Patrick Higgins Mülâkatı
Louis Allday
18 Şubat 2025
Bu
mülâkatta Louis Allday, araştırmacı-yazar Patrick Higgins’le Suriye’nin
Filistin davasıyla uzun zamandır kurduğu çetrefilli ilişkiyi, Siyonizme yönelik
muhalefeti, Suriye’nin emperyalizmle ilişkisini, bir bütün olarak dünya sistemi
içerisinde, özellikle 2011’den beri üstlendiği rolü, bunun yanında, ülke ve
ülkedeki olayların herkesçe çarpık bir biçimde idrak edilmesine sebep olan
propaganda gibi konuları konuşuyor. Ayrıca mülâkatta, Suriye hükümetinin Aralık
2024’te yıkılışının, on yılı aşkın bir zamandır ABD’nin öncülük ettiği
saldırıların ve yıkıcı faaliyetlerin zirvesi olan gelişmenin olası sonuçları,
Suriye’nin kaderinin sadece kendi halkı değil, tüm bölge ve dünya için neden bu
kadar önemli olduğu üzerinde duruluyor.
* * *
Bu
mülâkat talebimizi kabul ettiğin için teşekkür ederiz Patrick. Birkaç ay önce
yaparız demiştik ama fırsat bulamamıştık, bugün nihayet gerçekleşiyor
olmasından dolayı çok mutlu olduğumu belirtmeliyim. Kanaatimce içinde olduğumuz
an, Suriye’nin Siyonizmle, ABD emperyalizmiyle ve Filistin davasıyla ilişkisini
dürüstlükle ve belirli bir açıklıkla ele almak için oldukça önemli bir an.
Özellikle Aralık 2024’te Suriye hükümetinin yıkılışıyla birlikte dönemin sahip
olduğu önem daha da arttı. Konuyla ilgili önemli bir çalışmaya imza atmış,
yıllardır bu konuda ilkeli bir duruş sergilemiş bir isim olarak senin bu
değerlendirmeyi yapabilecek az sayıda insandan biri olduğunu düşünüyorum.
Dolayısıyla, bize vakit ayırdığın için çok teşekkür ederim.
Yıllardır
Suriye konusunda benim önemli bir mihenk taşı olarak gördüğüm bir yazar olarak
seninle konuşma fırsatı bulduğum için asıl ben sana teşekkürlerimi iletmek
isterim. Meseleye dair idrakimi ve analizlerimi geliştirmek adına on yılı aşkın
bir zamandır notlarımı, makale taslaklarımı ve araştırma kaynaklarımı
paylaştığım bir isimsin sen. Sen de Suriye’nin kaderinin çok önemli olduğu
hususunda benimle aynı fikirdesin. Suriye, kendisi için olduğu kadar Filistin
davası ve tüm dünya sistemi için önemli.
Kesinlikle
öyle. Bunun sonucunda sen ve birçok isim de benim gibi bir tür delüzyon,
kaybolmuşluk hissine kapıldı. Dolayısıyla, şunu söylemek abartılı olmaz:
hepimiz, yaşanan olaylar, bilhassa İsrail’in ilk elden hükümetin devrilmesinden
hemen sonra Suriye’nin savunma kapasitesini yok edişi, hatta Golan Tepeleri’ni
geçip Suriye toprağını işgal edişi karşısında endişeye kapıldık. Onca ucuz
karalama kampanyasında dile getirilen argümanların aksine, bizim derdiğimiz,
bir birey veya lider olarak Beşar Esad değildi. Ona bel bağlıyor değildik. Onca
hakareti işittik ama bizim asıl derdimiz, Suriye hükümetine sunduğumuz desteğin
asıl sebebi, bizim uzun zamandır emperyalizmin inşa ettiği hâkim söyleme ve
dile karşı çıkmayı seçmiş olmamızdı. Ben, senin meseleyi nasıl gördüğünü merak
ediyorum. Son gelişmelere sen nasıl tepki verdin? Suriye Arap Cumhuriyeti’nin
sonunu ülkenin ve bölgenin genel tarihsel bağlamı dâhilinde nasıl
değerlendirirsin?
Suriye
Arap Cumhuriyeti’nin yıkılışı, ABD öncülüğünde hareket eden emperyalist dünya
sistemine karşı verilen Arapların kurtuluş mücadelesini tümden alışmadığı bir
duruma sürükledi. Batı sömürgeciliğinin ilk gününden beri Batı Asya halkları,
bağımsızlık, egemenlik ve kalkınma için farklı politik ve askeri mücadele
biçimlerine başvurdular. İngiliz ve Fransız imparatorlukları bölgeyi taksim
ettiler. Halkları sınırlarla ve kontrol noktalarıyla böldüler. Devletleri doğal
kaynaklar için rekabet etmeye zorladılar. Farklı gümrük ve piyasa kurallarıyla
hareket eden devletleri ticaretin yol açtığı anarşiye mahkûm ettiler.
Ekonomideki anarşiye askeri alandaki örgütsüzlük eşlik etti.
Emperyalistler,
Batı Asya ülkelerinin askeri güçlere karşı güçlü bir direniş ortaya koyma
becerisini zayıflattılar. Bölgenin parçalanması sonucu oluşan ülkelerde
sömürgecilik, devleti mezhepçilik temelinde inşa etti. Lübnan ve Suriye’de bu
durum halklar arasındaki güvensizliğe zemin hazırladı, toplum din ve etnisite
temelinde bölündü. Bugün Suriye’de farklı gruplar arasında cereyan eden
çatışmadan en çok da emperyalizm istifade ediyor. Emperyalizm, Batı Asya’da
çoğunluğu teşkil eden yoksulların ağır şartlarda yaşamalarına neden oluyor.
1945’ten,
yani İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden beri bu şartların
sürdürülmesinden, sorunların derinleşmesinden, Suriye ve Irak’ın bölünmesinden
sorumlu asli unsur ABD. Sömürgeciliğin çizdiği ayrım çizgilerini dikine kesen
coğrafya, tarih, dil ve kültüre bağlı sebepler üzerinden Arap ulusal hareketi,
misal, NATO üyesi Türkiye’ye karşı mücadele eden Kürt ulusal hareketi gibi
örgütlü direniş hareketleri var olsa da, tarihsel düzlemde Batı Asya ve Kuzey
Afrika’da ABD emperyalizmine karşı sürdürülen örgütlü direnişin dümenini ele
geçirdi.
Arapların
kurtuluş hareketi içerisinde kırkların sonunda ABD destekli Siyonist
yerleşimci-sömürgeci hareketin fethettiği Filistin, uzlaşma noktası olarak iş
gördü, süreç içerisinde Kuzey Afrika’dan Arap Yarımadası’na dek uzanan
coğrafyada halkları birleştirdi. Tabii küresel güneye en fazla zulmeden güç
olarak ABD ile birlikte Arapların ve Filistinlilerin kurtuluş hareketlerinin
kaderi, dünya halklarının büyük çoğunluğunun asli ilgi konusu hâline geldi.
Dolayısıyla, mevcut durumun genel hatları bağlamında bizim bugün Suriye ile
ilgili olarak şu soruları sormamız gerekiyor: Suriye, ABD öncülüğünde hareket
eden emperyalizme karşı Arapların ve Filistinlilerin verdikleri kurtuluş
mücadelelerinde ne tür bir rol üstlendi? Suriye hükümeti ve devlet sistemleri
bu rol nezdinde ne kadar önemli?
1946’da
bağımsız olan Suriye, o günden itibaren, istikrarı, gelişmiş, ilerici ve
bağımsız bir ülke kimliğiyle, Batı Asya’nın merkezinde yürütülen operasyonlar
için bir tür üs olarak iş gördü. Suriye, kralcı rejimde kopup cumhuriyetçiliğe
yüzünü dönen ilk ülkeydi. Bugünse ABD’nin dünyanın en büyük emperyalist gücü
hâline geldiği günden bu yana ilk kez Arapların kurtuluşu için mücadele eden
güçler, karşılarında istikrarsız, gerici, kalkınma sürecinden kopmuş,
egemenlikten yoksun bir Suriye buldular. Ülke, başta ABD, İsrail ve Türkiye
olmak üzere emperyalist ve altemperyalist güçlerce işgal edilip parçalandı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Arapların ve Filistinlilerin kurtuluşu için
mücadele eden hareketler, böylesi bir durumla ilk kez karşılaştılar. Daha önce
temelde egemen bir devlet olarak Suriye’nin varlığı üzerinden hareket
ediliyordu.
Bugün
hangi haritaya bakarsanız, Suriye’nin ve toprak bütünlüğünün ne kadar önemli
olduğunu görürsünüz. Körfez ülkeleri kadar petrolü ve doğal gazı olmasa da
Suriye Arap coğrafyasının merkezidir, bölgedeki faaliyetleri birbirine bağlayan
kavşaktır, kültürün ve tarihin kalbidir. Lübnanlı siyasetçi Velid Canpolat’ın
da bir vakitler dile getirdiği biçimiyle, bölgedeki politik oyuncuların
Suriye’yi görmezden gelmeleri mümkün değil. Herkes onunla bir biçimde uğraşmak
zorunda. Başında kim olursa olsun, Suriye öyle ya da böyle hâlen daha önemli.
Bununla
birlikte, senin de kullandığın ifadeyle “Suriye Arap Cumhuriyeti”, Beşar Esad’ı
ve çevresini aşan bir devlet sistemi olarak, Suriye devrimleri dalgasının bir
ürünü. Bu anlamda, Esad’ın temsil ettiği sınıf ve bu sınıfın Suriye’nin
emperyalizme karşı savunmasının zayıflatılmasında oynadığı rol ile ilgili
analizin önemli olduğunu görmek gerekiyor.
En
azından, tam anlamıyla işletilmese de Suriye Arap Cumhuriyeti’nin üç önemli
ilkeyi yeniden ürettiğini düşünüyorum: bugün Şam’da iktidarda olanlar Arapların
ve Filistinlilerin kurtuluş mücadelesi için kıymet arz eden bu üç ideolojik
ilkeye karşı çıkıyorlar.
1.
Suriye’nin genelde Arap bölgesine özelde Filistin’e karşı sorumluluğunu ifade
eden Panarabizm;
2.
Suriye’nin kendi halkının yetenek ve becerilerinden dini yönelimler veya
cinsiyet temelinde kimi kısıtlamalar getirmeksizin istifade etme imkânı sunan
laiklik;
3.
Suriye’nin ulusal varlıklarının yabancıların eline geçmesine izin vermeyen
sosyalizm.
Ben,
sosyalizmin ulusal egemenliğin korunması, ulusal egemenliğin de emperyalizme
karşı direniş ve onun mağlup edilmesi konusunda çok önemli olduğuna inanıyorum.
Senin
de “Şam’ın Peşinde: ABD’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’ne Karşı Yürüttüğü Savaş”
başlığını taşıyan makalende gayet ustalıkla aktardığım gibi, Suriye’nin
Filistin davasına sunduğu destek, ABD’nin bu ülkeye uzun süredir karşı
olmasının, 2011’de hükümetine karşı örtülü savaş yürütme kararı almasının asli
sebeplerinden biri. Tabii bu noktada Suriye ile Filistin kurtuluş hareketi
arasındaki ilişkinin tek bir biçim altında yürümediğini, her daim ileriye doğru
düz bir hattı takip etmediğini, 1975-1976’da yaşanan Lübnan İç Savaşı gibi
karanlık momentlerde Suriye’nin belirli bir rol oynadığını hatırlatmak gerek.
Ama gene de bazı insanların dediğinin aksine, bu olaylar, söz konusu ilişkinin
ana niteliğini ortaya koymadığını söylemeliyiz. Suriye, Filistin davasının
desteklenmesinde farklı dönemlerde özel ve önemli bir rol üstlendi. Örneğin,
kısa süre önce izlediğim bir videoda Suriye’yi farklı zamanlarda eleştirmiş bir
isim olan FHKC lideri Corc Habeş, 1983’te Cezayir’de toplanan Filistin Ulusal
Meclisi’ne hitaben yaptığı konuşmada, Filistin devriminin gücünün doğrudan
Suriye’nin gücüne bağlı olduğunu söylüyor, ardından da Suriye ile bağları
pekiştirme ve derinleştirme çağrısı yapıyordu. Aradan geçen kırk yıl içerisinde
çok şey değişti, ama birçok dinamik olduğu gibi kaldı. Ben, bu noktada senin
Suriye-Filistin ilişkisinin tarihine dair fikirlerini merak ediyorum. Habeş’in
açıklamasını ne tür bir bağlama oturtmalıyız? Suriye, Filistin davasına
başkalarının sunmadığı veya sunamadığı desteği sundu. Sen bu desteği nasıl açıklıyorsun?
Suriye
Arap Cumhuriyeti sayesinde Suriye, Filistin’e farklı biçim ve ölçeklerde destek
sundu. Bu noktada Suriye, Arap Cumhuriyeti ve Baas Partisi kurulmazdan önce
Filistin kurtuluş mücadelesine verdiği destekle diğer Arap ülkeleri içerisinde
özel bir yere sahip. Tabii bu noktada İzzeddin Kassam’dan söz etmek gerek.
Kassam, 1936’daki intifadaya kapı aralayan, Siyonist yerleşimcilere ve İngiliz
mandasına karşı isyanı gerçekleştiren isim. Kassam, yola Suriye’nin sahil kenti
Ceble’den yola koyulmuştu.
1947’de
Suriye’nin seçimle işbaşına gelmiş cumhurbaşkanı Şükrü Kuveytli’nin emriyle,
Şam’da Arap Kurtuluş Ordusu kuruldu. Nekbe’yi durdurmak amacıyla Filistin’e
girecek olan orduyu Arap ülkelerinden gelen gönüllüler oluşturuyordu.
Suriye,
Filistin konusunda diğer Arap ülkeleri içerisinde özel bir yere sahipti. Bu
sayede manevra kabiliyeti elde etti. Bu kabiliyete sahip olmasının, Filistin
konusunda önemli adımlar atabilmesinin en önemli sebeplerinden biri, onun
kralcılık karşıtı ve cumhuriyetçi oluşuydu. 1920’de Suriye’de kısa süre tahtta
kalmış olan kral Faysal gibi bölgenin önde gelen isimleri, halk desteğinden
yoksundu ve genelde emperyalist güçlerin nakit ödedikleri maaşlara bel
bağlamışlardı. Suriye’de Faysal iktidardayken Lübnan’ın ayrılması ve
Filistin’in Siyonistlere teslim edilmesi gibi önerilerle yüzleşti, bir yandan
da İngilizlerin ve Fransızların baskılarıyla ve yeni oluşan Suriye Kongresi’yle
uğraşmak zorunda kaldı. Bir süre sonra iki efendiye aynı anda hizmet edilemeyeceği
görüldü. Suriye halkı, kralı devirdi ve kralcılığı mezara gömdü.
Suriye’de
cumhuriyetçilik, 1925’teki Büyük Suriye İsyanı gibi halkın coğrafi ve kültürel
açıdan farklılaşmış kesimlerini birleştiren sömürgecilik karşıtı hareketlerle
birlikte gelişti. Bu 1925’teki isyan Dürzi Dağı’nı merkez alan, Fransız
mandacılığına karşı yürütülen, gerilla mücadelesi temelli ayaklanmayı ifade
ediyordu. Bu sömürgecilik karşıtı hareketler, aynı zamanda Fransa’daki Vichy ve
Dögol hükümetlerine karşı kırklı yıllar boyunca gerçekleştirilen isyanlardan da
beslendi. Ama toprak sahiplerinden ve eski asillerden oluşan Suriye
kongrelerini sınıfsal niteliği Suriye’nin Filistin’le ilişkileri dâhilinde
atacağı adımları kısıtladı. Bazen işbirliğine giden bazen de rekabet eden
unsurlar olarak Arap Sosyalist Baas Partisi, Suriye Komünist Partisi hatta
Suriye Sosyal Milliyetçi Parti gibi partilerin kurulduğu süreç, köylülük, işçi
sınıfı, aydınlar ve işsizler gibi halk sınıflarının devletle ilişkilerini
onları ulusal kalkınma projesine dâhil etmek suretiyle biçimlendirdi.
Devlet
iktidarının desteklediği ulusal kurumlar, Filistin ve Cezayir gibi ulusal
kurtuluş mücadelesi veren ülkelere askeri ve toplumsal destek sunma imkânı
yarattılar. Bu destek, gönüllüler üzerine kurulu gerilla birliklerinin
sınırlarını aşan bir destekti.
Süreç
içerisinde Baas Partisi ile birleşen Arap Sosyalist Partisi’nin kurucusu Ekrem
Hurani, memleketi Hama’da yaşayan köylülerin maruz kaldıkları berbat koşullar
karşısında şunu söylüyordu: “Toprak sorununu çözmeyen her yeni anayasa, akim
kalacaktır.” Topraklarını Siyonistlere satan Filistinli toprak sahiplerinin
ihaneti yüzünden Nekbe’nin gerçekleştiğini söyleyen Hurani, Suriye’deki toprak
ağalarının da aynı şeyi yapmaya hevesli olduğuna inanıyordu. İşte bu sınıfsal
analiz üzerinden Suriye Filistin’le ilgili konumunu değiştirdi. İnsani yardımı
esas alan duygusal empatiden uzaklaşan bu konum, Filistin’e sunulacak desteği
Suriye’nin ulusal güvenlik için yaşamsal ve varoluşsal bir zorunluluk olarak
gören bir yaklaşımı temel almaya başladı.
Bugün
Habeş’ten aktardığın söz bu özel bağlamın ürünü. Habeş, Suriye’de edindiği
kişisel deneyimleri üzerinden konuşuyor. Ellilerde Habeş, Ürdün’de ve Lübnan’da
Birleşik Arap Cumhuriyeti gayesi doğrultusunda hareket eden, Nasırcılık
temelinde örgütlenme faaliyeti yürüten bir isimdi. 1958-1961 arası dönemde
Suriye Mısır’la birleşti. Bu proje, kısa süre içerisinde başarısız oldu fakat
birkaç yönden Suriye’yi dönüştürdü. Ülke, bu dönemde tarım reformuna tanık
oldu. Bu da halk sınıflarının devlet içerisinde yer bulmasını sağladı.
Baasçıların gerçekleştirdiği iki darbe sayesinde reformların kapsamı genişledi.
1963’te “ilk dönem Baasçılar”ın gerçekleştirdiği darbeyi partinin kurucu
unsurlarına karşı hareket eden “Ulusal Komuta” adı verilen radikal askeri
kanadın 1966’da gerçekleştirdiği darbe takip etti. Ulusal Komuta özünde
Marksist-Leninistti. Filistin davası ile Suriye’deki sınıf meselesi arasında
bağ kuran bu ekip, Filistinli fedailerin desteklenmesi, yönlendirilmesi hatta
komuta edilmesi düzleminde önemli adımlar attı. FHKC 1967’de tam da bu bağlamda
kuruldu. Cephe, esas olarak Suriye’de faal olan örgütlerin içinden çıktı.
Kanaatimce Habeş, bu dönemin sunduğu imkânlar üzerinden konuşuyor. İlgili
dönem, Filistinlilere eğitim alacakları alanı, savaşta kullanılacak silâhları,
araştırma için gerekli parayı temin eden Suriye devleti, Filistinlilerin
çıkarlarıyla örtüşen çıkarları üzerinden önemli kapılar açıyor.
FHKC’nin
1969 tarihli “Filistin’in Kurtuluşu İçin Strateji” isimli belgesi, “Arap
Coğrafyasında Devrim Güçleri” başlıklı bölümde ilgili yönelimin teorik zeminini
değerlendiriyor. Burada Mısır, Irak, Cezayir, Güney Yemen ve Suriye’deki
“milliyetçi rejimler”den bahsediliyor ve bunların sosyalizme yönelmeye
başlamış, feodalizmin ve kapitalizmin temsil ettiği Arap gericiliği yanında
emperyalizme, Siyonizme, İsrail’e karşı oldukları söylüyor. Ama öte yandan, bu
rejimlerin küçük burjuva milliyetçilerinin öncülüğünde hareket ettiği üzerinde
duruluyor. Belgeye göre, bu sınıfın bakış açısı köylülükten kurtulma imkânı
sunan kurumu, yani orduyu aşamıyor. Küçük burjuva rejimler, bu sebeple teorik
programlarını ordu üzerine kuruyorlar, bu anlamda geleneksel askeri devlet
anlayışına ait savaş stratejilerini benimsiyorlar. FHKC, buradan, devrimci
güçlerin bu devletlerle ilişkilerinin zamanla “ittifakı ve çatışmalı bir
ilişkiyi koşullayacağı öngörüsünde bulunuyor. Ona göre, ilgili devletlerin
sınıfsal niteliğine bağlı olarak devrimci güçler İsrail karşıtlığı düzleminde
ittifak kuracaklar ama mücadele dâhilinde benimsedikleri stratejiler konusunda
onlarla çatışma yaşayacaklar.
Başka
bir ifadeyle, küçük burjuva devletle devrimci güçler birbiriyle çakışan,
örtüşen çıkarlara sahipler, ama bu çıkarlar denk değil. Habeş, tüm bu gerçeği
kendi kişisel deneyimi üzerinden görüyor. Hafız Esad’ın 1970’deki “Düzeltici
Hareket” sonrası Filistin’e yönelik vaatlerine sırtını dönmesinden önce Habeş,
1968 yılında Suriye’de hapse atıldı. Bu dönemde Suriye devletiyle FHKC
arasındaki ilişkiler genelde gergindi. Esad’ın başa geçmesi sonrası devletle
Filistin ulusal kurtuluş mücadelesi arasındaki ilişki daha da gerildi. Senin de
bahsini ettiğin, Suriye’nin 1976’da Lübnan’a girişi Suriye ile Fetih arasındaki
düşmanlığı derinleştirdi. Esad, bu süreçte kontrolü altındaki bölgelerde
Fetih’in hareket alanını epey kısıtladı. Aradaki gerilim, Fetih içindeki
ayrışmaları tetikledi. Filistinli güçlerin Suriye’ye yönelik güvensizliği hiç
azalmadı. Suriye devleti, farklı örgütlere mensup Filistinlileri hapse atmaya
devam etti. Ama bir yandan da söz konusu örgütlere eğitim imkânları, malzeme ve
destek sunmayı sürdürdü. Bağlantıları bir biçimde muhafaza etti.
Süreci
kendince idrak eden Habeş’in derdi, kendisini hapse atanlardan intikam almak
veya Suriye hükümetini basit bir ahlakçılık zemininde değerlendirmek değildi.
Ona göre Suriye devleti “küçük burjuva askeri bir devlet”ti. Bu bilimsel
değerlendirme, Filistin devrimine uzanan yolda partisine yol gösterecek
kılavuzdu.
1983’e
geri dönersek, FKÖ o dönemde Lübnan’ı terk ediyordu. FKÖ içerisindeki en büyük
yapı olan Fetih, barış için gizli görüşmeler yürütüyordu. Zamanla, Oslo
Anlaşmaları’nda zirveye ulaşacak ciddi bir stratejik anlaşmazlık ortaya çıktı.
FHKC, barış görüşmelerine itiraz etti. Bu itirazı basit bir duygusal tepki
olmaktan çıkartıp eyleme dökülebilecek bir stratejiye dönüştürmek için belirli
önceliklerin tespit edilmesi gerekiyordu.
Suriye
hükümeti, Filistin hareketiyle ortak çıkarlara sahipti. Devlet, İsrail’in işgal
ettiği Lübnan ve Cevlan’da onunla çatışma içerisindeydi. Gerici Arap
rejimleriyle yani krallıklarla ortak çıkarlara sahip değildi.
1991’de
ve 2003’te FHKC anlaşmazlık içerisinde bulunduğu Irak’taki Baas hükümetiyle
benzer bir politikayı benimsedi, yani ABD’li işgalcilere karşı ulusal savunma
yönünde çaba ortaya koyanlara destek sundu. Partiye göre, Irak ve Suriye’deki
hükümetlerin yıkılması ve ABD emperyalizminin eline geçme ihtimali Arapların
ulusal kurtuluş davası açısından felâketlere yol açacaktı.
Irak’ta
mezhepçi savaşın iyice şiddetlendiği 2003 sonrası dönemde Amerika’nın Suriye’ye
müdahalesinin Irak’taki gibi mezhepçiliği körükleyecek sonuçlara yol açıp
açmayacağı sorusuna Habeş, şu cevabı veriyordu: “Umarım hiçbir Arap ülkesinde
bu süreç yinelenmez. Ama muhtemelen yeniden yaşanacak, mezhepçilik yeniden
körüklenecek, zira bu mezhepçilik eğilimini bizzat işgalci güç besliyor.”
İşin
tuhaf yanı şu ki Habeş sonrasında Suriye’de hapis yattığı sürecin politik
gelişiminde önemli bir rol oynadığını, birkaç ay hücrede kaldığı dönemi Marx,
Engels ve Lenin okuyarak geçirdiğini söylüyor.
Son
dönemde genelde savaş karşıtı, özelde Filistin’le dayanışma hareketi ile
Suriye’nin bağını kopartmak için yoğun bir çaba ortaya kondu, kapsamlı bir
propaganda faaliyeti yürütüldü. Bu çabalar üzerinden 2011’den beri ülkede
yaşananlar yanlış aktarıldı, Suriye’nin Beşar Esad döneminde bölge genelinde
oynadığı rolün niteliği görülmez oldu. Bu propaganda diline karşı koyanlar
itibarsızlaştırıldı, tecrit edildi, lekelendi.
Filistin
davasına destek sunan birçok ismin Esad’ın yıkılışına dur diyememiş, yol açtığı
sonuçları anlayamamış, Suriye’nin Filistin, Lübnan ve Siyonist-emperyalist
kurgulara bölgede karşı çıkanlar için sahip olduğu önemi görememiş olması üzücü
ve hayal kırıklığına yol açan bir zaaf. Ama bu zaafın gösterilmiş olması hiç de
şaşırtıcı değil.
Üzülmek
şöyle dursun, kimi isimler, HTŞ ve Cevlani gibi hepimizin bildiği unsurların
başarısına sevindiler veya süreci “ihtiyatlı bir iyimserlik”le karşıladılar.
Suriye’nin geleceğine ve hükümetin yıkılışının tüm bölge nezdinde yol açacağı
sonuçlara dair üzüntülerini ve korkularını ifade edenler “Esadçılık”la
suçlandılar.
Bu
olaylara sen nasıl tepki verdin? Filistin’le dayanış hareketi ile Suriye gibi
güçler arasındaki bağın kopmuş olmasını, Filistin’e sunulan maddi desteğin son
bulmasını nasıl değerlendiriyorsun?
Sorunda
Filistin’le dayanışma hareketine mensup belirli kesimlerin tepkileriyle ilgili
meseleleri üç başlıkta ele alıyorsun. Ben, burada bu üç husus üzerinde
durulması gerektiği düşüncesindeyim.
Bahsini
ettiğin ilk başlık, bilgi üretimi, analiz, ideoloji ve propaganda alanı ile
ilgili. Küresel kuzeydeki dayanışma hareketi, çeşitli sebeplere bağlı olarak,
Batı Asya’daki ulusal kurtuluş güçlerinin askeri imkânlarına maddi katkı
sunabilecek konumda değil. Bugün için bu güçler, sadece kendi ülkelerindeki
emperyalist devletlerin adımlarına mani olacak çalışmalar yürütebiliyorlar. Bu
noktada bilinçlendirme ve ajitasyon çalışmaları en önemli unsurlar olarak öne
çıkıyor.
Suriye
hükümetinin yıkılışına sevinen kimi örgütler, küresel güneydeki bir ülkenin
egemenliğinin ortadan kaldırılması konusunda emperyalist devletlerin uzun
süredir ortaya koydukları çabaları görmeyen veya onlara destek çıkan bir
bilincin şekillenmesine katkıda bulunuyorlar. Bu çabaların güneydeki başka
ülkelerin egemenliğini yok ettiğini, bu yönde maddi destek sunan güçlerin
becerilerini arttırdığını görmüyorlar. Nesnel planda dayanışma hareketi,
Esad’ın yıkılışına destek sunmak suretiyle, emperyalizmin savaş dâhilinde
belirlediği hedeflerine bir tür kuvvet çarpanı olarak katkıda bulunuyor.
Bahsini
ettiğin ikinci mesele, HTŞ konusunda “bekleyip görelim” tutumu ile ilgili. Oysa
bölgedeki ve dünyadaki yönelimler birer sır değil. Elimizde İdlib’i işgal eden
bu güçlerle ilgili yığınla kanıt mevcut. Araç-gereçlerinin ve askerlerinin
nereden geldiği belli. 2011’den beri Suriye Arap Cumhuriyeti’ne karşı yürütülen
örtük savaşta NATO’nun üs bölgesi olan Türkiye, önemli bir harekât noktası
olarak iş gördü. Diğer bir nokta da Ürdün’dü.
Türkiye,
Suriye’yle uzun zamandır ilişkili. 1939’da İskenderun’u ele geçiren Türkiye,
HTŞ’nin Aralık’ta Şam’ı ele geçirmesi sürecinde önemli bir rol oynadı.
Ermenilere, Kürdlere, Alevilere ve Hristiyanlara karşı yobaz fikirlerin
beslenmesine katkıda bulundu. Tekfirci akımlar, Türkiye’nin desteğinde hareket
etti. Aksi yönde ifadelere başvursalar da bu ekipler, Filistin’in kurtuluşunu
hiçbir zaman öncelikli bir mesele olarak görmediler. Ulusal kurtuluş anlayışına
felsefi düzeyde karşı çıktılar. Bu güçler, Siyonizm karşıtlığının her türden
somut biçiminin karşısına İran’a karşı duvar örme seçeneğini öncelikli
gördüler.
Suriye’deki
savaşa destek veren kimi isimler, bugün Siyonist teşekkülün HTŞ’den korktuğu
için Suriye ordusuna ait tesislere ve araştırma merkezlerine saldırdığını iddia
ediyorlar. Bu iddia iki şekilde cevaplanabilir:
1.
İsrail’in askeri bilgi depolarını imha eden saldırıları, silah sistemlerine
yönelik saldırılardan daha fazla zarara yol açmıştır. Zira bu depolarda biriken
bilgi, doğrudan veya vekil güçler aracılığıyla Suriye Arap Cumhuriyeti’nin
İsrail’e karşı yürüttüğü faaliyetler dâhilinde bir araya getirdiği bilgilerdi.
2.
İsrail, hükümetin yıkılmasının ardından gerekli fırsatı elde edebildiği için,
hemen harekete geçip askeri altyapıyı yok etti. Bölgede hâkim bir güç olarak
İsrail hava kuvvetleri risk altındaydı. “Niteliksel Askeri Eşik” ismini taşıyan
doktrinlerinin amacı, bölge halklarını şok edip dehşete sürüklemekti.
İsrail,
Aksa Tufanı operasyonuna soykırımla cevap verdi, zira o, zaaflarının açığa
çıkması ardından askeri gücünün her yere ve her şeye yetişebileceğini göstermek
zorunda kaldı. Suriye hükümeti yıkılmazdan önce İsrail, direniş alanlarına ve
altyapıya saldırmıştı, 2011’den beri süren bu saldırılar sınırlı bir nitelik
arz etmiş, İsrail askeri güçleri hemen geri çekilmişlerdi. Suriye Arap
Cumhuriyeti varken hava savunma sistemleri Suriye’nin egemenliğini koruma
imkânına sahipti. Emperyalizmin devleti intikam amaçlı aşındırma çabalarına
rağmen bu koruma faaliyeti sürdü.
3.
Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi’nin kullandığı tabirle “sahte bölgecilik”,
dayanışma hareketine mensup kişi ve örgütlerin tavrını tanımlayan bir tabir. Bu
tabir, sanki Filistin, Lübnan ve Suriye belirli kişilerin etrafında tavaf
ediyormuş gibi konuşanları anlatıyor. Michael Parenti’nin kullandığı “rastlantı
teorisi” de süreci anlamak için kâfi gelmiyor.
Bu
noktada olayların seyrine bakmak gerekiyor. Kasım 2024’te Güney Lübnan’da
Hizbullah’ın ağır kayıplar yaşadığı dönemde Siyonist teşekkülün yürüttüğü
operasyonlar, yenilgilerle yüzleşti. Üstün hava güçleriyle büyük zararlar
vermesine rağmen Litani Nehri’nin kuzeyinde Hizbullah’ın cephaneliğine de
kullandığı güzergahı da yok edemedi. Bu sebeple İsrail Savunma Güçleri, kara
harekâtı başlattı ama bu harekât Hizbullah askerlerinin pusuları neticesinde
hiçbir sonuç vermedi.
26
Kasım günü ABD’nin Lübnan elçisi (Kudüslü bir ailenin oğlu) Amos Hochstein,
BM’nin 1701 sayılı kararında belirtilmiş şartlar uyarınca bir ateşkes
anlaşmasına aracılık etti. Ertesi gün, HTŞ ve Suriye Ulusal Ordusu Suriye
hükümetine karşı yıldırım harekâtı başlattı. 8 Aralık günü HTŞ Humus’u ele
geçirdi, böylelikle Irak’tan gelip Suriye üzerinden Güney Lübnan’a uzanan,
silah nakliyatı için kullanılan köprüyü kapattı. Akşam karanlığında bu güçler
Şam’daki hükümeti devirdiler. Aynı gün İsrail, Suriye ile Güney Lübnan
arasındaki sınır bölgelerini kuşatmak adına, kuzeye doğru ilerleyerek
Katana’nın ötesine geçti. Burada amaç bir “tampon bölge” oluşturmaktı.
Şurası
açık ki ABD, Lübnan’daki “ateşkes” anlaşması sürecini Suriye’ye yönelik saldırı
planlarıyla bağlantılı olarak yürütmüştü. Burada amaç, İsrail’in Lübnan’daki
kayıplarını telafi etmekti. Birçok gözlemcinin gördüğü bu gerçeği kimse dikkate
almadı. Sayısız örgüt, bu aleni bağlantıya hiçbir şekilde değinmedi. ABD ve
İsrail’in direnişe karşı, bölgesel düzeyde elde ettiği mevzilere kimse
değinmedi.
Ben
bu noktada insanların Gassan Kenefani’nin 1964 tarihli “Yemen ve Irak: Tek Bir
Hikâye mi İki Ayrı Hikâye mi?” başlıklı makalesini okumalarını öneriyorum. Bu
makalede Kenefani, Yemen’de ve Irak’ta cereyan eden ve birbiriyle alakasızmış
gibi görünen olayların esasında birbiriyle bağlantılı olduğunu, bölgenin bir
bütün olarak analiz edilebileceğini söylüyor. Devamında da “Elimizde tutarlı
bir analiz hattı varsa bu tür şeylerin rastlantısal olarak cereyan ettiklerine
dair tespit kabul edilir olmaktan çıkıyor” diyor.
Yanlış
hatırlamıyorsam, yaklaşık on yıl önce medyada, akademide ve başka alanlarda
Suriye’yle ilgili propagandanın yoğun bir biçimde, belki de bugünkü hâlinden
daha beter bir içerikle yürütüldüğü günlerde oturup seninle Suriye’ye dair
sohbetler ediyor, yazılar yazıyorduk. Sen, emperyalizmin dilinin gözdağı verme
ve zorbalama gibi taktiklerle kullanıldığı kötü niyetli eleştirilerle ve fikre
değil de şahsa yönelen saldırılarla yüzleştiğimde beni cesaretlendirmiş, bana
destek sunmuştun.
O
dönem de dediğim gibi, o günlerde en berbat tavrı sergileyen de, en rezil dili
kullanan da en korkunç analizleri yapanlar da solcular oldular. Robin Yasin
Kassab ve Gilbert Achcar bu solcular arasında yer alıyor. Bugün bu kişilere
hâlen daha kürsü veriliyor olması (burada EMEP’liler de kastediliyor -çn),
dillerine doladıkları yalanların hâlen daha yaygın bir biçimde kabul görüyor
olması beni deli ediyor. Son on yıl içerisinde yayılan yalan yanlış bilgilere
dönük baktığında, bu tür isimlerin yaydıkları en tehlikeli yalanlar içerisinde
hangileri üzerinde durursun?
Hakikati
gizleyenler, çok tehlikeli iddialar ortaya attılar. Hepsi de tarihte kayıtlı.
Bu isimler, gerçekliğe saldırarak, kafa karışıklığını beslediler. Bu noktada,
ABD ve İsrail’in Şam’daki Suriye hükümetine saldırmak gibi bir derdinin
olmadığını söylediler. Bazen bu yorumcular, ilk başta ABD’nin Körfez
ülkelerinin muhalif milislere teslim edeceği silahları sınırlandırmak veya bu
sevkiyata mani olmak gibi bir rol üstlendiğini iddia ettiler. Esad’ın ve Suriye
Arap Cumhuriyeti’nin mirasını sorgulayanlar, ABD, İsrail, Türkiye, Ürdün ve
Körfez Ülkeleri’nin Suriye’de yapıp ettiklerini hiç tartışmadılar. En korkunç
yalanları dile dökmekten çekinmediler. Teorik düzeyde bile herhangi bir
açıklama yapma gereği duyulmadı. Bize o günlerde ABD ve İsrail’in Esad’a destek
sundukları, çünkü Golan cephesindeki istikrarı değerli gördükleri söyleniyordu.
Suriye,
Hizbullah’a ve Filistinli direniş örgütlerine sunulan destekte önemli bir role
sahipti. İkinci İntifada’nın da 2006 Temmuzu’ndaki savaşta da onun payı vardı.
Bu sürecin sonunda İsrail, “istikrar”a kavuşmadı. Çünkü “istikrar”, ABD’nin her
dönem değer verdiği bir şey değildir. Irak, Libya ve Yemen’e açılan savaş, onun
istikrar talep ettiği iddialarını çürütür. O, sadece kendisi için istikrar
ister, şartlar kendi lehine değilse, bir ülkeyi önce istikrarsızlaştırır sonra
da kalkınma yolundan uzaklaştırır. Ali Kadri’nin gayet ikna edici makalesinde
dile getirdiği biçimiyle, kalkınma yolundan uzaklaştırma girişimleri, ABD
sermayesini besleyen temel birikim biçimi hâline gelmektedir.
Samir
Amin’in teorisi, bağımlı kalkınmanın yol açtığı birikim sürecini ele alır.
Burada üçüncü dünya emekçilerinin birinci dünyadaki tüketim pazarları için lüks
mamuller üretmesi, bu süreçte ölümüne çalışmaları üzerinde durulur. Ali Kadri
ise merkez ve çevre arasındaki ilişkinin dünya düzleminde artık üretimi
biçimini aldığını, nüfustan arındırma savaşlarının bu sürecin ürünü olduğunu
söyler.
Modern
polis devletlerinin üçüncü dünyada sendikaları ezemediği, dolayısıyla emeğin
maliyetlerini aşağı çekemediği koşullarda savaş, emperyalizmin emeği hem maddi
hem de ideolojik düzlemde yönsüz kılma, dağıtma ve yok etme aracı hâline
gelmiştir. Bir emekçinin sürekli mülteci kılındığı, hatta öldürüldüğü
koşullarda onun sömürüye karşı örgütlenmesi imkânsızdır.
ABD
ve İsrail’in Suriye’deki niyetleriyle ilgili yalan beyanlarda bulunanlar,
savaşın ilk aşamalarında olan biteni gizleme yoluna gittiler. ABD, Suriye’yi
açıktan işgal ettiği süreç ilerledikçe bu iddialar da geri çekildi. Sonra en
nihayetinde ABD’nin Suriye özel temsilciliğini yapan, bir ara Türkiye elçiliği
görevinde bulunan James Jeffrey, işgalin amacının direniş ekseniyle Suriye
liderlerinin bağını kopartmak ve Suriye’deki petrol rezervlerini ele geçirmek
olduğunu itiraf etti.
Yasin
Kassab ve Achcar gibiler, sonrasında kafa karışıklığını beslemeyi sürdürdüler.
Zira ortada derin siyaset konusunda çalışma yürüten antiemperyalist araştırmacı
kıtlığı vardı. 2010’lar, nesiller arasındaki kopukluğa şahit oldu. Genç
eylemciler ve örgütçüler, ABD’nin seksenlerde Orta Amerika’da yürüttüğü örtülü
savaşların sunduğu derslerden de o savaşlara dair deneyimlerden de yoksunlardı.
Filistinlilerin
“teraküm” dediği birikim meselesi, derslerin gelecek için
biriktirilmesini ifade eden önemli bir kavram. Bu birikim de nesiller arası
sürekliliğe ihtiyaç duyuyor.
Eldeki
empirik verilere dayanan bilgiler bulanık olmadığı vakit, Suriye’yi
tartışanlar, çok farklı bir yöne bakabiliyorlar. Örgütçüler böylelikle farklı
eylemler gerçekleştiriyor, farklı ihtiyaçları görüyorlar.
Suriye
savaşına karşı çıkanlar, “aptalların antiemperyalizmi”ne bağlı oldukları için
alaya alınıyorlar. Bu insanlar, Suriye halkının özne ve fail olma ihtimalini
değerli görmemekle suçlanıyorlar. Oysa başkaları, o ihtimali değersiz görüp
inkâr ediyorlar. Batılı antiemperyalistler değil, CIA’in silahları o halka
değer vermiyor.
ABD’nin
ve Siyonistlerin Suriye’deki eylemlerini de niyetlerini de özetleyen cümle şu:
bu güçlerin tek derdi yatırımlar, silah akışı ve personelin konuşlandırılması.
Bu değerlendirme özne ve faile kim değer veriyor sorusuna net bir cevap
sunmamızı sağlıyor.
Bu
noktada William Van Wagenan’ın 2011’de savaşın ilk aşamalarını ele alan
çalışmasını herkes okumalı. Kitap, Çınar Kerestesi Operasyonu dâhilinde ortaya
konulan lojistik çalışmalarına dair delilleri sunuyor. Bu makaleler, 2015’te Jacobin
dergisinde çıkan, ülkede ta Suriye Arap Cumhuriyeti kurulduğu günden beri
toprak sahiplerinin ve tüccarlarının beslediği öfkenin harekete geçirdiği
mezhepçi-tekfirci hareketlerin tarihine dair detayları sunan “Suriye Savaşı”
başlıklı makalemle birlikte okunduğunda, küresel paralı asker ağlarının para
silah ve talimat veren istihbarat kuruluşlarının himayesi altında hareket eden
mezhepçi örgütlerle bağlantılı olduğu görülür. Burada failliğe zemin hazırlayan
hareketler veya duygulardan değil, karşı-devrimci örgütlerden ve onların
örgütlenme sürecinden bahsediliyor. Hakikati açık ve dürüst bir yaklaşımla
aktarmak istiyorsanız, gerici veya emperyalist failliği antiemperyalistlere
kaba insanlar veya duygusuz kişiler diyerek aklamamalısınız.
Araştırmam
dâhilinde doğru olmadığını gördüğüm çok sayıda iddia mevcut. Bunlarla ilgili
itirazlarımı aktardım. Bunlardan biri şu: “Suriye’de diktatörlük 1958, 1963
veya 1966’dan beri var”. Oysa sosyalizm öncesi Suriye de diğer ülkeler gibi
toprak ağalarının köylüler, erkeklerin kadınlar üzerinde inşa ettiği
diktatörlük biçimlerine tabi. Asillerin iktidarda olduğu dönemi yücelten veya
liberal Nahda’yı öven kesimler, sömürü biçimlerine hiç değinmiyorlar.
Tabii
bu demek değil ki Arap sosyalizmi, sınıfsal yabancılaşmanın, ihmallerin ve
zulmün köklerini tüm Suriye’den söküp attı. Aslında bu kökler taşraya kadar
uzandı. Suriye Baas Partisi’nin kitle tabanını oluşturan köylülerin hayatı
doksanlardan sonra harap oldu.
Bugün
dalgalandırılan, sosyalizm öncesi Suriye bayrağı, esasında Alevilerin
yoksulluğun çilesini çektiği döneme ait. Bugün devleti ele geçiren intikamcı
Sünni mezhepçiliğin iddialarının hiçbir temeli yok.
Mart
2023’te yaptırımları ve baskıcı ekonomik tedbirler ele alan Uluslararası Halk
Kürsüsü’nde ikimiz de konuşmacıydık. Kanaatimce bu yaptırımlar meselesi ve
onların ABD eliyle düşman ülkeler içeriden çökertmek için nasıl
kullanıldıkları, yanlış idrak edilen bir mesele. Yaptırımlar, emperyalist
savaşın pek üzerinde durulmayan bir yönü aslında. Suriye’deki insanlarla temas
halinde olan ve Suriye halkıyla yakından ilgilenen insanlar olarak bizler,
kurgu itibarıyla Suriye’ye dayatılan yaptırımların halkı yoksullaştırdığını,
savaş sonrasında toparlanma sürecinin işletilmesini imkânsız kıldığını
biliyorduk. Ama sanki biz de bu yaptırımların yıllar içerisinde yol açtığı
tahribatın kapsamını yeterince değerlendiremedik. Sence yaptırımlar, mevcut
bağlam dâhilinde nasıl bir rol oynadı?
Bu
noktada “Düşmanınızı tanıyın” ilkesine işaret eden Gassan Kenefani’nin yolundan
ilerlemeliyiz. Bu da bizim emperyalizmin kullandığı kaynakları, çevirdiği
entrikaları ve geliştirdiği stratejileri ciddiyetle ele almamızı gerekli
kılıyor.
Yenilgici
yaklaşımın tehlikesi, emperyalizmi her şeye kadir, her şeye hâkim bir güç
olarak görmesinde. Oysa böyle değil. Ama aynı şekilde, emperyalizmin
yenilgisini kaçınılmaz sonuç olarak görmek de tehlikeli. Daha ölçülü ve aklı
başında değerlendirmelere ihtiyacımız var. Bu tür değerlendirmeler ışığında
Suriye hükümetinin yıkılışını ABD’nin yürüttüğü melez savaş ve yaptırımların
bir sonucu olarak görebiliriz.
Küresel
güneyin halkları, ancak bu soğukkanlı değerlendirmeler temelinde Suriye’de
yaşananlardan gerekli dersleri çıkartır, kendi egemenliklerini korumak için
verdikleri mücadelede Suriye Arap Cumhuriyeti’nin yanlışlarından ve
kusurlarından kaçınma imkânı bulur.
Bu
tür bir değerlendirmeyi yaparken, emperyalizmin vahşiliğine işaret etmekle
yetinilemez. Hedef ülkenin kimi zayıf yönleri vardı ki emperyalist güçler bu
yönlerden istifade edebilmişler. Bu açıdan bizim ülke içinde başvurulan
kalkınma modeline de bakmamız gerekir.
Örneğin
ABD ve gerici Arap devletleri Suriye’ye karşı yürüttükleri örtülü savaşı Kore
Demokratik Halk Cumhuriyeti’ne karşı yürütebilirler miydi? Görebildiğim
kadarıyla Kore, 2011’e uzanan süreçte Suriye’nin emperyalizme verdiği
öncelikten daha fazla öncelik veriyor. Aradaki farklara bakmamız gerekiyor.
ABD
istihbaratı, Suriye’deki toplumsal kalkınmada açığa çıkmış olan zayıf yönleri
yakından incelemiş. 1991’de Sovyetler’in dağılışıyla birlikte Suriye önemli bir
ticaret ortağını yitirmiş. SSCB’nin küçük devletlere ayrışmasıyla birlikte
Rusya yardımları kesmiş, sanayi bölgelerini kapatmış, böylelikle Suriye temel
girdilerden mahrum kalmış. Bu da ülkenin ABD ve Körfez’e ait finans kapitale
erişme önerisine daha fazla destek sunulmasını sağlamış. Yeni yatırımlarla
birlikte “yeni bir burjuvazi” doğmuş. Rami Mahluf, bu burjuvazinin önemli
simgelerinden biri.
Peki
bir burjuvazi ne yapar? Haberleşme, inşaat, petrol ve bankacılık gibi sahalarda
oluşturulan yeni projelerden pay ister. Yabancı şirketlerle ve devlet arasında
arabuluculuk yapar. Rant peşinde koşan bu aracı sınıf, kârlarını sınır ötesi
bankacılık hesaplarına aktarır. Serveti büyüdükçe ulusal savunmadan çok kendi
çevresine ait birikimi koruyacak gizli bir polis teşkilâtını oluşturup besler.
Kara para ile devletin bankasına baskı uygulayan sınıf, taşraya kooperatifler
üzerinden aktarılan payı küçültür. Tarım işçileri, bunun üzerine yeni büyüyen
şehirlere akın ederler. Emeklerini satacak yeni proleterler olarak üretim
sürecine dâhil olurlar veya işsizler ordusuna katılırlar. Şehirler büyür. Buna
temiz içme sularını çalan Siyonizmin girişimleri eşlik eder. Böylelikle,
Suriye’deki en kıymetli tarım arazilerinin durumu giderek kötüleşir. Baas,
ideolojik nüfuzunu öncelikle bu bölgelerde yitirir. Suudi Arabistan ve Mısır
tarafından inşa edilmiş mezhepçi-tekfirci propaganda ağları ülkeye sızmaya
başlar.
Seksenlere
ait raporlarında ABD istihbaratı, daha Sovyetler dağılmazdan önce Suriye’nin
giderek azalan ABD doları rezervine bağımlı hale geldiğini söylüyor. Bilindiği
üzere dünya ticaretinde kullanılan rezerv para birimi olarak ABD doları,
ülkelerin küresel pazarlara girmesini sağlıyor.
Süreç
içerisinde Suriye, bu dolar birikimini artırmak için petrol rezervlerine
bağımlı olduğunu gördü. İşte ABD askerleri, bugün gidip bu petrol sahalarını
işgal etti, savaşın ardından yürürlüğe konulacak her türden yeniden inşa
projesi için gerekli kazanç kapısını böylelikle kapattı. Bu bağlamda uygulanan
yaptırımlar ekonomiyi her yönden kuşattı, ülkeye yoğun bir baskı uyguladı. Bu
baskı, Suriye burjuvazisini ve halk sınıflarını farklı şekillerde etkiledi.
Suriye, 1979’dan beri terörizme destek sunan devlet olduğu iddiasıyla ve
Filistinli fedailere eğitim görecekleri alanlar tahsis ettiği gerekçesiyle
yaptırımlara zaten maruz kalıyordu. Fakat yaptırımlar, 2004, 2011’de ve 2020’de
daha da ağırlaştı. En ağırı da Sezar Yaptırımlar Kanunu idi.
Şimdi
de burjuvazinin başına gelenleri ele alalım. ABD hazinesi, Avrupa’daki
bankalara Mahluf’la iş yapmamalarını emretti. Bu dönemde Suriye hazinesindeki
birikim azalmıştı. Bunun üzerine, kendi sınıfsal varlığını muhafaza etmek adına
Esad ailesi, elde kalan para kaynaklarına yöneldi. Rami Mahluf’a ağır vergiler
getirdi. 2020’de Sezar Kanunu’nun yürürlüğe girdiği günlerde Suriye devleti
Mahluf’un varlıklarına el koydu. Esma Esad, Mahluf’un şirketlerinin başına
geçti. Telefon şirketi Syriatel ve savaşta öldürülen devlet destekçilerinin
ailelerine yardım için kurulan yardım derneği de ona bağlandı. Bu gelişme,
devlete destek sunanların moralini epey bozdu. Bu insanlar, Mahluf’un
yolsuzluklarının ardında Esad ailesi olduğunu düşünüyorlardı.
Aralık
ayından beri yaşananları şu şekilde özetlemek mümkün: yaptırımlar yoğunlaştıkça
iktidar çevresi devleti, emperyalizm de iktidar çevresini tüketti. Bugün
emperyalizm, devlete, ülkeye ve halka ait tüm varlıkları tüketiyor, tüm savaş
ganimetlerini topluyor.
Suriye’nin
müttefikleri olarak Rusya ve İran, bu süreçte kapsamlı bir askeri destek sundu
ama ülkenin yeniden inşası için gerekli yatırımları gerçekleştiremedi. Esad,
Direniş Ekseni’yle bağlarını tümüyle kopartmak istemedi, çünkü bu eksen, başka
ittifakların sunmadığı askeri desteği sunuyordu. Bu sebeple Esad, yatırımlar
için gidip BAE’nin kapısını çaldı, muhtemelen Direniş Ekseni’nden tümüyle
kopmayı gerekli kılmayan yatırım şartlarının kendisine sunulacağını, böylelikle
kendisine bir yardım eli uzanacağını umdu. Ensarullah’la kapıların
kapatılmasına neden olan bu anlaşma, Eksen dâhilinde güvensizliğe yol açtı.
Neticede Esad, uluslararası planda yalnızlaştı.
İlk
başta emperyalizmin Suriye devletine yaptığı yatırımlar üzerinden doğmuş olan
ve kalkınmanın zaruri olduğuna çeşitli sebeplere bağlı olarak ikna olan bu
“milli burjuvazi”, içteki eşitsizlikleri derinleştirdi, böylelikle tüm ülkenin
emperyalizme karşı gerçekleştirdiği savunma hattının zayıflamasına neden oldu.
Bu
noktada aklıma köyleri terk etmenin tehlikesi konusunda Kim Il Sung’un yaptığı
uyarıları içeren “Ülkemizde Sosyalist Kır Meselesine Dair Tezler” isimli
çalışması geliyor. Kim Il Sung o metinde kentle kır arasındaki çelişkinin
asgari düzeyde tutulması gerektiğini, tarım işçilerinin sosyalist projeye
iştiraklerinin daim kılınmasının ve partinin taşrada yoğun bir ideolojik
çalışma yürütmesinin şart olduğunu söylüyor.
Ülkeye
uygulanan yaptırımlar olumsuz sonuçlara yol açtı elbette. Gıda, barınma ve
ısınma imkânlarına erişimden yoksan kalan çoğunluk, burjuva sınıfıyla aynı
durumda değildi. Sezar Yaptırımları Kanunu, “Sivil Koruma Kanunu” adı altında
yürürlüğe kondu. Ama öncelikle kanun, enerji sektörünü ve sivil halkın
kullandığı temel sektörleri hedef aldı. Görebildiğim kadarıyla İngilizcede bu
yaptırımların sıradan Suriyeliler üzerindeki etkilerini konu alan hiçbir metin
kaleme alınmadı. Tek istisna, Monthly Review dergisinde 2020’de çıkan
Chris Ray imzalı rapor. Ray, birinci elden tanıkların gözlemlerine ve onlarla
yapılan söyleşilere dayanan çalışmasında, bu yaptırımların insanların evleri
ısıtmak için kullanılacak yakıta, savaşın harap ettiği evlerini ve çatılarını
tamir etmek için kullanılacak inşaat malzemelerine erişmelerine mani olduğunu
söylüyor.
Avrupa’dan
diyaliz makineleri getiremeyen Suriye’de sağlık sektörü çökmenin eşiğine geldi.
Devletin teşvik sunduğu ilaçlar dağıtılamadı. Hükümetin pirinç, yakıt ve ekmek
konusunda destek sunmaya devam ettiği koşullarda kamu bütçesi iyice küçüldü.
Suriye parası bu süreçte pul oldu. Tüm halk, 2007’de kuşatma altındaki Gazze
halkı gibi kuşatıldı. Suriye’deki çöküş, bu yaptırım politikasını inşa etmiş
olan ve bugün büyük bir başarı elde ettiğini düşünen güçlerin bu politikayı
başka yerlerde uygulamaları konusunda yüreklendirecektir.
Bizim
de saygı duyduğumuz ve sevdiğimiz kimi insanlar bile Suriye’deki çöküşün
önemini ve yol açacağı etkiyi göremiyorlar. Suriye’de yeni kurulan düzen,
Filistinli örgütlerin eğitim kamplarını kapattı. İsrail’in Suriye toprağını
işgal girişimlerine tepki koymadı. “Serbest piyasa” reformlarını ilân etti.
Suriyeli komünistlerin, sosyalistlerin ve Arap milliyetçisi partilerin
oluşturduğu Ulusal İlerleme Cephesi’ni dağıttı. Tam da bu bağlamda, insanların
Suriye Arap Cumhuriyeti’nin sona erişinin etkilerini önemsiz görmelerini, bu
etkilerin Suriye’nin egemenliği ve bölgedeki kurtuluş hareketi açısından yol
açacağı sonuçları gereğince değerlendirememelerini nasıl değerlendiriyorsun?
Suriye,
Direniş Ekseni’ne sunduğu destek basit bir söylemsel destek değildi. Köprü
işlevi gören ülke bugün önemsiz görülemez. Dünya emperyalizminin hüküm sürdüğü
koşullarda malların nakledilmesi için böylesi bir kanal açmak, epey bir zamana
ve mücadeleye ihtiyaç duyar.
İdeolojik
planda Suriye, laik solcularla Müslüman direniş hareketleri arasındaki köprü
olarak iş gördü. Ülke, İran İslam Cumhuriyeti’ni Filistinli direniş örgütlerine
bağladı. Suriye, bu örgütlere eğitim verdi. Bugün Suriyeli bilim insanlarını
hedef alan suikastların asıl sebebi, devletin kendi araştırmacılarını Siyonizm
karşıtlığı temelinde görevlendirmiş olması.
Suriye,
İsrail’le onlarca yıldır savaştaydı. İsrail’e göre bu ülke, yok edilmesi
gereken bir uzman havuzu meydana getirmişti. Bu suikastları ister Siyonistler
gerçekleştiriyor olsun isterse tekfirciler, bir önemi yok. Önemli olan, bu
suikastların Suriye’nin emperyalizm eliyle kalkınma yolundan kopartma
girişimlerinin parçası olması.
“Kurtarılmış
Suriye”de mezhepçi katliamlar gerçekleştiriliyor. Mezhepçilik, milletin önemli
bir kısmının becerilerini ve yeteneklerini doğası gereği dışladığı için ulusal
kurtuluşun düşmanıdır. Tam da bu sebeple HTŞ’nin tüm ülkeyi bir mücadele
yürütmeden yönetebilmesi mümkün değil. Yeni direniş biçimleri oluşmaya başladı
bile. İç savaş, Suriye’yi Siyonizme ve emperyalizme karşı itirazı besleyecek
kaynakların aktarılması ve güçlendirilmesi imkânına sahip bölgesel bir aktör
haline getirecektir.
Ama
bugün görülüyor gericiliğin zaferi, eldeki kaynakların Siyonizmle ve
emperyalizmle uzlaşma kanalına yönlenmesine neden oluyor. Suriye halkı,
Siyonist teşekkülün topraklarını işgal etmesine karşı çıkacak, sınırlarındaki
tehdide karşı koyacaktır. Ama bunun için Suriye halkının söz konusu fikirleri
ve duyguları gerçeğe dökmek için örgüte ve egemenliğe ihtiyacı var. Suriye’nin
geleceği, Irak, Lübnan, Ürdün ve Filistin’de sürecin ne yönde seyredeceğini
tayin edecek. Suriye için mücadele, bölge, oradan da tüm dünya için
mücadeledir.
Olan
biteni kusursuzca aktardın, Patrick. Bize vakit ayırdığın için, ayrıca bu
üzerine düşünülmüş, bilgilendirici cevapların için çok teşekkür ederiz.
0 Yorum:
Yorum Gönder