11 Ağustos 2020

, ,

Davos’un Liberal Komünistleri


Son on yıl içerisinde Davos ve Porto Alegre, küreselleşmenin iki kardeş şehri olarak öne çıktı. İsviçre’nin kayak merkezi olan Davos’ta dünyanın elit yöneticileri, devlet adamları ve medyadan kişiler, ağır polis koruması altında bir araya gelip küreselleşmenin devasının bizatihi kendisi olduğu konusunda bizi (ve kendilerini) ikna etmeye çalışıyorlar.

Brezilya’nın Porto Alegre kentinde ise küreselleşme karşıtı hareketin elitleri, bir araya gelip tam da o resmi sloganları “başka bir dünya mümkün”de dile getirdikleri biçimiyle, kapitalist küreselleşmenin kaderimiz olmadığı hususunda bizi (ve kendilerini) ikna etmeye çalışıyorlar. Fakat son dönemde Porto Alegre’deki toplantılar, ilk baştaki o itici gücünden mahrummuş gibi görünüyor. Bu noktada sormak gerekiyor: Porto Alegre’nin o parlak yıldızları nereye gitti?

Biz biliyoruz ki o yıldızların bir kısmı Davos’a taşındı! Davos toplantılarındaki hâkim dili, Fransız gazeteci Olivier Malnuit’nin alaycı bir üslup dâhilinde kullandığı “liberal komünistler”in meydana getirdiği müteşebbis grubu besliyor. Bu isimler, Avrupa’da kullanılan anlamıyla “piyasa”dan yana liberaller ve artık Davos’la (küresel kapitalizmle) Porto Alegre (küresel kapitalizme alternatif olarak sunulan yeni toplumsal hareketler) arasında bir karşıtlık olduğuna inanmıyorlar.

Bu kesim, dünyadaki kâr getiren teşebbüsler üzerinden büyüyen kapitalist pastaya sahip olabileceğinizi, hatta onu yiyebileceğimizi iddia ediyor. Söz konusu yaklaşım, sosyal sorumluluk, ekolojik meseleler gibi kapitalizm karşıtı davalara da destek oluyor. Bu insanların dediğine göre artık Porto Alegre’ye ihtiyaç kalmadı, çünkü Davos’un Porto Davos hâline gelmesi mümkün.

Peki ama kim bu liberal komünistler?

Olağan şüpheliler arasında Bill Gates, George Soros, Google, IBM, Intel, eBay’in icra kurulu başkanları, ayrıca Thomas Friedman gibi saray felsefecileri bulunuyor. Bu grubu ilginç kılansa ideolojilerinin postmodern dijital kapitalizme övgüler düzen Antonio Negri’nin ideolojisinden ayırt edilemez hâle gelmiş olması.

Negri’ye göre postmodern dijital kapitalizmle komünizm arasındaki ayrım silikleşiyor. Negri, otoriteye, düzene ve dar görüşlü vatanseverliğe dönük saçma sapan bir inanca sahip olan eski Sağ ile kapitalizme karşı büyük bir mücadele yürütülmesi gerektiğini söyleyen eski Sol’un o gölge boksu yapıp durduğu mücadeleler dâhilinde, yeni gerçeklerle bağının tümüyle koptuğunu söylüyor.

Liberal komünist Newspeak bu yeni gerçekliği “akıllı” kelimesiyle ifade ediyor. “Akıllı” merkezîleşmiş bürokrasiye karşı dinamik ve göçebe olanı, merkezî otoriteye karşı diyalogu ve işbirliğini, alışılagelmiş olana karşı esnekliği, eski endüstriyel üretime karşı kültürü ve bilgiyi, ayrıca sabit hiyerarşiye karşı kendiliğinden etkileşimi ifade ediyor.

Bu süreçte yazılım şirketi sahibi ve yardım vakfı başkanı Bill Gates, “sürtünmesiz kapitalizm” dediği şeyin bir ikonası olarak takdim ediliyor. Buna göre hepimiz, “emeğin sonu”na tanıklık ettiğimiz endüstri sonrası toplumda yaşıyoruz. Bu toplumda yazılım donanıma karşı zafer elde ediyor, bilgisayar ve teknoloji düşkünü gençler, siyah takım elbiseli müdürlerin yerini alıyorlar. Yeni şirket merkezlerinde dışarıdan pek fazla disiplin dayatılmıyor, eski bilgisayar korsanları sahneye hâkim oluyorlar, uzun çalışma saatleri sonrası şık mekânlarda beleş içkilerini yudumluyorlar.

Bu bağlamda bir ikona olarak Gates’in öne çıkan en önemli özelliği, o ikonayı imal eden eski bilgisayar korsanı kimliği. Hayalî düzlemde burada asıl önemli olan, Gates’in üzerine giydiği yıkıcı marjinal holigan gömleği ile saygıdeğer bir başkan pozu kesebiliyor olması.

Liberal komünistler, büyük şirketlerin yöneticileri olarak, rekabetin ruhunu reforma tabi tutuyorlar veya rekabetin akış yönünü terse çeviriyorlar, bunlar, kültür karşıtı ukala dümbelekler olarak büyük şirketlerin başına geçen isimler. Vahiy niyetine taptıkları görüşleri ise Adam Smith’in görünmez elinin yeni ve postmodern bir versiyonu: bu anlayışa göre piyasa ve sosyal sorumluluk, karşıt şeyler değiller, bu ikisi, karşılıklı fayda için birlikte devreye sokulabilirler. Liberal komünistler, çalışanlarla işbirliği, müşterilerle diyalog kurulmasını, çevreye saygı duyulmasını, şeffaf anlaşmalar yapılmasını öneriyorlar ve bu önerilerin başarılı bir iş pratiği için çok önemli olduklarını düşünüyorlar.

Liberal komünistler pragmatik insanlar ve ideolojiden nefret ediyorlar. Onlara göre ortada sömürülen bir işçi sınıfı yok, sadece çözüme kavuşturulması gereken, Afrika’daki açlık, Müslüman kadınların çilesi veya dinî köktenci şiddet gibi somut sorunlar var.

Afika’da insanî bir kriz başgösterdiğinde bu tür krizlere bayılan liberal komünistler, ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlar: “anti-emperyalizm gevezeliğine başvurmak yerine inceleme yapmalı, sorunu gerçekte neyin çözüme kavuşturacağını görmeliyiz” diyorlar. Bu noktada insanlarla, hükümetlerle ve şirketlerle ortak çalışmalar yürütüyorlar, krizi yaratıcı, asla geleneksel olmayan bir açıdan ele alıyorlar ve etiketlere asla aldırış etmiyorlar.

Liberal komünistlerin bayıldıkları, sevdalı oldukları diğer bir konu da Mayıs 68: Liberal komünistler, 1968 Mayısı’nı gençlikteki enerjinin ve yaratıcılığın patlaması olarak görüyorlar. Bu patlamanın, sonrasında içi çürümüş bürokratik düzenin sınırları içine nasıl hapsedildiğini şaşkınlıkla karşılıyorlar. Politik yanılsamalar sonrası ekonomik ve toplumsal hayata kattığı itici gücün silinip gittiğine inanmak istemiyorlar.

Liberal komünistlere göre Mayıs 68’in insanları, o günden beri değişseler de gerçekliğe hiç teslim olmadılar, hatta dünyayı gerçek manada değiştirmek, hayatlarımızı devrimcileştirebilmek için değiştiler. Zaten Marx da tüm dünyadaki politik kalkışmaların hayatlarımızı değiştirme noktasında buhar makinesinin icadı karşısında sönük kaldıklarını söylememiş miydi? Bugün yaşasa Marx, muhtemelen şunu söylerdi: “Küresel kapitalizmle mücadele için yapılan onca gösteri, internetle kıyaslandığında nedir ki?”

Her şeyin ötesinde liberal komünistler, kendilerini dünyanın gerçek yurttaşları, meseleleri dert edinen iyi insanlar olarak görüyorlar. Popülist köktenciler ve sorumsuz, açgözlü şirketler karşısında endişe duyuyorlar. Bu insanlar, bugünün sorunlarının “en temel sebepleri”nin kitlesel yoksulluk ve köktenci terörün beslediği ümitsizlik olduğunu düşünüyorlar. Bu sebeple liberal komünistler, para kazanmayı değil, dünyayı değiştirmeyi hedef olarak belirliyorlar (dünyayı değiştirmekse daha fazla para kazanmanın yan mahsulü olarak görülüyor).

Doğal olarak bu noktada aynı nakaratı yineleyip duruyorlar: “halka bir şey vermek için önce sen kazanmalısın (veya bu kesimin dile getirdiği biçimiyle, “sen yaratmalısın”). Liberal komünistler, esasen belirli mantığa yaslanıyorlar, bu mantıksa tek bir şey söylüyor: “İnsanlara gerçekten yardım etmek istiyorsan, bu yardımı yapmak için gerekli araçlara sahip olacaksın.” Onlara göre merkezî devletin ve kolektivist yaklaşımların yaşadığı başarısızlık, bize bireylerin aldıkları inisiyatiflerin, koydukları iradenin en verimli yol olduğunu söylüyor. Dolayısıyla eğer devlet iş dünyasını düzene sokmak istiyor, onların sırtına ağır bir vergi yükü bindirmek istiyorsa, o vakit devletin bu hedefini boşa düşürmenin önemli olduğunu görmek gerekiyor (büyük çoğunluğun hayatını iyileştirmek ve ihtiyaç sahiplerine yardım etmek, devletin bu tür müdahalelerini gereksiz kılıyor).

Liberal komünistler, sadece kâr üretip duran bir makine olmak istemiyorlar. Onlar, hayatlarının daha derin bir anlama kavuşmasını istiyorlar. Liberal komünistler, eski dinlere karşılar, günah çıkartmaya dayalı tefekkürü içermeyen maneviyattan yanalar (herkesin bildiği gibi Budizm, beyinle ilgili bilim çalışmalarını gölgede bıraktı, zira meditasyonun gücü artık bilimsel olarak ölçülebiliyor!)

Liberal komünistlerin tercih ettikleri düstur şu: sosyal sorumluluk ve şükran. Onlar, yeteneklerinin devreye sokulmasına ve servet biriktirmelerine izin verdiği için toplumun inanılmaz iyi olduğunu açık yüreklilikle söylüyorlar. Peki ama bu liberal komünistler, insanlara yardım etmeselerdi nasıl başarı kazanacaklardı?

Bu noktada başarı kazanma konusunda yaptıkları yeni bir şey var mı? On dokuzuncu yüzyılda kurduğu çelik şirketinde Andrew Carnegie, örgütlü işçileri ezmek için özel bir ordu istihdam etmişti. Carnegie, servetinin büyük bir kısmını eğitim, sanat ve yardım çalışmalarına aktarıyor, böylelikle çelikten bir insan olmasına karşın altın bir kalbe sahip olduğunu herkese ispatlamış oluyordu. Aynı şekilde bugünün liberal komünistleri de bir eliyle aldıklarını diğer eliyle veriyorlar.

Soros gibi isimler, tam da bu noktada, ahlakî bir sorun hâline geliyorlar. Soros’un günlük pratiği, tümüyle yalan üzerine kurulu: günün yarısını finansal spekülasyonlara, diğer yarısını insanî yardım faaliyetlerine ayırıyor (bu tür yardım faaliyetleri, komünizm sonrası ülkelerde süren kültürel ve demokratik faaliyetlere para aktarmayı, ABD’de seçimlere para akıtmayı, “serbest piyasa köktencileri” gibi yergi amaçlı ifadeleri uydurmayı içeriyor). Söz konusu faaliyetler, nihayetinde bizzat kendi spekülasyonlarının etkileriyle mücadele ediyorlar.

Aynı şekilde Bill Gates’in de iki yüzü var: kalpsiz bir iş insanı olarak Gates, rakip firmaları ya yok ediyor ya da satın alıyor, tekel olmaya çalışıyor, hedeflerine ulaşmak için üçkâğıt çeviriyor, ama bir yandan da insanlık tarihinin gördüğü en büyük yardımsever pozu kesiyor.

Liberal komünistlerin ahlakı, kâr için her şeyi yaparken bir yanda da yardımseverlik oynamak üzerine kurulu. Bugün yardım faaliyetleri, ekonomik sömürüyü gizleyen iyilikseverlik maskesinden başka bir şey değil. Gelişmiş ülkeler, yardımlar ve krediler üzerinden azgelişmiş ülkelere güya yardım ediyorlar, ama bir yandan da azgelişmiş ülkelerin mevcut yoksulluğu konusunda taşıdıkları sorumluluğun ve suç ortaklığının üzerini örtüyorlar.

Aynı durum, “akıllı” ve “akıllı olmayan” yaklaşım arasındaki karşıtlık için de geçerli. Bu noktada asıl önemli olan unsur, dış kaynak kullanımı. Bu yolla düşük ücret, ağır emek pratikleri ve ekolojik kirlenme gibi işin kötü ama gerekli yanını “akıllı olmayan” üçüncü dünya ülkelerine veya birinci dünyada kimsenin görmediği yerlere ihraç ediyorsunuz. Liberal komünistler, en nihayetinde işçi sınıfını üçüncü dünyadaki gözden ırak terhanelere göndermeyi hayal ediyorlar.

Fransız Marksist felsefeci Étienne Balibar, bugünün dünyasında görülen aşırı şiddetin birbirine zıt ama birbirini tamamlayan iki biçimi olduğunu söylüyor: küresel kapitalizmin toplumsal koşullarının, yani dışlanmış ve gereksiz kişilerin (evsizlerin, sigortasızların, işsizlerin) “otomatik” olarak oluştuğu ortamın doğasından kaynaklanan nesnel (“yapısal”) şiddet ve yeni ortaya çıkan etnik ve/veya dinî köktenciliğin öznel şiddeti.

Liberal komünistler, öznel şiddetle mücadele etseler de esasen onlar, öznel şiddetin yaşadığı patlamaların şartlarını oluşturan yapısal şiddetin ajanlarından başka bir şey değiller. Tam da liberal komünistler, küresel sermaye sistemindeki tüm bu tali aksaklıkları gidermek istedikleri, sermaye sisteminin çarklarını “sürtünmesiz” kılmak için uğraştıkları için sistemdeki yanlışların doğrudan cisimleşmiş hâli.

Irkçılıkla, cinsiyetçilikle ve dinî gericilikle mücadele ederken kurulan her türden zaruri taktiksel ittifak kapsamında şu hususu asla aklımızdan çıkartmamalıyız: Liberal komünistler, bugün gerçek manada ilerici tüm mücadelelerin düşmanıdırlar.

Slavoj Žižek
11 Nisan 2006
Kaynak

0 Yorum: