02 Mart 2017

,

Devrim Mağdurların Değil, Muzaffer Olanlarındır


Bir siyasal partinin kendi yanılgıları karşısındaki tutumu, bu partinin ciddi olup olmadığını, kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı görevlerini gerçekten yerine getirip getirmediğini saptayabilmemiz için en önemli ve en güvenilir ölçütlerden biridir. Yanılgısını içtenlikle kabul etmek, nedenlerini arayıp bulmak, bu yanılgıya yol açan koşulları tahlil etmek, yanılgıyı doğrultma yollarını dikkatle incelemek; işte, ciddi bir partinin işaretleri bunlardır, bu, ciddi bir parti için görevlerini yerine getirmek, sınıfı ve ardından da yığınları eğitmek ve bilinçlendirmek demektir.

[Lenin, Komünizmin Çocukluk Hastalığı, “Sol” Komünizm, Ankara, Sol Yay., 1991, s. 51-52]


Hatalarımıza karşı yaklaşımımız, bizim ciddiyetimizi ve samimiyetimizi ortaya koyan en temel kıstaslardan biridir. O yüzdendir ki biz, hatalarımıza ve mevcut durumumuza karşı objektif olmakla mükellefiz. Bu ciddi görevi hakkıyla yerine getirmediğimiz takdirde, devrimin öncü müfrezesi olmaktan ziyade, hatalarıyla boğulan ve kadrolarını öğüten bir yığın hâline geliriz, zira hatalarıyla yüzleşmeyen ve hatalarından öğrenmeyenler için bu, kaçınılmaz bir sondur. Bu sonu yaşayan bir yığın ise, adlandırmada ne kadar Komünist Partisi sıfatına sahip olursa olsun, nice büyük yenilginin mimarı olmaktan öteye gidemeyecektir.

Somut koşullarda Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketi, büyük bir yenilgi içindedir ve en son kazandığı zafer, ne yazık ki 96 Ölüm Orucu’dur. O günden bugüne kadar tuttuğumuz bütün dallar kurumuş, girdiğimiz bütün kavgalar yenilgiyle sonuçlanmıştır. Her yenilgiyle birlikte, halk kitleleriyle kurulu ilişkilerimiz zayıflamış ve yaşam alanlarımız da gittikçe daralmıştır.

Somutta Kürt Hareketi'nin yarattığı Kürdistan direnişinden bağımsız bir şekilde düşündüğümüzde, elde avuçta kalan, İstanbul’un birkaç mahallesi ve Dersim’den ibarettir. 96 Ölüm Orucu sonrasında başlayan ve bir türlü bitmek bilmeyen yenilgiler kuşağıyla birlikte politik bir kazanım elde edememiş olmanın getirdiği durağanlık, tüm düşünce biçimlerimizi ve örgütlülüklerimizi burjuvazinin kültürüyle kirletmiştir.

Bunu söylerken, daha evvelinde pirüpak bir devrimciliğin varlığını iddia etmiyoruz. Vurgusunu yapmak istediğimiz husus şudur: devrimci hareketler ve sahip oldukları devrimcilik barutu, 96 evvelinde daha belirgindi. Onlarca yılı bulan yenilgilerin yarattığı karamsarlık ve kaçkınlık, devrimci hareketlerin devrimciliğini tüketmiştir.

Günümüzde “devrimcilik” mağdur edebiyatıyla ilişkilendirilmiştir ve artık “iyi çocuklar” üzerinden yürümektedir. Bu durum ise devletin şiddet tekelini kırmaktan öteye, mevcut durumu yeniden üretmeye yaramaktadır.

Belirli başlıklar altında kısa vurgulara geçmeden önce somut durumumuzu kısa bir şekilde vurgulamak gerekirse; Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimcileri, onlarca yıllık deneyimine rağmen istenilen noktada olamamanın da ötesinde, bir varlık-yokluk ikilemindedirler.

Biz, bütün devrimci ve komünist hareketler nezdinde, sınıf mücadelesinin azametini değil, kahredici tarafını yaşamaktayız. Kürdistan başta olmak üzere, ülkenin batısında ve komşularında gelişen süreçleri göz önüne getirip, kendi sübjektif koşullarımızla birlikte düşündüğümüzde, acınası halimizi düşünüp, kahrolmamamız elde değildir.

Devrimin objektif koşulları at başı giderken, sübjektif koşullarının olduğu yerde eriyip bitmesi, kabul edilebilecek ve meşru görülebilecek bir olgu değildir. Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketlerinin en büyük çıkmazlarından birisi, kendisini mağduriyetle ilişkilendirmesidir. Haklılığını mağduriyetleriyle ilişkilendiren bu hareketler nezdinde genel anlayış, “ne kadar mağdursak, o kadar haklıyız!” şeklindedir. Bu sakat anlayışı gözlemlemek için büyük okumalara, araştırmalara ve incelemelere gerek yoktur. Sosyalist yayınların neredeyse bütün sayılarında, bir dizi mağduriyetin haberini ve yorumunu görmek mümkündür. Genel anlayış, mağdurların bir araya gelmesiyle devrimin gerçekleşeceğinin kabulü yönündedir.

