04 Şubat 2025

Fabyusçular Derneği, Öjeni ve Krizin Ardındaki Tarihsel Güçler


Finans sistemi, yok olacağı o ana doğru, salına salına ilerliyor.

Çöküşün çoktan gerçekleştiğini söylesek, abartmış olmayız. Bize doğru hızla gelen şok dalgasının o ağır gücünü henüz hissetmiş değiliz. Bu, okyanus dibindeki zeminin altında yaşanan tektonik bir kırılma ile kıyaslanabilir. O kırılma ile birlikte tsunami başlar. Sahile vuran dalgalar, yıkıcı sonuçlara yol açar. Sahilde bulunup da yüzeydeki ufak su kıpırtılarına aldananlar, güvenli bir yere kaçacak şansı bulamazlar.

Asıl soru, “sistem çökecek mi?” sorusu değil, “tsunami tam anlamıyla ne zaman sahile vuracak?” sorusudur.

Ayrıca “internete taşınan işletim sistemi, tedarik zincirlerindeki kopuşla, aşırı enflasyonla, kıtlıkla ve şiddetle birlikte oluşacak olan kaosun yerini alabilecek mi?” sorusu da sorulabilir.

İki Sistem Çarpışıyor

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in dilinden döküldüğü biçimiyle, ortada yürünecek, birbirine zıt yönlerde ilerleyen iki yol var:

“Korkarım dünya, ekonomi, ticaret, finans ve teknolojinin kuralları konusunda iki farklı yaklaşımın kapışacağı bir döneme doğru ilerliyor. Burada yapay zekânın gelişimi konusunda iki farklı yaklaşım geliştiriliyor. Nihayetinde iki ayrı askeri ve jeopolitik strateji üretiliyor. Bu durumun dünyanın başını derde sokacağı açık. Soğuk Savaş’a kıyasla daha az öngörülebilir ve daha tehlikeli bir sürece giriyoruz.”

Guterres, iki farklı paradigmadan söz ediyor. Nedir bunlar?

Biri, Guterres’in de yürekten desteklediği, son yıllarda “Davos Gündemi” veya “Büyük Reset” adı verilen ideoloji.

Guterres, son dönemde daha da ileri gitti ve Haziran 2020’de Birleşmiş Milletler ile Dünya Ekonomi Forumu’nun bütünleşmesini öngören, bunları tek işletim sistemi içerisinde birleştiren anlaşmayı imzaladı:

“Büyük Reset, insanlığın yaşadığı bu trajedinin bir uyarı işareti olarak gören yaklaşımı ifade ediyor. Eşit, kapsayıcı ve sürdürülebilir ekonomiler ve yüzleştiğimiz pandemi, iklim değişikliği ve diğer birçok küresel değişim karşısında dirençli olan toplumlar inşa etmeliyiz.”

Büyük Reset, esasında son pandeminin tüm insanlığı teknokratik bir dünya hükümeti idaresinde baştan sona revizyondan geçirilmesi için kullanılmasını ifade diyor. Soros ve Davos kliği, bu sürecin kurbanları olmak istemiyorlar. Bu amaç doğrultusunda kendilerinin “otoriter” olarak adlandırdıkları ülkeleri küresel demokrasi zirvesine çağırma gereği bile duymuyorlar.

Rakip sistemlerden biri, tepedeki isimlerin yürüttükleri nüfusu azaltma gündemine sahipken diğer sistem, egemen milletlerin egemenlik hakkının uluslararası hukukun yegâne meşru zemini olarak kalması gerektiğini, ekonomik ideolojininse bilimsel ilerlemeyi temel almasının şart olduğunu söylüyor. Yeni sistemin dayandığı şartlar, yeni oluşan çağın şartlarıyla ilgili 5.000 kelimelik Rusya-Çin Ortak Açıklaması’nda tekrar tekrar dillendiriliyor.

Putin, bu şartları kısa süre önce dillendirdi:

“Yurttaşların taleplerine ve dönemin güçlüklerine etkili cevabı ancak egemen devletler verebilir. Bu anlamda, etkili olacak her türden uluslararası düzen, devletin çıkarlarını ve imkânlarını dikkate almalı, bu devlet zemininde hareket etmeli, devletin olmaması gerektiğine dair deliller sunmaya çalışmamalıdır. Ayrıca kimse kimseye, ‘evrensel’ olduğunu iddia ettiği kendi gerekçeleri adına sosyopolitik bir yapıyı veya değerleri dayatamaz. Her şeyden önce gerçek bir krizle yüzleşildiği noktada elimizde sadece tek bir evrensel değer kalmıştır o da insanın hayatıdır. Her bir devlet kendi adına insanın imkân ve becerilerini, kültürünü ve geleneklerini temel alan bir yaklaşım üzerinden insan hayatını en iyi nasıl koruyacağı konusunda bir karara ulaşmak zorundadır.”

Bu cümleler, insanın içine temiz bir hava çekmesini sağlıyor!

Klaus Schwab’ın “hiçbir şeye sahip olmayacaksınız ama mutlu olacaksınız” sözü ise insanın nefesini kesiyor.

Peki bu Davosçuların distopik dünya düzeninin kaynağı neresi?

H.G. Wells’in Aleni Komplosu

Bu soruya cevap vermek için yaklaşık bir yüz yıl öncesine gidip Herbert George Wells adındaki insandan tiksinen toplum mühendisiyle tanışmak gerekiyor: Wells, dünya hükümeti ve nüfusun azaltılması çağrısı yapan 1928 tarihli The Open Conspiracy: Blueprint for a World Revolution [“Aleni Komplo: Dünya Devrimi İçin Plan”] isimli kitabın yazarı. Wells orada şunu söylüyor:

“Aleni Komplo, millet meselesine yönelik saygısızlığı temel alır. İnsana ait toprağın bir kısmını elinde bulunduruyor diye bu müfsit veya ilerlemeyi engelleyen hükümetlere neden hoşgörü gösterelim ki?”

Wells, İngiliz öjenistlerinin ve Maltusçularının bir araya geldiği grup tarafından 1884 yılında kurulan Fabyusçular Derneği’nin üyesiydi. Derneğin amacı, bahsi edilen toplum mühendislerinden oluşan yönetici elitlerin yönettiği yeni düzeni kurmaktı.

Yirminci yüzyıl boyunca Fabyusçular Derneği, bakanlıklara, resmi kurumlara, orduya, akademiye, medyaya, hatta şirket yönetim kurullarına sızdı. Dünya genelinde hücreler oluşturarak, beşinci kol faaliyetleri bünyesinde görevler üstlendi. İngiliz istihbaratının en üst kademesindeki isimlerin emirleri uyarınca hareket etti.

Fabyusçular, Marksist terimlerden istifade edip eşitlik, sosyal adalet ve servetin yeniden dağıtılması gibi albenili sözlerle plebleri ve emekçileri etkilediler. Bu sözlerin gerçekle bir alakası bulunmayan tatlı bir yalan ve yanılsama oldukları görülmedi.

Cizvitçiler ve Masonlar gibi Fabyusçular da parçası oldukları mekanizmayı idrak edemediler. Tam da bu sebeple, İngiltere’deki Fabyusçu parti olarak İngiliz İşçi Partisi içerisinde ait oldukları oyunun bilincinde olmayan, iyi niyetli laflar eden kişiler faaliyet yürüttü. Resmiyette Fabyusçular, yeni kuşağa mensup yetenekleri örgütlemek ve ideoloji alanını kontrol etmek için Londra Ekonomi Okulu’nu kullandılar. Bu okul, Rhodes ve Milner’ın yuvark masasına bağlı Oxford Üniversitesi’ne benzer bir işleve sahipti.

Esasında tüm yirminci yüzyıl boyunca oligarşinin bizzat yürüttüğü bu iki operasyon birlikte, aralarındaki bağ ile beraber yürütüldü. Fabyusçu Lord Mackinder, Yuvarlak Masa’nın başındaki isim olan Lord Milner’la birlikte çalıştı. Bu çalışma dâhilinde, 1908 yılında Kuzey Amerika için bir strateji geliştirildi. Ayrıca Kanada’daki Fabyusçular Derneği’ni 1932’de bizzat Rhodes hocası kurdu.

H. G. Wells, 1904’te kaleme aldığı çalışmalarında niyetini açıktan ortaya koyuyor:

“Doğa, en alttakinin canını alacak şekilde işler. En alttakinin doğmasına mani olmadığımız sürece bu işleyiş mevcut hâliyle devam edecektir. İnsan rezervi, yetişme sürecinde başarılı olanların seçilmesine değil, kusurlu ve hatalı olanın arındırılmasına bağlıdır.”[3]

Hikâye Anlatarak Düşlerimizi Kâbusa Dönüştürüyor

Wells’in otuz yıl boyunca “öngörü programı” adını verdiği yeni bir kültür savaşı biçimi icat etmek için uğraşması asla tesadüfi değil.

Dünyalar Savaşı, Görünmez Adam, Özgür Bırakılan Dünya, Doktor Morrow Adası ve Zaman Makinesi gibi bilim kurgu hikâyelerinde zamanın ruhunu koşullayan, insanla alakalı fikirleri birer truva atı olarak, hikâyelerine ekliyor.

Wells, temelde şunları söylüyor:

1. İnsan doğası, özünde manasızdır, bencildir, görev-özgürlük çelişkisini çözmekten acizdir;

2. Dolayısıyla, bilim ve teknoloji her daim bencil ve yıkıcı amaçlar doğrultusunda kullanılır;

3. Dünya hükümeti, insanlığın yegâne kurtuluşudur.

Bu sorunlara ancak toplum bilim insanları denilen ruhban sınıfının aklına göre yeniden inşa edildiği vakit çözüm bulunabilir. Karar alacak akla sahip olmayan, kirli yabani kitleler hilafına önemli karar alma yetisine bir tek bu ruhban sınıfı sahiptir. Bu düzlemde düşünen Wells, aynı zamanda tek merkezi komutanın emrinde ilerleyen dünya hükümeti ve servetin kolektivizasyonu gibi konu başlıklarını ele almış bir isimdir. 1940 yılında şunları söylemektedir:

“Kolektivizasyon, tüm topluma karşı sorumlu olan ortak kontrolün ortak işleri görmesi demektir. Bu düzende toplumsal ve ekonomik meselelere yönelik serbestliği savunan görüş hükmünü yitirir. Aynı durum uluslararası meseleler konusu için de geçerlidir. Burada insanlar, başkalarının sırtından geçinen asalaklar olma imkânlarını yitirirler, kâr peşinde koşmaya dönük tüm çabalar hükmünü yitirir. Kolektivizasyon, ortak kontrol üzerinden insanların pratikte kardeşleşmesidir.”

Fabyusçular Derneği’nin yayın organı New Statesman [“Yeni Devlet Adamı”] 1931 yılında şunları söylüyor:

“Öjeni, kolektivist hareketin genel bakışıyla çelişen bir şey değil. Bilâkis, aslında öjeninin iddialarına sadece ebeveynler ve aile ekonomisi konusunda bireyci görüşlere sahip olanlar karşı çıkıyorlar.”

Oligarşik güçlere karşı işçi haklarını dert edinen hakiki sosyalistlerin faşistlerle arası hiçbir zaman iyi olmadı. Buna karşın, her telden Fabyusçu sosyalist, faşizmin davasıyla her daim bağ kurdu ve bulundukları ülkede gerçek işçi hareketlerini yok etmek için çabaladı. Wells, 1932 yılında o milliyetçiliklerinden arınsalar kendisinin gamalı haçı taşıyabileceğini söylüyor, “ben liberal faşistler, aydınlanmış Naziler görmek isterim” diyordu.

Öjeni ve Faşizm: Büyük Buhrana Mucizevi Çözümler

Bu türden lafların edildiği dönemde Wells’in hizmette kusur etmediği İngiltere ve Amerika’da faal olan finansçı oligarşisi, Hitler’e sunduğu destek üzerinden insanlığa öjeniyi dayatan küresel politik ekonomi sistemini kurmak için yola koyulmuştu. İtalya’da korporatist bir tat kazanmış olan bu yönetme anlayışı, dünyaya “1929-1932 döneminde görülen (finans balonunun kontrollü bir biçimde patlatılmasını ifade eden) büyük buhranın yol açtığı sorunlara yönelik mucizevi ekonomik çözüm olarak takdim edildi.

1933’te Roosevelt’in müdahalesiyle merkez bankaları diktatörlüğü tökezledi, bunun neticesinde faşist proje çöktü. Bir tür Frankenstein olarak üretilmiş olan Hitler, Londra’nın emirlerine uymayınca devre dışı bırakıldı. Böylelikle savaş sonrası dönemde yeni dünya düzeni için geliştirilmiş olan plan aleni komploya yerini bıraktı.

Wells, 1946’da öldü. Diğer Fabyusçular ve toplum mühendisleri, Soğuk Savaş süresince çalışmalarına devam ettiler. Savaş sürecini tasarlayanlar, herkesin kazanacağı sistemi yok edenler onlardı.

Savaş Sonrası Faşizm: Düşünülemez Olanı Düşünülür Kılmak

Bu karanlık dönemin en önemli stratejistlerinden olan, Wells’in arkadaşı ve eski Fabyusçu Lord Bertrand Russell, 1952 tarihli Bilimin Toplum Üzerindeki Tesiri isimli çalışmasında şunları söylüyordu:

“Politik düzlemde en fazla önem kazanacak husus, kitle psikolojisi. […] Günümüzde propaganda yöntemlerine daha fazla başvurulmasıyla birlikte kitle psikolojisi daha da önemli hâle geldi. Bu yöntemler içerisinde en etkili olan başlıksa ‘eğitim’. Din, giderek etkisi azalan bir olgu olarak kısmi bir rol oynuyor. Basının, sinemanın ve radyonun rolleri büyüyor. […] Umarız herkes, devletin parası ve teçhizatıyla genç müşterileri herhangi bir konuda ikna etme imkânı bulur.”

“Bilimin diktatörlüğünde bilim insanları bu kitle psikolojisini ele aldıkları takdirde önemli bir sıçrama kaydedecektir. Geleceğin toplum psikologları okullarda hocalık yaparlar ve yağan karın siyah olduğunu herkese kabul ettirirler. İleride çok farklı sonuçlar oluşacaktır. İlk olarak hane denilen şeyin yola taş koyduğu görülecek. İkinci olarak, on yaşından itibaren beyin yıkanmadıkça hiçbir şeyin yapılamayacağı anlaşılacak. Üçüncü olarak, müziklendirilen, tekrar tekrar yinelenip duran ezgilerle birleştirilen dizelerin etkili olduğu görülecek. Dördüncü olarak, karın beyaz olduğuna dair görüş, tuhaflığın kanıtı olarak dile getirilecek. Benim beklentim bu yönde. Geleceğin bilim insanları ‘Kar siyahtır’ türü cümlelerin doğru olduklarını ortaya koyacaklar. Çocukların bunlara inanmalarını sağlayacaklar. En azından karın koyu gri olduğunu onlara öğretecekler.”

Russell’ın distopik vizyonunun bir benzerini arkadaşı (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilâtı’nın, UNESCO’nun kurucusu) Sör Julian Huxley 1946 yılında şu şekilde dile getiriyordu:

“UNESCO’nun savunduğu değer çok net. Barışı ve güvenliği savunma görevi, eline teslim edilen eğitim, bilim ve kültür gibi araçlarla tam manasıyla ifa edilebilecek bir görev değil. UNESCO, ister tek dünya hükümeti isterse başka bir kurgu üzerinden dünyanın politik birliğini tahayyül etmeli. Zira tek dünya hükümeti, savaştan kaçınmanın tek aracı. UNESCO, uyguladığı eğitim programında, tüm insanların tek tek ulusların egemenlik haklarını bir dünya örgütüne devretmenin yol açacağı sonuçlardan haberdar olması zorunluluğuna vurgu yapmalıdır.”

Peki bu “dünyanın politik birliği”nden ne amaçlanıyor? Birkaç sayfa sonra Huxley, vizyonunu biraz daha detaylı bir biçimde aktarıyor:

“Şu an için medeniyet, dolaylı olarak öjenik değil disjenik etkiye, biyolojinin bozulmasına, genetiğin kusurlarının artmasına neden oluyor. Muhtemelen genetik aptallığın, fiziksel zayıflığın, zihinsel istikrarsızlığın ve hastalığa meyilli oluşun o devasa ağırlığı, insan türünün sırtına gerçek bir ilerleme sürecinde çok fazla yük bindiriyor. Bu anlamda, uzun yıllar radikal bir öjeni politikasının uygulanmasının politika ve psikoloji düzleminde imkânsız olduğu tespiti doğru olsa bile UNESCO, gene de öjeni sorununu dikkatle incelemeli, bugün aklımıza dahi getirmediğimiz öjenik uygulamaların devreye sokulması durumunda oluşacak meselelerle ilgili olarak kamuoyu bilgilendirilmeli.”

Dünyanın Ekonomik Planda Yeniden Sömürgeleştirilmesi

Birçokları, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemi esas olarak Soğuk Savaş’ın biçimlendirdiğini düşünür. Oysa gerçek şu ki Demir Perde, esasen faşizmin yükseliş sürecini durdurmak için çok fazla fedakârlık yapan Transatlantik toplumu genelinde yurttaşların zihinlerine sızıp onları ele geçirme faaliyetinin kılıfı olarak iş görmüştür. Bu döneme dair değerlendirmeler, genelde tarihte hiçbir kuşağın tanık olmadığı, zihinleri kapsamlı bir biçimde oluşturma çabalarına maruz kalmış olan “doğum oranının yüksek olduğu” kuşağa vurgu yapıyorlar.

Bu dönemde insanlar, nükleer korkusu, asimetrik savaşlar, içte de uyuşturucu-seks-rock üzerine kurulu karşı-kültür devrimlerinin şekillendirdiği çağda deliliğin eşiğine geldiler.

Bobby Kennedy’nin öldürüldüğü, Dögol’ün devrildiği dönemde 1945 sonrası kurulacak Bretton Woods sisteminin temeli olarak iş gören altın rezervi sisteminin yıkılması ve ABD dolarının akışkanlığı sayesinde Batı’daki ulus-devletlerin sömürgeleştirilmesi sürecinin yeni aşaması için gerekli sahne kuruldu.

Döviz kurlarının sabit tutulduğu sürece City of London’ın her zaman başvurduğu kısa vadeli spekülasyon aracılığıyla uluslara karşı ekonomik savaş yürütmek imkânsız. Ayrıca, sabit kur uzun erimli düşünme ve planlama yapma imkânı sunuyor, bu da istikrarı sağlıyor. Geniş ölçekli altyapı bu sayede inşa ediliyor. Bu inşa pratiği de kısa erimli olan, piyasa güdümlü düşünmenin düşman olduğu sabra ve öngörüye ihtiyaç duruyor.

1971 sonrası deregülasyon politikasının belirleyici olduğu yeni aşamada insanlık, yeni bir “değer” anlayışı üzerinden atomize edildi. Bu anlayış, piyasanın kendi kendisini düzenlediğine inanılan güçleri sayesinde bireyin arzularının regülasyonun zincirlerinden kurtulduğu, bunun da yaratıcı değişime yol açtığı fikrini temel alıyor. Bu anlayışın hâkim olmasıyla birlikte “açgözlülük hayırlıdır” zihniyeti Batılı devletlerin işletim sistemini ele geçiriyor. Bunun sonucunda ilgili devletlerin yapılarını Darvinci doğal seleksiyon anlayışının hâkim olduğu çağ boyunca birleşip kaynaşan şirketlerle bankalar yönetiyorlar.

Bu birbirine bağlanmış ulusüstü yapılar birleştikçe ekonomik gücün dizginleri egemen ulus-devletlerin elinden alınıp insanlığa karşı olan güçlere bağımlı olan finans kuruluşlarının eline geçiyor. Bu süreç boyunca ulusların yaşamasını sağlayan ekonomiye ait üretici sektörler zayıflatılıyor, ihtiyaçlar bir şekilde dışarıdan karşılanıyor.

Sermaye yoğun altyapının bakımı ve geliştirilmesine yönelik yatırımların oranı düşüyor, sanayide işletmelerin kapısına kilit vuruluyor, sanayi yüzünü yurtdışında faal olan, emeğin ucuz olduğu sektörlere yöneliyor, buralar da zamanla Küresel Güney’den çalınan kaynakların ucuza temin edildiği, Çin gibi yerlerden gelen “ucuz mamüller”in piyasaya hâkim olduğu, Batı tipi tüketimciliğin tanımladığı, modern köle emeğiyle çalışan alanlar hâline geliyorlar.

Eskiden sanayi üretimindeki artışla birlikte para arzı da artarken, 1971 sonrası gerçek dünyayla herhangi bir bağı bulunmayan spekülatif sermaye ile ödenmesi mümkün olmayan borçların oranının arttığı koşullarda para arzının arttığına tanık olunuyor.

Şerrin İki Yüzü: DEF ve Inter-Alpha Grubu

1971 kritik bir yıl. Bu yıl içerisinde iki yapı daha inşa edildi.

Ocak 1971’de Henry Kissenger’ın müridi olan Klaus Schwab, İsviçre’de “Dünya Ekonomi Forumu”nu kurdu. Kurucular arasında Maurce Strong da bulunuyordu. Bu Kanadalı zengin, Roma Kulübü’nün mimarlarındandı, ayrıca modern çevre hareketinin kurucu babasıydı. Strong’un kurduğu yapılardan biri de 1001 Doğa Vakfı’ydı. 1970’te kurulan vakfın amacı, yeni çevre hareketi kapsamında Dünya Doğa ve Yaban Hayatı Fonu için para toplamaktı. Sör Julian Huxley, bu fonun kurucularından biriydi.

1971’de kurulan diğer yapı, İskoçya Kraliyet Bankası şemsiyesi altında kurulan Rothschild İnter-Alfa Bankalar Grubu’ydı. Bu grubun kuruluşu ardındaki niyeti Lord Jacob Rotschild 1983 tarihli konuşmasında şu şekilde dile getiriyordu:

“Nihai biçimini almış, her şeye kadir, çok başlı finans şirketleri birliğini oluşturmak için dünya genelinde finans hizmetleri sunan şirketi ve küresel ticaret becerisine sahip uluslararası ticaret bankasını birleştirmeliyiz.”

Lord Rothschild, burada aslında İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Transatlantik genelinde yürürlükte olan, ticaret bankacılığını, yatırım bankacılığını ve sigorta faaliyetlerini ayıran Glass-Steagall bankaları ayrıma kanunlarının yürürlükten kaldırılması gerektiğini söylüyor.

1986 yılında bankacılık faaliyetinin yürütüldüğü alanları birbirinden ayıran duvarların yıkım süreci, Thatcher’ın büyük patlama politikası ve Kanada’nın dört sütunu yıkması ile birlikte başladı. Glass-Steagall kanunlarının üzerine kürekle son toprağı ise Clinton attı. Sonrasında 1991’de türev ürün sözleşmelerinin değeri sadece 2 trilyon dolarken 1999’da 80 trilyona çıktı. 2007’de emlak piyasasındaki krizde bu değer 650 trilyon dolara fırladı.

Ekonomi Saatli Bombaya Dönüşüyor

1971 sonrası süreçte kapitalizmin elinden çökmekten başka bir şey gelmeyen bir tür saatli bombaya dönüştüğü gerçeğini akıldan çıkartmamak gerekiyor. Bu anlamda, küreselleşmenin gerçekleştirdiği ihlallerin veya bugün yaşanan çöküş bir hata değil, sistemin kendisinin önceden tasarladığı bir sonuç olarak görülmeli.

Batı’daki ulus-devletler, yurtdışından gelen ucuz ürünler karşılığında geleceklerini sattıkça ekonomik egemenliklerini yitirdiler. Bu süreçte yoksul ulusları daha da yoksul kıldılar. Ucuz emeğin daha da ucuzlamasına neden oldular. Bu anlamda, gelişip modernleşen ulusların emeği daha ehil, maaşları daha yüksek kıldığını, birer muz cumhuriyetine dönüşmediğini görmek gerekiyor.

Bahsi edilen süreçte insanlık, birkaç yüzyıl boyunca hâkim olan, ulus-devletler ve demokrasiler üzerine kurulu eski düzenin yerine yeni dünya düzenini geçirmeye çalışan “tarihin sonu” tuzağına sürüklendi. Finans oligarşisi, ulus-devletleri kontrol altına aldı. Bu süreç, NAFTA gibi “serbest ticaret” anlaşmaları ve doksanların başında gündeme gelen Maastricht Anlaşması üzerinden işletildi.

Sovyetler’in dağılması, Batı’daki küreselleşme sürecinin doksanlarda kısa süre Rusya’da uygulanan şok terapisi dönemi ile birlikte bu süreç, neredeyse tüm engellerden kurtuldu. Geride sadece tek bir engel kalmıştı.

Ortaya Yeni Bir İşletim Sistemi Çıkıyor

Burada ben, Şi Cinping’in dünyaya duyurduğu, Çin’in “Bir Kuşak Bir Yol Girişimi” isimli yeni programından bahsediyorum. Bu açıklamasında Cinping, Çin’in ucuz emek merkezi olmaktan çıkacağını, dış politikasına artık bu girişimin yön vereceğini söyledi. Kısa bir süre sonra bu programa Rusya’nın öncülük ettiği Avrasya Ekonomi Birliği eklendi. Böylelikle ilgili programın kullanacağı, İpek Yolu denilen, kolları Kuzey Kutup Bölgesi’ne dek uzanan işletim sistemine 140 ülke örgütlendi. 1999-2013 arası dönemde yavaş yavaş ilerleme kaydeden, Avrasya’da teşkil edilmiş çok kutuplu sistem, yeni finans kurumları, geniş ölçekli altyapı projeleri ve bunların yanında kurulan yeni diplomasi zeminleri ile birlikte hızla büyümeye başladı.

2015’te Rusya ve Çin, ABD kontrolündeki SWIFT’e alternatif geliştirdi. Aynı yıl içerisinde Rusya, ulusal egemenlik ilkesini savunmak amacıyla Suriye’ye girdi.

Bugün ABD’deki askeri-sınai kompleksin kuşatması altında bulunan Rusya ve Çin, yayınladıkları ortak bildiride, düzenin temeli olarak nüfus artışını ve her bileşenin kazanacağı işbirliğini teşvik eden faaliyetler ve egemen ulus-devletler ilkesi üzerinde duran yeni bir işletim sistemine vurgu yapılıyor.

Guterres, iki karşıt sistemin oluşma tehlikesi karşısında tir tir titriyorsa, Biden’ın yularını tutanlar, efendilerin tanrısının sunağında kurban edilmek istemeyen ulusları dışarıda tutan demokrasi zirveleri düzenliyorsa, bilin ki ortaya insanlık onuruna halel getirmeyecek bir şeyler çıkıyor.

Bugün Transatlantik dünyasına dağılmış durumda olan özgürlük hareketleri, politik kesimler içerisinde yer alıp henüz varlıklarını Dünya Ekonomi Forumu’na satmamış olan kimi unsurların tek kutupçu transhümanist din adamlarına teslim olmamalarını sağlayabilecekler mi hep birlikte göreceğiz?

Matthew Ehret
12 Mart 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] The Origins and Development of the Fabian Society, 1884-1900, Stephen J. O’Neil Loyola University Chicago, Ecommons.

[2] George Bernard Shaw, Prefaces (Londra: Constable and Co., 1934), s. 296.

[3] H.G. Wells, American Journal of Sociology, Cilt. 10 (1904), s. 11.

0 Yorum: