15 Eylül 2024

,

Ahenk


Sol, 13 Eylül 1980’den bugüne sınıfı ve kitleyi bırakıp küçük burjuva sol bireyi üretti. Bir yapının/çevrenin içinde olan da olmayan da sadece bu sol birey. Bunların dışında kalan yapılar da “tarikat, geri, kadın düşmanı, eril, vulgar” kabul edilip sohbetlerde ve yayınlarda karikatürize ediliyor.

Onların yayınlarında Marksizmin literatüründen bolca alıntı yapılıyor. Yazıyı okuyan, yarın düzen değişecek sanır. Sempati kazandırılan birey de yapıya katılınca liberalleştiriliyor. Söz eylemin önünde gidiyor, olmayan eylemin yüksek perdeden, epik tonda propagandası yapılıyor.

Diyalektiğe göre nicel birikimlerin nitel sıçramaları getireceğini öne sürüp her sivil toplumcu eylemde sadece muhalif yan görerek söz eylemin üzerine çıkarılıyor. Diyalektik hayata geçirilirken yanlış eyleniyor. Nicel birikimler sınıf hattında politize edilmeden ve uygun şartlar oluşmadan, nitel sıçramanın gerçekleşeceği sanılıyor. Böyle olunca sınıfsal temeli olmayan çevre, yaşam biçimi, cinsel kimlik eylemlerinin inceliğine umut bağlanıyor. En geri sendikada bile kalınacağı tezi de yanlış yorumlanıyor. Sanılıyor ki sadece eleştirmeyle ve saygı duyulmayla sorumluluk yerine getiriliyor.

Aslolan, eleştiriyi sahiplenen nicel birikimi sendikal bir hatta örmek. Bu yapılmadığı sürece sözün hayatı değiştirme gücü atıl kalıyor. Aynı biçimde, sivil toplumcu eylemlere katılan politik çevreler de sendika tezi gibi kitleyi dönüştüreceğine inanıyor. Bunun en yakın dönemdeki örneği Gazete Yolculuk çevresinin kadınlarının eylemliliğidir. “Saygın adamları korku basacak” (Gazapizm şarkısı) denilerek post-modernize edilen 8 Mart’a katılım sağlanıp ardından konsolosluk önünde Filistin için protesto düzenleneceğini söylediler. Sandılar ki kitle içinde yer alırlarsa kitleyi politize edip konsolosluk önüne getirebilirler. Öyle olmadı, olamazdı da çünkü daha baştan referans Gazapizm’di.

Geriye kalan solun önemli bir bölümü de taktiği yanlış yerden geliştiriyor. Gezi’yi Haziran olarak geliştirip aşamadıklarından 2007-2008 sürecindeki liberalleşmelerini Gezi’den beri zirveye çıkardılar. Koç’un otelinde kalanlar, Kavala’nın restoranında Yılmaz Güney’e en eril film sahnesini çektiği iddiasıyla “ödül” veriyor, Gezicilerin bileşeni olduğu HDP bu restoranda aday tanıtım toplantısı yapıyor. Evrensel gazetesi çevresi de sosyal ilişkilerde HDP'yi kurma “projesinin” kendilerine ait olduğunu iddia ederek referans diye Özgürlük Dünyası dergilerini gösteriyor ama gerçek şu ki partinin kuruluşu Milliyet gazetesine sızdırılan çözüm süreci tutanaklarında geçiyor: “Aşın bu sorunları, Türk solunu başıboş bırakmayın, gerekirse vekil verin onlara...”

Özü ve ilkeleri savununca Kürt “düşmanı”, anti-emperyalizmi savununca “ulusalcı”, kadının kurtuluşunun sınıfsız sömürüsüz bir düzende mümkün olduğunu ve özel mülkiyetin gelişim seyriyle kadınların baskı altına alındığını söyleyince “eril, kadın düşmanı”, sol bir çevrenin barının ve meyhanesinin olmasını eleştirince “gerici”, bireylerin yaşamlarını değil, LGBT’nin aldığı fonları ve emperyalizmle kurduğu ilişkiler sonucunda halka ve ideolojiye karşı mücadele yürüttüğünü söyleyince “cinsiyetçi, feodal”, sadece hayvan haklarını savunup her gün katledilen işçiler, Filistinliler, Iraklı kadınlar için sokağa inilmemesini eleştirince “türcü, geri kafalı” sayılabilirsiniz.

Sorular çok basit:

- Halkın gazetesi olan duvarlar ve halk çocuklarının eğitim gördüğü okullar faşizmle işlenirken, neden soldan da sendikalardan ses çıkmaz?

-İranlı kadınlar için sokağa inen kadınlara göre Filistinli, Iraklı kadınlar “amasız, fakatsız” kadın değil midir?

- Narin için sokağa inenler, sermayenin iş yerlerinde MESEM adı altında yaşamları ellerinden alınırken neden sokağa inmezler? Okul çağındaki çocuklar ve bebekler katledilirken, sendikalar neden sokağa inmezler?

- Aşı yapılması için aylarca muhalefet eden TTB, neden aşı karşıtlarını gericilikle ve bilim düşmanlığıyla suçlar da aşının zararlarına karşı başka ülkelerde dava açılırken TTB ortadan kaybolur? Sol nasıl ki bir Allende çıkaramazsa TTB de kendisini lisenin önüne zincirleyen Tevfik Fikret çıkaramaz. Daha kendi kurumlarını savunamıyorlar.

-Mühimmat hazırlama görüntüleri propaganda edilen Ukraynalı kadınlar, sol ve feministler tarafından yüceltilirken, Kobane’ye gidip orada IŞİD’e karşı can veren kadınlar kahramanlaştırılırken, neden Filistin’e gidip destek olan sosyalist Ayşenur'un adı bile anılmaz?

Tüm bunların ve daha fazlasının yanıtı emperyalizm ve reformizmse, o zaman onlara yöneltilen eleştirileri sol bireylerin üzerine almaması gerekir. Bu yükü size sivil toplumcu sol yüklüyor. Gezi günlerinde değişimin kapıda olduğuna inananlar, umudu 7 Haziran seçimlerine bağlayanlar, sistem içi rekabetten medet umanlar, bugün tarihin gerisinde kaldıklarını kabul etmedikleri gibi neden hep solun eleştirildiğine kızıyorlar? 

Eleştiri sola yapılır, değiştirmek istediğiniz düzene eleştiri yapılmaz, söz düzleminde ideolojik mücadele verilir. Eleştiri düzeltmek içinse kim değiştirmeyi amaçladığı düzeni ve öznelerini eleştirir!

Eleştirilere yansıyan dil hassasiyeti konusunda da belirtmek gerekir ki Marx’ın Paris Komünü’nün dağıtılmasına ortak olan esnaf için söylediği sözler yenilir yutulur cinsten değildir. Marx, acaba dil konusunda ve Proudhon eleştirisinde “kaba, eril, geri” mi davrandı? Kautsky’ye “alçak, dönek” diyen Lenin çok mu “kaba” ve “sekterdi”?

Daha net olursak, bugünkü solun ideolojik-politik kapasitesi, eylemi, çizgisi Kautsky’nin bile gerisinde. Eleştirileri “kaba” bulan sol bireyler, ya kendini bir yapı sanıyor ki bu, anarşizmdir ya da hümanizmin Marksizme aykırı olduğunu gözden kaçırıyor.

Eleştirilere yansıyan dil konusuna gelince, bir anektoda başvurmak gerekiyor. “Seks işçisi” tabiri, Marksizme de emekçi halkın yapısına da uymadığı söylenip eleştirilirken utangaç sol, bu sömürüyü işçilik adı altında fakat “patronsuzluk” düzleminde savunuyordu.

Alevi ve Kürt halkının yoğunlukta yaşadığı bir mahalledeki okulun solcu öğretmenleri, bir gün okul kapısının önünde sohbet ederken kadınlardan birinin sohbetinde “seks işçisi” diye bir söz geçer. Okul güvenliği de öğretmenlerin sevdiği bir mahalleli emekçidir. Adamcağızın tepkisi şudur: “Hocam, bizim ne yanlışımızı gördün de biz işçiyiz diye mi bize ‘seks işçisi’ dedin?” der ve üzülür.

Derdimiz, tam olarak bu. Hiçbir halk, kendinden olmayan bir solun peşinden gitmez. Buradaki mesele, halkın geri yanlarını sahiplenmek değildir, çünkü sınıflar mücadelesi, emekçi halkın içinde, onu dönüştürerek ama ondan biri olarak ilerler. Bu düzene halk hâlen daha geri olduğu için mahkûm olduğumuz iddiası sola ait. Havuzlu lüks sitelerde yaşayanlar, hayvan haklarını savunduğu halde evcil hayvanın bedenine müdahale edip kokmasın ve hırçınlaşmasın diye onu kısırlaştırıp hadım eden, beş yaşın üzerindeki araca binmeyen, yaz tatilinin planını Ocak’tan yapan, politikayı ve mücadeleyi bar masasında üreten, yoksul mahalleden nefret eden, salgın döneminde çalışmak için evden çıkan emekçiyi “cahil” kabul eden sol, eleştiri dilini gerekçe olarak gösteremez. Sert olan bir gerçek varsa o da sömürü düzenidir.

Sivil toplumcu eylemlere nitel sıçrama umuduyla yaklaşanlar, TKP gibi yapıların sözcülerinin ve yazarlarının “Bizim dönüştüreceğimiz kesim yine CHP’nin tabanıdır” teziyle yan yana konumlanır. Orta sınıf solu sadece muhalefetten ibarettir, düzene muhalif olan, düzenden pay isteyendir. Sol bireylerin de bu eylemlerde dönüştüreceği Kemalist, sivil toplumcu, demokrat bireyleri çağıracağı bir mücadele odağı yoktur.

Yarın sınıfsız bir düzene geçilecek olsa bunun önündeki en büyük engel, yine CHP ve onun yoksul olmayan tabanıdır. Bu solu yaratan da 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de soluğu Avrupa’da alan, orada ikamet ve vatandaşlık hakkını emperyalistlerden alıp kitleyi oradan dönüştüren şeflerdir. Bu yüzden popülizm ve nicellik bugün ilkeden üstün tutuluyor. Bu yüzden dil konusu eleştiride bir gerekçedir çünkü içinden geldiği halkın şiirine “ırkçı”, şairlerine de “yaltaklanmacı, sadist”, “yeri MHP-CHP’nin yanıdır” diyenlere alan açan çevrelere sol sesini çıkarmıyorsa dönüp vuracağı yer de “kabalık, despotluk, erillik” düzlemi üzerinden var edilir. Kaldı ki Kemalistler de bu saldırıya sessiz kaldılar, hem de defalarca.

Pozitivizmi, bilimi ve aydınlık yarınları sahiplenenler, Pavlov’un laboratuvarını sel basınca yüzlerce köpeğin telef olduğunu bilmezler. Pavlov bu yüzden eleştirildiğinde, “Olumsuzluklar olsa da insanın kadim dostu köpekler yine dostu insan için yardımcı olacak” der. Bilimi savunan sol sendikalar, halen Pavlov’un deneylerinin sonucunun eğitimde kullanılmasının sonucunu eleştirmezler. Kendi iç tutarlılıklarına ters bir durumdur bu. Aynı şekilde, son on yılda yapılan bir eylem vardır: İstanbul’da veterinerlik fakültesinin laboratuvarında koyunlar üzerinden uygulamalı ders anlatılırken sınıfı hayvan hakları savunucuları işgal edip, “Burada hayvanlara tecavüz gerçekleştiriliyor” derler ve ajitasyonlarını kameraya alırlar.

Sol çevre ve birey bazındaki diğer çarpıklık da şu olsa gerek: Vegan hareketini sadece muhalif kitlesinden dolayı destekleyip onlara söz ettirmeyenler vejetaryen bile değiller. Lokantada ve mangalda et yemekten vazgeçmeyenler, dışarıda kadın haklarını savunup evinde eşine şiddet uygulayan erkekten farksızdır. Önce kendimize karşı samimi olmalıyız. İrade, samimiyet ve etik sınıf ideolojisinin verdiği ahlak yasasıdır.

Sorun, köpeğin yaşam hakkını savunup meydanları dolduran insanların mücadelesine, Kürt’ün ve Alevi’nin haklarını savunanlara, ekoloji mücadelesi verenlere, cinsel kimliğinden dolayı toplumdan dışlananların ses çıkarmasına söz etmek değil, tüm bu mücadelelere ve kapitalizmin yarattığı doğa-insan ayrışmasına karşı çıkmak, sınıfsız düzen ideolojisinin ve mücadelesinin gereklerindendir. Asıl sorun, bu mücadeleyi suistimal edip popülizmden politika üreten, temel çelişkiyi sonlandırmak için alanları doldurmayıp, orta sınıfın hassas bireylerinden insan devşirmeyi ve gündemin bileşeni olmayı politika üretme sanan solun ve bireylerinin olmasıdır. Yoksa vicdan sahibi hiçbir insan, köpeğin uyutularak katledilmesine sessiz kalamaz.

Anadolu’da ve Çukurova köylerinde bir inanış vardır ve sol bunu bilmez: Köpek ve kedi öldürenin iflah olmayacağına inanılır. Sanılanın aksine, sadist kişiliklerin hayvana yaptığı işkence, halkın gerçek yapısının sonucu değildir. Köylerde çocuklar kediye sarılıp uyurken, o çocukların ninesi ve dedesi de köpeklerini dost beller. Hatta meşhur bir söz vardır: Köy yerinde komşu kavgası ya çocuktan ya köpekten dolayı çıkar. İçinden gelip içinde olduğumuz halkı tanıyoruz. Kaldı ki köpeğe “güvenlik” faydası açısından bakan o “geri” mahalle halkı bile böyle bir şeye razı olmaz. Asıl sorun, hegemonyayı yanlış yerde ve biçimde kuran soldadır. İşçiyi savunurken işçinin, Kürt’ü savunurken Kürt'ün, köpeği savunurken o sokak köpeklerinin konakladığı yoksul mahallelerin içinde olmayan soladır eleştirimiz.

Yaşamak istediği ülkeler Avrupa, o da olmazsa Ege kıyıları, o da olmazsa Kadıköy olan solun ve bireyinin bu mücadeleleri sahiplenmesi söz konusu olamaz. Mahallede hayvanlara zarar veren ve işkence eden insanlar yok değildir. Bu profilin çoğu, yozlaştırılmış ailelerden ve ideolojisi bırakılmış çevreden gelip uyuşturucu bataklığına saplandırılmış insanlardır ama solun mahallelerdeki uyuşturucu satışıyla bir çelişkisi olmadığı gibi kendi kültür merkezinde bira satmayı siyaset sanır.

Tüm eleştirimiz sola olduğu gibi bir gerçeği daha belirtelim: “Sistem, önce köpekleri uyutur, sonra sıra insana gelir” argümanı gerçekliği tam olarak yansıtmıyor çünkü sistem, önce emekçi halkın zihnini ideolojik manipülasyonlarla şekillendirip uyuşturucu ve yozlaştırmayla kirletir, sonra da sıra köpeğe gelir.

Van’da Muharrem bebeğinin cansız bedeninin karla kaplı yolda babasının sırtındaki çuvalla hastaneye götürülüşünü, yoksulluktan kaynaklı ucuz kömür yakıp “uykudayken” zehirlenen insanları, hatta bu odun kömürü bile alamayıp fon makinesiyle çocuklarını ısıtmaya çalıştıktan sonra diğer odaya geçip intihar eden anneyi, iş yerlerinde katledilen çocukları unutmuyoruz. O bebeklere, kadına ve çocuklara sahip çıkılsaydı, sistem, bugün gözünü sokak köpeklerine dikip oradan CHP belediyeleriyle hesabını görmeye çalışmazdı. Kayyum kaygısıyla ve Şafi halkın inancına siyaset yapma motivasyonuyla sokak köpeklerini “yaka paça” toplattıran Silvan Belediyesi’ni yöneten partiye nedense sol sessiz kalıyor.

Bugünkü sol 74 affı ve 12 Eylül ile üretildi, 19 Aralık’la da bireycileştirildi. Halkına yabancı, hümanist, sivil toplumcu emperyalizm dostu bir sol ortaya çıktı. Bu tür toplumsal muhalefet eylemlerine destek vermeleri kitleyi dönüştürmek için değil, kitleden birey çekebilme ve esasında varoluşunu duyurma amacını taşıyor. Kapitalist toplum düzeninin ortaya çıkardığı sevgisizlik, yabancılaşma, insansızlaştırma politikalarının da etkisiyle hayvanseverliği sisteme yönelik tepkiye çeviren bireylere sözümüz yok. Onları haklı kılan gerçek, düzene karşı ideoloji aşılamayan solun varlığıdır. Bu bireylerin hassasiyetlerini suistimal edip sivil toplum hareketi şefleri de hayvan barınaklarını hapishane diye görür ama bugün kuyu tipi hapishanelere karşı sokağa inmez. Ayrıca bu solun istediği düzen gelse sokakta köpek istemeyecek olan yine onlardır çünkü denetlenemeyen her canlı, onların güvenlik ve hijyen kaygısını tehdit eder. O yüzden, onlar için her mahalle bir Kadıköy olmalıdır. Onları üretilip siyasi kimliklerinin verildiği tarih, 12 Eylül’ü 13 Eylül'e bağlayan gecenin sabahıdır.

S. Adalı
14 Ağustos 2024

14 Eylül 2024

,

Bireyin Değil Halkın Komünist Partisi


Seksenlerde sola, sosyalistlere “iktidar, her şeyi bozar” cümlesi ezberletildi. Sovyet eleştirileri, bu cümle üzerine inşa edildi. Emperyalizmin Sovyet karşıtı mücadelesi dâhilinde verdiği tavsiyelerde, “iktidar Marksizmi bozmuştur, ütopyadan ve akıldan uzaklaştırmış, yozlaştırmıştır” denildi.[1] Bugün o eleştirilerin yetiştirdiği isimler, misal Aydemir Güler, burjuvaziye diyor ki “iktidar seni bozdu. Sen devrimciydin ama iktidarı alınca bozuldun.”[2] Güler, iktidar mücadelesi verme niyeti olmayan bir derneğin eski Troçkist başkanıdır.

Aslında bu “bozulma”, “doğallıktan uzaklaşma, doğal seyirden kopma” eleştirisi, birey eksenli bir eleştiri. Bireyi eksen alan, bireyin gelişimine bakan, sadece bireye seslenen bu eleştiri, iktidarı bireyi aşan şeylerle ilgilendiği için eleştiriyor. Bu ilginin yol açtığı fazlalıkları temizlemek için uğraşıyor. Basit manada liberal, “birey-devlet” karşıtlığından bakıyor dünyaya. 

Seksenlerdeki saldırı, solu doksanlarda anarşizme ve sendikacılığa mahkûm ediyor. Bu iki ideoloji, Marksizm-Leninizmi birey adına tasfiye ediyor. TKP, bu dönemin ürünü.[3]

Bir burjuva solcusu olarak TKP’li Aydemir Güler, “görkemli” burjuva devrimlerini göklere çıkartıyor, onun yere indiğinde, yerin kirine bulaştığında bozulduğunu söylüyor. Ama ne hikmetse, sosyal demokrasi ve Kürt milliyetçiliğinin karşısına ne idüğü belirsiz, boş, metafizik bir kavram olarak “siyasal iktidar” kavramını çıkartıyor. İktidarın her şeyi bozduğunu söyleyen kişi, demek ki iktidarı istemiyor. Demek ki halktan söz eden, halkla kurulu bağları; “işçi” diyen işçinin iradesini; “devrim” diye bağıran, devrimin imkânlarını ortadan kaldırmak için uğraşıyor.

Kürt’e karşı sosyal demokrasiye ve elindeki devlet gücüne sarılan TKP, işçi sınıfı konusunda sosyal demokrat bir siyaset öneriyor. İşçi sınıfına, “kapitalizmi regüle etme, burjuvaziye çeki düzen verme, sömürücü sınıfları dizginleme” görevi veriyor. Demek ki TKP, sosyal demokrasiden koptuğunu zannettiği komünist harekete mensup bir örgüt değil. Hâlen daha o sosyal demokrasi ve ikinci enternasyonal bağlamında düşünüyor.[4]

Esasen sınıf-devrim-iktidar arası ilişkilerin maddi seyrine bakmak gerekiyor. Muarrızlarını boşa düşürmek, değersizleştirmek, bir sıfır öne geçmek için “siyasal iktidar” istemenin, metafiziğe ve yüceye kendi varlığını yerleştirmenin bir anlamı bulunmuyor. O iktidarın teorik ve politik zeminini oluşturmadan yol alınamaz.

Sınıfın ve devrimin illaki burjuvaziden bayrağı aldığını, ona muhtaç olduğunu, burjuva solcuları söylüyor. “Kökler”e vurgu yapanlar, burjuvazinin sömürdüğü ve zulmettiği kitlelere, “köklerden kopmayın, olaylara karışmayın” diyor. Bu lafı, sınıfı ve devrimi bugünde burjuvaziye kul-köle etmek için ediyorlar. Devrimin ve Marksizmin burjuva devrimlerine yönelik eleştiri üzerine inşa edildiğini görmüyorlar. Pürüzsüz, kopuşsuz, burjuva devriminden sosyalist devrime geçiş kapısı olduğunu söylüyorlar. Marksizmi reddediyorlar. TKP, her pratiğiyle Leninizmi inkâr ve reddediyor.

Sanki burjuvaziden önce sınıfsal başkaldırılar olmamış, sanki burjuva devriminden önce devrim olmamış gibi davranıyorlar. Tarihi ve toplumu burjuvaziden başlatıyorlar, sonra da herkesi burjuvazinin ilerleyişine kilitlemeye, ona mecbur etmeye çalışıyorlar. Yapıp ettikleri, burjuvaya hepimizi muhtaç kılmak, burjuvaziye bağlamak, burjuvazinin gölgesinden çıkmamıza mani olmak. Burjuva solcuları, burjuvaziyi aşan, aşacak olan devrimi ve sosyalizmi bu sebeple gasp ediyorlar. Kendi çıkarlarına uygun olarak içeriklendirip, tanımlıyorlar. Mutlak ölçü, kerteriz ve eksen kabul ettikleri burjuva devrimlerinin sahiplerine çalışıyorlar. Ölçü, kerteriz ve eksen, esasen burjuva düzeninin imal ettiği bireysel öznellikleri.

Bu anlamda, ilerici ve aceleci burjuva solcuları olarak kimi sosyalistler, burjuvazi dışı, burjuvaziye aşkın, burjuvaziyi yok edecek devrim ve iktidar oluşmasın diye varlar. Onlar, burjuvaziye bekçilik ve kâhyalık ediyorlar. Bekçilik, dışa; kâhyalık içe dönük olarak ifa ediliyor.

Kongre öncesi alınan, kongrede onaylanacak olan siyasi kararların içeriğine dair laflar eden Aydemir Güler, partisinin burjuvaziye zarar vermeyeceği konusunda efendilerine söz veriyor. Nöbet yerini terk eden burjuvaziye diyor ki “ben, senin yerine nöbet yazdığım işçi sınıfının sana zarar vermesine mani olacağım.”

Aydemir Güler, “Marksizm Türkiyeli olsun” derken, yoldaşı Kemal Okuyan, “yerli Marksizm diye bir şey yok” diyor.[5] Aslında her ikisi de Marksizmi dışlıyor. Marksizmi bugünden ve buradan kovuyor. “Burada yeri yok” diyor. Zaten parti, Leninizmi doğu despotizminin ve gericiliğinin ürünü olarak gören fikriyat tarafından yönetiliyor. Yerelde mümkün olmayan Marksizm, siyaseten de hükmünü yitiriyor. Marksist bir siyaset, TKP’nin kitabında yazmıyor. Onun “Rusya’da kapitalizmin gelişimini olumlamak, ona sahip çıkmak için Kapital’i Rusçaya çeviren liberaller”den bir farkı yok. Partinin görevi, burjuva ilerleyişe ve burjuvazinin ilerlemesine destek sunmak, kenar süsü olmak.

TKP, Sol Parti, HKP gibi yapılar, Türkiye’deki burjuva iktidarının basit aparatları olarak varlar. Bunlardaki ilerlemecilik, hep burjuvaziye işaret ediyor. Nesnel olana vurgu, nesnelin gücüne yönelik tapınç, işçinin-köylünün iradesini silmek için var. En fazla, burjuvazinin eksik bıraktığı işler için istihdam edilmeyi arzuluyorlar.

Çünkü bu tür yapılar, işçi-köylü cumhuriyetine, işçi-köylü iradesine, işçi-köylü iktidarına hiç inanmış olan ya da bunlara karşı olan küçük burjuvaların sığınağı. Burjuvaziye yönelik hasedin, proletaryaya yönelik nefretin tanımladığı, var ettiği küçük burjuva, bu tür örgütlerde dil buluyor. İki işçiyi örgütlemiş, iki köylüden oy almış olmaları, bu gerçeği değiştirmiyor. Kolaycı yaklaşımları, kısa devrecilikleri hep burjuvaziye işaret ediyor.

Marx, işçi sınıfına “belki de elli yıl devrim olmayacak, iç savaşa hazırlanın, ondan öğrenin” diyor.[6] Marx, devrimin görkemli ve yüce burjuva öznelerin değil, maddi gerçeklerin eseri olduğunu söylüyor. Partili mücadelenin kolektif, nesnel niteliğiyle, meşakkatli yapısına vurgu yapıyor. Bir kişinin iki dudağıyla tarihi değiştirdiğini zannedenler, burjuva siyasetine öykünen nitelikleriyle, proletaryaya alan tanımıyorlar. Proletarya, işin meşakkatine örgütlenmeyi ifade ediyor. Kolay yolları, kolay çözümleri çöpe atıyor. Burjuva solcuları kolay yolu bulmuşlar, “nasıl olsa kapitalizm ve/veya emperyalizm gelişecek” diyorlar. Kısa vadeli çözümler, kısa devreci müdahaleler, hep göklerdeki burjuvaziye edilmiş dualar. Medet, himmet ve inayet, ondan bekleniyor. Bu da ilerlemeciliği ve ilericilik takıntısını koşulluyor. Hep ilerleyen burjuvazi olduğu için, kitleler ona kul edilmek isteniyor.

Bu anlamda, Perinçek’in bir TV kanalında AKP’li bir yazara “yüzyıl başında devrimler oldu. İlerleme yaşandı. Ulus-devletler doğdu. Bu ilerlemeye karşı gelemezsiniz” demesinin bir anlamı bulunmuyor. HKP-İP-TKP gibi yapılar, o ulus-devletin doğuşunu millete ve sınıfa “sosyalist gelişme” diye yutturmaya çalışıyorlar. Devrimlerin zaten yapıldığını, sosyalizmin, eksik fazla, inşa edildiğini örtük olarak söylüyorlar. “Tek mesele, 1950 öncesinin asrı saadetine dönmektir” diyorlar. Yalan söylüyorlar. Nâzım’ın “çek defteri, kasa” dediği şeyi meşru ve yüce kabul ediyorlar. O çek defterinin ve kasanın sahiplerine çalışıyorlar.

İlerlemeci Perinçek, “emperyalizm ilerliyor, ilerletiyor. Coğrafyayı dönüştürüyor. Artık ulus-devletler gericidir” diyen bir HDP’liye cevap üretemez. Her iki tarafta da burjuva ideolojisi olarak ilerlemecilik konuşur. TKP, kapitalizmden; HDP emperyalizmden yana saf tutar. Her ikisi de kolaycı bir yaklaşımla, yoldaş olduğu nesnel-kolektif gücün kazandığı mevzilere bakar, bu mevzileri ilerici kabul eder. İngilizlerin emriyle başörtüsü çıkartılmışsa bu, TKP ve İP için ilerici bir mevzidir. İngilizlerin bu emri vermesinin sınıfsal-politik gerekçeleri sorgulanmaz. İşçinin-köylünün kolektif-nesnel gücünden bakmayanlar, İngiliz’in veya Amerika’nın gücüne biat ederler.

“İşçinin-köylünün kolektif-nesnel gücü”, tabii ki soyuttur. Somut mücadelede kurulan somut ilişkilerle somutlaşır. Bu, kolay olan değil, meşakkatli olandır. Marksist devrimciler, meşakkatli olana yönelmelidirler. Kitlelerin o meşakkatte oluşan kudretine bakmalıdırlar.

Bu açıdan, “çoğunluğunu emekçilerin oluşturduğu toplum” ifadesi üzerinden bu ülkedeki iktidara destek sunmak, sorunludur. Milli mücadele döneminde o emekçi halka sallanan emperyalist sopa kırılmalıydı, kırılmasa da savuşturulmuştur.[7] Ama o konjonktürde doğru ve yerinde olan politik müdahaleyi tüm zamana ve mekâna teşmil ettiğinizde, Dersim’e yönelik operasyona asker olursunuz. Operasyonun başlangıç tarihi, 1928’dir. Hâlen daha bu ülkeye Sovyet dostu, sosyalist diye sahip çıkmak sorunludur. Ama TKP, “isyan” dediği devlet operasyonuna yönelik baskıyı ve zulmü sahiplenir. Üstelik Alevîliğin “toplumsallığı geri formasyonlara bağladığını”, gerici olduğunu söyler. Zulmü meşru görür.[8]

Dersim operasyonuna sahip çıkan, 1908 ve 1923’ün imal ettiği solculuk-ilericilik, kum havuzunda debelenip durur. “Bağımsızlıkçılık, laisizm ve kamuculuk”, sola iktidarı getirmez. Onu sadece muktedirlerin bekçisi ve kâhyası kılar. O bekçilerin ve kâhyaların iktidarı, gene burjuvaziye ve emperyalizme hizmet edecektir.

Aydemir Güler’in “yersizlik-yurtsuzluk”tan kopuş” vurgusu, TİP’le ilgilidir. Kongre, TİP ve TKH’ye yöneliktir. Siyasi Rapor’un sonunda işçilere, emekçilere değil de komünistlere çağrı yapılmasının nedeni budur.

“Kopuş” ifadesi, TKP’nin bu zamana kadar bu yersizlik-yurtsuzluk”la bağlantılı olduğunun ikrarıdır. TKP, AKP’yi yöneten devletin yerli-milli vurgusuna bağlanmıştır. Kongre, bu kararı sıfır itirazla onaylayacaktır. AKP’nin yerli-millisi gibi TKP’nin “Türkiye meşrudur, onu reddeden, gayrimeşrudur, yok edilmelidir” tespiti, burjuvazi ve devletin bekası içindir. AB fonları alan, dağıtan isimlerin yönettiği TKP, işçi-köylüye hizmet edemez.

TKP, sola “iktidar her şeyi bozar” lafının ezberletildiği seksenlerin ideolojik ikliminin ürünüdür. Gorbaçov’un glasnostunun ve perestroykasının imalatıdır. Gorbaçov, “iktidarın her şeyi bozduğu inancında” olan, Prag Baharı’ndaki şiddetin zararlı olduğunu söyleyen fikriyatla büyümüş olan bir haindir.

Gorbaçov’un tasfiye operasyonuna bireyci ve liberal bir yerden destek sunan TKP kurucuları, o günlerde, kapitalizmin ilerleyişine kul edilmiş olan partinin “ideolojik önderliği güçlendirilsin”, şirketleşme eğilimi içerisindeki yapıların “karar mekanizmalarındaki işlevleri artırılsın”, Avrupa ve ABD emperyalizminin emriyle “toplum hukuksal-ideolojik-siyasal açıdan canlandırılsın”, McDonalds kuyruklarına insan yetiştirilsin, kapitalizmin emri uyarınca “bireyin özgürce gelişimi hızlandırılsın” ve “teknoloji yenilensin” gibi talepler dillendirmiştir.[9] Bugün de TKP’nin ideolojik-politik hattını bu talepler belirlemektedir. O, Gorbaçovculuğun bakiyesidir.

TKP’nin “sosyalizm” dediği, burjuva kazanımların korunması ve kalıcılaştırılmasından, buna paralel olarak, iktidar sebebiyle kendisine yakışmayan şeyler yapan burjuvazinin çapaklarının temizlenmesi ve regüle edilmesinden başka bir anlama sahip değildir. Bu talepler, “işçi iktidarını ve üretim araçlarının kamulaştırılmasını” içermez. Burjuva solcularında işçi-köylü iktidarına inanç, işçi-köylü mücadelesine bağlılık, işçi-köylü iradesine örgütlenme niyeti yoktur.

Eren Balkır
12 Eylül 2024

Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Tavsiye, Tasfiye, Tesviye”, 26 Şubat 2020, İştiraki.

[2] Aydemir Güler, “Keşke Demokrasicilikte Kalınsaydı”, 7 Eylül 2024, Sol.

[3] Eren Balkır, “Kolektif Devrimci Huruç”, 16 Ağustos 2024, İştiraki.

[4] Türkiye Komünist Partisi 14. Kongre Siyasi Raporu, 12 Eylül 2024, TKP.

[5] Kemal Okuyan Söyleşisi, “There is No Such Thing as ‘Local Marxism’”, 16 Mayıs 2018, ICP.

[6] Karl Marx, “Komünist Birlik Merkezî Otorite Toplantısı”, 15 Eylül 1850, İştiraki.

[7] Trol HKP’li, bize verdiği cevapta, “ülke işgal altında değil ki gerilla mücadele olsun!” diyor. Ülkede ekonomi, iç-dış siyaset, kültür ve sosyoloji bağlamında, fiilen varolan işgal gerçekliğini görmüyor. Bu nedenle partisi, “dolara iyi gelen İmamoğlu’nun başkan olmasını” istiyor. Bu Hikmet Kıvılcımlı’yı Anlamadan Sevenler Derneği, kurucu İngiliz çizgisine halel gelmesin diye Amerika karşıtıymış gibi görünen, İzmir’de Amerikan askerinin başına çuval geçirme müsameresi sergileyen İP’le aynı yerde duruyor.

[8] Türkiye Komünist Partisi 14. Kongre Siyasi Raporu, 12 Eylül 2024, TKP.

[9] Cemal Hekimoğlu, “Türkiye’den Dünyaya Haziran Konferansı”, Ağustos 1988, Gelenek.

13 Eylül 2024

,

Yedi Uyurlar

Yedi Uyurlar anlatısında bir mağarada uyuyakalan yedi kişi ve bir köpeğin üç yüzyıl sonra uyanınca ekmek almak için ceplerindeki paranın geçmediği ve üç yüzyıldır uyuduklarının farkına vardıkları aktarılır. Bugün o paranın artık tedavülden kalktığını söyleyen esnaf, ülkemiz soludur. Kabul etmediği para da arkeolojik değere dönüştürülen ama aslında kendilerini var eden koşulları üreten ideoloji ve mücadele tarihidir.

Ülkemizde farklı dönemin egemenleri, sömürünün devamı için yeni hapishaneler kurar, bu yönüyle cezaevlerinin yenisi de eskimeyen bir amacı taşır: toplumsal dinamikleri yeniden dizayn etmek.

Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet, Sinop ve Bursa cezaevlerinde tutulur. 51 Tevkifatı’nın sorgu merkezi Sansaryan Han’dır, 70’li yıllara kadar yürürlüktedir. Sonraki dönem Mamak, Maltepe devreye girer.

12 Eylül gelince 74 Affı uzun bir süreliğine tekrar getirilmez, bunun nedeni açıklanacak olup darbecilerin yeni cezaevi sembolleri Metris, Mamak, Diyarbakır olur. 74 Affı, 91’de güncellenir. Yeni bir denge kurulurken sömürüyle mücadele edenlerin yeri Bayrampaşa, Ümraniye, Buca, Ulucanlar olur. Bu da yetmeyince 19 Aralık 2000 tarihi geldiğinde alfabeden seçilen harflerle yeni hücre tipi cezaevleri yapılır. O da yetmeyince alfabeden yeni seçilen harflerle kuyu tipi cezaevleri yapılır. Cezaevinin önceki durağı da Ankara Dal, Gayrettepe gibi sorgu merkezleri olur. Bu yetirememenin tek nedeni, Kaplan Kafesleri'ni bilen dünya halklarının direncini kırmaktır. Direncin sınandığı yerler bugün için meydanlar değil, cezaevleridir. Meydanda çok olunup cesaret güçlenebilir ama bugünkü yeni tip cezaevlerinde tek başına kalan bir insanın direncini ideolojisi belirler. O direnç kırıldığında halkın direnci kırılır, mücadele geriler.

Yazının konusu 12 Eylül, ama konuya bu şekilde giriş yapmak gerekiyordu. Takvimler 11 Eylül 1980’i gösterdiğinde, sokaklarda kavga sürüp duvarlarda sınıfsız sömürüsüz bir düzen iddiasına dayanan, bedel ödenerek yazılmış sloganlar varken 12 Eylül’de solun iddia ettiği “üzerimizden silindir gibi geçti” diyenler, aslında bugünkü reformist ve liberal sol çevreler. 

Acaba darbeyi Kemalist askerler mi yapmıştı! Bütün beklenti buydu, kaldı ki onlar yapsa neden sizi toplu halde tutuklasın, Gayrettepe’de öjeni ve nöroloji deneylerini sizin üzerinizde düzenleyip “bilimsel” konferanslar versinler?

Aynı sol çevreler önce direniş göstermedi, sonra sendikacılarla birlikte tek tip elbise giydi, daha sonra mahkemelerde “Biz dergi çevresiyiz” dedi ve doksanların başında salıverildiler. 74 Affı geçilmişti onlar için. O arada emekçi halk için yeni bir düzen inşa edilmişti.

Bu tarihler önemlidir sol ve emekçiler için. Reformistler, parti kurmadan önce de reformistlerdi. 74 Affı geldiğinde dışarı çıkan şeflerin yaptığı ilk şey, sol dinamizmi kendi çevresinde toplamak oldu fakat geldikleri gelenekleri tasfiye ederek. Bu çevrelerin çapını ve çizgisini pergelle ölçen egemenler, bir sonraki darbenin güvencesini almışlardı. Bu arada mahalleler bu sollara bırakıldı, çoğu da gecekondulardı. Şimdi sol, kondu kurarak inşa ettiği mahallenin kentsel dönüşüm adı altında mahalle halkının göçe zorlanmasına engel olamadığı gibi CHP’li avukatlar eşliğinde halka erik dalı oynatıyor. O gecekonduları halk kursaydı, Tokatköy’deki gibi yıkım ekibine halk direnirdi. Solun kurduğu, mülkiyetine aldığı mahallelerde halk da yıkımı durdurması için soldan medet umuyor fakat o sol, kira zengini oldu.

Üniversiteler, geçen yıl halkın ziyaretine açıldığında en çok tepkiyi veren sol oldu. Kampüse ve dersliklere gelip gezen Ülkü Ocağı taraftarlarına tepki gösterilse de asıl neden, halkı kampüse layık görmemekti. Bu solun faşizmle kavga gibi bir derdi olamaz. Aynı Ülkü Ocakları’ndan yetişme hocalara ve faaliyetlere ne okullarda ne kampüslerde karşı koyabilirler. Eğitim-Sen, zoraki yere ve tabandaki birkaç onurlu üyenin baskısıyla “okullarda siyasi propaganda afişleri olmasın” derken şimdi CHP, liselerin duvarlarına afiş asıyor ama sol örgütler CHP’de ilericilik görüyor. Sorun, mülkiyet ve rekabet kavgası, ilkesel bir duruş yok ortada.

Solcu sahaf-kafe, Nihal Atsızcılara etkinlik için alan sağlayıp sonra HDP için seçim çalışması yapıyorsa, Birgün gazetesi Kavala’dan aldığı parayla gazeteyi ayakta tuttuğunu söylüyorsa, Evrensel gazetesi kendi siyasi çevresinin düzenleyemediği mitingi CHP yapınca onu güzelliyorsa ve gazetede emperyalistperverlere ve burjuvaziye proje danışmanlığı yapanlara köşe veriyorsa, bu solu 74 Affı ve 12 Eylül üretmiş demektir.

Bugün sol diye alanı bunlar dolduruyor. Yayınevleri, gazeteleri, sanatçıları, parti büroları, bar-meyhane-kafeleri (böyle şeyler de var) hiçbir baskı, baskın ve kapatılma sürecinden geçmiyorsa, ortada bir sol ve parti yok demektir.

12 Eylül üzerine çok yazı yazıldı ve yazılacak ama asıl gerçek, 71-72 sürecinin ardından gelen cezaevine kapatılma ve idamlar gerçeği varken 1-2 yıl sonra egemenlerin siyasiler için af çıkarmasıdır.

1974, 12 Eylül 1980, 19 Aralık 2000, Temmuz 2016 OHAL’i, 2007-2008 ekonomik kriz süreci solun sınav tarihleridir. Her darbe sürecinin ardından gelen af yasaları, sola yeni bir liberalleşme alanı açıp halkın sınıf mücadelesinin önünü kesmek içindir.

29 Aralık Grevi, 10 Ekim, Barış Akademisyenleri’nin imza metni onları yönlendiren solun, ideolojiyi ve mücadeleyi tasfiye sürecinin mimarlığının sonucudur. Mahkemelerde “biz dergi çevresiyiz” diyen şefler affedilirken tabandaki insan idam edilir, grev kararı alan sendika yönetimine bir zarar gelmez ama kamu emekçisi ihraç edilir, sendika başkanları HDP’den vekil adayı olur ama egemenler için bu durum kendi iç tutarlılıklarına “ters” şekilde, nedense(!) organik bir bağ ya da iltisak-irtibat sayılmaz. O zaman OHAL süreci de 12 Eylül gibi sola yeni alanlar ve mevkiler açılsın diyedir, reformist bir solun tesis edilmesi içindir.

Bugünkü bu sol riyadan ibarettir. Narin’i politik gerekçe yapar ama Filistin’de katledilen bebekler için sesini çıkarmaz. Trans birey, burjuva kadın ve LGBT için sokağa iner ama Filistin’de katledilen kadınların adını anmaz. Mücadeleci ve enternasyonalist kadın dayanışması diye IŞİD’e karşı mücadeleyi savunur ama Filistin’e gidip orada katledilen Ayşenur’u anmaz.

Son olarak söylemek gerekirse 12 Eylül de saydığımız süreçler de çelişkilerle yüklü ülkemizde reformizme alan açmak için yapılmıştır. Bu yüzden, anlatılanın aksine, üzerinden geçmek isteyen silindirin tekerine 12 Eylül’den itibaren çomak sokanlara, direnç çiçeklerine, tek tipe, insansızlaştırmaya, yozlaştırmaya direnerek emekçi halka umut olmak için bugüne kadar bedel ödeyenlere selam olsun.

Nasıl ki Şahin Bey adını alan Mehmet Sait, Elmalı Köprüsü’ndeyken Fransız birliklerinin karşısında geri çekilmeyi öneren arkadaşlarına, “Ben Ayıntablılara söz verdim, sözümden dönersem nasıl yüzlerine bakarım!” diyerek düşmanın, bedenini parçalanmasını göze aldıysa 12 Eylül’lere her koşulda direnenler de aynı kararlılığı gösterdiler.

Bugünkü sol, 11 Eylül günü duvarlara yazdığı yazıyı sahiplenmeyen ve halkına verdiği sözü tutmayan reformistlerdir. Anadolu’nun emekçi halkının da bunların peşinden gitmeme nedeni budur çünkü güvenilen dağlara kar yağmıştır. Bugünkü şeflerden biri, mahkemelerde dergi çevresi olduğunu söyleyenlerdendir. Kendisiyle yapılan söyleşide yurt dışına kaçamadığı için moralinin bozulduğunu, darbeci generallerden birinin anılarında kendilerine minnettar olunduğunu söylüyor. Darbeci generalin en büyük kaygısının bu şefin ve çevresinin elindeki kitlesel güçle halkı darbeye karşı sokağa çağırmak olduğunu, böyle bir durumda darbecilerle halkın karşı karşıya geleceğini fakat “çok şükür” böyle bir çağrının yapılmadığını söylüyor. O yüzden bu sollar hiçbir zaman bir Allende çıkaramaz.

S. Adalı
12 Eylül 2024

12 Eylül 2024

,

11-12 Eylül


Samsun

Solcuların gündemine kaybolduktan günler sonra gelebildi. Bu arada bir emir iletildiği belli. Hemen ilericilik sopası sallanmaya, gerici ordulara saldırılmaya başlandı. Yirmilerde eksik bırakılan “feodalizmle mücadele”, öncüsüyle birlikte sürdürülmeliydi. Solu dirhem dirhem tüketen, bu arkaizm ve temaşacılıktı.

Bugün solcuların Kur’an kursundan gelirken kaybolan, günler sonra cesedine ulaşılan kız çocuğuna üzüldüklerine, bu olayı dert edindiklerine kimse inanmasın. “Dini siyasete alet ediyorlar” diye bağıranlar, vicdani her konuyu siyasete alet ediyorlar, kendi politik çıkarları için sömürüyorlar. Bu yalana kanılmasın.

Sol, gerekli GBT’yi yapmadan, gerekli istihbarata ulaşmadan, gerekli emirleri almadan hareket edemez. O kız çocuğu gibi binlercesinin Filistin’de katledildiği koşullarda, kimse bu kadar ses çıkartmadı. Zaten bugünkü eylemler, “dostlar alışverişte görsün” diye. Zevahiri kurtarmak için.

Çünkü sol ancak, yüz yıldır Avrupa emperyalizmine atfedilen “medenileştirme misyonu” içerisinde nefes alabiliyor. Bunu biliyor. Emperyalizmin her türden işgal pratiğine ait akıncı birliğine gönüllü yazılmaya mecbur. Tavşantepe’de siyasi ve ekonomik rant görmemiş olsa, bu kadar yaygara kopartmaz. O duvağa bu kadar takılmaz.

Duvağa, feodaliteye, erkeğe ve aileye saldırı düzenleyen solcular, bu saldırı üzerinden nereden ve ne için fon aldıklarını da ortaya koymuş, ele vermiş oluyorlar. Olayın yağını çıkartıp pazarlarında satıyorlar. İlericilik, ilerlemecilik, sosyal medyada takipçi getiriyor, ama politik olarak sadece burjuvaziye mevzi kazandırıyor.

Sol, aynı GBT’yi Ayşenur Eygi için de yaptı. Genç bir kadın, Filistinli yerleşimcilere destek eyleminde katledildi. Bir gün boyunca kimsenin sesi çıkmadı. Hiçbir yorum yapılmadı. Sol, muhtemelen Ayşenur’un soyadından rahatsız olmuştu. Sonra gerekli istihbarat geldi, Ayşenur’un solcu olduğu öğrenildi, bu bilgi sivriltilip, hemen “İslamcılar”a saplandı. Oraya daha önce savaşmaya gidenler, görülmedi.

Ayşenur’un Amerika’daki yoldaşları, onu “mücadele içerisinde toprağa düşmüş bir şehit”[1] olarak gördüklerini söylüyorlar. Bizdeki sol ise en az otuz yıldır “Şehit” kavramını lügatten silmek, gerici ilân edip çöpe atmakla meşgul.

Çünkü bu sol, 11 Eylül’ün solu. 11 Eylül sonrası Doğu’ya ve Müslüman halka savaş açan, işgal harekâtı başlatan emperyalizm, solu samsun misali cepheye sürdü. Samsun, savaşlarda kullanılan köpeklere verilen addı. Herkes, bu göreve razı geldi.

O sürüler, emperyalist işgalin çilesini çeken kadınları ve gençleri kandırmak için uğraştılar. Onların feminizminin en somut hâli, Ebu Gureyb’de Iraklılara işkence eden kadın subaydı.

Emperyalizm, 11 Eylül sonrası başlattığı harekât dâhilinde tüm sosyalistleri liberalizme örgütledi. Bugün kimi sosyalistlerin “liberal” denilince sadece Besim Tibuk’a bakmalarının bir anlamı bulunmuyor. O sosyalistler liberal arıyorlarsa, siyaseti ve ideolojiyi gericilik-ilericilik kavgasına indirgeyen kendi örgütlerinin şeflerine bakmalılar.

İşgal ve İstila

Bir Devrimci Yolcu, CHP’li belediyede işe girmeden önce şunu söylüyordu: “Biz, o gecekonduları öküz köylüler biraz medenileşsin, şehirli olsun diye inşa ettik.” Demek ki 1974 affında kimi isimler, bu emri yerine getirsin, gecekondunun öfkesini toprağa akıtsın, “gecekondulardan gelen halk” muktedirlere zarar vermesin diye çıkartılmıştı.

Ecevit, fabrika sahiplerine ucuz işçi deposu olarak hizmet edecek gecekondu mahallelerine tapuyu ve izni verendi. Onca oyu bu sayede almıştı. O gecekonduları temel alan solculuk, 12 Eylül’de ilericilik gördü. Kenan Paşa’nın “ilerici ve Kemalist” olduğuna güvenip darbeye ses çıkartmadı. “İşçi sınıfııı!” diyenler, alttan alta sermayedeki gelişimi ellerini ovuşturarak, sevinçle izlediler.

Seksen öncesi harekete öncülük eden Devyol ve TKP, kütle hâlinde darbeye teslim oldu. Bugün solu hâlen daha o teslimiyet yönetiyor. Bu teslimiyet, sermayenin ve devletin sola bahşettiği ilericilik kimliğiyle ve ilerlemecilikle ilgili bir mesele.

Ülke ilerledi, Özal’a alkış tutuldu, gecekondu solculuğu, medenileşti, kentlileşti, bazıları Avrupalılaştı, kentin nimetlerine ortak edildi. Sustu, susturdu, susturuldu. Yaban ve barbar olan, ehlileştirildi, evcilleştirildi. Burada en çok da Avrupa kaynaklı ideolojik saldırı iş gördü. O gecekondu solculuğunun yerini, mahalle statüsü verilmiş özel köylere inşa edilen gettoların, sitelerin solculuğu aldı.

Gecekondular, devrimin karargâhları hâline getirilemedi. Devrim de sosyalizm de burjuvaziye ve devlete teslim edildi. Sol, bireyliğini devlet veya sermaye olarak görmeyi, o şekilde yaşamayı öğrendi. “Yoksuluz açız devrime muhtacız” diyen emekçi halka körleşti.

12 Eylül solu, gecekondular üzerinden işleyen işgal ve istila pratiğini anlamadı. Medenileştirme misyonu ve ilericilikle düşünen sol, kendisine teslim edilmiş olan kum havuzlarında solculuk oynadı. Hiçbir yaraya merhem olmadı. Aynı ilerlemecilik, 11 Eylül sonrası saldırıyı da anlamak istemedi. O saldırıya ortak oldu. Dünyanın gecekondularına yönelik saldırı, solun bilincini şekillendirdi.

12 Eylül solculuğu, teslimiyetçiliğiyle, devrime ve sosyalizme dair tüm imkânları tüketti. Devlet ve sermayenin güdümünde ilerleyen sol, kavgayı düzen içi sularda boğdu.

Kemal’in Dervişi

2001’de birçok yasa çıkartıldı. Madencilik, ormancılık, tarım ve ekonomi gibi alanları doğrudan ilgilendiren adımlar atıldı. Bir devlet projesi olarak AKP, bu adımlara uygun hareket etti. Kemal Derviş programının ana bileşeni olarak faaliyet yürüttü. AKP şahsında, içeride Kemal Derviş, dışarıda İsmail Cem konuştu. Derviş ve Cem, sermayenin yeni yönelimi, devletin yeni yönelime adaptasyonu ile ilgili birer koddan ve mecazdan başka bir şey değildi. AKP, bu savaşın başka araçlarla sürdürülmesiydi.

O Kemal Derviş’in partisinin çanağını yalamayı solculuk zannedenler, bugün madenler, ormanlar, tarım ve ekonomi konusunda yaşanan olumsuzluklarla ilgili eylemler yapıyorlar. Asıl dönüşümü kimin gerçekleştirdiğine bakmıyorlar. Sebebi anlamıyorlar, sadece “bu gericiler yönetemiyooor, bize layık deeğil!” diyorlar. CHP’nin pazarlık siyasetine figüran oluyorlar. Her olayda devrimi örgütlemiyorlar. Mevkilere baktıkları için mevzileri görmüyorlar. Nesnel ve kolektifi, egemenlerin öznelliği ve biricikliği adına tasfiye ediyorlar. Gerçekte olana bitene körleşiyorlar.

Yıllarca Halk TV’de aktarılan ekonomi modeli, Altılı Masa ve CHP’nin ekonomi programı, bugün Mehmet Şimşek eliyle yürütülüyor. Faizler artırıldı, merkez bankası serbest kılındı, İngiltere’den para getirildi vs. Bunlar, CHP’nin önerileriydi. Hayri Kozanoğlu’nun “yoksul dostu” deyip övdüğü IMF’in emriydi. Gazetesinin “İmamoğlu’nun iyi geldiğini” söylediği Dolar’ın talimatıydı.

Bugün o CHP’ye oy ve destek sunan sosyalist hareketin Şimşek programına itirazı, içeriksiz ve yalandır. “MHP’yi alma beni al” üzerinden yürütülen pazarlık siyasetinin ve bu siyaset uyarınca belirli gasteciler üzerinden yapılan ifşalar, anlamsızdır.

Horoz

Muhtemelen Kemal Derviş’in ve ardındaki emperyalist güçlerin emriyle başlatılmış olan süreç uyarınca şehir merkezlerine bağlı köylere mahalle statüsü verildi. Galiba Narin’in katledildiği yer de köy statüsünden çıkartılmış bir mahalle.

2012’de gündeme gelen bu konu, hiçbir solcunun itirazıyla karşılaşmadı. Şimdi zenginleşen solcular, ranttan pay alan sosyalistler, şehre bağlı, mahalleye dönüştürülmüş köylerde organik ve temiz bir hayat yaşıyorlar. Tüm politikaları ve ideolojileri, o mahalleleri arındırmakla ilgili.

Bir habere göre bu orta sınıf, artık horoz sesinden, ineğin kokusundan rahatsız oluyormuş. Hemen gidip zabıtaya şikâyet ediyormuş. Bu şikâyet, işgal ve istila harekâtının parçası. Sol, genelde orta sınıf, bu harekâta ortak edildi. Yağma sürecinin ideolojik araçlarını üretti. Feminizm, lubunizm, veganizm, o özel mahallelerin ideolojisi olarak namluya sürüldü. Avamı, halkı, yabanı ve barbarı kovup oraları arındırmak için kullanıldı. Bugün sosyal medyada sadece bu ideolojilerin sesi işitiliyor. Egemenler adına hayat ve mahalle arındırılıyor. Narin cinayeti, bu ideolojiler için istismar ediliyor. Herkes, kendi görmek istediğini, kendisine “gör” denileni görüyor.

Mikro düzeyde işleyen arazi işgali, küresel düzeyde de işliyor. Bu işgalin, sermayenin krizi ve kâr oranlarındaki düşüşle bir alakası var. Bugün Latin Amerika’da, Afrika’da ve Asya’da özel bölgeler işaretleniyor, buradaki köylülerin arazilerine çökülüyor. Devletler, bu işgal pratiğine aracılık ve bekçilik ediyorlar.

Bu koşullarda, Pakistan’da bir sabah köylüler tarlalarına gidiyorlar. Dünya Bankası programı uyarınca dikilmiş fidanlarla karşılaşıyorlar. Bu fidan ekimi, toprak işgalinde kullanılan bir yöntem. Sonra ellerinde siyah bayraklarla eylem yapan köylüler, o fidanları kırıyorlar. Sol, hemen sosyal medyasında “gericiler ağaca düşman! Bireye düşman! İnsana düşman! Kötü bunlaar! Biz iyiyiz, ilericiyiiiz!” yaygarası kopartıyor. Eylemin ve saldırının ekonomik ve sınıfsal içeriğini sorgulamıyor. Sadece ilericilik-gericilik kavgasına baktıkları için kendilerinin işine yarayacak olana kilitleniyor. Çünkü sol, “ilericiyiz biz, kapitalizmin de, sermayenin de, devletinin de ilerici olduğunu kabul ediyoruz, bize mevki verin” diye efendilerin sırtlarını sıvazlamasını bekliyor.

Tavşantepe

Gazze’yi arındırmak isteyenlerle bugün Narin’in tabutunun başına takılan duvağa öfkelenenler, aynı kişiler.

İsrail denilen terör örgütünün kurucuları, Avrupalı efendilerine “barbar ve yabani Asya’ya karşı sizi koruyacak olan duvar biziz” demişlerdi. Aynı laf, Zelenski’nin ağzından da döküldü. Aynı laf, bugün Amed sokaklarında da dolaşıyor. “Kürtler çok ürüyor!” diyenlerin ekmeğine yağ sürülüyor.

Vicdani meseleleri politik-ekonomik çıkarlarına alet edenler, bu meseleleri sömürenler, Narin’in tabutu üzerinde tepinerek, özellikle Doğu’da gelinlik çağından önce vefat eden kız çocuğunun tabutu başına konulan duvağa saldırma gereği duyuyorlar.

Filistin’deki kız çocukları için eylem yapmayanların bugün yaptıkları eylemler, birilerine edilmiş işmar, bir yerlere verilmiş mesaj, başka bir anlamı yok.

Bu koşullarda yeni mahalleler, orta sınıf ve çıkarları üzerinden belirli bir içeriğe kavuşuyor. 1974’ün gecekondusunun şekillendirdiği solun yerini bu özel mahallelerin solu alıyor. Bu sol, ne Narin’e ne de Ayşenur’a yoldaş olur. O, medenileştirme misyonu uyarınca efendilerine hizmet etmeye yazgılıdır.

Eren Balkır
9 Eylül 2024

Dipnotlar:
[1] Uluslararası Dayanışma Hareketi, “Ayşenur Eygi”, 6 Eylül 2024, İştiraki.

[2] Eren Balkır, “Davos Limanı”, 15 Ağustos 2020, İştiraki.

11 Eylül 2024

, ,

Bir Darbenin Ana Bileşenleri

Elli yıl önce 11 Eylül 1973 tarihinde Şili ordusu, General Augusto Pinochet’nin liderliğinde, demokratik seçim süreci üzerinden göreve gelmiş, Salvador Allende önderliğindeki Unidad Popular [“Halkın Birliği Koalisyonu”] hükümetini yıktı.

Burada amaç, ilerici ve demokratik yollardan seçilmiş hükümetin yerine baskıcı, zalim bir askerî diktatörlüğü geçirmekti.

Askerî darbenin arkasında CIA vardı. ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, askerî darbede doğrudan rol oynadı.

Darbeden haftalar önce ABD Büyükelçisi Nathaniel Davis ve CIA mensupları, üst düzey komutanların katıldığı toplantıda, Ulusal Parti’nin ve aşırı sağcı-milliyetçi cephe Patria y Libertad’ın [“Vatan ve Özgürlük”] liderleriyle bir araya geldi.

Darbe sürecinde Nixon yönetiminin oynadığı rol konusunda elde bol miktarda belge var, ama bu süreçle ilgili olarak askerî darbenin bir yandan da Hristiyan Demokrat Parti’nin belirli bir kesiminin desteğini aldığı üzerinde kimse durmuyor.

1989’da Şili cumhurbaşkanı olan Patricio Aylwin, 11 Eylül darbesinden aylar önce bu Hristiyan Demokrat Parti’nin başına geçti. Aylwin, Unidad Popular hükümeti ile Hristiyan demokratlar arasında kurulan diyalogun sonlanmasında önemli bir rol oynadı. Parti içerisinde ılımlı kanadı temsil eden halefi Renan Fuentealba, askerî müdahaleye karşıydı. Allende’yle diyalog kurulması fikrinden yana olan Fuentealba Mayıs ayı içerisinde devrilip yerine Patricio Aylwin geçirildi.

Hristiyan Demokrat Parti, diyalogdan yana olanlarla askerî çözüme destek sunan Aylwin-Frei hizbi arasında ikiye bölündü.

23 Ağustos günü Şili meclisine “Allende hükümetinin totaliter bir rejim dayatma çabası içerisinde olduğu” konusunda kendince ikazda bulunan bir önerge sunuldu. Önergenin altında Patricio Aylwin’in de imzası vardı. Aylwin, geçici süreyle ülkenin başına geçecek askerî diktatörlüğün “ehven-i şer” olduğuna inanıyordu.

Bu önerge, Hristiyan Demokrat Parti’den, Ulusal Parti’den ve Radikal Sol Parti’den (PIR) oluşan muhalefetin oylarıyla kabul edildi.

İçlerinde eski Şili cumhurbaşkanı Eduardo Frei’ın da bulunduğu Hristiyan Demokrat Parti liderleri, orduya yeşil ışık yaktılar. Tabii parti liderliğinin fikirlerindeki bu değişimin ardında ABD istihbaratının gizli müdahaleleri vardı.

1973’te “ekonomik başarı hikâyesi” olarak takdim edilen “Şili Modeli”nin devamlılığı, 16 yıl sonra 1989’da Patricio Aylwin’in cumhurbaşkanı seçilip demokrasiye geçileceği vaadiyle güvence altına alındı.

11 Eylül darbesinin gerçekleştiği dönemde ben, Şili Katolik Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde misafir profesör olarak çalışıyordum. La Moneda Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın bombalanmasını takip eden saatler içerisinde ülkenin başına geçen ordu komutanları, 72 saatlik sokağa çıkma yasağı ilân ettiler.

Birkaç gün sonra üniversite yeniden açılınca kaleme aldığım notları bir araya getirerek darbenin tarihini kaleme almaya başladım. 11 Eylül 1973’te de aynı zamanda 29 Haziran 1973’teki başarısız darbe girişiminde de korkunç ve üzücü olaylara şahit oldum. Katolik Üniversitesi’ndeki birçok öğrencim cunta tarafından gözaltına alındı.

Darbeyi takip eden günleri, 1973 yılının başlarında Şili’ye geldiğimden beri gün gün topladığım gazete kupürlerini ve belge yığınını inceleyerek geçirdim. Gelgelelim, bu malzemenin önemli bir kısmı kayıptı ya da darbe sonrası günlerde politik intikam eylemlerinden korkan araştırma asistanım tarafından imha edilmişti.

Aşağıda görselini iliştirdiğim, hiçbir vakit yayımlanmamış olan makale elli yıl önce yazıldı. 11 Eylül 1973’ü takip eden haftalar içerisinde eski bir daktiloyla kâğıda düşüldü.

Makalenin orijinal hâline ek olarak iki karbon kopyası yakın dostlarıma ve Katolik Üniversitesi’ndeki meslektaşlarıma ulaştırıldı. Makale, hiçbir vakit yayımlanmadı. Otuz yıldır bir dosya dolabının alt gözünde, içi belgelerle dolu bir kutuda duruyor.

2003’te metni, artık sararmış karbon kopyasına bakarak bilgisayara aktardım. Ufak tashihler dışında, özgün makalede hiçbir değişiklik yapmadım.

Allende’nin öldürülmesinde ve askerî rejimin tesis edilmesinde dışişleri bakanı Henry Kissinger’ın ve Nixon yönetiminin oynadığı rol de dâhil bu dönemin tarihini anlatan yığınla çalışma kaleme alındı.

* * *

Şikago Ekonomisi: Yapısal Uyum Programı İçin Neoliberal Kıyafet Provası


Şili’de ABD’nin desteğiyle yapılan askerî darbenin ana amacı, neoliberal ekonomik ajandayı ülkeye dayatmaktı. Şili’de bu ajanda, IMF rehberliğinde hareket eden yabancı kredi sağlayıcıları eliyle dayatılmadı. Rejim değişikliğini, gizli yürütülen askerî istihbarat operasyonu gerçekleştirdi. Askerî darbenin işleyeceği ana zemini, bu istihbarat operasyonu teşkil etti. Her şeyi dümdüz eden, özelleştirme, fiyatların serbest bırakılması ve ücretlerin dondurulması gibi işlemleri içeren, makro-ekonomik reformlar, Ekim 1973 başlarında uygulandılar.

Askerî darbenin üzerinden bir iki hafta geçmişken cuntanın lideri Pinochet, ekmeğin fiyatının 11 eskudodan 40 eskudoya çıkartılmasını emretti. Bu, ekmeğin fiyatının yüzde 264 oranında arttığı anlamına geliyordu. Ekonomide uygulanan bu “şok tedavisi”nin altında “Şikagolu Çocuklar” denilen ekonomist grubunun imzası vardı.

Gıda fiyatları hızla artarken ücretler “ekonomik istikrarı güvence altına alıp enflasyonun baskısından kurtulmak” amacıyla donduruldu.

Günbegün tüm ülke, sefaletin en derin noktasına yuvarlandı. Bir yıl bile geçmeden ekmeğin fiyatı otuz altı kat (yüzde 3.700) arttı. Halkın yüzde 60’ı yoksulluk sınırının altına geriledi.

“Bir Askerî Darbenin Ana Bileşenleri” isimli, yayımlanmamış olan makalemle ilgili çalışmamı 1973 yılının Eylül ayının sonlarında tamamladım. Ekim ve Kasım ayında, gıda fiyatlarındaki aşırı artışın ardından, cuntanın ölümcül sonuçlara yol açan makro-ekonomik reformlarıyla ilgili ilk “teknik” değerlendirmemi, “La Medición del Ingreso Minimo de Subsistencia y la Politica de Ingresos para 1974” [“1974 Yılı İçin Asgari Geçim Gelirinin Ölçülmesi ve Gelir Politikası”] başlığı altında, İspanyolca olarak yayımladım.

Sansür korkusuyla analizimi cuntanın gerçekleştirdiği, gıda ve petrol fiyatlarındaki artışlarla neticelenen, yaşam standartlarının dibe vurduğu süreçle sınırlı tuttum ve hiçbir politik analize yer vermedim.

Katolik Üniversitesi Ekonomi Enstitüsü, ilk başta raporu yayımlamak istemedi. Makaleyi yayımlamadan önce, onay için askerî cuntaya gönderdi.

Aralık 1973’te Şili’den ayrılıp Peru’ya gittim. Ülkeden ayrılmamdan birkaç gün sonra Şili Katolik Üniversitesi, raporumu 200 nüsha olarak yayımladı.

Peru’da Katolik Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde çalışmaya başladım. Burada Şili’deki cuntanın gerçekleştirdiği neoliberal reformları ve ideolojik dayanaklarını daha detaylı inceleme imkânı buldum. Bu çalışma, 1975 yılında İspanyolca ve İngilizce olarak yayımlandı.

11 Eylül 1973’te yaşanan olayların aynı zamanda bir iktisatçı olarak yürüttüğüm çalışmalara da damga vurduğunu söylememe bile gerek yok.

Fiyatlar, ücretler ve faiz oranları ile ilgili olarak yapılan müdahalelerle insanların hayatları yok edildi. Tüm ülkenin ekonomisi istikrarsızlaştırıldı. Akademideki hâkim söylemin iddiasının aksine, makro-ekonomik reform “nötr”, akmaz kokmaz bir şey değil. Aynı zamanda bu reformlar, toplumsal ve politik dönüşüm sürecinden ayrı ele alınamazlar.

Bu dönemde yürüttüğüm çalışmalar, “ekonomik yeniden yapılanma süreci” olarak tarif edilen sürece destek verme noktasında askerî ve istihbari operasyonların oynadıkları rolü de anlamamı sağladı.

Şili’deki askerî cunta konusunda kaleme aldığım ilk çalışmalarda ben, hem “serbest piyasacı” reformları hem de “ekonomik baskı” için kullanılan, gayet iyi örgütlenmiş araçları inceledim.

İki yıl sonra Uluslararası Çalışma Örgütü’nün himayesinde, Arjantin’in kuzeyindeki sanayi bölgesinde bulunan Kordoba Ulusal Üniversitesi’nde misafir profesör olarak çalışmak üzere Latin Amerika’ya geri döndüm.

Tam da o dönemde darbe gerçekleşti. “Kirli Savaş” olarak anılan darbe sürecinde on binlerce insan gözaltına alındı. Kaybedilen insanlar [“Desaparecidos”] suikasta kurban gitti. Arjantin’deki darbe, Şili’de CIA önderliğinde gerçekleştirilmiş olan darbenin “tıpatıp aynısı”ydı.

Yaşanan katliamlar, insan hakları ihlâlleri ve “serbest piyasacı” reformlar, bu sefer Arjantin’deki New Yorklu kredi sağlayıcılarının denetiminde gerçekleştirildiler.

IMF’in ağır sonuçlara yol açan, “yapısal uyum programı” altında dayattığı ekonomik reçeteleri henüz yürürlüğe konulmamıştı. “Şikagolu Çocuklar”ın görüşlerini temel alan, Arjantin ve Şili’deki deneyim, yaşanacakların “kıyafet provası”ndan başka bir şey değildi.

David Rockefeller (Ortada) General Jorge Videla ve Maliye Bakanı Martinez de Hoz ile birlikte.

Zamanla “serbest piyasa sistemi”nin ekonomik kurşunları tek tek ülkeleri sıkıldı.

Seksenlerde borç krizi üzerinden gerçekleştirilen saldırıdan itibaren aynı IMF’in ürettiği “ekonomik ilâç”, 150’den fazla gelişmekte olan ülkeye düzenli olarak uygulandı.

Şili, Arjantin ve Peru’da kaleme aldığım ilk çalışmalardan itibaren ben, bu reformların küresel etkilerini inceledim. Gördüm ki bu yoksulluğu ve ekonomik yıkımı tüm acımasızlığıyla besleyen reformlar üzerinden yeni bir dünya düzeni inşa ediliyordu.

Michel Chossudovsky
1 Eylül 2023
Kaynak

10 Eylül 2024

,

İcazet ve Ehliyet

Mustafa Kemal’i öncü ve önder olarak görmezden önce bugünkü TKP, 1998’de Kaypakkaya’yı “sempatik ve kendilerine yakın” bulan bir yapıydı.[1]

O günlerde “Kemalizme ister olumlamak ister eleştirmek için jakobenizm atfedenler, yanılgı içindedir” diyorlardı. Kemalizm, “amorf bir ideoloji”ydi, ona şekil verilmeliydi. O, “Kürtlere yönelik asimilasyonu temel alan siyasal gericiliğin mirasçısı ve uygulayıcısı”ydı. O gün birilerini avlamak, birilerinin önünü almak, birilerine hoş görünmek için bu tür laflar edilmek zorundaydı. Çünkü ülkece Avrupa’ya yürüyorduk.

Neticede parti, varolmak için gerekli icazeti ve ehliyeti işçi sınıfı ve köylülükten temin etmiş bir yapı değildi. Onu özel yetiştirilmiş, küçük burjuvalardan oluşan bir arkadaş grubu kurdu. Dolayısıyla, varoluşunu ve bekasını işçi sınıfına ve köylülüğe değil, devlet içi güçlere bağlamak zorundaydı. Parayı veren düdüğü çalmalıydı. Yolu açan, yolu çizmeliydi.

Kaypakkaya güzellemeleri ve Kemalizm eleştirileri, AB’ye yürüyen devletle ilişkiliydi. O günlerde TKP’nin başkanı, “Kemalizm ancak Avrupa Birliği’ne girildiğine aşılacak bir şey” diyen yazılar yazıyordu. Kemalizm kirdi ve ülke, bu kirden ancak Avrupa suyunda arınabilirdi.

TKP, bu tür yazılar üzerinden, sol içine yönelik yürütülen operasyonda belirli bir mevzi kazanmak adına hareket etti. Sonra AB uyum süreci ile birlikte ülkede resmi bir KP kurulması gündeme geldi. Rakip örgütleri bir bir tasfiye ettikten sonra SİP, TKP ismine, devletin onayı ve icazetiyle, el koydu.

O günlerde SİP’i birlik görüşmesi yapmak için ziyaret eden Fabrika dergisi ekibi içinde Orhan Gökdemir de vardı. SİP’liler, komünist parti kurmaktan söz eden Fabrikacılara, “ne yani, Kopenhag kriterlerine uygun parti mi kuracaksınız yoksa?” diyerek alay edip, gelen heyete kapıyı gösterdiler. Üç gün sonra o partiyi kendileri kurdular. Bunun üzerine boşa düşen Fabrikacılar, tasfiye oldular. Şef TİP’e; yancısı TKP’ye gitti. TKP mitinginin yanından geçen AB’ci ANAP korteji, partiye selam gönderdi.

Çünkü AB rüzgârının estiği günlerdi. Orhan Gökdemir, o rüzgârın şişirdiği yelkenle ilerleyen AKP’ye destek sunmak adına, din çalışmaya başladı. O günlerde Gökdemir, “Din zenginlik, Aydınlanma gerici ve tehlikeli” diye yazılar döşeniyordu. Fethullahçıların açtığı kapılardan girip, medyada kendisine yer buldu. O gün kasasını doldurmak için dine övgüler düzen, dini ezmenin bir zenginliği yok etmek anlamına geldiğini söyleyen, AKP’nin zeminine taş ören Gökdemir, 2007’den sonra askerin sol örgütlere biçtiği rol gereği, dümen kırdı. Bugün “Hitchkins”[2] türü liberallerden daha ateist ve din düşmanı olduğunu birilerine ispat etmek için türlü tweet taklaları atıyor. Kasasını dolduruyor. Çünkü sol örgütleri, solu tecim, çıkar, kasa meselesi, bir fırsat olarak görenler yönetiyorlar.

* * *

“Bizim geleneğimizde geleneksel solun, sosyal-demokrasinin güç kazanması karşısında bu akımın [kemalizmin] burjuva karakterini unutturmaya çalışmasına direnç vardır. […] bizim geleneğimizde Türkiye’de marksizm adına burjuva devrim sürecinin alabildiğine sert eleştirisini gerçekleştiren Yalçın Küçük’ün ‘Türkiye Üzerine Tezler’i vardır.”[3]

Bu, yazarın üzerine bol gelen cümleler de AB uyum süreci bağlamında sarf edilmekteydi. Sonrasında alıntıda ismi geçen Yalçın Küçük, “ülkenin batısını AB; doğusunu ABD yönetiyor” dedi.

Bu sebeple, egemenler, ülkenin batısı için AB’ye uyumlu “HDP olarak” TKP’yi, ülkenin doğusu için de ABD’ye uyumlu “TKP olarak” HDP’yi kurmaya karar verdiler.[4] İki parti de icazetini ve ehliyetini işçi sınıfından ve köylülükten almamıştı. İkisi de işçi sınıfı ve köylülüğün mücadele geleneği üzerinden inşa edilmemişti.

Bugün TKP, 1998’de tarif ettiği Kemalizm ölçüsünde, din ve Kürt düşmanı olan, CHP’nin bu iki dinamikle kirlenen yanlarından uzak duran küçük burjuva kenti örgütleme görevini üstlendi. Bugün dine ve Kürt’e dair sorumluluklarından kendi gündelik küçük çıkarları adına kurtulmayı seçen küçük burjuvaların TKP’ye akın etmesi bekleniyor. TKP ne derse desin, yelkenini liberalizm rüzgârıyla şişiriyor. O yelken, Gorbaçov eliyle bireyin özgürce gelişiminin hızlandırıldığını söyleyen yazılardan beri besleniyor.

Muhtemeldir ki son dönemde TİP’in Kürdistan örgütlerinde ve çeşitli bürolarda yaşanan ayrışma ile TKH’de yakın dönemde yaşanan ayrışma arasında bağ var. Muhtemelen bu iki ayrışma da TKP’nin birkaç ay içerisinde düzenleyeceği kongreyle alakalı. Emirler iletilmiş, fısıltılarla her yana aktarılmış demek ki.

Bugün partinin yıllar önce “çobanla benim oyum bir mi?” deyip, her çıktığı programda “bizi meritokrasi kurtaracak”tan başka bir şey söylemeyen Aysun Kayacı çizgisine gelmesi, asla tesadüf değil. Birileri “gel!” demiş, o da gelmiş. Tencereler, kendilerine uygun kapaklara doğru yuvarlanıyor. Birileri “yuvarlan tonton!” demiş, parti de yuvarlanmış!

Başkalarının sorumluluğunu alan, başkalarını yüklenen, başkalarıyla kirlenen, terlenen, kanlanan kişiler, bu tepedeki meritokrasi ve liberalizm ölçüsünde arındırılıyor, tasfiye ediliyor. TKP, varoluşunu ve bekasını bağladığı güçler adına, bu tasfiyeye mecbur. Onun devrim ve sosyalizm gibi iradesi ve kavgası olamaz. TKP, Suphilerin TKP’sini içeride katletmek için kurulmuş olan Resmi TKP’nin uzantısı, onun sermaye ve devlete göre güncellenmiş hâli.

TKP, buranın “kara Cezayirlisi” olan Müslüman ve Kürt’e yönelik düşmanlığı esas alan bir Kemalizmi laboratuvar ortamında imal etmeyi seçti. Bugün yasama-yürütme-yargının, meclise dolduracağı askerler şahsında bir bütün kılınmasıyla cisimleşecek bir burjuva iktidarının oluşturulması çağrısında bulunuyor. Döne dolaşa AB ve ABD’nin icazet verdiği ölçüde AKP’yle yan yana geliyor. Onun eleştirel vicdanı olmayı seçiyor.

Sosyal medya ortamında bir HKP’li, “AKP’yi eleştirmediğimiz” tespiti üzerinden bize sürekli mesaj gönderiyor. Bu kişi, düşmanın eleştirinin değil, kavganın ve mücadelenin konusu olduğunu anlamıyor. Çünkü bu gerçeği bilmiyor. Sol-sosyalist güçler eleştiriliyor, düşmanla mücadele ediliyor. 

Buradan anlıyoruz ki HKP’li arkadaş, partisiyle AKP’yi (burjuva) parti olma düzleminde eş ve denk görüyor. “Beni eleştiriyorsun biraz da AKP’yi eleştir” diyor. Tam da kendisini AKP’yle denk ve eş düzlemde görme hâlini eleştirdiğimizi anlamıyor. Anlamak istemiyor.

Yan yana gelmeyi rekabet gereği sevmek durumunda olan HKP, 2005 yılında küçük bir broşür yayımladı. Broşürde, legal parti kurmanın gerekliliği üzerinde duruluyor, tabana açıklama yapılıyordu. Bu gereklilikse şu şekilde izah edilmekteydi: “N’apalım, legal parti kuran yol aldı, yarışta öne geçti, biz geride kaldık, bir an önce legal parti kurmalıyız.” “Yol aldı” dedikleri ise SİP’ti.

Buradan anlıyoruz ki HKP, esasen “CHP kitlesi denilen yağma sofrasından pay alma” yarışında öne geçmek için parti kurmuştu, devrim ve sosyalizm için değil. Parti iradesinin arkasında işçi sınıfı ve köylülük yoktu. Bizim eleştirimiz, tam da soldaki mülkiyetçilik ve rekabetçilikle ilgiliydi.

O hedef kitle, tek tek örgütleri kendisine benzetti. Herkes CHP’lileşti. HKP, gidip CHP’nin hukuk bürosuna dönüştü. Bu “tefeci-bezirgân” partisinin ayak işlerini üstlendi. 

Önder kabul ettikleri Hikmet Kıvılcımlı, en azından, belirli bir mirasa sırtını yaslayarak, altmış darbesini yapan generallerin kapısında, onlara partisinin programını anlatmak için bekliyordu. 

O bekle(til)me sırasında Kıvılcımlı, içeri bir subayın girdiğini gördü. Bu üniformalı, kendisini işkencede sorgulayan kişiydi. Kıvılcımlı, o an anladı beklemenin kifayetsizliğini. Programını anlatmayı öngördüğü paşa, sonrasında Komünizmle Mücadele Derneği’nin fahri üyesi oldu.

O Kıvılcımlı’nın öğrencisi olduğunu iddia eden bir HKP’li, bugün “Türkiye’de gerilla mücadelesi imkânsız. Bu mücadeleyi vaktiyle Kuvvayı Milliye verdi. Ondan sonra verilemez” diyor.[5] Sömürü ve zulmün iliklere dek hissedildiği koşullarda devletini ve sermayesini koruyor. Çünkü CHP’cilik, “bu ülkede bir daha devrim olmasın”cılıktır.[6] Kadim devlete halel getirmeyelimciliktir.

HKP’li, gerilla mücadelesini Kemalist resmi tarihe göre tanımlıyor, sonra bu olguyu boşa düşürüyor, değersizleştiriyor. Oysa o resmi tarih bile gerilla mücadelesine denk düşen gücün Kuvvayı Seyyare olduğunu, onun da merkezi ordu iradesince tasfiye edildiğini söylüyor. 

HKP’li, tefeci-bezirganların cumhuriyetine bekçilik yapmayı solculuk olarak tarif ediyor. Sonra “zaten sosyalizm otuzlarda yapıldı. Daha sonra yapılamazdı” diyor. "Burada komünizm yapılacaksa biz yaparız" diyenlere hizmet ediyor. Ağalarını-paşalarını korumaya çalışıyor. Sosyalizmle tarif ettiği Osmanlı’nın çocuklarını sosyalizmin ulaştığı son nokta olarak takdim ediyor. Böylelikle, sosyalizme yönelik çabanın zeminini ortadan kaldırıyor. Osmanlı'da bulunan sosyalizm, bu ülkeyi meşrulaştırıyor, bu meşruluk ve sosyalizm, işçinin-köylünün kuracağı sosyalizme mani olmaktan başka bir anlama sahip değil.

HKP, TKP, ÖDP gibi yapılar, kendilerine, kendi çıkarlarına göre tarihi çarpıtmaya mecburlar. Kendilerini işçi sınıfının ve köylülüğün kavgasına göre değil, egemenlerin varlığına ve iradesine göre tarif ediyorlar. Varoluşlarını oradan anlamlı ve değerli kılmak için uğraşıyorlar. Döne dolaşa işçiyi-köylüyü düşmanlarına kul etmek için çabalıyorlar. Ankara balolarına göre inşa edilmiş, tanımlanmış bir sosyalizmin emekçi halka düşman olduğunu doğal olarak göremiyorlar.

İcazeti ve ehliyeti işçi sınıfından ve köylülükten, onların kavgasından alanlar, bu tür yolların bir yere çıkmayacağını bilirler. Altmış ya da yüz yıldır “ülkeyi kuran irade”den solculuk yapma izni dilenenlerin işçiye-köylüye verebileceği bir şey yoktur. Bize, Doğu’nun sınıfsal kavgasında, o kavganın harında pişmiş Suphilerin partisi lazım.

Eren Balkır
25 Ağustos 2024

Dipnotlar:
[1] Aydın Giritli, “Restorasyon Kemalizmi”, Haziran 1998, Sayı 57, Gelenek.

[2] Luke Savage, “Yeni Ateizm, Eski İmparatorluk”, 2 Aralık 2014, İştiraki.

[3] Aydın Giritli, “Sosyalist Devrim ve Yurtseverlik”, Haziran 2001, Gelenek.

[4] Eren Balkır, “HDP-TKP Notları”, 9 Mart 2019, İştiraki.

[5] Halk Komiseri, “Gerillacılık”, 23 Ağustos 2024, X.

[6] Eren Balkır, “Suphilerin Yolunda”, 6 Şubat 2013, İştiraki.