Amerikan toplumunun tarihsel oluşum sürecini iki
faktör biçimlendirmiştir: hâkim dinî ideoloji ve işçi partinin bulunmaması. Bu
iki faktör, birlikte yeni bir durumu koşullamıştır: fiiliyatta tek bir
partinin, sermaye partisinin yönettiği bir sistemin kurulması ve idame
ettirilmesi. Bu parti iki parçadan, iki hizipten oluşur, ama iki hizip de liberalizmin
aynı versiyonunu benimser. İkisi de sadece, güdük ve güçsüz bırakılmış bir tür
demokrasiye katılım gösteren küçük bir azınlığa hitap eder. İşçi sınıfı, genel
kural gereği oy kullanmaz, bahsi geçen sermaye partisinin her bir hizbi,
kendisine ait bir orta sınıf tabana sahiptir. Partinin iki hizbi de lobilerden,
toplumsal destek gruplarından oluşan bir seçmen kitlesine sırtını yaslar.
Amerikan demokrasisi, bugün “düşük yoğunluklu
demokrasi”nin gelişkin bir modelini meydana getirmektedir. Bu demokrasi,
politik hayatın seçim demokrasisi üzerinden yönetilmesi ile sermaye birikimi
yasalarınca yönlendirilen ekonomik hayatın yönetimi arasındaki ayrım üzerinden
işlemektedir. Ayrıca bu ayrım, köklü bir itiraza asla maruz kalmaz. Üzerinde
genel bir uzlaşma söz konusudur. Oysa bu ayrım, politik demokrasinin tüm
yaratıcı potansiyelini yok etmektedir. Bu ayrım sebebiyle meclis gibi temsil
kurumları güçsüzleşmekte ve piyasa ile emirlerine tabi hâle gelmektedir. Bu anlamda
Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında tercih yapmak beyhude bir çabadır,
çünkü Amerikan halkının geleceğini tayin eden, seçimlerde yapılan tercihlerin
sonuçları değil, finans piyasaları ve diğer türden piyasalardaki iniş
çıkışlardır.
Sonuçta Amerikan devleti, sadece ekonomiye, yani
toplumsal meseleleri görmezden geldiği koşullarda tümüyle itaat ettiği
sermayeye hizmet etmek için vardır. Devletin bu şekilde hareket etmesinin tek
bir sebebi mevcuttur: Amerikan toplumunun oluştuğu tarihsel süreç, işçi
sınıfının politik bilincinin gelişimine mani olmuştur.
Avrupa’da ise devlet, toplumsal çıkar grupları
arasında yüzleşmelere sahne olan bir arenadan ibarettir. Avrupaî devletin
toplumsal uzlaşmadan yana durmasının sebebi budur. Bu sayede demokratik
uygulamalar, gerçek bir anlama kavuşabilmektedir. Sınıf mücadelesinin ve diğer
politik mücadelelerin devleti bu yönde hareket etmeye zorlamadığı, devletin
sermaye birikiminin özel mantığı karşısında özerk kalamadığı koşullarda
demokrasi, tıpkı ABD’de olduğu gibi, tümüyle anlamsız bir uygulama hâlini alır.
Hâkim dinî pratik ve köktenci söylemler üzerinden
bu pratiğin istismar edilmesine, ezilen sınıflardaki politik bilinç yoksunluğu
eşlik eder. Bu durum, ABD’de politik sisteme başka yerlerde görülmeyen bir
manevra alanı açar, böylece sistem, demokratik uygulamaların muhtemel
etkilerini ortadan kaldırır, bu uygulamaları zararsız birer ritüele dönüştürür;
politika eğlence, kampanyalar amigoların şovu hâline gelir.
Kimsenin bizi kandırmasına izin vermemeliyiz. Komuta
merkezinde duran ve iktidarı elinde bulunduranlara mantığını dayatan, köktenci
ideoloji değil, sermaye ve hizmetkârlarıdır. Tüm kararları tek başına sermaye
alır, ardından da davasına hizmet etsin diye Amerikan ideolojisini namluya bizzat
o sürer. Dezenfermasyon sayesinde sermaye, kendi amaçlarına uygun hareket etme
imkânı bulur, eleştirileri boğar, eleştirenleri şantaj ve gözdağı ile sindirir.
Bu sayede müesses nizam, “kamuoyu”nu ondaki aptallığı beslemek suretiyle
yönlendirir.
Oluşan bu bağlam sayesinde Amerika’da yönetici
sınıf, toplumsal değerleri küçümseyen bir yaklaşım geliştirmiş, bu yaklaşımı
ikiyüzlülük ambalajına sararak satmıştır. Rejim, ihtiyaç duyduğunda şiddete
başvurabilmektedir. Tüm devrimci Amerikalılar bunu çok iyi bilirler. Onlara bırakılan
seçenekse şudur: ya ruhunu satacaksın ya da bir gün öldürüleceksin.
Tüm diğer ideolojiler gibi Amerikan ideolojisi de
tükenme tehdidi altındadır. Ekonomideki yüksek büyüme rakamlarının damgasını
vurduğu, toplumsal itirazların seviyesinin düşük seyrettiği görece sakin geçen
dönem boyunca yönetici sınıf, halkına pek fazla baskı uygulama ihtiyacı
duymamıştır. Bu sebeple zaman zaman müesses nizam, elindeki ideolojiyi klasik
yöntemlerle yeniden canlandırmıştır. Bunun için de bir düşman tasarlanmıştır. “Şer
ekseni” gibi ifadelerle anılan bu düşmanı yok etmek için her türden aracın
devreye sokulması noktasında kimi bahanelere başvurulmuştur. Geçmişte bu düşman
komünizmdi. McCarthy’cilik sayesinde Soğuk Savaş süreci başladı ve Avrupa
teslim alındı. Bugün de “terörizm” böylesi bir bahane. Bu bahane, yönetici
sınıfın gerçek projesine, dünyanın askerî anlamda kontrol altına alınmasına
hizmet ediyor.
Amerika’nın yeni hegemonik stratejinin açık
hedefi, Washington’ın emirleri karşısında direnç gösterebilecek herhangi bir
gücün ortaya çıkmasına mani olmaktır. Bu sebeple fazla “büyük” olan ülkelerin
parçalanması, böylelikle “koruma” için ABD üslerini isteyecek kıvama gelmiş çok
sayıda uydunun oluşturulması amaçlanmaktadır. ABD’nin başına geçen son üç
başkan da (Baba Bush, Clinton ve Oğul Bush) “büyük” olmayı sadece ABD’nin hak
ettiğini düşünmektedir. Bu anlamda ABD hegemonyası, nihayetinde ekonomik
sisteminin sunduğu özel “avantajlar”a değil, aşırı büyük askerî gücüne dayanmaktadır.
Bu güç sayesinde ABD, küresel mafya teşkilâtının rakipsiz lideri pozu
takınabilmekte, bu teşkilâtsa “gözle görünür yumruğu” ile hizaya girmek
istemeyenlere yeni emperyalist düzeni dayatmaktadır.
Son elde ettiği başarılardan cesaret alan aşırı
sağ, bugün Washington’da iktidarın dizginlerini ele geçirmiştir. Bu güç,
herkesin önüne şu seçeneği çıkartmaktadır: ya ABD hegemonyasını ve onun teşvik
ettiği aşırı güçlü “liberalizm”i kabul edeceksiniz ve para kazanmayı takıntı
hâline getireceksiniz ya da bu ikisine karşı geleceksiniz. Kabul eden herkes,
Washington’ı dünyayı Teksas’a ait imaj üzerinden yeniden kurmasına izin vermiş
olacak, bu konuda onun elini rahatlatacaktır. İtiraz seçeneği tercih
edildiğinde ise çoğulcu, demokratik ve barışçıl bir dünya kurulacaktır.
1935’te veya 1937’de gerekli itirazı gösterebilmiş
olsalardı Avrupalılar, onca yıkımı gerçekleştirmesinden önce Nazi çılgınlığını
durdurabilirlerdi. 1939’da ise artık her şey çok geçti. On milyonlarca insan öldü.
Dolayısıyla bugün harekete geçip Washington’ın Neonazi ideolojisiyle yüklü
harekâtını durdurmak, o gücü yok etmek, hepimize düşen bir sorumluluktur.
Samir
Amin
[3 Eylül 1931-12 Ağustos 2018]
0 Yorum:
Yorum Gönder