13 Mart 2017

,

Semâvât


Bizi toprağa gömmek istediler
ama bilemediler ki biz birer tohumuz.

[Meksika Atasözü]

 

İnsanlar doğarlar, yaşarlar, ölürler. Doğumu aşmak milliyetçiliğin; yaşamı aşmak solculuğun; ölümü aşmak dinciliğin eğilimidir. Elbette bu aşma teşebbüsünün zalimlere/sömürenlere dair bir tarafı da vardır. Aşma iradesi, verili gücün kendisini muhafaza etme niyeti olarak cisimleşebilir. Ama öte yandan, aşma iradesinin mazlumların/sömürülenlerin ortak mücadeleleriyle ilgili bir yanı da söz konusudur.

Aşmak, mücadelenin gerçeğiyle ilgilidir. Yani doğumla, yaşamla ve ölümle sınırlanmamak isteyen, mücadelenin kendisidir. Dolayısıyla, dile dökülenin, hemen milliyetçilik, solculuk ve dincilik eleştirisine ait çıkınla karşılanması doğru değildir.

Mücadele nezdinde, milli olan, kolektifin tarihselliğine; solcu olan, aynı kolektif pratiğin toplumsallaşmasına; dinî olansa, verili tarihsel-toplumsal sınırların ötesine dair bir im, gösterge, mecaz olarak iş görüyor olabilir. Bu nedenle, burada temel kabul edilmesi gereken, mücadele ve mücadelenin kolektif niteliğidir.

Belki de milliyetçilik, solculuk ve dincilik eleştirileri, İnsanda aşkınlık kazanan bireyin ve Birey’de somutlaşan insanın, kolektif olana ve mücadeleye karşı direnci olarak okunabilir. Söylenenlerin altı kazındığında, söz konusu eleştirilerin altında burjuvazinin bireyi, yani kutsal gördüğü kendi varlığı çıkar. Burjuvazi, politik semâda kendi tanrısından, insan-bireyden başkasına cevaz vermez, veremez.

Bu noktada üç kattan, üç ayrı semâdan söz etmek mümkündür. Politik semâ, ideolojik semâ ve teorik semâ, burjuvazinin ve devletin pratiğince koşullanmaktadır. Burjuvazinin mekânında bulunmayı, içtiği içkiyi içmeyi onunla eşitlenme imkânı olarak görenlerin bu semâvâtta benzer bir eşitlik arayışı içerisinde olması nafiledir. Burjuvaziyle ve devletle dövüşülecek yer, hakikat toprağıdır.

Bu açıdan, o topraktaki eylemin ve oluşun politik, ideolojik ve teorik tezahürlerini hakikat zannetmek sorunludur. Burjuvaziyle ve devletle dövüşülecek yerin özneye ait politik, ideolojik ve teorik semâ olduğunu iddia etmemek şarttır. Devletle ve burjuvaziyle dövüşmek için toprağa kök salmak, nüfuz etmek ve belirli bir nüfusa kavuşmak zorunludur. Bu, semâvâttan uzak olmak, oraya girmemek anlamına gelmez. Semâvâttaki her türden pratiğin, hakikat savaşçılığı için gerekli araçların ve silâhların tespiti ve temini konusunda belirli bir anlam ve değere sahip olduğunu bilmek gerekir.

Hakikat ile semâvâtı karşı karşıya koymak, açmaza sürüklenmektir. Hakikatle semâvâtı karşı karşıya koymak, mülk sahiplerinin tercih ettiği bir yönelimdir. Bu tercihte belirleyici olan, semâvâttaki “hakikat” tezahürlerinin şiddetidir. Yani özne, ne zaman ve nerede politik, ideolojik ve teorik güç kazanmışsa, o zaman ve mekân kesitini hakikat zannetmektedir. Hakikatin semâvâta taşınması, her zaman, hakikat savaşçılığına imkân vermez. Çünkü bu taşımada hakikat, öznenin bekasına ait sınırlar ölçüsünde daraltılır.

Teori, ideoloji ve politika arasındaki sınırları, ayrımları kendi öznelliğinde silmek, hakikat savaşçılığına her daim düşman olmaktır. Yekpare, mermer yapıdaki bir zihin işleyişinin bu tür ayrımları kabul etmemesi, öznenin kendi varlığını mutlaklaştırmasıyla ilgilidir. Düşünce düzeyinde her türden kavramsal ve kategorik ayrımı reddetmek, kendi öznelliğini mutlak hakikat olarak bellemek demektir. Bu kanaatte olan bir kişi, kavram ve kategorilere, ayrımlara, ilişkilendirmelere tepki geliştirecektir, çünkü kavramlar, kategoriler, ayrımlar ve ilişkilendirmeler, kişinin mülkündeki hakikat tasavvurunu tehdit etmektedirler. Dolayısıyla, söz konusu kişi, ilgili teorik, ideolojik ve politik müdahaleyi talileştirmek, etkisizleştirmek ve daraltmak zorundadır. Buradan teorinin soyutluğuna, kendisinin somut, maddi ve gerçek oluşuna vurgu yapacaktır.

Hakikat, doğumu, yaşamı ve ölümü aşma iradesini emreder. Doğumunu, yaşamını ve ölümünü güzelleyenlerin, merkeze koyanların hakikate karşı ve düşman olmaları kaçınılmazdır. Kolektife ve mücadeleye ait olmak, onu mülk edinmemek, hakikatin muradıdır.

Hakikat savaşçısı, mülkün kendisini sınırlayacağını, elini-kolunu bağlayacağını bilir. Bu bilgi, hakikatin vahyidir. Dolayısıyla o, bir öznenin doğumuna, yaşamına güzellemeler yapmakla ilgilenmez. Bugün tanık olunduğu gibi, örgütlerin kendi aralarında, şehidler konusunda yaptıkları yarışın dışında durur. Savaşçılığının semâvâta dair ve ait bir yönünün olduğunu bilir. Düşünsel ve bedensel pratiğini semâvât ölçüsünde tekrar tekrar değerlendirmeye tabi tutar. Hakikatin ol semâlara nasıl sızdığına, nasıl ilerlediğine, nerede mevzilendiğine bakar. Burada kendi gerçeğinin değil, kolektif mücadelenin müşterek hakikatinin peşindedir. Bu tür bir pratik ortaya konulmadığında, o, semâvâttaki devlet ve burjuvazinin hâkimiyetine kaçınılmaz olarak biat eder.

Hakikatin ölçü, mizan olması, aşma pratiğinin ikili yönünü üçlü semâvâtta ayırmak için şarttır. Yani doğumu, yaşamı ve ölümü aşma pratiğindeki zalimlere/sömürenlere dair yanla, mazlumlara/sömürülenlere dair yanı ayırmak, bu ölçüye bağlıdır. Bu ölçü, pratiktir. Donuk, statik varlığın sabitlenmiş ölçüsü, söz konusu ayrımı asla yapamaz. Yapılan ayrımlar, geçmişe ait ayrımlardır. Hep geçmişte burjuvazinin ve devletin uyguladığı sömürüye ve zulme atıfta bulunulur. Bugün, es geçilir.

Zalimlerin/sömürenlerin aşma iradesi, mülkiyetin ve rekabetin aşma arzusu, eğilimidir. Bu eğilimi, milliyetçiliğe, solculuğa ve dinciliğe dönük eleştiriler üzerinden okumak mümkündür. Daha geniş bir coğrafyaya uzanmak isteyenin milliyetçilik, yaşamın tüm kılcal damarlarına nüfuz etmek isteyenin solculuk, mülkünü kalıcı, kaim ve ebedi kılmak isteyenin dincilik eleştirisi yapması zorunludur.

İslam dini, Yahudi’deki rekabet; Hıristiyan’daki mülkiyet ilişkilerinin sınırlanması ise, O’nun aşılması zorunludur. Bu aşma pratiği, O’na dönük eleştiriyle birlikte gerçekleşir. Bu eleştiri, İslam’ı biraz Yahudileştirme, biraz da Hıristiyanlaştırma gayretiyle ifa edilir. Aynı şekilde, Marksizm ve komünist siyaset de sosyal demokrasi ve liberalizm için aşılmaya çalışılır. Aşılmamak, bekasını muhafaza etmek için İslam’ın Yahudileşmesi ve Hıristiyanlaşması ile komünist hareketin sosyal demokratlaşması ve liberalleşmesi aynıdır.

Hakikatte somut, maddî mevziler elde edilmediğinde, semâvâtta aşılmak kaçınılmazdır. Bunun çözümü, semâvâttan çekilmek, tümüyle kendi gerçekliğine sarılmak değildir. Kendi gerçekliğini hakikat zannetmek için başka bir semâvât inşa etmekse diğer bir nafile çözümdür. Bugün Türkiye’deki dergicilik pratiğinin bu nafile çözüm arayışının bir tezahürü olduğunu belirtmek gerekmektedir.

İnsanlar, aç karınlarını doyurmak zorundadırlar. Marx, Alman İdeolojisi’nde “bu aptallara süreci en başından, basit ve yalın bir dille anlatmak gerekiyor” diye söze başlayıp karnın doymasına vurgu yapar, ekonomi meselesine el atar ve aç karnın doymasının ötesindeki ve öncesindeki mekanizmaları ifşa etmeye çalışır. Ama Marx’ın bu müdahalesi, solun diline mutlak bir hakikat, mutlak bir başlangıç noktası olarak tercüme edilir ve rakip ideolojilere karşı sürekli sivriltilir. Dolayısıyla, hakikate dair olan, semâvâta, teorik, ideolojik ve politik semâya taşınır. Bu da aşma pratiği içerisinde çıkara göre işlenir. Böylelikle ilgili mekanizmaların bugündeki işleyişine asla bakılmaz.

Oysa Marx, söz konusu kitapta, o dönemde anlatılan şövalye hikâyelerine atıfta bulunur. Bu hikâyeler, bizdeki avcı hikâyelerine benzemektedirler. Demek ki Marx, birilerinin halka masallar anlatmakta olduğu iddiasındadır. Bu masal, kişinin kendi iradesiyle kendi sınırlarını aşabileceğine, hakikate hükmedeceğine dairdir. Yani mevcut semâvâtın eleştirisi, Marx şahsında, hakikat adına icra edilir. Bu da hakikat ölçüsünde, teorik, ideolojik ve politik alana nizamat vermekle ilgilidir.

Marx’ta bu kavga, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi ile tıkanan devrim hakikatinin aşma iradesi olarak tecelli etmektedir. Ancak bu, dünyanın her noktasında bu iki devrimin takipçiliğini ve savunuculuğunu yapmanın Marksist olmak anlamına geldiğini söylemek değildir. Toplumun yaşaması için Fransız Devrimi’nin; tarihin yaşaması için Sanayi Devrimi’nin yüceltilmesi, burjuvazi ve devletin aşma pratiğine bağlanmak zorundadır. Yani Marksizm dâhilindeki iç kavga, onun gerçeğinde orta sınıflar dolayımıyla sızan devlet ve burjuvazinin aşkınlığı ile proleter olanın aşkınlığı arasında cereyan etmektedir.

Orta sınıflar, proleter olanı Marksizm şahsında talileştirmek, geçicileştirmek, tesadüfîymiş gibi göstermek zorundadırlar. Onların Marx’a kilitlenmeleri ve ürettiği teoriyi, Marx’ın orta sınıflara mensubiyeti üzerinden mülk edinmeleri şarttır. Bunun için proleter olana vurgu yumuşatılmalı, talileştirilmeli, mümkünse tasfiye edilmelidir.

Marksizmde proleter olanın, farklı ekonomik, coğrafî ve biyolojik unsurlara doğru esneme özelliği mevcuttur. Bu esnekliğe direnç geliştirmek, iki türlüdür. Ya proleter, işçi-bireye kapatılır, o muhafaza edilir; ya da onun esnediği yeni unsur bireyleştirilip sabitlenir. Burada elbette ekonomi-politik, jeopolitik ve biyopolitik bilgisi, döne döne istismar edilecektir.

İdeolojik yönelimler ve aşma tarzları arasında çeşitli paslaşmalar gerçekleşmektedir. Devlet ve burjuvazi, aşma iradesi dâhilinde, milliyetçiliğin, solculuğun ve dinciliğin kendine göre ayıkladığı yöntemleri ve silâhları ele geçirir. Bu noktada Hz. Muhammed, milliyetçilik dolayımıyla “Arap” olmaya, solculuk dolayımıyla “gerici bir tüccar ve mücahid”e, dincilik dolayımıyla da “dinler tarihindeki sıradan bir din”e indirgenir. Öte yandan, mazlumların/sömürülenlerin O’nu “mümin”, “yoldaş” ve “dine karşı bir dinin öncüsü” olarak okuması mümkündür.

Aslında mazlumların/sömürülenlerin semâvâttan ari ve ona karşı olduğunu düşünmek mümkün değildir. Onların politik, ideolojik ve teorik yönelimleri de semâvât içredir. Dolayısıyla, düşmanın aşma pratiğine bağlanıp çıplak, saf, kendiliğinden, gerçek mazlumun/sömürülenin kucağına koşmak çıkışsızdır. Çünkü bu koşu, söz konusu aşma pratiğinin bir sonucudur. Yani saf Müslüman olduğunu söyleyip, saf Müslüman mahalleye koşmak veya saf İşçi olduğunu iddia edip saf İşçi mahallesine kaçmak, devletin ve burjuvazinin aşma pratiğinin bir yansımasıdır. İlkinde liberalizm; ikincisinde sosyal demokrasi konuşur. Ayrıca bu koşuyu yapan, kendi gerçekliğini teorize etmiş, ideolojikleştirmiştir, onun pratiğini politika zannetmektedir. Söz konusu koşu için hafiflemek şarttır. Bunun için de Marksizm, bir-iki ekonomi-politik cümlesine ve işçi güzellemesine, İslam da üç-beş ayet bilgisine indirgenmelidir. Bu indirgeme çabası ve hafifleme gayreti, devletin ve burjuvaziyle mücadele edilmeksizin gerçekleştiği için, onların çıkarlarına uygundur.

İdeolojik semâda devletin/burjuvazinin aşma iradesi, rakip ideolojiler arasındaki yarışa sirayet eder ve onu ipotek altına alır. Solcuların her şeyi mideye indirgeme çabası, bu aşamada, milliyetçilerin ve dincilerin saldırılarına maruz kalır. “Sol her şeyi mideye indirgiyor” lafı, ideolojik semâda, rakip ideolojinin boşa düşürülmesi, altının oyulması, tasfiye edilmesi için edilmektedir. “İnsanın mideden ibaret olmadığı”na yönelik vurgu, solu mideci olacak göstermek suretiyle, onu etkisizleştirme girişimidir. Yani burada, ideoloji semâda, “bu solcular mideyi ideolojikleştiriyorlar, böylece, herkeste mide olduğu ön tespitiyle, herkesi örgütleyebileceklerini zannediyorlar” denilmiş olur. Bu noktada iki yaklaşım zuhur eder: bu saldırı, mide yerine başka bir şeyi ideolojikleştirmekle ilgilidir; ayrıca midenin ideolojikleştirilmesine dönük itiraz, midenin ideolojiye mahkûm edilmemesi talebidir. Yani “Mide” eleştirisi, kendi din putunu hâkim kılmak için ifa ediliyor olabilir ya da midenin gerçek ilişkilere bağlanması talebini içeriyor da olabilir. Zira mide, tek başına, münferit, özgül bir varlık değildir. Bir bütünde manidardır. Dolayısıyla, midecilik eleştirisi, bu bütüne ipotek koymanın yansıması olarak da görülebilir. Yani bu eleştiriyi yapan, bütüne dönük hâkimiyetin ve mülkiyetin kendisinde olduğunu iddia etmektedir.

Aynı tavır, özellikle bugün ayyuka çıkan laisizm, aydınlanmacılık ve modernizm savunularında da görülür. Bu solcular da, “bu ülkede herkes Müslüman, herkeste bir din var, o din ideolojikleştirilir, siyasî ve teorik alana bu ideoloji hüküm koyarsa, vay halimize” derler. Söz konusu yaklaşım, “iyi de hepimiz aynı vatan toprağında yaşıyoruz, bu elde, cepte olan gerçeği, millet olmayı, birileri ideolojikleştirip, şampiyonluğunu yaparsa, bize yaşayacak alan kalmaz” diyerek milliyetçiliğe de karşı çıkarlar. Bu tartışma, hakikatin hep ideolojinin hükmü altında olduğu yanılsamasına kurban edilmiş bir tartışmadır. Dolayısıyla, bu tartışma da zihinlerin, fikirlerin serbestiyet kazanmasını, bunların fiilîleşmesini, zihin ve fikirlerin belirli bir kalıba dökülmesini tek hakiki pratik zannetmekle sonuçlanır. Her şey kafanın içerisinde, bireyler şahsında olup bitmektedir. Demek ki bu tartışma, bireyin kutsallığı ve mutlaklığı bağlamında gerçekleşmektedir. İlgili tartışmanın sürdüğü düzleme hakikatin sızmasına asla izin verilmez. Hakikat, İnsan ve Birey ölçüsünde lime lime edilir. Semâvât, teori, ideoloji ve politika, bu ölçü üzerinden biçimlendirilir. Teori, bireylerin düşünce dünyasına belirli bir zemin sunmak; ideoloji, o zeminde bireylerin düşüncelerinin işleyişini sağlamak; politika, ilgili işleyişin rahat olması için çalışmak ya da işleyişin somut karşılıklarını üretmek olarak anlaşılır. Bu anlayışın, İnsan ve Birey’i zincirlerinden kurtardığını iddia eden laisizme, aydınlanmacılığa ve modernizme gerisin geri kapanması kaçınılmazdır.

Milliyetçisi, solcusu, dincisi aynı ideolojik evrende at koşturmakta, zihin gücüyle maddî evreni dönüştürebileceklerine dair vehimle hareket etmektedir. “Biz dine karşı değiliz, dinin ideolojileştirilmesine karşıyız” diyen bir solcu, aynı vehimle, ideolojiyi belirleyen maddî yapıya toslamakta, pratikte, maddî gücün ideolojik evrenine gerisin geri ricat etmektedir. Bu söz, ideolojik semâdan bir kısım rakibi defetmek için dile dökülmektedir. Bu işlem, ister istemez, devletin ve burjuvazinin tasfiye çabasıyla ortaklaşır.

İdeolojik semâda kurulmuş, koşullanmış, diriltilmiş, can’landırılmış öznenin maddî bir güç olması mümkün değildir. Dolayısıyla, teorik ve pratik açıdan ideolojilere, aşma gayretlerine, muhafaza etme ve özgürleşme pratiklerine nesnel bakabilmeyi mümkün kılacak bir konuma ihtiyaç vardır. Bu konum, hakikat savaşçılığının fiilî konumudur.

“Herkeste mide var nasılsa” deyip mideyi ideolojileştirmeyi ve böylece güç olmayı düşünenlerle, “herkes Müslüman nasılsa” deyip dini ideolojikleştirerek kudret sahibi olacaklarını zannedenler, aynı yerde durmaktadırlar. Aslında iki cümle de devletin ve burjuvazinin ayrı ayrı ve bütün olarak uyguladığı baskı ve sömürüye yönelik ideolojik bir tepkidir. Bu tepki ilkeldir, aslîdir ama her şey değildir. “İdeolojik semâda sol güçlü” deyip liberal temrinlerle o gücü ele geçirmek isteyen bir Müslüman, maddî çıkarların emrini yerine getirmektedir. Liberalizm, onun için hem savunma anlamında, söz konusu maddî çıkarları koruma biçimi hem de saldırı anlamında, solu tasfiye etme girişimidir. Bunun için Müslüman’ın, burjuvazinin insan-bireyi ölçüsünde tanımlanması yeterli olacaktır. Yani solun ideolojik tahakkümünü dağıtmak isterken, Müslüman, evdeki bulgurdan olmakta, kendisini burjuvazinin ideolojik semâsına kul etmektedir.

AKP şahsında Müslümanların bu liberal tezahürü, milliyetçiliğin ve solculuğun tasfiye edilmesi için giriştiği gayret, öznel, keyfî bir pratik değil, devletin ve burjuvazinin zorunlu yöneliminin bir tezahürüdür. Türkiye’de Kemalizmde vücut bulan insan-bireye göre liberalleştirilmiş üç ana akım -milliyetçilik, solculuk ve İslamcılık- AKP potasında eritilmiştir. Bu potaya karşı mücadele, üç ana akımın Kemalizmin sınırlarına çekilmemiş, daraltılmamış, evrensel bir insan-birey ölçüsünde yeniden diriltilmesi ile verilemez.

Öncelikle müminin, vatanın ve işçinin bu ölçü dışında seyreden hakikatle ortaklaşması gerekmektedir. AKP, bu üç ideolojinin tasfiyesini ifade etmekle birlikte, üç ideolojinin ortak hakikat savaşçılığında erimesinin imkânlarını da koşullamaktadır.

Solun din gerçeğine yüzünü dönmesini eleştirenler, “ne oldu ki, bir anda kitleselleştiniz mi?” diyerek, bu türden gayretleri boşa düşürmeye çalışmaktadırlar. Bu soru, sorunun sahibinin niyetini ve zihnî yönelimini de ele vermektedir. O da, sağcıların dediği gibi, mideyi ideolojikleştirerek nicel bir güç olmayı hayal etmektedir. Din, dinci için niceliksel, tali bir olgu ise, mide de onun için öyledir. Sendikal mücadele, madenci katliamları, işyerinin satılmasına karşı direnen işçiler, basit niceliksel olgulardır bu sol için. Bu söz, ilgili bağlam dâhilinde, teorik, ideolojik ve politik faaliyetin, nicelik ve biçim düşkünlüğünün bir ürünü olduğunu ele vermektedir. Yani “İslamî olandan bahsediyorsunuz da, bu, size adam kazandırıyor mu?” sorusu, sorunun sahibinin salt nicelik ve biçime baktığını göstermektedir. Oysa hakikat savaşçılığı için semâvât, nicelik ve biçim değil, nitelik ve öz meselesidir.

Bu tür sorular soranlar, demek ki, hakikatin sadece kendilerinden ibaret olduğunu, semâvâtın da o özneye ait bir nicelik ve biçim meselesi olarak algılanması gerektiğini düşünmektedirler. Burjuvazinin ve devletin kalıba döktüğü kendi özünü ve niteliğini temiz tutmak isteyenlerin, semâvâtı zamanla kir olarak görmesi kaçınılmazdır.

Kendine Müslüman gibi, kendine solcu, kendine milliyetçi olanların teori, ideoloji ve politikaya düşman olmaları doğaldır. Oysa hakikileşme imkânları, gene semâvâtta aranacak, hakikat savaşçılığı orada da kılıç sallayarak varolacaktır.

Bugün sol kadrolar, sadece kitleselleşme, örgütlenme, niceliği yüceltme yanılsaması içerisindedirler. Alt, ara ve üst olarak ayrıştırılabilecek bu sol kadrolar, pozisyonlarına göre meseleye farklı tavır geliştirebilirler, ama özünde meseleye yaklaşım aynıdır. Hepsinde geçmişin şanlı günlerine dönük bir nostalji hüküm sürmektedir. “On binlerce insan yürürdü bizim kortejlerde” cümleleri çokça duyulur. Bugün İslamcılar içerisinde, AKP’ye eklemlenememiş kesimlerde de benzer bir nostalji işbaşındadır. Bu nostalji, “o nicelik nasıl oldu da niteliksel bir dönüşüm yaşamadı da bugünün efendileri yanına dizildiler?” sorusunu sordurmamaktadır.

Kendi gerçekliğini hakikat zannetmek, buradan da semâvâtı redde tabi tutmak, bunun bir tezahürü olarak, kendi mülkiyetindeki, özel semâvâtı inşa etmek için solda ve İslamcılarda karşılık bulan dergicilik pratiği, teorik, ideolojik ve politik mücadele vermek yerine, semâvâtı bir gömlek gibi dikip giymekten ibarettir. Semâvâttaki pratik, kalıcı, yerleşik, hakiki mevzilerin örülmesi için şarttır.

Eren Balkır
12 Mart 2017

0 Yorum: