Patrick Higgins Mülâkatı
Louis Allday
18
Şubat 2025
Bu
mülâkatta Louis Allday, araştırmacı-yazar Patrick Higgins’le Suriye’nin
Filistin davasıyla uzun zamandır kurduğu çetrefilli ilişkiyi, Siyonizme yönelik
muhalefeti, Suriye’nin emperyalizmle ilişkisini, bir bütün olarak dünya sistemi
içerisinde, özellikle 2011’den beri üstlendiği rolü, bunun yanında, ülke ve
ülkedeki olayların herkesçe çarpık bir biçimde idrak edilmesine sebep olan
propaganda gibi konuları konuşuyor. Ayrıca mülâkatta, Suriye hükümetinin Aralık
2024’te yıkılışının, on yılı aşkın bir zamandır ABD’nin öncülük ettiği
saldırıların ve yıkıcı faaliyetlerin zirvesi olan gelişmenin olası sonuçları,
Suriye’nin kaderinin sadece kendi halkı değil, tüm bölge ve dünya için neden bu
kadar önemli olduğu üzerinde duruluyor.
* * *
Bu
mülâkat talebimizi kabul ettiğin için teşekkür ederiz Patrick. Birkaç ay önce
yaparız demiştik ama fırsat bulamamıştık, bugün nihayet gerçekleşiyor olmasından
dolayı çok mutlu olduğumu belirtmeliyim. Kanaatimce içinde olduğumuz an, Suriye’nin
Siyonizmle, ABD emperyalizmiyle ve Filistin davasıyla ilişkisini dürüstlükle ve
belirli bir açıklıkla ele almak için oldukça önemli bir an. Özellikle Aralık
2024’te Suriye hükümetinin yıkılışıyla birlikte dönemin sahip olduğu önem daha
da arttı. Konuyla ilgili önemli bir çalışmaya imza atmış, yıllardır bu konuda
ilkeli bir duruş sergilemiş bir isim olarak senin bu değerlendirmeyi
yapabilecek az sayıda insandan biri olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, bize
vakit ayırdığın için çok teşekkür ederim.
Yıllardır
Suriye konusunda benim önemli bir mihenk taşı olarak gördüğüm bir yazar olarak
seninle konuşma fırsatı bulduğum için asıl ben sana teşekkürlerimi iletmek
isterim. Meseleye dair idrakimi ve analizlerimi geliştirmek adına on yılı aşkın
bir zamandır notlarımı, makale taslaklarımı ve araştırma kaynaklarımı paylaştığım
bir isimsin sen. Sen de Suriye’nin kaderinin çok önemli olduğu hususunda
benimle aynı fikirdesin. Suriye, kendisi için olduğu kadar Filistin davası ve tüm
dünya sistemi için önemli.
Kesinlikle
öyle. Bunun sonucunda sen ve birçok isim de benim gibi bir tür delüzyon,
kaybolmuşluk hissine kapıldı. Dolayısıyla, şunu söylemek abartılı olmaz:
hepimiz, yaşanan olaylar, bilhassa İsrail’in ilk elden hükümetin devrilmesinden
hemen sonra Suriye’nin savunma kapasitesini yok edişi, hatta Golan Tepeleri’ni
geçip Suriye toprağını işgal edişi karşısında endişeye kapıldık. Onca ucuz
karalama kampanyasında dile getirilen argümanların aksine, bizim derdiğimiz,
bir birey veya lider olarak Beşar Esad değildi. Ona bel bağlıyor değildik. Onca
hakareti işittik ama bizim asıl derdimiz, Suriye hükümetine sunduğumuz desteğin
asıl sebebi, bizim uzun zamandır emperyalizmin inşa ettiği hâkim söyleme ve
dile karşı çıkmayı seçmiş olmamızdı. Ben, senin meseleyi nasıl gördüğünü merak
ediyorum. Son gelişmelere sen nasıl tepki verdin? Suriye Arap Cumhuriyeti’nin sonunu
ülkenin ve bölgenin genel tarihsel bağlamı dâhilinde nasıl değerlendirirsin?
Suriye
Arap Cumhuriyeti’nin yıkılışı, ABD öncülüğünde hareket eden emperyalist dünya
sistemine karşı verilen Arapların kurtuluş mücadelesini tümden alışmadığı bir
duruma sürükledi. Batı sömürgeciliğinin ilk gününden beri Batı Asya halkları,
bağımsızlık, egemenlik ve kalkınma için farklı politik ve askeri mücadele
biçimlerine başvurdular. İngiliz ve Fransız imparatorlukları bölgeyi taksim
ettiler. Halkları sınırlarla ve kontrol noktalarıyla böldüler. Devletleri doğal
kaynaklar için rekabet etmeye zorladılar. Farklı gümrük ve piyasa kurallarıyla hareket
eden devletleri ticaretin yol açtığı anarşiye mahkûm ettiler. Ekonomideki anarşiye
askeri alandaki örgütsüzlük eşlik etti.
Emperyalistler,
Batı Asya ülkelerinin askeri güçlere karşı güçlü bir direniş ortaya koyma
becerisini zayıflattılar. Bölgenin parçalanması sonucu oluşan ülkelerde sömürgecilik,
devleti mezhepçilik temelinde inşa etti. Lübnan ve Suriye’de bu durum halklar
arasındaki güvensizliğe zemin hazırladı, toplum din ve etnisite temelinde
bölündü. Bugün Suriye’de farklı gruplar arasında cereyan eden çatışmadan en çok
da emperyalizm istifade ediyor. Emperyalizm, Batı Asya’da çoğunluğu teşkil eden
yoksulların ağır şartlarda yaşamalarına neden oluyor.
1945’ten,
yani İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden beri bu şartların
sürdürülmesinden, sorunların derinleşmesinden, Suriye ve Irak’ın bölünmesinden
sorumlu asli unsur ABD. Sömürgeciliğin çizdiği ayrım çizgilerini dikine kesen coğrafya,
tarih, dil ve kültüre bağlı sebepler üzerinden Arap ulusal hareketi, misal,
NATO üyesi Türkiye’ye karşı mücadele eden Kürt ulusal hareketi gibi örgütlü
direniş hareketleri var olsa da, tarihsel düzlemde Batı Asya ve Kuzey Afrika’da
ABD emperyalizmine karşı sürdürülen örgütlü direnişin dümenini ele geçirdi.
Arapların
kurtuluş hareketi içerisinde kırkların sonunda ABD destekli Siyonist
yerleşimci-sömürgeci hareketin fethettiği Filistin, uzlaşma noktası olarak iş
gördü, süreç içerisinde Kuzey Afrika’dan Arap Yarımadası’na dek uzanan
coğrafyada halkları birleştirdi. Tabii küresel güneye en fazla zulmeden güç
olarak ABD ile birlikte Arapların ve Filistinlilerin kurtuluş hareketlerinin
kaderi, dünya halklarının büyük çoğunluğunun asli ilgi konusu hâline geldi.
Dolayısıyla, mevcut durumun genel hatları bağlamında bizim bugün Suriye ile
ilgili olarak şu soruları sormamız gerekiyor: Suriye, ABD öncülüğünde hareket
eden emperyalizme karşı Arapların ve Filistinlilerin verdikleri kurtuluş
mücadelelerinde ne tür bir rol üstlendi? Suriye hükümeti ve devlet sistemleri
bu rol nezdinde ne kadar önemli?
1946’da
bağımsız olan Suriye, o günden itibaren, istikrarı, gelişmiş, ilerici ve
bağımsız bir ülke kimliğiyle, Batı Asya’nın merkezinde yürütülen operasyonlar
için bir tür üs olarak iş gördü. Suriye, kralcı rejimde kopup cumhuriyetçiliğe
yüzünü dönen ilk ülkeydi. Bugünse ABD’nin dünyanın en büyük emperyalist gücü
hâline geldiği günden bu yana ilk kez Arapların kurtuluşu için mücadele eden
güçler, karşılarında istikrarsız, gerici, kalkınma sürecinden kopmuş, egemenlikten
yoksun bir Suriye buldular. Ülke, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere
emperyalist ve altemperyalist güçlerce işgal edilip parçalandı. İkinci Dünya
Savaşı sonrası Arapların ve Filistinlilerin kurtuluşu için mücadele eden
hareketler, böylesi bir durumla ilk kez karşılaştılar. Daha önce temelde egemen
bir devlet olarak Suriye’nin varlığı üzerinden hareket ediliyordu.
Bugün
hangi haritaya bakarsanız, Suriye’nin ve toprak bütünlüğünün ne kadar önemli
olduğunu görürsünüz. Körfez ülkeleri kadar petrolü ve doğal gazı olmasa da Suriye
Arap coğrafyasının merkezidir, bölgedeki faaliyetleri birbirine bağlayan
kavşaktır, kültürün ve tarihin kalbidir. Lübnanlı siyasetçi Velid Canpolat’ın
da bir vakitler dile getirdiği biçimiyle, bölgedeki politik oyuncuların Suriye’yi
görmezden gelmeleri mümkün değil. Herkes onunla bir biçimde uğraşmak zorunda. Başında
kim olursa olsun, Suriye öyle ya da böyle hâlen daha önemli.
Bununla
birlikte, senin de kullandığın ifadeyle “Suriye Arap Cumhuriyeti”, Beşar Esad’ı
ve çevresini aşan bir devlet sistemi olarak, Suriye devrimleri dalgasının bir
ürünü. Bu anlamda, Esad’ın temsil ettiği sınıf ve bu sınıfın Suriye’nin
emperyalizme karşı savunmasının zayıflatılmasında oynadığı rol ile ilgili
analizin önemli olduğunu görmek gerekiyor.
En
azından, tam anlamıyla işletilmese de Suriye Arap Cumhuriyeti’nin üç önemli ilkeyi
yeniden ürettiğini düşünüyorum: bugün Şam’da iktidarda olanlar Arapların ve
Filistinlilerin kurtuluş mücadelesi için kıymet arz eden bu üç ideolojik ilkeye
karşı çıkıyorlar.
1.
Suriye’nin genelde Arap bölgesine özelde Filistin’e karşı sorumluluğunu ifade
eden Panarabizm;
2.
Suriye’nin kendi halkının yetenek ve becerilerinden dini yönelimler veya
cinsiyet temelinde kimi kısıtlamalar getirmeksizin istifade etme imkânı sunan laiklik;
3.
Suriye’nin ulusal varlıklarının yabancıların eline geçmesine izin vermeyen
sosyalizm.
Ben,
sosyalizmin ulusal egemenliğin korunması, ulusal egemenliğin de emperyalizme
karşı direniş ve onun mağlup edilmesi konusunda çok önemli olduğuna inanıyorum.
Senin
de “Şam’ın Peşinde: ABD’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’ne Karşı Yürüttüğü Savaş” başlığını
taşıyan makalende gayet ustalıkla aktardığım gibi, Suriye’nin Filistin davasına
sunduğu destek, ABD’nin bu ülkeye uzun süredir karşı olmasının, 2011’de
hükümetine karşı örtülü savaş yürütme kararı almasının asli sebeplerinden biri.
Tabii bu noktada Suriye ile Filistin kurtuluş hareketi arasındaki ilişkinin tek
bir biçim altında yürümediğini, her daim ileriye doğru düz bir hattı takip
etmediğini, 1975-1976’da yaşanan Lübnan İç Savaşı gibi karanlık momentlerde Suriye’nin
belirli bir rol oynadığını hatırlatmak gerek. Ama gene de bazı insanların dediğinin
aksine, bu olaylar, söz konusu ilişkinin ana niteliğini ortaya koymadığını söylemeliyiz.
Suriye, Filistin davasının desteklenmesinde farklı dönemlerde özel ve önemli
bir rol üstlendi. Örneğin, kısa süre önce izlediğim bir videoda Suriye’yi
farklı zamanlarda eleştirmiş bir isim olan FHKC lideri Corc Habeş, 1983’te
Cezayir’de toplanan Filistin Ulusal Meclisi’ne hitaben yaptığı konuşmada,
Filistin devriminin gücünün doğrudan Suriye’nin gücüne bağlı olduğunu söylüyor,
ardından da Suriye ile bağları pekiştirme ve derinleştirme çağrısı yapıyordu. Aradan
geçen kırk yıl içerisinde çok şey değişti, ama birçok dinamik olduğu gibi kaldı.
Ben, bu noktada senin Suriye-Filistin ilişkisinin tarihine dair fikirlerini
merak ediyorum. Habeş’in açıklamasını ne tür bir bağlama oturtmalıyız? Suriye,
Filistin davasına başkalarının sunmadığı veya sunamadığı desteği sundu. Sen bu
desteği nasıl açıklıyorsun?
Suriye
Arap Cumhuriyeti sayesinde Suriye, Filistin’e farklı biçim ve ölçeklerde destek
sundu. Bu noktada Suriye, Arap Cumhuriyeti ve Baas Partisi kurulmazdan önce
Filistin kurtuluş mücadelesine verdiği destekle diğer Arap ülkeleri içerisinde
özel bir yere sahip. Tabii bu noktada İzzeddin Kassam’dan söz etmek gerek.
Kassam, 1936’daki intifadaya kapı aralayan, Siyonist yerleşimcilere ve İngiliz
mandasına karşı isyanı gerçekleştiren isim. Kassam, yola Suriye’nin sahil kenti
Ceble’den yola koyulmuştu.
1947’de
Suriye’nin seçimle işbaşına gelmiş cumhurbaşkanı Şükrü Kuveytli’nin emriyle,
Şam’da Arap Kurtuluş Ordusu kuruldu. Nekbe’yi durdurmak amacıyla Filistin’e girecek
olan orduyu Arap ülkelerinden gelen gönüllüler oluşturuyordu.
Suriye,
Filistin konusunda diğer Arap ülkeleri içerisinde özel bir yere sahipti. Bu sayede
manevra kabiliyeti elde etti. Bu kabiliyete sahip olmasının, Filistin konusunda
önemli adımlar atabilmesinin en önemli sebeplerinden biri, onun kralcılık
karşıtı ve cumhuriyetçi oluşuydu. 1920’de Suriye’de kısa süre tahtta kalmış
olan kral Faysal gibi bölgenin önde gelen isimleri, halk desteğinden yoksundu
ve genelde emperyalist güçlerin nakit ödedikleri maaşlara bel bağlamışlardı.
Suriye’de Faysal iktidardayken Lübnan’ın ayrılması ve Filistin’in Siyonistlere
teslim edilmesi gibi önerilerle yüzleşti, bir yandan da İngilizlerin ve
Fransızların baskılarıyla ve yeni oluşan Suriye Kongresi’yle uğraşmak zorunda
kaldı. Bir süre sonra iki efendiye aynı anda hizmet edilemeyeceği görüldü.
Suriye halkı, kralı devirdi ve kralcılığı mezara gömdü.
Suriye’de
cumhuriyetçilik, 1925’teki Büyük Suriye İsyanı gibi halkın coğrafi ve kültürel
açıdan farklılaşmış kesimlerini birleştiren sömürgecilik karşıtı hareketlerle
birlikte gelişti. Bu 1925’teki isyan Dürzi Dağı’nı merkez alan, Fransız
mandacılığına karşı yürütülen, gerilla mücadelesi temelli ayaklanmayı ifade
ediyordu. Bu sömürgecilik karşıtı hareketler, aynı zamanda Fransa’daki Vichy ve
Dögol hükümetlerine karşı kırklı yıllar boyunca gerçekleştirilen isyanlardan da
beslendi. Ama toprak sahiplerinden ve eski asillerden oluşan Suriye
kongrelerini sınıfsal niteliği Suriye’nin Filistin’le ilişkileri dâhilinde
atacağı adımları kısıtladı. Bazen işbirliğine giden bazen de rekabet eden
unsurlar olarak Arap Sosyalist Baas Partisi, Suriye Komünist Partisi hatta Suriye
Sosyal Milliyetçi Parti gibi partilerin kurulduğu süreç, köylülük, işçi sınıfı,
aydınlar ve işsizler gibi halk sınıflarının devletle ilişkilerini onları ulusal
kalkınma projesine dâhil etmek suretiyle biçimlendirdi.
Devlet
iktidarının desteklediği ulusal kurumlar, Filistin ve Cezayir gibi ulusal
kurtuluş mücadelesi veren ülkelere askeri ve toplumsal destek sunma imkânı
yarattılar. Bu destek, gönüllüler üzerine kurulu gerilla birliklerinin
sınırlarını aşan bir destekti.
Süreç
içerisinde Baas Partisi ile birleşen Arap Sosyalist Partisi’nin kurucusu Ekrem
Hurani, memleketi Hama’da yaşayan köylülerin maruz kaldıkları berbat koşullar
karşısında şunu söylüyordu: “Toprak sorununu çözmeyen her yeni anayasa, akim
kalacaktır.” Topraklarını Siyonistlere satan Filistinli toprak sahiplerinin ihaneti
yüzünden Nekbe’nin gerçekleştiğini söyleyen Hurani, Suriye’deki toprak
ağalarının da aynı şeyi yapmaya hevesli olduğuna inanıyordu. İşte bu sınıfsal
analiz üzerinden Suriye Filistin’le ilgili konumunu değiştirdi. İnsani yardımı
esas alan duygusal empatiden uzaklaşan bu konum, Filistin’e sunulacak desteği Suriye’nin
ulusal güvenlik için yaşamsal ve varoluşsal bir zorunluluk olarak gören bir yaklaşımı
temel almaya başladı.
Bugün
Habeş’ten aktardığın söz bu özel bağlamın ürünü. Habeş, Suriye’de edindiği
kişisel deneyimleri üzerinden konuşuyor. Ellilerde Habeş, Ürdün’de ve Lübnan’da
Birleşik Arap Cumhuriyeti gayesi doğrultusunda hareket eden, Nasırcılık
temelinde örgütlenme faaliyeti yürüten bir isimdi. 1958-1961 arası dönemde
Suriye Mısır’la birleşti. Bu proje, kısa süre içerisinde başarısız oldu fakat
birkaç yönden Suriye’yi dönüştürdü. Ülke, bu dönemde tarım reformuna tanık
oldu. Bu da halk sınıflarının devlet içerisinde yer bulmasını sağladı. Baasçıların
gerçekleştirdiği iki darbe sayesinde reformların kapsamı genişledi. 1963’te “ilk
dönem Baasçılar”ın gerçekleştirdiği darbeyi partinin kurucu unsurlarına karşı
hareket eden “Ulusal Komuta” adı verilen radikal askeri kanadın 1966’da gerçekleştirdiği
darbe takip etti. Ulusal Komuta özünde Marksist-Leninistti. Filistin davası ile
Suriye’deki sınıf meselesi arasında bağ kuran bu ekip, Filistinli fedailerin
desteklenmesi, yönlendirilmesi hatta komuta edilmesi düzleminde önemli adımlar
attı. FHKC 1967’de tam da bu bağlamda kuruldu. Cephe, esas olarak Suriye’de
faal olan örgütlerin içinden çıktı. Kanaatimce Habeş, bu dönemin sunduğu imkânlar
üzerinden konuşuyor. İlgili dönem, Filistinlilere eğitim alacakları alanı,
savaşta kullanılacak silâhları, araştırma için gerekli parayı temin eden Suriye
devleti, Filistinlilerin çıkarlarıyla örtüşen çıkarları üzerinden önemli
kapılar açıyor.
FHKC’nin
1969 tarihli “Filistin’in Kurtuluşu İçin Strateji” isimli belgesi, “Arap
Coğrafyasında Devrim Güçleri” başlıklı bölümde ilgili yönelimin teorik zeminini
değerlendiriyor. Burada Mısır, Irak, Cezayir, Güney Yemen ve Suriye’deki “milliyetçi
rejimler”den bahsediliyor ve bunların sosyalizme yönelmeye başlamış, feodalizmin
ve kapitalizmin temsil ettiği Arap gericiliği yanında emperyalizme, Siyonizme,
İsrail’e karşı oldukları söylüyor. Ama öte yandan, bu rejimlerin küçük burjuva
milliyetçilerinin öncülüğünde hareket ettiği üzerinde duruluyor. Belgeye göre,
bu sınıfın bakış açısı köylülükten kurtulma imkânı sunan kurumu, yani orduyu
aşamıyor. Küçük burjuva rejimler, bu sebeple teorik programlarını ordu üzerine
kuruyorlar, bu anlamda geleneksel askeri devlet anlayışına ait savaş stratejilerini
benimsiyorlar. FHKC, buradan, devrimci güçlerin bu devletlerle ilişkilerinin
zamanla “ittifakı ve çatışmalı bir ilişkiyi koşullayacağı öngörüsünde
bulunuyor. Ona göre, ilgili devletlerin sınıfsal niteliğine bağlı olarak
devrimci güçler İsrail karşıtlığı düzleminde ittifak kuracaklar ama mücadele dâhilinde
benimsedikleri stratejiler konusunda onlarla çatışma yaşayacaklar.
Başka
bir ifadeyle, küçük burjuva devletle devrimci güçler birbiriyle çakışan,
örtüşen çıkarlara sahipler, ama bu çıkarlar denk değil. Habeş, tüm bu gerçeği
kendi kişisel deneyimi üzerinden görüyor. Hafız Esad’ın 1970’deki “Düzeltici
Hareket” sonrası Filistin’e yönelik vaatlerine sırtını dönmesinden önce Habeş,
1968 yılında Suriye’de hapse atıldı. Bu dönemde Suriye devletiyle FHKC
arasındaki ilişkiler genelde gergindi. Esad’ın başa geçmesi sonrası devletle Filistin
ulusal kurtuluş mücadelesi arasındaki ilişki daha da gerildi. Senin de bahsini
ettiğin, Suriye’nin 1976’da Lübnan’a girişi Suriye ile Fetih arasındaki
düşmanlığı derinleştirdi. Esad, bu süreçte kontrolü altındaki bölgelerde Fetih’in
hareket alanını epey kısıtladı. Aradaki gerilim, Fetih içindeki ayrışmaları
tetikledi. Filistinli güçlerin Suriye’ye yönelik güvensizliği hiç azalmadı.
Suriye devleti, farklı örgütlere mensup Filistinlileri hapse atmaya devam etti.
Ama bir yandan da söz konusu örgütlere eğitim imkânları, malzeme ve destek
sunmayı sürdürdü. Bağlantıları bir biçimde muhafaza etti.
Süreci
kendince idrak eden Habeş’in derdi, kendisini hapse atanlardan intikam almak
veya Suriye hükümetini basit bir ahlakçılık zemininde değerlendirmek değildi. Ona
göre Suriye devleti “küçük burjuva askeri bir devlet”ti. Bu bilimsel değerlendirme,
Filistin devrimine uzanan yolda partisine yol gösterecek kılavuzdu.
1983’e
geri dönersek, FKÖ o dönemde Lübnan’ı terk ediyordu. FKÖ içerisindeki en büyük
yapı olan Fetih, barış için gizli görüşmeler yürütüyordu. Zamanla, Oslo
Anlaşmaları’nda zirveye ulaşacak ciddi bir stratejik anlaşmazlık ortaya çıktı.
FHKC, barış görüşmelerine itiraz etti. Bu itirazı basit bir duygusal tepki
olmaktan çıkartıp eyleme dökülebilecek bir stratejiye dönüştürmek için belirli
önceliklerin tespit edilmesi gerekiyordu.
Suriye
hükümeti, Filistin hareketiyle ortak çıkarlara sahipti. Devlet, İsrail’in işgal
ettiği Lübnan ve Cevlan’da onunla çatışma içerisindeydi. Gerici Arap rejimleriyle
yani krallıklarla ortak çıkarlara sahip değildi.
1991’de
ve 2003’te FHKC anlaşmazlık içerisinde bulunduğu Irak’taki Baas hükümetiyle
benzer bir politikayı benimsedi, yani ABD’li işgalcilere karşı ulusal savunma
yönünde çaba ortaya koyanlara destek sundu. Partiye göre, Irak ve Suriye’deki
hükümetlerin yıkılması ve ABD emperyalizminin eline geçme ihtimali Arapların
ulusal kurtuluş davası açısından felâketlere yol açacaktı.
Irak’ta
mezhepçi savaşın iyice şiddetlendiği 2003 sonrası dönemde Amerika’nın Suriye’ye
müdahalesinin Irak’taki gibi mezhepçiliği körükleyecek sonuçlara yol açıp
açmayacağı sorusuna Habeş, şu cevabı veriyordu: “Umarım hiçbir Arap ülkesinde
bu süreç yinelenmez. Ama muhtemelen yeniden yaşanacak, mezhepçilik yeniden
körüklenecek, zira bu mezhepçilik eğilimini bizzat işgalci güç besliyor.”
İşin
tuhaf yanı şu ki Habeş sonrasında Suriye’de hapis yattığı sürecin politik
gelişiminde önemli bir rol oynadığını, birkaç ay hücrede kaldığı dönemi Marx,
Engels ve Lenin okuyarak geçirdiğini söylüyor.
Son
dönemde genelde savaş karşıtı, özelde Filistin’le dayanışma hareketi ile Suriye’nin
bağını kopartmak için yoğun bir çaba ortaya kondu, kapsamlı bir propaganda faaliyeti
yürütüldü. Bu çabalar üzerinden 2011’den beri ülkede yaşananlar yanlış
aktarıldı, Suriye’nin Beşar Esad döneminde bölge genelinde oynadığı rolün
niteliği görülmez oldu. Bu propaganda diline karşı koyanlar
itibarsızlaştırıldı, tecrit edildi, lekelendi.
Filistin
davasına destek sunan birçok ismin Esad’ın yıkılışına dur diyememiş, yol açtığı
sonuçları anlayamamış, Suriye’nin Filistin, Lübnan ve Siyonist-emperyalist
kurgulara bölgede karşı çıkanlar için sahip olduğu önemi görememiş olması üzücü
ve hayal kırıklığına yol açan bir zaaf. Ama bu zaafın gösterilmiş olması hiç de
şaşırtıcı değil.
Üzülmek
şöyle dursun, kimi isimler, HTŞ ve Cevlani gibi hepimizin bildiği unsurların
başarısına sevindiler veya süreci “ihtiyatlı bir iyimserlik”le karşıladılar.
Suriye’nin geleceğine ve hükümetin yıkılışının tüm bölge nezdinde yol açacağı
sonuçlara dair üzüntülerini ve korkularını ifade edenler “Esadçılık”la
suçlandılar.
Bu
olaylara sen nasıl tepki verdin? Filistin’le dayanış hareketi ile Suriye gibi
güçler arasındaki bağın kopmuş olmasını, Filistin’e sunulan maddi desteğin son
bulmasını nasıl değerlendiriyorsun?
Sorunda
Filistin’le dayanışma hareketine mensup belirli kesimlerin tepkileriyle ilgili
meseleleri üç başlıkta ele alıyorsun. Ben, burada bu üç husus üzerinde
durulması gerektiği düşüncesindeyim.
Bahsini
ettiğin ilk başlık, bilgi üretimi, analiz, ideoloji ve propaganda alanı ile
ilgili. Küresel kuzeydeki dayanışma hareketi, çeşitli sebeplere bağlı olarak,
Batı Asya’daki ulusal kurtuluş güçlerinin askeri imkânlarına maddi katkı
sunabilecek konumda değil. Bugün için bu güçler, sadece kendi ülkelerindeki emperyalist
devletlerin adımlarına mani olacak çalışmalar yürütebiliyorlar. Bu noktada
bilinçlendirme ve ajitasyon çalışmaları en önemli unsurlar olarak öne çıkıyor.
Suriye
hükümetinin yıkılışına sevinen kimi örgütler, küresel güneydeki bir ülkenin
egemenliğinin ortadan kaldırılması konusunda emperyalist devletlerin uzun süredir
ortaya koydukları çabaları görmeyen veya onlara destek çıkan bir bilincin
şekillenmesine katkıda bulunuyorlar. Bu çabaların güneydeki başka ülkelerin
egemenliğini yok ettiğini, bu yönde maddi destek sunan güçlerin becerilerini
arttırdığını görmüyorlar. Nesnel planda dayanışma hareketi, Esad’ın yıkılışına
destek sunmak suretiyle, emperyalizmin savaş dâhilinde belirlediği hedeflerine
bir tür kuvvet çarpanı olarak katkıda bulunuyor.
Bahsini
ettiğin ikinci mesele, HTŞ konusunda “bekleyip görelim” tutumu ile ilgili. Oysa
bölgedeki ve dünyadaki yönelimler birer sır değil. Elimizde İdlib’i işgal eden
bu güçlerle ilgili yığınla kanıt mevcut. Araç-gereçlerinin ve askerlerinin nereden
geldiği belli. 2011’den beri Suriye Arap Cumhuriyeti’ne karşı yürütülen örtük
savaşta NATO’nun üs bölgesi olan Türkiye, önemli bir harekât noktası olarak iş
gördü. Diğer bir nokta da Ürdün’dü.
Türkiye,
Suriye’yle uzun zamandır ilişkili. 1939’da İskenderun’u ele geçiren Türkiye,
HTŞ’nin Aralık’ta Şam’ı ele geçirmesi sürecinde önemli bir rol oynadı.
Ermenilere, Kürdlere, Alevilere ve Hristiyanlara karşı yobaz fikirlerin
beslenmesine katkıda bulundu. Tekfirci akımlar, Türkiye’nin desteğinde hareket
etti. Aksi yönde ifadelere başvursalar da bu ekipler, Filistin’in kurtuluşunu hiçbir
zaman öncelikli bir mesele olarak görmediler. Ulusal kurtuluş anlayışına
felsefi düzeyde karşı çıktılar. Bu güçler, Siyonizm karşıtlığının her türden
somut biçiminin karşısına İran’a karşı duvar örme seçeneğini öncelikli
gördüler.
Suriye’deki
savaşa destek veren kimi isimler, bugün Siyonist teşekkülün HTŞ’den korktuğu
için Suriye ordusuna ait tesislere ve araştırma merkezlerine saldırdığını iddia
ediyorlar. Bu iddia iki şekilde cevaplanabilir:
1.
İsrail’in askeri bilgi depolarını imha eden saldırıları, silah sistemlerine
yönelik saldırılardan daha fazla zarara yol açmıştır. Zira bu depolarda biriken
bilgi, doğrudan veya vekil güçler aracılığıyla Suriye Arap Cumhuriyeti’nin
İsrail’e karşı yürüttüğü faaliyetler dâhilinde bir araya getirdiği bilgilerdi.
2.
İsrail, hükümetin yıkılmasının ardından gerekli fırsatı elde edebildiği için,
hemen harekete geçip askeri altyapıyı yok etti. Bölgede hâkim bir güç olarak
İsrail hava kuvvetleri risk altındaydı. “Niteliksel Askeri Eşik” ismini taşıyan
doktrinlerinin amacı, bölge halklarını şok edip dehşete sürüklemekti.
İsrail,
Aksa Tufanı operasyonuna soykırımla cevap verdi, zira o, zaaflarının açığa
çıkması ardından askeri gücünün her yere ve her şeye yetişebileceğini göstermek
zorunda kaldı. Suriye hükümeti yıkılmazdan önce İsrail, direniş alanlarına ve
altyapıya saldırmıştı, 2011’den beri süren bu saldırılar sınırlı bir nitelik
arz etmiş, İsrail askeri güçleri hemen geri çekilmişlerdi. Suriye Arap Cumhuriyeti
varken hava savunma sistemleri Suriye’nin egemenliğini koruma imkânına sahipti.
Emperyalizmin devleti intikam amaçlı aşındırma çabalarına rağmen bu koruma
faaliyeti sürdü.
3.
Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi’nin kullandığı tabirle “sahte bölgecilik”,
dayanışma hareketine mensup kişi ve örgütlerin tavrını tanımlayan bir tabir. Bu
tabir, sanki Filistin, Lübnan ve Suriye belirli kişilerin etrafında tavaf
ediyormuş gibi konuşanları anlatıyor. Michael Parenti’nin kullandığı “rastlantı
teorisi” de süreci anlamak için kâfi gelmiyor.
Bu
noktada olayların seyrine bakmak gerekiyor. Kasım 2024’te Güney Lübnan’da Hizbullah’ın
ağır kayıplar yaşadığı dönemde Siyonist teşekkülün yürüttüğü operasyonlar,
yenilgilerle yüzleşti. Üstün hava güçleriyle büyük zararlar vermesine rağmen Litani
Nehri’nin kuzeyinde Hizbullah’ın cephaneliğine de kullandığı güzergahı da yok
edemedi. Bu sebeple İsrail Savunma Güçleri, kara harekâtı başlattı ama bu
harekât Hizbullah askerlerinin pusuları neticesinde hiçbir sonuç vermedi.
26
Kasım günü ABD’nin Lübnan elçisi (Kudüslü bir ailenin oğlu) Amos Hochstein, BM’nin
1701 sayılı kararında belirtilmiş şartlar uyarınca bir ateşkes anlaşmasına
aracılık etti. Ertesi gün, HTŞ ve Suriye Ulusal Ordusu Suriye hükümetine karşı
yıldırım harekâtı başlattı. 8 Aralık günü HTŞ Humus’u ele geçirdi, böylelikle
Irak’tan gelip Suriye üzerinden Güney Lübnan’a uzanan, silah nakliyatı için
kullanılan köprüyü kapattı. Akşam karanlığında bu güçler Şam’daki hükümeti
devirdiler. Aynı gün İsrail, Suriye ile Güney Lübnan arasındaki sınır
bölgelerini kuşatmak adına, kuzeye doğru ilerleyerek Katana’nın ötesine geçti. Burada
amaç bir “tampon bölge” oluşturmaktı.
Şurası
açık ki ABD, Lübnan’daki “ateşkes” anlaşması sürecini Suriye’ye yönelik saldırı
planlarıyla bağlantılı olarak yürütmüştü. Burada amaç, İsrail’in Lübnan’daki kayıplarını
telafi etmekti. Birçok gözlemcinin gördüğü bu gerçeği kimse dikkate almadı. Sayısız
örgüt, bu aleni bağlantıya hiçbir şekilde değinmedi. ABD ve İsrail’in direnişe
karşı, bölgesel düzeyde elde ettiği mevzilere kimse değinmedi.
Ben
bu noktada insanların Gassan Kenefani’nin 1964 tarihli “Yemen ve Irak: Tek Bir
Hikâye mi İki Ayrı Hikâye mi?” başlıklı makalesini okumalarını öneriyorum. Bu makalede
Kenefani, Yemen’de ve Irak’ta cereyan eden ve birbiriyle alakasızmış gibi
görünen olayların esasında birbiriyle bağlantılı olduğunu, bölgenin bir bütün
olarak analiz edilebileceğini söylüyor. Devamında da “Elimizde tutarlı bir
analiz hattı varsa bu tür şeylerin rastlantısal olarak cereyan ettiklerine dair
tespit kabul edilir olmaktan çıkıyor” diyor.
0 Yorum:
Yorum Gönder