Oysaki devrim, günümüz mağdurlarının mağduriyetlerine son vermeyi amaçlamakla birlikte, bir mağdur etme siyasetinin de kendisidir. Ezilenlerin ezilmişliklerinden kurtuldukları ve karşı devrimci bütün sınıfları ve bireyleri ezmeye başladıkları anı ifade eder. Bütün siyasetini mağduriyet edebiyatı üzerine kuranların seslendikleri kitle, ne yazık ki küçük burjuva hümanistler ve liberallerdir. Böylesi bir kitlenin devrim gerçekleştirip, karşı devrimci güruhu mağdur etmesi ise imkânsızdır, zira devrim “hümanist” duygularla gerçekleştirilecek bir olgu değildir.

Biz, mağdurluğumuzla değil, kahrediciliğimizle var olmak zorundayız.

“Devrim, bir ziyafet vermek, bir makale yazmak, bir resim çizmek veya bir nakış işlemek değildir. Devrim o zariflikle, o rahatlık ve nezaketle ya da o kadar tatlılık, sevecenlik, terbiye, ihtiyat, ruh cömertliğiyle başarılamaz. Devrim, bir ayaklanmadır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği bir şiddet hareketidir.”

Devrimci hareket içinde kendisini var eden “ne kadar mağdursak, o kadar haklıyız!” anlayışı, uzun vadede bir eziklik psikolojisini de geliştirmektedir-geliştirmiştir. Öyleki, ülkede kendi siyasal partisini “Ezilenler” olarak tanımlayan sosyalistler bile söz konusu olmuştur. Oysa biz, ezilmişliğimizle barışık mağdurlar kümesi olmaktan öteye geçip, ezici güç olmanın kaygısını taşıyan müfrezeler haline gelmek zorundayız, çünkü Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarını devrime taşıyacak olan parti, ezici güç ve yöntemleriyle yol almaya mecburdur. Bu yüzdendir ki bir sosyalist partinin ismine “Ezilenler” ibaresini eklemesi, bizim açımızdan kabullenilebilir bir olgu değildir. Çünkü biz, ezilmişliğimizden ziyade, ezici kudretimizle örgütlenme gayesinde olmalıyız.

Bir devrimci hareketi geliştirip güçlendirecek olan, duygusal metaforlar değildir, onu geliştirip güçlendirecek olan, güç olma yönünde attığı pratik adımlardır. Bu konuyu son bir örnekle açıklayıp somutlamak gerekirse; yüzlerce işçinin işten atıldığı bir ortamda, fabrika önünde kurulan direniş çadırını ziyarete gidip, işçilerle mağduriyetleri üzerine üç beş kelam edip, gelen polislerin müdahalesi karşısında da işçilerle birlikte dayak yiyip oradan ayrılmanın kimseye bir faydası olmayacaktır. Somutta bir kazanım ortaya çıkarmayan bu tarz bir eylem, acizliğin dışavurumundan başka bir şey değildir.

Bu tarz yaşantıları sosyalist basında haberleştirip, pratik pozculuğuna girmenin de sol açısından acınası bir tabloyu teşhire çıkarmaktan başka bir manası yoktur. Ülke geçmişinde Tekel Direnişi olarak adlandırdığımız basit ama somut bir örnek vardır. Binlerce insanla onlarca gün gerçekleştirilen o direnişin ardı sıra bıraktığı bir devrimci kadro veya militan var mıdır?

Milyonların sokağa çıktığı Gezi Ayaklanması’nın ardından elle tutulur bir mirasın kalmamasında, mağdur devrimciliğinin bir payı yok mudur?

Halk kitlelerini örgütlemek ve devrimcileştirmek istiyorsak, işçiyle birlikte dayak yiyip, mağdur olmaktan evvel yapmamız gereken, işçileri kapıya koyan patronu hedeflemek ve devrimci şiddetin de kullanılacağına taahhüt ederek, bir şekilde problemi çözmeye çalışmak gerekmektedir. Şiddetin tekeli ancak bu yapılabildiği takdirde kırılır ve halk kitleleri üzerinde olumlu bir prestij yaratılır.

Sempatizan ve militan kazanmak için bundan daha iyi bir yöntem olarak geçmiş deneyimlerini sunanlar var ise, çevrelerindeki insan sayısına bakmalıdırlar. Bu, önemsiz bir ayrıntı değil, göz ardı edilmemesi gereken bir gerekliliktir. Devrim sürecinin önü, sistemin hegemonyasına karşı devrimci bir hegemonya yaratılmadan ve şiddetin tekeli kırılmadan açılamaz.

“Örgüt” kavramının halk kitleleri için bir anlam ifade edebilmesi için de mevcut yenilgiler zincirinin kırılması şarttır. Devrimciler, çok acı çektikleri için dağa çıkan insanlar olmaktan öteye geçip, burjuvaziye karşı ezici bir kudrete sahip olmak, binlerce yıllık düzene son vermek için silahlandıklarını anlamak ve bunu ispatlamakla mükelleftirler. Aksi durumda, gönüllere hoş görünmeye çalışan, acı şeyler yaşamış “iyi çocuklar” olarak anılacaklardır. Artlarından bol duygusal filmler çekilecektir ve tekrarının yaşanmaması için temenniler edilecektir.

Süreç tersine çevrilmezse; Kaypakkaya, komünist bir önder olarak değil, yoksul ve iyi bir insan olarak anılacaktır. Bu durum ise; komünist önderliklerin anısına yapılan en büyük hakarettir. 

“Mağdurluğumuzun” son bulması dileğiyle...

Barış Keskin
1 Mart 2017

0 Yorum: