermesine rağmen Litani Nehri’nin kuzeyinde Hizbullah’ın cephaneliğine de kullandığı güzergahı da yok edemedi. Bu sebeple İsrail Savunma Güçleri, kara harekâtı başlattı ama bu harekât Hizbullah askerlerinin pusuları neticesinde hiçbir sonuç vermedi.

26 Kasım günü ABD’nin Lübnan elçisi (Kudüslü bir ailenin oğlu) Amos Hochstein, BM’nin 1701 sayılı kararında belirtilmiş şartlar uyarınca bir ateşkes anlaşmasına aracılık etti. Ertesi gün, HTŞ ve Suriye Ulusal Ordusu Suriye hükümetine karşı yıldırım harekâtı başlattı. 8 Aralık günü HTŞ Humus’u ele geçirdi, böylelikle Irak’tan gelip Suriye üzerinden Güney Lübnan’a uzanan, silah nakliyatı için kullanılan köprüyü kapattı. Akşam karanlığında bu güçler Şam’daki hükümeti devirdiler. Aynı gün İsrail, Suriye ile Güney Lübnan arasındaki sınır bölgelerini kuşatmak adına, kuzeye doğru ilerleyerek Katana’nın ötesine geçti. Burada amaç bir “tampon bölge” oluşturmaktı.

Şurası açık ki ABD, Lübnan’daki “ateşkes” anlaşması sürecini Suriye’ye yönelik saldırı planlarıyla bağlantılı olarak yürütmüştü. Burada amaç, İsrail’in Lübnan’daki kayıplarını telafi etmekti. Birçok gözlemcinin gördüğü bu gerçeği kimse dikkate almadı. Sayısız örgüt, bu aleni bağlantıya hiçbir şekilde değinmedi. ABD ve İsrail’in direnişe karşı, bölgesel düzeyde elde ettiği mevzilere kimse değinmedi.

Ben bu noktada insanların Gassan Kenefani’nin 1964 tarihli “Yemen ve Irak: Tek Bir Hikâye mi İki Ayrı Hikâye mi?” başlıklı makalesini okumalarını öneriyorum. Bu makalede Kenefani, Yemen’de ve Irak’ta cereyan eden ve birbiriyle alakasızmış gibi görünen olayların esasında birbiriyle bağlantılı olduğunu, bölgenin bir bütün olarak analiz edilebileceğini söylüyor. Devamında da “Elimizde tutarlı bir analiz hattı varsa bu tür şeylerin rastlantısal olarak cereyan ettiklerine dair tespit kabul edilir olmaktan çıkıyor” diyor.

Kaynak

İkinci Bölüm


0 Yorum: