“Bizi toprağa gömmek istediler
ama bilemediler ki biz birer tohumuz.”
[Meksika Atasözü]
İnsanlar doğarlar, yaşarlar, ölürler. Doğumu aşmak
milliyetçiliğin; yaşamı aşmak solculuğun; ölümü aşmak dinciliğin eğilimidir.
Elbette bu aşma teşebbüsünün zalimlere/sömürenlere dair bir tarafı da vardır.
Aşma iradesi, verili gücün kendisini muhafaza etme niyeti olarak
cisimleşebilir. Ama öte yandan, aşma iradesinin mazlumların/sömürülenlerin
ortak mücadeleleriyle ilgili bir yanı da söz konusudur. Aşmak, mücadelenin
gerçeğiyle ilgilidir. Yani doğumla, yaşamla ve ölümle sınırlanmamak isteyen,
mücadelenin kendisidir. Dolayısıyla, dile dökülenin, hemen milliyetçilik,
solculuk ve dincilik eleştirisine ait çıkınla karşılanması doğru değildir.
Mücadele nezdinde, milli olan, kolektifin
tarihselliğine; solcu olan, aynı kolektif pratiğin toplumsallaşmasına; dinî
olansa, verili tarihsel-toplumsal sınırların ötesine dair bir im, gösterge,
mecaz olarak iş görüyor olabilir. Bu nedenle, burada temel kabul edilmesi
gereken, mücadele ve mücadelenin kolektif niteliğidir. Belki de milliyetçilik,
solculuk ve dincilik eleştirileri, İnsanda aşkınlık kazanan bireyin ve Bireyde
somutlaşan insanın, kolektif olana ve mücadeleye karşı direnci olarak
okunabilir. Söylenenlerin altı kazındığında, söz konusu eleştirilerin altında
burjuvazinin bireyi, yani kutsal gördüğü kendi varlığı çıkar. Burjuvazi,
politik semâda kendi tanrısından, insan-bireyden başkasına cevaz vermez.
Üç kattan, üç ayrı semâdan söz etmek mümkündür.
Politik semâ, ideolojik semâ ve teorik semâ, burjuvazinin ve devletin
pratiğince koşullanmaktadır. Burjuvazinin mekânında bulunmayı, içtiği içkiyi
içmeyi onunla eşitlenme imkânı olarak görenlerin bu semâvâtta benzer bir
eşitlik arayışı içerisinde olması nafiledir. Burjuvaziyle ve devletle
dövüşülecek yer, hakikat toprağıdır.
Bu açıdan, o topraktaki eylemin ve oluşun politik,
ideolojik ve teorik tezahürlerini hakikat zannetmek sorunludur. Burjuvaziyle ve
devletle dövüşülecek yerin özneye ait politik, ideolojik ve teorik semâ
olduğunu iddia etmemek şarttır. Devletle ve burjuvaziyle dövüşmek için toprağa
kök salmak, nüfuz etmek ve belirli bir nüfusa kavuşmak zorunludur. Bu,
semâvâttan uzak olmak, oraya girmemek anlamına gelmez. Semâvâttaki her türden
pratiğin, hakikat savaşçılığı için gerekli araçların ve silâhların tespiti ve
temini noktasında manidar olduğunu bilmek gerekir.
Hakikat ile semâvâtı karşı karşıya koymak, açmaza
sürüklenmektir. Hakikatle semâvâtı karşı karşıya koymak, mülk sahiplerinin
tercih ettiği bir yönelimdir. Bu tercihte belirleyici olan, semâvâttaki
“hakikat” tezahürlerinin şiddetidir. Yani özne, ne zaman ve nerede politik,
ideolojik ve teorik güç kazanmışsa, o zaman ve mekân kesitini hakikat
zannetmektedir. Hakikatin semâvâta taşınması, her zaman, hakikat savaşçılığına
imkân vermez. Çünkü bu taşımada hakikat, öznenin bekasına ait sınırlar
ölçüsünde daraltılır. Teori, ideoloji ve politika arasındaki sınırları,
ayrımları kendi öznelliğinde silmek, hakikat savaşçılığına her daim düşman
olmaktır. Yekpare, mermer yapıdaki bir zihin işleyişinin bu tür ayrımları kabul
etmemesi, öznenin kendi varlığını mutlaklaştırmasıyla ilgilidir. Düşünce
düzeyinde her türden kavramsal ve kategorik ayrımı reddetmek, kendi öznelliğini
mutlak hakikat olarak bellemek demektir. Bu kanaatte olan bir kişi, kavram ve
kategorilere, ayrımlara, ilişkilendirmelere tepki geliştirecektir, çünkü
kavramlar, kategoriler, ayrımlar ve ilişkilendirmeler, kişinin mülkündeki
hakikat tasavvurunu tehdit etmektedirler. Dolayısıyla, söz konusu kişi, ilgili
teorik, ideolojik ve politik müdahaleyi talileştirmek, etkisizleştirmek ve
daraltmak zorundadır. Buradan teorinin soyutluğuna, kendisinin somut, maddi ve
gerçek oluşuna vurgu yapacaktır.
Hakikat, doğumu, yaşamı ve ölümü aşma iradesini
emreder. Doğumunu, yaşamını ve ölümünü güzelleyenlerin, merkeze koyanların
hakikate karşı ve düşman olmaları kaçınılmazdır. Kolektife ve mücadeleye ait
olmak, onu mülk edinmemek, hakikatin muradıdır.
Hakikat savaşçısı, mülkün kendisini sınırlayacağını,
elini-kolunu bağlayacağını bilir. Bu bilgi, hakikatin vahyidir. Dolayısıyla o,
bir öznenin doğumuna, yaşamına güzellemeler yapmakla ilgilenmez. Bugün tanık
olunduğu gibi, örgütlerin kendi aralarında, şehidler konusunda yaptıkları
yarışın dışında durur. Savaşçılığının semâvâta dair ve ait bir yönünün olduğunu
bilir. Düşünsel ve bedensel pratiğini semâvât ölçüsünde tekrar tekrar
değerlendirmeye tabi tutar. Hakikatin ol semâlara nasıl sızdığına, nasıl
ilerlediğine, nerede mevzilendiğine bakar. Burada kendi gerçeğinin değil,
kolektif mücadelenin müşterek hakikatinin peşindedir. Bu tür bir pratik ortaya
konulmadığında, o, semâvâttaki devlet ve burjuvazinin hâkimiyetine kaçınılmaz
olarak biat eder.
Hakikatin ölçü, mizan olması, aşma pratiğinin ikili
yönünü üçlü semâvâtta ayırmak için şarttır. Yani doğumu, yaşamı ve ölümü aşma
pratiğindeki zalimlere/sömürenlere dair yanla, mazlumlara/sömürülenlere dair
yanı ayırmak, bu ölçüye bağlıdır. Bu ölçü pratiktir. Donuk, statik varlığın
sabitlenmiş ölçüsü, söz konusu ayrımı asla yapamaz. Yapılan ayrımlar, geçmişe
ait ayrımlardır. Hep geçmişte burjuvazinin ve devletin uyguladığı sömürüye ve
zulme atıfta bulunulur. Bugün, es geçilir.
Zalimlerin/sömürenlerin aşma iradesi, mülkiyetin ve
rekabetin aşma arzusu, eğilimidir. Bu eğilimi, milliyetçiliğe, solculuğa ve
dinciliğe dönük eleştiriler üzerinden okumak mümkündür. Daha geniş bir
coğrafyaya uzanmak isteyenin milliyetçilik, yaşamın tüm kılcal damarlarına
nüfuz etmek isteyenin solculuk, mülkünü kalıcı, kaim ve ebedi kılmak isteyenin
dincilik eleştirisi yapması zorunludur. İslam dini, Yahudi’deki rekabet;
Hıristiyan’daki mülkiyet ilişkilerinin sınırlanması ise, O’nun aşılması
zorunludur. Bu aşma pratiği, O’na dönük eleştiriyle birlikte gerçekleşir. Bu
eleştiri, İslam’ı biraz Yahudileştirme, biraz da Hıristiyanlaştırma gayretiyle
ifa edilir. Aynı şekilde, Marksizm ve komünist siyaset de sosyal demokrasi ve
liberalizm için aşılmaya çalışılır. Aşılmamak, bekasını muhafaza etmek için
İslam’ın Yahudileşmesi ve Hıristiyanlaşması ile komünist hareketin sosyal
demokratlaşması ve liberalleşmesi aynıdır. Hakikatte somut, maddî mevziler elde
edilmediğinde, semâvâtta aşılmak kaçınılmazdır. Bunun çözümü, semâvâttan
çekilmek, tümüyle kendi gerçekliğine sarılmak değildir. Kendi gerçekliğini
hakikat zannetmek için başka bir semâvât inşa etmekse diğer bir nafile
çözümdür. Bugün Türkiye’deki dergicilik pratiğinin bu nafile çözüm arayışının
bir tezahürü olduğunu belirtmek gerekmektedir.
İnsanlar, aç karınlarını doyurmak zorundadırlar. Marx,
Alman İdeolojisi’nde “bu aptallara süreci en başından, basit ve yalın
bir dille anlatmak gerekiyor” diye söze başlayıp karnın doymasına vurgu yapar,
ekonomi meselesine el atar ve aç karnın doymasının ötesindeki ve öncesindeki
mekanizmaları ifşa etmeye çalışır. Ama Marx’ın bu müdahalesi, solun diline
mutlak bir hakikat, mutlak bir başlangıç noktası olarak tercüme edilir ve rakip
ideolojilere karşı sürekli sivriltilir. Dolayısıyla, hakikate dair olan,
semâvâta, teorik, ideolojik ve politik semâya taşınır. Bu da aşma pratiği
içerisinde çıkara göre işlenir. Böylelikle ilgili mekanizmaların bugündeki
işleyişine asla bakılmaz. Oysa Marx, söz konusu kitapta, o dönemde anlatılan
şövalye hikâyelerine atıfta bulunur. Bu hikâyeler, bizdeki avcı hikâyelerine
benzemektedirler. Demek ki Marx, birilerinin halka masallar anlatmakta olduğu
iddiasındadır. Bu masal, kişinin kendi iradesiyle kendi sınırlarını
aşabileceğine, hakikate hükmedeceğine dairdir. Yani mevcut semâvâtın
eleştirisi, Marx şahsında, hakikat adına icra edilir. Bu da hakikat ölçüsünde,
teorik, ideolojik ve politik alana nizamat vermekle ilgilidir. Marx’ta bu
kavga, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi ile tıkanan devrim hakikatinin aşma
iradesi olarak tecelli etmektedir. Ancak bu, dünyanın her noktasında bu iki
devrimin takipçiliğini ve savunuculuğunu yapmanın Marksist olmak anlamına
geldiğini söylemek değildir. Toplumun yaşaması için Fransız Devrimi’nin;
tarihin yaşaması için Sanayi Devrimi’nin yüceltilmesi, burjuvazi ve devletin
aşma pratiğine bağlanmak zorundadır. Yani Marksizm dâhilindeki iç kavga, onun
gerçeğinde orta sınıflar dolayımıyla sızan devlet ve burjuvazinin aşkınlığı ile
proleter olanın aşkınlığı arasında cereyan etmektedir.
Orta sınıflar, proleter olanı Marksizm şahsında
talileştirmek, geçicileştirmek, tesadüfîymiş gibi göstermek zorundadırlar.
Onların Marx’a kilitlenmeleri ve ürettiği teoriyi, Marx’ın orta sınıflara
mensubiyeti üzerinden mülk edinmeleri şarttır. Bunun için proleter olana vurgu
yumuşatılmalı, talileştirilmeli, mümkünse tasfiye edilmelidir. Marksizmde
proleter olanın, farklı ekonomik, coğrafî ve biyolojik unsurlara doğru esneme
özelliği mevcuttur. Bu esnekliğe direnç geliştirmek, iki türlüdür. Ya proleter,
işçi-bireye kapatılır, o muhafaza edilir; ya da onun esnediği yeni unsur
bireyleştirilip sabitlenir. Burada elbette ekonomi-politik, jeopolitik ve
biyopolitik bilgisi döne döne istismar edilecektir.
İdeolojik yönelimler ve aşma tarzları arasında çeşitli
paslaşmalar gerçekleşmektedir. Devlet ve burjuvazi, aşma iradesi dâhilinde,
milliyetçiliğin, solculuğun ve dinciliğin kendine göre ayıkladığı yöntemleri ve
silâhları ele geçirir. Bu noktada Hz. Muhammed, milliyetçilik dolayımıyla
“Arap” olmaya, solculuk dolayımıyla “gerici bir tüccar ve mücahid”e, dincilik
dolayımıyla da “dinler tarihindeki sıradan bir din”e indirgenir. Öte yandan,
mazlumların/sömürülenlerin O’nu “mümin”, “yoldaş” ve “dine karşı bir dinin
öncüsü” olarak okuması mümkündür. Aslında mazlumların/sömürülenlerin semâvâttan
ari ve ona karşı olduğunu düşünmek mümkün değildir. Onların politik, ideolojik
ve teorik yönelimleri de semâvât içredir. Dolayısıyla, düşmanın aşma pratiğine
bağlanıp çıplak, saf, kendiliğinden, gerçek mazlumun/sömürülenin kucağına
koşmak çıkışsızdır. Çünkü bu koşu, söz konusu aşma pratiğinin bir sonucudur.
Yani saf Müslüman olduğunu söyleyip, saf Müslüman mahalleye koşmak veya saf
İşçi olduğunu iddia edip saf İşçi mahallesine kaçmak, devletin ve burjuvazinin
aşma pratiğinin bir yansımasıdır. İlkinde liberalizm; ikincisinde sosyal
demokrasi konuşur. Ayrıca bu koşuyu yapan, kendi gerçekliğini teorize etmiş,
ideolojikleştirmiştir, onun pratiğini politika zannetmektedir. Söz konusu koşu
için hafiflemek şarttır. Bunun için de Marksizm, bir-iki ekonomi-politik
cümlesine ve işçi güzellemesine, İslam da üç-beş ayet bilgisine
indirgenmelidir. Bu indirgeme çabası ve hafifleme gayreti, devletin ve
burjuvaziyle mücadele edilmeksizin gerçekleştiği için, onların çıkarlarına
uygundur.
İdeolojik semâda devletin/burjuvazinin aşma iradesi,
rakip ideolojiler arasındaki yarışa sirayet eder ve onu ipotek altına alır.
Solcuların her şeyi mideye indirgeme çabası, bu aşamada, milliyetçiler ve
dincilerin saldırılarına maruz kalır. “Sol her şeyi mideye indirgiyor” lafı, ideolojik
semâda, rakip ideolojinin boşa düşürülmesi, altının oyulması, tasfiye edilmesi
için edilmektedir. “İnsanın mideden ibaret olmadığı”na yönelik vurgu, solu
mideci olacak göstermek suretiyle, onu etkisizleştirme girişimidir. Yani
burada, ideoloji semâda, “bu solcular mideyi ideolojikleştiriyorlar, böylece,
herkeste mide olduğu ön tespitiyle, herkesi örgütleyebileceklerini
zannediyorlar” denilmiş olur. Bu noktada iki yaklaşım zuhur eder: bu saldırı,
mide yerine başka bir şeyi ideolojikleştirmekle ilgilidir; ayrıca midenin
ideolojikleştirilmesine dönük itiraz, midenin ideolojiye mahkûm edilmemesi
talebidir. Yani “Mide” eleştirisi, kendi din putunu hâkim kılmak için ifa
ediliyor olabilir ya da midenin gerçek ilişkilere bağlanması talebini içeriyor
da olabilir. Zira mide tek başına, münferit, özgül bir varlık değildir. Bir
bütünde manidardır. Dolayısıyla, midecilik eleştirisi, bu bütüne ipotek
koymanın yansıması olarak da görülebilir. Yani bu eleştiriyi yapan, bütüne
dönük hâkimiyetin ve mülkiyetin kendisinde olduğunu iddia etmektedir.
Aynı tavır, özellikle bugün ayyuka çıkan laisizm,
aydınlanmacılık ve modernizm savunularında da görülür. Bu solcular da, “bu
ülkede herkes Müslüman, herkeste bir din var, o din ideolojikleştirilir, siyasî
ve teorik alana bu ideoloji hüküm koyarsa, vay halimize” derler. Söz konusu
yaklaşım, “iyi de hepimiz aynı vatan toprağında yaşıyoruz, bu elde, cepte olan
gerçeği, millet olmayı, birileri ideolojikleştirip, şampiyonluğunu yaparsa,
bize yaşayacak alan kalmaz” diyerek milliyetçiliğe de karşı çıkarlar. Bu
tartışma, hakikatin hep ideolojinin hükmü altında olduğu yanılsamasına kurban
edilmiş bir tartışmadır. Dolayısıyla, bu tartışma da zihinlerin, fikirlerin
serbestiyet kazanmasını, bunların fiilîleşmesini, zihin ve fikirlerin belirli bir
kalıba dökülmesini tek hakiki pratik zannetmekle sonuçlanır. Her şey kafanın
içerisinde, bireyler şahsında olup bitmektedir. Demek ki bu tartışma, bireyin
kutsallığı ve mutlaklığı bağlamında gerçekleşmektedir. İlgili tartışmanın
sürdüğü düzleme hakikatin sızmasına asla izin verilmez. Hakikat, İnsan ve Birey
ölçüsünde lime lime edilir. Semâvât, teori, ideoloji ve politika, bu ölçü
üzerinden biçimlendirilir. Teori, bireylerin düşünce dünyasına belirli bir
zemin sunmak; ideoloji, o zeminde bireylerin düşüncelerinin işleyişini
sağlamak; politika, ilgili işleyişin rahat olması için çalışmak ya da işleyişin
somut karşılıklarını üretmek olarak anlaşılır. Bu anlayışın, İnsan ve Birey’i
zincirlerinden kurtardığını iddia eden laisizme, aydınlanmacılığa ve modernizme
gerisin geri kapanması kaçınılmazdır.
Milliyetçisi, solcusu, dincisi aynı ideolojik evrende
at koşturmakta, zihin gücüyle maddî evreni dönüştürebileceklerine dair vehimle
hareket etmektedir. “Biz dine karşı değiliz, dinin ideolojileştirilmesine
karşıyız” diyen bir solcu, aynı vehimle, ideolojiyi belirleyen maddî yapıya
toslamakta, pratikte, maddî gücün ideolojik evrenine gerisin geri ricat
etmektedir. Bu söz, ideolojik semâdan bir kısım rakibi defetmek için dile
dökülmektedir. Bu işlem, ister istemez, devletin ve burjuvazinin tasfiye
çabasıyla ortaklaşır.
İdeolojik semâda kurulmuş, koşullanmış, diriltilmiş,
can’landırılmış öznenin maddî bir güç olması mümkün değildir. Dolayısıyla,
teorik ve pratik açıdan ideolojilere, aşma gayretlerine, muhafaza etme ve özgürleşme
pratiklerine nesnel bakabilmeyi mümkün kılacak bir konuma ihtiyaç vardır. Bu
konum, hakikat savaşçılığının fiilî konumudur.
“Herkeste mide var nasılsa” deyip mideyi
ideolojileştirmeyi ve böylece güç olmayı düşünenlerle, “herkes Müslüman
nasılsa” deyip dini ideolojikleştirerek kudret sahibi olacaklarını zannedenler,
aynı yerde durmaktadırlar. Aslında iki cümle de devletin ve burjuvazinin ayrı
ayrı ve bütün olarak uyguladığı baskı ve sömürüye yönelik ideolojik bir
tepkidir. Bu tepki ilkeldir, aslîdir ama her şey değildir. “İdeolojik semâda
sol güçlü” deyip liberal temrinlerle o gücü ele geçirmek isteyen bir Müslüman,
maddî çıkarların emrini yerine getirmektedir. Liberalizm, onun için hem savunma
anlamında, söz konusu maddî çıkarları koruma biçimi hem de saldırı anlamında,
solu tasfiye etme girişimidir. Bunun için Müslüman’ın, burjuvazinin
insan-bireyi ölçüsünde tanımlanması yeterli olacaktır. Yani solun ideolojik
tahakkümünü dağıtmak isterken, Müslüman, evdeki bulgurdan olmakta, kendisini
burjuvazinin ideolojik semâsına kul etmektedir. AKP şahsında Müslümanların bu
liberal tezahürü, milliyetçiliğin ve solculuğun tasfiye edilmesi için giriştiği
gayret, öznel, keyfî bir pratik değil, devletin ve burjuvazinin zorunlu
yöneliminin bir tezahürüdür. Türkiye’de Kemalizmde vücut bulan insan-bireye
göre liberalleştirilmiş üç ana akım -milliyetçilik, solculuk ve İslamcılık- AKP
potasında eritilmiştir. Bu potaya karşı mücadele, üç ana akımın Kemalizmin
sınırlarına çekilmemiş, daraltılmamış, evrensel bir insan-birey ölçüsünde
yeniden diriltilmesi ile verilemez. Öncelikle müminin, vatanın ve işçinin bu
ölçü dışında seyreden hakikatle ortaklaşması gerekmektedir. AKP, bu üç
ideolojinin tasfiyesini ifade etmekle birlikte, üç ideolojinin ortak hakikat
savaşçılığında erimesinin imkânlarını da koşullamaktadır.
Solun din gerçeğine yüzünü dönmesini eleştirenler, “ne
oldu ki, bir anda kitleselleştiniz mi?” diyerek, bu türden gayretleri boşa
düşürmeye çalışmaktadırlar. Bu soru, sorunun sahibinin niyetini ve zihnî
yönelimini de ele vermektedir. O da, sağcıların dediği gibi, mideyi
ideolojikleştirerek nicel bir güç olmayı hayal etmektedir. Din, dinci için
niceliksel, tali bir olgu ise, mide de onun için öyledir. Sendikal mücadele,
madenci katliamları, işyerinin satılmasına karşı direnen işçiler, basit
niceliksel olgulardır bu sol için. Bu söz, ilgili bağlam dâhilinde, teorik,
ideolojik ve politik faaliyetin, nicelik ve biçim düşkünlüğünün bir ürünü
olduğunu ele vermektedir. Yani “İslamî olandan bahsediyorsunuz da, bu, size
adam kazandırıyor mu?” sorusu, sorunun sahibinin salt nicelik ve biçime
baktığını göstermektedir. Oysa hakikat savaşçılığı için semâvât, nicelik ve
biçim değil, nitelik ve öz meselesidir. Bu tür sorular soranlar, demek ki,
hakikatin sadece kendilerinden ibaret olduğunu, semâvâtın da o özneye ait bir
nicelik ve biçim meselesi olarak algılanması gerektiğini düşünmektedirler.
Burjuvazinin ve devletin kalıba döktüğü kendi özünü ve niteliğini temiz tutmak
isteyenlerin, semâvâtı zamanla kir olarak görmesi kaçınılmazdır. Kendine
Müslüman gibi, kendine solcu, kendine milliyetçi olanların teori, ideoloji ve
politikaya düşman olmaları doğaldır. Oysa hakikileşme imkânları, gene semâvâtta
aranacak, hakikat savaşçılığı orada da kılıç sallayarak varolacaktır.
Bugün sol kadrolar, sadece kitleselleşme, örgütlenme,
niceliği yüceltme yanılsaması içerisindedirler. Alt, ara ve üst olarak
ayrıştırılabilecek bu sol kadrolar, pozisyonlarına göre meseleye farklı tavır
geliştirebilirler, ama özünde meseleye yaklaşım aynıdır. Hepsi de geçmişin şanlı
günlerine dönük bir nostalji hüküm sürmektedir. “On binlerce insan yürürdü
bizim kortejlerde” cümleleri çokça duyulur. Bugün İslamcılar içerisinde, AKP’ye
eklemlenememiş kesimlerde de benzer bir nostalji işbaşındadır. Bu nostalji, “o
nicelik nasıl oldu da niteliksel bir dönüşüm yaşamadı da bugünün efendileri
yanına dizildiler?” sorusunu sordurmamaktadır.
Kendi gerçekliğini hakikat zannetmek, buradan da
semâvâtı redde tabi tutmak, bunun bir tezahürü olarak, kendi mülkiyetindeki,
özel semâvâtı inşa etmek için solda ve İslamcılarda karşılık bulan dergicilik
pratiği, teorik, ideolojik ve politik mücadele vermek yerine, semâvâtı bir
gömlek gibi dikip giymekten ibarettir. Semâvâttaki pratik, kalıcı, yerleşik,
hakiki mevzilerin örülmesi için şarttır.
Eren Balkır
12 Mart 2017
0 Yorum:
Yorum Gönder