Bugünlerde sağda solda Yarın dergisi ile ilgili
yazı yazan herkes, yalan söylüyor. “Bütün öğrenci faaliyetlerinin tek çatı
altında toplanması” fikrine sol örgütler karşı çıktı, öğrenci derneklerinin
dağıtılmasını onlar istedi. Bunu yeni dönemin emri gereği yaptılar.
Sonra devletin ve sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda
üniversite hayatı dönüştürüldü. Özel üniversiteler açıldı. Bu konuda hiçbir
örgüt, eylemlilik içine girmedi. Herkes uyum sağladı. 12 Eylül artığı, artık
kadükleşmiş YÖK’e itiraz etmek dışında bir şey yapılmadı. Sol, “YÖK’e devrimci
olarak karşı çıkalım” diyenler ve “öğrenci olarak karşı çıkalım” diyenler
arasında bölündü. Sınıf atlaması, köylülükten kurtulması, düzenin çarklarına
sıkılacak yağ olması için öğrenci sendikaları kuruldu. Her şey, devlet ve
sermaye içindi. Bu ikisi krize girse ilk yardıma solcular koşuyordu.
Aslında öğrenci derneklerinin dağıtılmasını, sol istedi. Üniversite, devlet ve sermaye ile ilişkisi dâhilinde dönüşünce, o öğrenci dernekleri kulüplere evrildiler. Artık her örgütün kendi kültür kulübü vardı. Aslında zamanla örgütün kendisi kültür kulübüne dönüştü.
Örgütler, süreç
içerisinde, bir bir kulüplerin kalıbına döküldüler. Bugün o sebeple feminist,
vegan ve LGBT kulüpleri olarak varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar.
Doksanlardaki pratik, doğalında böylesi bir sonuç verdi. Sınıfsal-politik olan
değil, bireysel-apolitik hazlar öne alındı. O kulüplerde o hazlar okşandı.
Üniversitelerde kulüpler, devlete ve sermayeye uygun
bireylerin hamurunun karıldığı tekneler olarak iş gördüler. “Pirezentabıl”,
kendisini satmasını bilen, patronuna ve grup çalışmasına saygılı, gerektiğinde
köleliği yüceltebilecek, başkalarını aşağılamayı huy edinmiş kişiler üretildi.
O kulüplerde kenar mahallelerden gelen gençlere keman, tango ve dağcılık
kursları verildi. Eskiden dağcılık, gerilla ön eğitimi için öğreniliyordu,
şimdilerde yüksek plazaların camlarını silmek için var.
Bu koşullarda Gençlik Komiteleri’nin özel
üniversiteler tanıtım günleri düzenlemesine, bu tanıtım için videolar
hazırlamasına şaşmamak gerek. Örgütler, varolabilmek için her tür taklayı
atıyorlar, her kılıfa giriyorlar, her tavizi verebiliyorlar. Çünkü artık örgüt
de kalmadı. Kendisini soyut devlet kurgusuna karşı kuranla, soyut sermaye
kurgusuna karşı kuran, kulüpler içinde eridi.
Gençlik Komiteleri’nin
bir tanıtım videosunda solcu öğrenci, okulundaki İngilizce eğitimiyle, dekanın
derse girmesiyle, Erasmus fırsatlarıyla vs. övünüyor. Dersin, hocanın, okulun
sınıfsal içeriğini artık kimse sorgulamıyor. (Muhtemelen bu arkadaşlar,
yaptıkları işçi çalışmasında, “bizim patron, öğle yemeğinde pilav veriyor,
sigara molası da var, gelin bizim fabrikada çalışın” diye çağrıda
bulunuyorlardır.)
Bugün biri, kazara ajitasyon amacıyla amfiyi işgal
etmeye kalksa, ortalıkta onu “gerici” ilân edip dövecek çok solcu var. Artık
her örgüt, “üniversiteler evimiz, TÜSİAD babamız” diye bağırıyor. Sınıfların ve
sınırların silindiği kampüslerde kazanan, gene baba oluyor. Bu da devrimcilik
ve sosyalizm diye pazarlanıyor. Sol, sermayeyle yürüyebileceğini, devletle
güçlenebileceğini iyi biliyor.
* * *
Yarın dergisinin
önemli isimlerinden biri olan Füsun Öztürk, derginin Ekim 1984 tarihli 38.
sayısında feminizmle ilgili bir yazıyor. Sibel Özbudun’un konuyla ilgili
kitabını değerlendiren yazıda şu söyleniyor:
“Son
günlerde ısıtılıp ısıtılıp yeniden önümüze sürülmeye çalışılan bir konu var.
Gündemi belirlemeye çalışan, başarılı olamadıkça da kendi içine gittikçe
kapanan ve saldırganlaşan feminizm. Bir burjuva akımı olarak doğan, kendi
içinde birçok kollara ayrılan ve kimi yerde erkek düşmanlığına, lezbiyenciliğe
kadar varan, çok ‘zengin’ bir akım bu.”[1]
Köprünün altından çok su aktı: O “zengin burjuva”
akım, yaklaşık kırk yıl sonra sosyalist harekete diz çöktürdü ve onu ele
geçirdi. Artık herkes, TÜSİAD’ın feminist hareketinin kuyruğuna tutunarak
varolabiliyor. O nedenle özel üniversitelerin pazarlanması işi, sosyalistlere
taşere ediliyor. Irksallaştırılan erkek, düşman ilân ediliyor. Boynuna “terörist”
yaftası yapıştırılıyor. Sınırın ve sınıfın tezahürü olarak sunuluyor,
şeytanlaştırılarak taşlanıyor. Taşları TÜSİAD satıyor. Toplayıp istifleyense
devlet.
Sol, devlet ve sermaye arasındaki güncel, kısa vadeli,
geçici ve yüzeysel gerilimlere bakıp, devrim ve sosyalizm hayallerine dalıyor.
Sosyalist hareketin gerçekle ilişkisi kalmadığı için hayal âleminde varolmayı
zorunlu olarak seçiyor. Seçebiliyor olmayı özgürlük, özgürlüğü devrimcilik
zannediyor. Pazar, sosyalist hareketi yutuyor.
O nedenle herkes, gerici buldukları, kolektifi,
mücadeleyi ve davayı anlatan kızıl bayrakları yırtıp atıyor. Bireyi, hazzını,
çıkarını, izole varlığını anlatan, her toz tanesini illaki gösteren kara
bayraklar sallanıyor. Kara bayraklar, düşmanı ezecek güç oluşmasın, kitleler
bir olmasın diye rüzgâra bırakılıyor. Rüzgârın kime ait olduğuna kimse
bakmıyor.
* * *
Peru Komünist Partisi-Aydınlık Yol’un kurucusu ve
önderi Abimael Guzmán, partinin imana, umuda ve iyiliğe muhtaç olduğunu
söylüyor. O imanın ve umudun müşterek olduğu üzerinde duruyor. “Asıl korku,
kişinin kendisini evrenin merkezine koymasıyla ilgilidir” diyor. Yoldaşlarına
“duvarları aynalarla kaplı evinizden çıkın, parti bayrağını doruklara taşıyın”
emrini veriyor. “Lağım suyu” dediği bireyciliğin kokusundan kurtulmak
gerektiğinden söz ediyor. Bu bireyciliğin kara bayrağının terk edilmesini,
ruhun parti bayrağı ile kuşandırılmasını istiyor.[2]
Bu sözler, puslu geçmişten yankılanan boş birer nida
artık. Denizin yedi kat dibine, çelikten bir hücreye hapsedildiler. Hep
birlikte Z kuşağı ile ilgili ezberlerin duvarına çarpıp dağılıyorlar. “Z kuşağı”
gibi isimlendirmelerse esasen küçüklü-büyüklü burjuvanın çocukları ile ilgili.
Proleter çocukları, 10 yaşında kömür ocağına inenler, çöpten kâğıt toplayanlar,
çıraklık dışında hayali olmayanlar için yapılmıyor o sosyolojik
değerlendirmeler. Onlar için hiçbir şey değişmiyor. Yoksul ve emekçi çocukları
tarif edecek bir harf bulunmuyor.
Sol örgütler, o Z kuşağının kendi nefsini, kendi
çıkarını düşünen mensupları adına, kara bayraklar sallıyorlar. Kendi
yetiştirdikleri evlatlarına alkolsüz bira, şekersiz kola misali, zararsız
solculuk öğütlüyorlar, doğal olarak solculuk, hobileşiyor. Eski kuşak şefler,
kızılın Z kuşağına mensup çocuklarına rahatsızlık vereceğini düşünüyorlar. Burjuvaların
kurduğu, sahibi olduğu okulları onlardan önce, onlardan daha fazla
sahipleniyorlar, yüceltiyorlar. Anadolu’nun tamir atölyelerine, fabrikalarına
girme hayali kuranlara değil, Avrupa’nın, Amerika’nın plazalarına girme hayali
kuranlara boncuk dağıtıyorlar.
Doksanların sonunda “Anadolu Kaplanları ile birlikte
bizim de payımıza bir şeyler düşer, AB fonlarından biz de nemalanırız” diyen
ÖDP çizgisi, bugün özel üniversitelerin tanıtım günlerini örgütleyen Gençlik
Komiteleri’ni keserek ilerliyor. Bazı solcuları aşağısı kesmiyor, yoksulla
yoksul, açla aç olmayı, ezilenle ezilmeyi içine sindiremiyor. Guzmán gibi, “tek
kişinin bir kıymeti yoktur, kitlelerse her şeydir. Bir şeyin parçası olmak
istiyorsak, o kitleler olmalıdır” diyemiyor. Bu tür sözleri kendisine edilmiş
birer küfür olarak görüyor. Sol, kitleden kaçıp burjuvazinin ve devletin koltuk
altına sığınıyor.
Devlete ve sermayeye bağlanmış bir sosyalist siyasetin
kitlelerle kaynaşması, mümkün değil. O, ancak devletten ve sermayeden özel ve
yüce olmayı öğrenebiliyor. Alttakilere körleşiyor. Yoksulla, ezilenle alay eden
dil, sosyalist örgütlerce kabul görüyor. Yoksul ve ezilen, sosyalist örgütler
eliyle hizaya sokuluyor, disipline ediliyor, düzene bağlanıyor. Bireyin
nefsine, çıkarlarına, hezeyanlarına örgütlenmiş bir solculuk, ancak devlete ve
sermayeye hizmet edebiliyor. Ama bilinsin ki bir kolektif, mücadele ve dava
illaki var. Üçünü birlikte temsil eden kızıl bayrak, yoldaşlarını arıyor.
Eren Balkır
1 Ağustos 2020
Dipnotlar:
[1] Füsun Öztürk, “Feminizm ve Bazı Yanlışlar”, Yarın, Ekim 1984, s. 17.
[2] Christopher Kistler ve Josef Hallqvist, Collected
Works of Communist Party of Peru, Cilt 1 (1968-1987), Birinci Baskı 2016,
s. 244-250.