Finans sistemi, yok olacağı o ana doğru,
salına salına ilerliyor.
Çöküşün çoktan gerçekleştiğini söylesek,
abartmış olmayız. Bize doğru hızla gelen şok dalgasının o ağır gücünü henüz
hissetmiş değiliz. Bu, okyanus dibindeki zeminin altında yaşanan tektonik bir
kırılma ile kıyaslanabilir. O kırılma ile birlikte tsunami başlar. Sahile vuran
dalgalar, yıkıcı sonuçlara yol açar. Sahilde bulunup da yüzeydeki ufak su
kıpırtılarına aldananlar, güvenli bir yere kaçacak şansı bulamazlar.
Asıl soru, “sistem çökecek mi?” sorusu değil,
“tsunami tam anlamıyla ne zaman sahile vuracak?” sorusudur.
Ayrıca “internete taşınan işletim sistemi,
tedarik zincirlerindeki kopuşla, aşırı enflasyonla, kıtlıkla ve şiddetle
birlikte oluşacak olan kaosun yerini alabilecek mi?” sorusu da sorulabilir.
İki Sistem Çarpışıyor
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in
dilinden döküldüğü biçimiyle, ortada yürünecek, birbirine zıt yönlerde
ilerleyen iki yol var:
“Korkarım
dünya, ekonomi, ticaret, finans ve teknolojinin kuralları konusunda iki farklı
yaklaşımın kapışacağı bir döneme doğru ilerliyor. Burada yapay zekânın gelişimi
konusunda iki farklı yaklaşım geliştiriliyor. Nihayetinde iki ayrı askeri ve
jeopolitik strateji üretiliyor. Bu durumun dünyanın başını derde sokacağı açık.
Soğuk Savaş’a kıyasla daha az öngörülebilir ve daha tehlikeli bir sürece
giriyoruz.”
Guterres, iki farklı paradigmadan söz ediyor.
Nedir bunlar?
Biri, Guterres’in de yürekten desteklediği,
son yıllarda “Davos Gündemi” veya “Büyük Reset” adı verilen ideoloji.
Guterres, son dönemde daha da ileri gitti ve
Haziran 2020’de Birleşmiş Milletler ile Dünya Ekonomi Forumu’nun bütünleşmesini
öngören, bunları tek işletim sistemi içerisinde birleştiren anlaşmayı imzaladı:
“Büyük
Reset, insanlığın yaşadığı bu trajedinin bir uyarı işareti olarak gören
yaklaşımı ifade ediyor. Eşit, kapsayıcı ve sürdürülebilir ekonomiler ve
yüzleştiğimiz pandemi, iklim değişikliği ve diğer birçok küresel değişim
karşısında dirençli olan toplumlar inşa etmeliyiz.”
Büyük Reset, esasında son pandeminin tüm
insanlığı teknokratik bir dünya hükümeti idaresinde baştan sona revizyondan
geçirilmesi için kullanılmasını ifade diyor. Soros ve Davos kliği, bu sürecin
kurbanları olmak istemiyorlar. Bu amaç doğrultusunda kendilerinin “otoriter”
olarak adlandırdıkları ülkeleri küresel demokrasi zirvesine çağırma gereği bile
duymuyorlar.
Rakip sistemlerden biri, tepedeki isimlerin
yürüttükleri nüfusu azaltma gündemine sahipken diğer sistem, egemen milletlerin
egemenlik hakkının uluslararası hukukun yegâne meşru zemini olarak kalması
gerektiğini, ekonomik ideolojininse bilimsel ilerlemeyi temel almasının şart
olduğunu söylüyor. Yeni sistemin dayandığı şartlar, yeni oluşan çağın
şartlarıyla ilgili 5.000 kelimelik Rusya-Çin Ortak Açıklaması’nda tekrar tekrar
dillendiriliyor.
Putin, bu şartları kısa süre önce
dillendirdi:
“Yurttaşların
taleplerine ve dönemin güçlüklerine etkili cevabı ancak egemen devletler
verebilir. Bu anlamda, etkili olacak her türden uluslararası düzen, devletin
çıkarlarını ve imkânlarını dikkate almalı, bu devlet zemininde hareket etmeli,
devletin olmaması gerektiğine dair deliller sunmaya çalışmamalıdır. Ayrıca
kimse kimseye, ‘evrensel’ olduğunu iddia ettiği kendi gerekçeleri adına
sosyopolitik bir yapıyı veya değerleri dayatamaz. Her şeyden önce gerçek bir
krizle yüzleşildiği noktada elimizde sadece tek bir evrensel değer kalmıştır o
da insanın hayatıdır. Her bir devlet kendi adına insanın imkân ve becerilerini,
kültürünü ve geleneklerini temel alan bir yaklaşım üzerinden insan hayatını en
iyi nasıl koruyacağı konusunda bir karara ulaşmak zorundadır.”
Bu cümleler, insanın içine temiz bir hava
çekmesini sağlıyor!
Klaus Schwab’ın “hiçbir şeye sahip
olmayacaksınız ama mutlu olacaksınız” sözü ise insanın nefesini kesiyor.
Peki bu Davosçuların distopik dünya düzeninin
kaynağı neresi?
H.G. Wells’in Aleni Komplosu
Bu soruya cevap vermek için yaklaşık bir yüz
yıl öncesine gidip Herbert George Wells adındaki insandan tiksinen toplum
mühendisiyle tanışmak gerekiyor: Wells, dünya hükümeti ve nüfusun azaltılması
çağrısı yapan 1928 tarihli The Open Conspiracy: Blueprint for a World
Revolution [“Aleni Komplo: Dünya Devrimi İçin Plan”] isimli kitabın yazarı.
Wells orada şunu söylüyor:
“Aleni
Komplo, millet meselesine yönelik saygısızlığı temel alır. İnsana ait toprağın
bir kısmını elinde bulunduruyor diye bu müfsit veya ilerlemeyi engelleyen
hükümetlere neden hoşgörü gösterelim ki?”
Wells, İngiliz öjenistlerinin ve
Maltusçularının bir araya geldiği grup tarafından 1884 yılında kurulan
Fabyusçular Derneği’nin üyesiydi. Derneğin amacı, bahsi edilen toplum
mühendislerinden oluşan yönetici elitlerin yönettiği yeni düzeni kurmaktı.
Yirminci yüzyıl boyunca Fabyusçular Derneği,
bakanlıklara, resmi kurumlara, orduya, akademiye, medyaya, hatta şirket yönetim
kurullarına sızdı. Dünya genelinde hücreler oluşturarak, beşinci kol
faaliyetleri bünyesinde görevler üstlendi. İngiliz istihbaratının en üst
kademesindeki isimlerin emirleri uyarınca hareket etti.
Fabyusçular, Marksist terimlerden istifade
edip eşitlik, sosyal adalet ve servetin yeniden dağıtılması gibi albenili
sözlerle plebleri ve emekçileri etkilediler. Bu sözlerin gerçekle bir alakası
bulunmayan tatlı bir yalan ve yanılsama oldukları görülmedi.
Cizvitçiler ve Masonlar gibi Fabyusçular da
parçası oldukları mekanizmayı idrak edemediler. Tam da bu sebeple,
İngiltere’deki Fabyusçu parti olarak İngiliz İşçi Partisi içerisinde ait
oldukları oyunun bilincinde olmayan, iyi niyetli laflar eden kişiler faaliyet
yürüttü. Resmiyette Fabyusçular, yeni kuşağa mensup yetenekleri örgütlemek ve
ideoloji alanını kontrol etmek için Londra Ekonomi Okulu’nu kullandılar. Bu
okul, Rhodes ve Milner’ın yuvark masasına bağlı Oxford Üniversitesi’ne benzer
bir işleve sahipti.
Esasında tüm yirminci yüzyıl boyunca
oligarşinin bizzat yürüttüğü bu iki operasyon birlikte, aralarındaki bağ ile
beraber yürütüldü. Fabyusçu Lord Mackinder, Yuvarlak Masa’nın başındaki isim
olan Lord Milner’la birlikte çalıştı. Bu çalışma dâhilinde, 1908 yılında Kuzey
Amerika için bir strateji geliştirildi. Ayrıca Kanada’daki Fabyusçular
Derneği’ni 1932’de bizzat Rhodes hocası kurdu.
H. G. Wells, 1904’te kaleme aldığı
çalışmalarında niyetini açıktan ortaya koyuyor:
“Doğa,
en alttakinin canını alacak şekilde işler. En alttakinin doğmasına mani
olmadığımız sürece bu işleyiş mevcut hâliyle devam edecektir. İnsan rezervi,
yetişme sürecinde başarılı olanların seçilmesine değil, kusurlu ve hatalı
olanın arındırılmasına bağlıdır.”[3]
Hikâye Anlatarak Düşlerimizi Kâbusa
Dönüştürüyor
Wells’in otuz yıl boyunca “öngörü programı”
adını verdiği yeni bir kültür savaşı biçimi icat etmek için uğraşması asla
tesadüfi değil.
Dünyalar Savaşı, Görünmez Adam, Özgür
Bırakılan Dünya, Doktor Morrow Adası ve Zaman Makinesi gibi bilim kurgu
hikâyelerinde zamanın ruhunu koşullayan, insanla alakalı fikirleri birer truva
atı olarak, hikâyelerine ekliyor.
Wells, temelde şunları söylüyor:
1. İnsan doğası, özünde manasızdır,
bencildir, görev-özgürlük çelişkisini çözmekten acizdir;
2. Dolayısıyla, bilim ve teknoloji her daim
bencil ve yıkıcı amaçlar doğrultusunda kullanılır;
3. Dünya hükümeti, insanlığın yegâne
kurtuluşudur.
Bu sorunlara ancak toplum bilim insanları
denilen ruhban sınıfının aklına göre yeniden inşa edildiği vakit çözüm
bulunabilir. Karar alacak akla sahip olmayan, kirli yabani kitleler hilafına
önemli karar alma yetisine bir tek bu ruhban sınıfı sahiptir. Bu düzlemde
düşünen Wells, aynı zamanda tek merkezi komutanın emrinde ilerleyen dünya
hükümeti ve servetin kolektivizasyonu gibi konu başlıklarını ele almış bir
isimdir. 1940 yılında şunları söylemektedir:
“Kolektivizasyon,
tüm topluma karşı sorumlu olan ortak kontrolün ortak işleri görmesi demektir.
Bu düzende toplumsal ve ekonomik meselelere yönelik serbestliği savunan görüş
hükmünü yitirir. Aynı durum uluslararası meseleler konusu için de geçerlidir.
Burada insanlar, başkalarının sırtından geçinen asalaklar olma imkânlarını
yitirirler, kâr peşinde koşmaya dönük tüm çabalar hükmünü yitirir.
Kolektivizasyon, ortak kontrol üzerinden insanların pratikte kardeşleşmesidir.”
Fabyusçular Derneği’nin yayın organı New
Statesman [“Yeni Devlet Adamı”] 1931 yılında şunları söylüyor:
“Öjeni,
kolektivist hareketin genel bakışıyla çelişen bir şey değil. Bilâkis, aslında
öjeninin iddialarına sadece ebeveynler ve aile ekonomisi konusunda bireyci
görüşlere sahip olanlar karşı çıkıyorlar.”
Oligarşik güçlere karşı işçi haklarını dert
edinen hakiki sosyalistlerin faşistlerle arası hiçbir zaman iyi olmadı. Buna
karşın, her telden Fabyusçu sosyalist, faşizmin davasıyla her daim bağ kurdu ve
bulundukları ülkede gerçek işçi hareketlerini yok etmek için çabaladı. Wells,
1932 yılında o milliyetçiliklerinden arınsalar kendisinin gamalı haçı
taşıyabileceğini söylüyor, “ben liberal faşistler, aydınlanmış Naziler görmek
isterim” diyordu.
Öjeni ve Faşizm: Büyük Buhrana Mucizevi
Çözümler
Bu türden lafların edildiği dönemde Wells’in
hizmette kusur etmediği İngiltere ve Amerika’da faal olan finansçı oligarşisi,
Hitler’e sunduğu destek üzerinden insanlığa öjeniyi dayatan küresel politik
ekonomi sistemini kurmak için yola koyulmuştu. İtalya’da korporatist bir tat
kazanmış olan bu yönetme anlayışı, dünyaya “1929-1932 döneminde görülen (finans
balonunun kontrollü bir biçimde patlatılmasını ifade eden) büyük buhranın yol
açtığı sorunlara yönelik mucizevi ekonomik çözüm olarak takdim edildi.
1933’te Roosevelt’in müdahalesiyle merkez
bankaları diktatörlüğü tökezledi, bunun neticesinde faşist proje çöktü. Bir tür
Frankenstein olarak üretilmiş olan Hitler, Londra’nın emirlerine uymayınca
devre dışı bırakıldı. Böylelikle savaş sonrası dönemde yeni dünya düzeni için
geliştirilmiş olan plan aleni komploya yerini bıraktı.
Wells, 1946’da öldü. Diğer Fabyusçular ve
toplum mühendisleri, Soğuk Savaş süresince çalışmalarına devam ettiler. Savaş
sürecini tasarlayanlar, herkesin kazanacağı sistemi yok edenler onlardı.
Savaş Sonrası Faşizm: Düşünülemez Olanı
Düşünülür Kılmak
Bu karanlık dönemin en önemli
stratejistlerinden olan, Wells’in arkadaşı ve eski Fabyusçu Lord Bertrand
Russell, 1952 tarihli Bilimin Toplum Üzerindeki Tesiri isimli
çalışmasında şunları söylüyordu:
“Politik
düzlemde en fazla önem kazanacak husus, kitle psikolojisi. […] Günümüzde
propaganda yöntemlerine daha fazla başvurulmasıyla birlikte kitle psikolojisi
daha da önemli hâle geldi. Bu yöntemler içerisinde en etkili olan başlıksa
‘eğitim’. Din, giderek etkisi azalan bir olgu olarak kısmi bir rol oynuyor.
Basının, sinemanın ve radyonun rolleri büyüyor. […] Umarız herkes, devletin
parası ve teçhizatıyla genç müşterileri herhangi bir konuda ikna etme imkânı
bulur.”
“Bilimin
diktatörlüğünde bilim insanları bu kitle psikolojisini ele aldıkları takdirde
önemli bir sıçrama kaydedecektir. Geleceğin toplum psikologları okullarda
hocalık yaparlar ve yağan karın siyah olduğunu herkese kabul ettirirler.
İleride çok farklı sonuçlar oluşacaktır. İlk olarak hane denilen şeyin yola taş
koyduğu görülecek. İkinci olarak, on yaşından itibaren beyin yıkanmadıkça
hiçbir şeyin yapılamayacağı anlaşılacak. Üçüncü olarak, müziklendirilen, tekrar
tekrar yinelenip duran ezgilerle birleştirilen dizelerin etkili olduğu
görülecek. Dördüncü olarak, karın beyaz olduğuna dair görüş, tuhaflığın kanıtı
olarak dile getirilecek. Benim beklentim bu yönde. Geleceğin bilim insanları
‘Kar siyahtır’ türü cümlelerin doğru olduklarını ortaya koyacaklar. Çocukların
bunlara inanmalarını sağlayacaklar. En azından karın koyu gri olduğunu onlara
öğretecekler.”
Russell’ın distopik vizyonunun bir benzerini
arkadaşı (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilâtı’nın, UNESCO’nun
kurucusu) Sör Julian Huxley 1946 yılında şu şekilde dile getiriyordu:
“UNESCO’nun
savunduğu değer çok net. Barışı ve güvenliği savunma görevi, eline teslim
edilen eğitim, bilim ve kültür gibi araçlarla tam manasıyla ifa edilebilecek
bir görev değil. UNESCO, ister tek dünya hükümeti isterse başka bir kurgu
üzerinden dünyanın politik birliğini tahayyül etmeli. Zira tek dünya hükümeti,
savaştan kaçınmanın tek aracı. UNESCO, uyguladığı eğitim programında, tüm
insanların tek tek ulusların egemenlik haklarını bir dünya örgütüne devretmenin
yol açacağı sonuçlardan haberdar olması zorunluluğuna vurgu yapmalıdır.”
Peki bu “dünyanın politik birliği”nden ne
amaçlanıyor? Birkaç sayfa sonra Huxley, vizyonunu biraz daha detaylı bir
biçimde aktarıyor:
“Şu
an için medeniyet, dolaylı olarak öjenik değil disjenik etkiye, biyolojinin
bozulmasına, genetiğin kusurlarının artmasına neden oluyor. Muhtemelen genetik
aptallığın, fiziksel zayıflığın, zihinsel istikrarsızlığın ve hastalığa meyilli
oluşun o devasa ağırlığı, insan türünün sırtına gerçek bir ilerleme sürecinde
çok fazla yük bindiriyor. Bu anlamda, uzun yıllar radikal bir öjeni
politikasının uygulanmasının politika ve psikoloji düzleminde imkânsız olduğu
tespiti doğru olsa bile UNESCO, gene de öjeni sorununu dikkatle incelemeli,
bugün aklımıza dahi getirmediğimiz öjenik uygulamaların devreye sokulması
durumunda oluşacak meselelerle ilgili olarak kamuoyu bilgilendirilmeli.”
Dünyanın Ekonomik Planda Yeniden
Sömürgeleştirilmesi
Birçokları, İkinci Dünya Savaşı sonrası
dönemi esas olarak Soğuk Savaş’ın biçimlendirdiğini düşünür. Oysa gerçek şu ki
Demir Perde, esasen faşizmin yükseliş sürecini durdurmak için çok fazla
fedakârlık yapan Transatlantik toplumu genelinde yurttaşların zihinlerine sızıp
onları ele geçirme faaliyetinin kılıfı olarak iş görmüştür. Bu döneme dair
değerlendirmeler, genelde tarihte hiçbir kuşağın tanık olmadığı, zihinleri
kapsamlı bir biçimde oluşturma çabalarına maruz kalmış olan “doğum oranının
yüksek olduğu” kuşağa vurgu yapıyorlar.
Bu dönemde insanlar, nükleer korkusu,
asimetrik savaşlar, içte de uyuşturucu-seks-rock üzerine kurulu karşı-kültür
devrimlerinin şekillendirdiği çağda deliliğin eşiğine geldiler.
Bobby Kennedy’nin öldürüldüğü, Dögol’ün
devrildiği dönemde 1945 sonrası kurulacak Bretton Woods sisteminin temeli
olarak iş gören altın rezervi sisteminin yıkılması ve ABD dolarının akışkanlığı
sayesinde Batı’daki ulus-devletlerin sömürgeleştirilmesi sürecinin yeni aşaması
için gerekli sahne kuruldu.
Döviz kurlarının sabit tutulduğu sürece City
of London’ın her zaman başvurduğu kısa vadeli spekülasyon aracılığıyla uluslara
karşı ekonomik savaş yürütmek imkânsız. Ayrıca, sabit kur uzun erimli düşünme
ve planlama yapma imkânı sunuyor, bu da istikrarı sağlıyor. Geniş ölçekli
altyapı bu sayede inşa ediliyor. Bu inşa pratiği de kısa erimli olan, piyasa
güdümlü düşünmenin düşman olduğu sabra ve öngörüye ihtiyaç duruyor.
1971 sonrası deregülasyon politikasının
belirleyici olduğu yeni aşamada insanlık, yeni bir “değer” anlayışı üzerinden
atomize edildi. Bu anlayış, piyasanın kendi kendisini düzenlediğine inanılan
güçleri sayesinde bireyin arzularının regülasyonun zincirlerinden kurtulduğu,
bunun da yaratıcı değişime yol açtığı fikrini temel alıyor. Bu anlayışın hâkim
olmasıyla birlikte “açgözlülük hayırlıdır” zihniyeti Batılı devletlerin işletim
sistemini ele geçiriyor. Bunun sonucunda ilgili devletlerin yapılarını Darvinci
doğal seleksiyon anlayışının hâkim olduğu çağ boyunca birleşip kaynaşan
şirketlerle bankalar yönetiyorlar.
Bu birbirine bağlanmış ulusüstü yapılar
birleştikçe ekonomik gücün dizginleri egemen ulus-devletlerin elinden alınıp
insanlığa karşı olan güçlere bağımlı olan finans kuruluşlarının eline geçiyor.
Bu süreç boyunca ulusların yaşamasını sağlayan ekonomiye ait üretici sektörler
zayıflatılıyor, ihtiyaçlar bir şekilde dışarıdan karşılanıyor.
Sermaye yoğun altyapının bakımı ve
geliştirilmesine yönelik yatırımların oranı düşüyor, sanayide işletmelerin
kapısına kilit vuruluyor, sanayi yüzünü yurtdışında faal olan, emeğin ucuz
olduğu sektörlere yöneliyor, buralar da zamanla Küresel Güney’den çalınan
kaynakların ucuza temin edildiği, Çin gibi yerlerden gelen “ucuz mamüller”in
piyasaya hâkim olduğu, Batı tipi tüketimciliğin tanımladığı, modern köle
emeğiyle çalışan alanlar hâline geliyorlar.
Eskiden sanayi üretimindeki artışla birlikte
para arzı da artarken, 1971 sonrası gerçek dünyayla herhangi bir bağı
bulunmayan spekülatif sermaye ile ödenmesi mümkün olmayan borçların oranının
arttığı koşullarda para arzının arttığına tanık olunuyor.
Şerrin İki Yüzü: DEF ve Inter-Alpha Grubu
1971 kritik bir yıl. Bu yıl içerisinde iki
yapı daha inşa edildi.
Ocak 1971’de Henry Kissenger’ın müridi olan
Klaus Schwab, İsviçre’de “Dünya Ekonomi Forumu”nu kurdu. Kurucular arasında
Maurce Strong da bulunuyordu. Bu Kanadalı zengin, Roma Kulübü’nün
mimarlarındandı, ayrıca modern çevre hareketinin kurucu babasıydı. Strong’un
kurduğu yapılardan biri de 1001 Doğa Vakfı’ydı. 1970’te kurulan vakfın amacı,
yeni çevre hareketi kapsamında Dünya Doğa ve Yaban Hayatı Fonu için para
toplamaktı. Sör Julian Huxley, bu fonun kurucularından biriydi.
1971’de kurulan diğer yapı, İskoçya Kraliyet
Bankası şemsiyesi altında kurulan Rothschild İnter-Alfa Bankalar Grubu’ydı. Bu
grubun kuruluşu ardındaki niyeti Lord Jacob Rotschild 1983 tarihli konuşmasında
şu şekilde dile getiriyordu:
“Nihai
biçimini almış, her şeye kadir, çok başlı finans şirketleri birliğini
oluşturmak için dünya genelinde finans hizmetleri sunan şirketi ve küresel
ticaret becerisine sahip uluslararası ticaret bankasını birleştirmeliyiz.”
Lord Rothschild, burada aslında İkinci Dünya
Savaşı’ndan beri Transatlantik genelinde yürürlükte olan, ticaret
bankacılığını, yatırım bankacılığını ve sigorta faaliyetlerini ayıran
Glass-Steagall bankaları ayrıma kanunlarının yürürlükten kaldırılması gerektiğini
söylüyor.
1986 yılında bankacılık faaliyetinin
yürütüldüğü alanları birbirinden ayıran duvarların yıkım süreci, Thatcher’ın
büyük patlama politikası ve Kanada’nın dört sütunu yıkması ile birlikte
başladı. Glass-Steagall kanunlarının üzerine kürekle son toprağı ise Clinton
attı. Sonrasında 1991’de türev ürün sözleşmelerinin değeri sadece 2 trilyon
dolarken 1999’da 80 trilyona çıktı. 2007’de emlak piyasasındaki krizde bu değer
650 trilyon dolara fırladı.
Ekonomi Saatli Bombaya Dönüşüyor
1971 sonrası süreçte kapitalizmin elinden
çökmekten başka bir şey gelmeyen bir tür saatli bombaya dönüştüğü gerçeğini
akıldan çıkartmamak gerekiyor. Bu anlamda, küreselleşmenin gerçekleştirdiği
ihlallerin veya bugün yaşanan çöküş bir hata değil, sistemin kendisinin önceden
tasarladığı bir sonuç olarak görülmeli.
Batı’daki ulus-devletler, yurtdışından gelen
ucuz ürünler karşılığında geleceklerini sattıkça ekonomik egemenliklerini
yitirdiler. Bu süreçte yoksul ulusları daha da yoksul kıldılar. Ucuz emeğin
daha da ucuzlamasına neden oldular. Bu anlamda, gelişip modernleşen ulusların
emeği daha ehil, maaşları daha yüksek kıldığını, birer muz cumhuriyetine
dönüşmediğini görmek gerekiyor.
Bahsi edilen süreçte insanlık, birkaç yüzyıl
boyunca hâkim olan, ulus-devletler ve demokrasiler üzerine kurulu eski düzenin
yerine yeni dünya düzenini geçirmeye çalışan “tarihin sonu” tuzağına
sürüklendi. Finans oligarşisi, ulus-devletleri kontrol altına aldı. Bu süreç,
NAFTA gibi “serbest ticaret” anlaşmaları ve doksanların başında gündeme gelen
Maastricht Anlaşması üzerinden işletildi.
Sovyetler’in dağılması, Batı’daki
küreselleşme sürecinin doksanlarda kısa süre Rusya’da uygulanan şok terapisi
dönemi ile birlikte bu süreç, neredeyse tüm engellerden kurtuldu. Geride sadece
tek bir engel kalmıştı.
Ortaya Yeni Bir İşletim Sistemi Çıkıyor
Burada ben, Şi Cinping’in dünyaya duyurduğu,
Çin’in “Bir Kuşak Bir Yol Girişimi” isimli yeni programından bahsediyorum. Bu
açıklamasında Cinping, Çin’in ucuz emek merkezi olmaktan çıkacağını, dış
politikasına artık bu girişimin yön vereceğini söyledi. Kısa bir süre sonra bu
programa Rusya’nın öncülük ettiği Avrasya Ekonomi Birliği eklendi. Böylelikle
ilgili programın kullanacağı, İpek Yolu denilen, kolları Kuzey Kutup Bölgesi’ne
dek uzanan işletim sistemine 140 ülke örgütlendi. 1999-2013 arası dönemde yavaş
yavaş ilerleme kaydeden, Avrasya’da teşkil edilmiş çok kutuplu sistem, yeni
finans kurumları, geniş ölçekli altyapı projeleri ve bunların yanında kurulan
yeni diplomasi zeminleri ile birlikte hızla büyümeye başladı.
2015’te Rusya ve Çin, ABD kontrolündeki
SWIFT’e alternatif geliştirdi. Aynı yıl içerisinde Rusya, ulusal egemenlik
ilkesini savunmak amacıyla Suriye’ye girdi.
Bugün ABD’deki askeri-sınai kompleksin
kuşatması altında bulunan Rusya ve Çin, yayınladıkları ortak bildiride, düzenin
temeli olarak nüfus artışını ve her bileşenin kazanacağı işbirliğini teşvik
eden faaliyetler ve egemen ulus-devletler ilkesi üzerinde duran yeni bir
işletim sistemine vurgu yapılıyor.
Guterres, iki karşıt sistemin oluşma
tehlikesi karşısında tir tir titriyorsa, Biden’ın yularını tutanlar,
efendilerin tanrısının sunağında kurban edilmek istemeyen ulusları dışarıda
tutan demokrasi zirveleri düzenliyorsa, bilin ki ortaya insanlık onuruna halel
getirmeyecek bir şeyler çıkıyor.
Bugün Transatlantik dünyasına dağılmış
durumda olan özgürlük hareketleri, politik kesimler içerisinde yer alıp henüz
varlıklarını Dünya Ekonomi Forumu’na satmamış olan kimi unsurların tek kutupçu
transhümanist din adamlarına teslim olmamalarını sağlayabilecekler mi hep
birlikte göreceğiz?
Matthew Ehret
12 Mart 2022
Kaynak
Dipnotlar:
[1] The Origins and Development of the Fabian Society, 1884-1900,
Stephen J. O’Neil Loyola University Chicago, Ecommons.
[2] George Bernard Shaw, Prefaces (Londra:
Constable and Co., 1934), s. 296.
[3] H.G. Wells, American Journal of Sociology, Cilt. 10 (1904), s. 11.
0 Yorum:
Yorum Gönder