Bu
yazıda sol-muhafazakârlık olarak adlandırılan çizgi üzerine bir tartışmaya
girişeceğim. Sol-muhafazakârlık, “sol” ve “muhafazakârlık” gibi uzlaştırılması
pek mümkün olmayacak iki kavramı bir araya getiriyor. Solun devrimcilikle olan
tarihsel-küresel özdeşliği düşünüldüğünde ilk başta âdeta bir kavramsal
zorlama, hatta oksimoron ile karşı karşıya olduğumuz düşünülebilir. Keza ülke
bağlamımızda solun gelişim tarihinin özgünlüğü de (Kemalist “Devrimcilik” ve
Sosyalist “Devrimcilik” arasındaki süreklilik ve kopuş) bu kavramın ne demeye
geldiğine dair soru işaretlerini doğal olarak artıracaktır.
Sol-muhafazakârlık
kavramı, Almanya’nın yeni sol-popülist partisi BSW’nin (Bündnis Sahra
Wagenknecht, Sahra Wagenknecht İttifakı) lideri Sahra Wagenknecht ve
partiye yakın entelektüeller tarafından kullanılıyor. Kavram, BSW’nin kendi
özgün platformunu oluşturma, Sol Parti ve Yeşiller gibi küçük-burjuva “ilerici”
blokla arasında bir fark koyma çabasının ürünü. Kavramı bu tartışma açısından
önemli kılan yanı, salt Almanya muhalefeti içinde yeni bir çizgiyi tanımlıyor
oluşu değil; daha önemli olan, bu çizginin bir toplumsal-siyasal karşılığı
olabileceğine dair alametlerin beliriyor oluşu. Sol Parti’den (Die Linke)
Sahra Wagenknecht öncülüğünde ayrılan bir ekip tarafından kurulan BSW, önce
Avrupa Parlamentosu ve daha sonra da Thüringen, Sachsen ve Brandenburg gibi
Doğu Almanya eyalet seçimlerinde kayda değer bir başarı yakaladı. Son derece
yeni bir parti olmasına rağmen BSW, Doğu Almanya’da %10-15 bandına yerleşti ve
ülke genelinde de %10’a doğru bir gelişme gösteriyor.
Peki
kavram, mucitleri ve icracıları tarafından nasıl tanımlanıyor? Partinin önemli
fikri ilham kaynaklarından biri olan ve kapitalizmin siyasal iktisadı üzerine
çok sayıda eseri ile tanınan akademisyen Wolfgang Streeck, sitemizde de yer
verdiğimiz mülakatta şunu söylüyor:
“BSW ile ilgili olarak da
şunu ekleyeyim: siyasi hareketleri, kültürel olarak özgürlükçü veya muhafazakâr
ve sosyo-politik olarak ilerici veya liberal olmak üzere iki boyutta kategorize
edebilirsiniz. Bu dört siyasal alana tekabül eder ve bunlardan üçü hâlihazırda
doludur. Kültürel olarak muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici siyasal
alan ise henüz boştur. BSW’nin kalıcı olarak yerleşebileceği ve benim de
kendimi rahat hissettiğim yer burasıdır.”[1]
Streeck,
kültürel özgürlükçü cepheye karşı kültürel muhafazakâr tarafta yer almayı
önerdiğinde, belirli bir tarihsel süreç içinde ortaya çıkan toplumsal
ortaklaşmaların, değerlerin, normların çözülmesi tehdidine karşı toplumun
direncinden yana tavır almak gerektiğini ifade eder. Bu ortaklaşmaların
çözülmesinin, birbirine ilgisiz ve duyarsız bireylerden ve paralel
topluluklardan oluşan bir anonim toplama yol vereceği ve bunun da
ulusal/kolektif “biz” duygusunu ortadan kaldıracağı uyarısını yapar Streeck. Bu
uyarının Almanya bağlamındaki arka planını ise süregiden kitlesel göçün
yarattığı riskler oluşturmaktadır.
Tam
da bu noktada son derece kritik bir farkın altı kalınca çizilmeli. Streeck’in
yazıyor olduğu bağlamda, hâkim toplumsal normların değişen düzeylerde dışladığı
gruplar en temel hakları ve tanınma talepleri düzeyinde hukuki-siyasal
güvencelere sahiptir. Streeck, kültürel sürekliliklere ve ortaklaşmalara
duyulan arzuyu “kültürel muhafazakârlık” olarak adlandırırken, bu grupların
sahip olduğu hukuki ve kurumsal güvenceleri sorunsallaştıran değil, verili alan
bir yerden konuşmaktadır. Dolayısıyla Streeck’in ve aslında BSW’nin kültürel
muhafazakâr konumu, azınlıkların, kadınların, LGBTİ+ topluluğunun, göçmenlerin
eşitlik taleplerini bastırmaya yönelik bir otoriter çağrı içermiyor.
Sahra
Wagenknecht, aşağıdaki satırlarda tam da bu olası yanlış anlamaya karşı
konumlarını netleştirmektedir:
Burada, toplum odaklı
muhafazakâr değerlere dayanan bir programın ilerici ve çoğunluğa hitap eden bir
gelecek tasarımı olarak önerilmesinden bahsedildiğinde, kadınları eve hapseden,
eşcinselliği bir hastalık olarak gören, egzotik görünümlü insanlara temelde
şüpheyle yaklaşan ve en soylu vatandaşlık erdemini otoritelere boyun eğmekte
gören eski, bağnaz bir dünya görüşünü diriltmekten söz edilmiyor. Bugünkü
mülkiyet ve servet dağılımını kutsal ilan etmek ise hiç söz konusu değil. Asıl
mesele, bir toplumun bir arada kalabilmesi için hayati öneme sahip olan ve bu
nedenle mutlaka korunması gereken adil birlikte yaşama değerlerine
odaklanmaktır. Ancak bu değerler, küresel piyasaların serbestçe hareket etme
baskısı altında giderek daha fazla geri plana itilmektedir.
Bu, birçok insanın neden
yürekten muhafazakâr olduğunu ve neden böyle olmakta haklı olduklarını
anlamakla ilgilidir. Neden eski işçi sınıfı çevrelerini de karakterize eden bir
aidiyet duygusuna ve istikrarlı topluluklara özlem duyduklarını anlamakla
ilgilidir. Ve düzenli bir dünyanın, yaşamda istikrar ve güvenliğin, gerçek bir
birliktelik duygusuna ve diğer insanlara güvene sahip demokratik toplumların -tüm
bunların sadece geçmişte kalmadığını, aynı zamanda gelecekte de olabileceğini
fark etmekle ilgilidir.
[…] Onlar istikrar,
güvenlik ve dayanışma isterler ve tam da bu nedenle daha fazla sosyal denge ve
daha az bölüşüm adaletsizliği talep ederler. Küreselleşmiş bir piyasa
toplumunun, onlar için önemli olan toplumsal bağları, değerleri ve gelenekleri
yok ettiğini hissederler.”[2]
Şu
husus açıklığa kavuşmuş olmalıdır: BSW çizgisinin muhafazakârlık vurgusu;
tarihsel süreçteki kutuplaşmalar, dolayısıyla muhafazakâr-milliyetçi
karşı-devrimci siyasetle özdeşleşen istikrar, güvenlik, dayanışma, düzen,
öngörülebilirlik, aidiyet, aşinalık talebini bu siyasal hattan koparmaya
yönelik bir hamledir. Bu hamlenin varsayımı şudur: Bu talebin kendisi, doğası
itibariyle muhafazakâr-milliyetçi bir karşı-devrimcilik içermez. Katı olan her
şeyi buharlaştıran, emekçi kitleleri salt yoksullaştırmakla kalmayıp onları
oradan oraya rüzgâr gibi savuran, kolektivitelerini çözen, tarihlerini dağıtan,
tarihsizleştiren, sersemleten, aidiyetsizleştiren, güvencesizleştiren, sürekli
endişeye gark eden kapitalizme ve onun bugünkü küresel ve neoliberal hâline
karşı kitlelerin ontolojik bir güvenlik talebiyle tutunabilecekleri bazı
sabitler arama çabası tamamıyla meşru ve anlaşılırdır. Bu talebi temsil etmek
ve yanıt olmaya çalışmak, anti-kapitalist siyasetin temel bir görevi olmalıdır.
Burada
önemli bir denge bulma çabasının altı çizilmeli:
a)
BSW, esasen toplumsal merkezin içinden doğru konuşmaya çalışır ve siyasal
özneyi ulus olarak tanımlar; dolayısıyla BSW, toplumu bir arada tutan
ortaklaşmaların /geleneklerin/sürekliliklerin ve bir bütün olarak ulusal
asabiyenin muhafazası ve yeniden üretiminden yanadır.
b)
BSW, hâkim toplumsal normların değişik düzeylerde dışladığı grupların temel
haklarının hukuki ve siyasal olarak tanınması gerektiği konusunda nettir.
c)
Dolayısıyla BSW, toplumsal merkezin değişen düzeylerde dışladığı grupların
tanınma biçimi ve siyasetinin ulusal asabiye ve kolektif aidiyet pahasına
gerçekleşmemesi gibi bir hassas denge tutma çabasıyla belirlenir.
BSW
çizgisi açısından bu hassas dengeden bir liberal anayasal vatandaşlık kurgusu
üzerinden kaçınmak bir alternatif değildir, zira bu çizgi açısından ulus, her
şeyden önce bir ulusal asabiye ve kolektif aidiyet meselesidir: “Bizler ‘Homo
Habermasiens’ değiliz; salt ortak bir anayasanın dayanıksız temeli üzerinde
sosyalleşmiyoruz.”[3]
Wagenknecht,
bu noktada çoğunluğun iradesini gözeten cumhuriyetçi demokrasi ile azınlıkların
korunmasını gözeten liberal demokrasi arasındaki çelişkinin kaçınılmaz
olabileceğini kabul eder. Azınlık haklarının her durumda korunması gerektiğini
tanımakla beraber, “[e]ski cumhuriyetçi demokrasi anlayışını rehabilite etmenin
zamanı gelmiştir”[4] der. Tam da bu nedenle, Wagenknecht, dengeyi sol
liberalizm üzerinden bozan ve toplumsal merkez pahasına marjini temsil etmeye
meyleden çizgilerle arasında net bir ayrım tanımlar:
“Mesele Die Linke’nin
kendisinin değişmiş olmasıydı. Artık Yeşiller’den daha yeşil olmak istiyor ve
kendisine onları örnek alıyor. Kimlik siyaseti ağır basıyor ve sosyal meseleler
bir kenara itilmiş durumda. Die Linke önceden oldukça başarılıydı.
2009’da yüzde 12 ile 5 milyonun üzerinde oy almıştı, ancak 2021’e gelindiğinde
oyları yüzde 5 barajının altına düştü ve sadece 2,2 milyon oy alabildi. Tabiri
caizse bu ‘elit söylemler’, metropol akademik çevrelerde popülerdir, ancak sola
oy vere gelen sıradan insanlar bu söylemleri pek de tutmaz. Dolayısıyla onları
uzaklaştırıyorsunuz. Die Linke, eskiden Doğu Almanya’da güçlü bir tabana
sahipti, ancak bu insanlar, farklılıklar etrafındaki tartışmalarla, en azından
bu tartışmaların yapıldığı şekliyle, baş edemiyorlar. Bu tartışmalar, doğru
düzgün emeklilik maaşları, ücretler ve elbette eşit haklar isteyen seçmenleri
yabancılaştırıyor. Biz, herkesin dilediği hayatı ve aşkı yaşayabilmesinden
yanayız. Ancak, göçmen kökeniniz yoksa veya heteroseksüelseniz, bir konu
hakkında konuştuğunuzda özür dilemek zorunda olduğunuz abartılı bir kimlik
siyaseti türü var. Die Linke, bu tür bir söyleme kendini kaptırdı ve
bunun sonucunda oy kaybetti. Seçmenlerinin bir kısmı oy vermeyenler kampına,
bazıları da sağa kaydı.”[5]
Die
Linke için “kimlik siyaseti ağır basıyor ve sosyal meseleler bir
kenara itilmiş durumda” derken, Wagenknecht için mesele, salt yeniden bölüşümcü
sınıfsal siyasetin terki değildir; buradaki asıl mesele, siyasal öznenin nasıl
tanımlanacağına dair esaslı bir anlaşmazlıkta yatmaktadır. Wagenknecht’in asıl
eleştirisi, Die Linke’nin toplumsal merkezi temsil iddiasından
vazgeçmesine yöneliktir: Die Linke, burjuva özerk-birey özneyi merkez
alan bir sol-liberalizmle, toplumsal merkezi tahakkümle, gericilikle
özdeşleştirmeye meyleden bir küçük-burjuva kendini beğenmiş tavır almaktadır.
Buradaki mesele, sadece Die Linke’nin siyasal mesaisinin esasını
toplumsal merkezin dışındakilerin tanınması mücadelesinin oluşturması değildir.
Mesele, daha ziyade bu tanınma mücadelesinin bir egemenlik iddiasında
bulunabilecek kolektif siyasal özne olarak ulus fikrini, paralel topluluklar ve
atomize burjuva özerk-birey özneler toplamıyla ikame çabasından
kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla,
Wagenknecht, Die Linke için “kimlik siyaseti ağır basıyor ve sosyal
meseleler bir kenara itilmiş durumda” derken, aslında kimlik siyasetinden azade
bir yerden konuşuyor değildir. Adını koymadan yaptığı kimlik siyaseti,
iktidarın ve kaynakların yeniden bölüşümü siyasetinin esas öznesi olarak
kodladığı radikal cumhuriyetçi bir Almanya ulusal kimliğinin siyasetidir. Esasında
“kimlik siyaseti mi sınıf siyaseti mi, tanınma mı yoksa yeniden bölüşüm mü”
gibi bir kaba ikiliği mümkün kılanın da böyle bir ulus dolayımının devre dışı
kalması olduğu tam da burada not edilmelidir.
Peki,
bu sol-muhafazakâr vurgu, Türkiye bağlamına olduğu gibi taşınabilir mi? Bu
soru, hem bir strateji tartışmasına girişmek hem de “Sol-Muhafazakârlık”
kavramının iç gerilimlerini ve sınırlarını sergilemek ve bazı ayrımlar
tanımlamak için açıcı olabilir. Burada en azından dört çıkarımda bulunmak
mümkündür:
1.
Neoliberal küreselleşmeye karşı mücadelenin söylemi salt yeniden bölüşümcü
sınıf mücadelesi terimlerine kapatılamaz. Toplumun ontolojik güvenlik talebinin
temsil edilebilmesi kitleselleşme iddiasındaki bir sol siyaset için bir
zorunluluktur. Bu talebin temsilini sağ-muhafazakâr, sağ popülist ve
mukaddesatçı siyasal çizgilere bırakmak için hiçbir makul neden yoktur.
Wagenknecht’in bu önermesini Türkiye bağlamına olduğu gibi aktarmak mümkündür.
2.
Dışlanan toplumsal grupların (Kürtler, Aleviler, göçmenler, kadınlar, LGBTİ+
topluluk) temel haklar düzeyinde tanınma sürecinin siyasi, toplumsal, kurumsal
güvencelerden yoksun olduğu Türkiye bağlamında toplumsal merkezin güven,
öngörü, düzen ve süreklilik talebinin konusu olan kurumlar, ilişkiler,
gelenekler ve değerler, toplumsal güvencesi olmayan/zayıf gruplar üzerindeki
tahakkümü derinleştirme riski barındırıyor. Dolayısıyla, toplumsal merkezin
ontolojik güven talebinin meşruluğu ve bu talebin konusu olan kurumlar,
ilişkiler, gelenekler ve değerlerin potansiyel riskleri arasındaki ayrımı
tanımamıza yardımcı olmadığı oranda muhafazakârlık kavramından uzak durmakta
fayda olduğu söylenebilir. Vurgu, güçlü ulusal kimliğe/kolektif aidiyete
konulmalıdır.
3.
Üstelik, toplumsal merkezin “muhafaza” talebini temsili öncelemek ve yine de
solda kalmak arasındaki gerilim, azınlık güvencelerinin güçlü olduğu Almanya’ya
kıyasla Türkiye bağlamında yönetilebilir seviyelerin ötesine geçer. Toplumsal
merkezin ontolojik güven talebini temsil kabiliyetini yitirmemek adına,
Kürtler, Aleviler, kadınlar, göçmenler, LGBT topluluklarının tanınma
taleplerini sol siyasal mesainin görece ihmal edilebilir başlıkları olarak
görmek kabul edilemez.
4.
Ancak toplumsal marja itilen grupların tanınma taleplerine yer açmak için
toplumsal merkezi gevşetmek, anayasal liberal bir vatandaşlık (“Türkiyelilik”)
önermek, burjuva özerk-birey figürünü ve farkı fetişleştirmek, toplumsal
merkezi, tahakküm ve gericilikle eşitleyen ve onun kurucu bloklarına karşı
(aile, ulus, din) reaksiyoner-saldırgan çıkışlarda bulunmak iyi bir fikir
değildir. Bu, hem ulusal ortaklaşmayı ve kolektif aksiyonu zedeler hem de
tanınma talepleri için toplumsal merkezde bulunabilecek olası ittifakları ve
güçleri yabancılaştırır. Toplumsal merkezin ve bir bütün olarak toplumun
ontolojik güven talebi ve toplumsal marja itilen grupların tanınma talepleri,
güçlü bir sol ulusal kimlik-kolektif aidiyet siyaseti (“Türkiye Halkı”)
geliştirme mücadelesine tabi kılınmalıdır.
İlker Cörüt
15
Kasım 2024
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Wolfgang Streeck, “Kapitalizm Uysallaştırılmak Zorundadır”, 6 Ekim 2024, Yurtseverce.
[2] Sahra Wagenknecht, Die
Selbst-Gerechten: Mein Gegenprogramm -für Gemeinsinn und Zusammenhalt (Campus
Verlag: Frankfurt/New York, 2021), s. 225.
[3]
Wolfgang Streeck, a.g.m.
[4]
Wagenknecht, Die Selbst-Gerechten, s. 264.
[5] Sahra Wagenknecht, “Almanya’nın Hali 3”, 4 Ağustos 2024, Yurtseverce.
0 Yorum:
Yorum Gönder