Kısa süre önce benden “ABD’de Amerikalı Müslüman
Olmak” üzerine konuşmam istendi. Bu ifadenin suiistimal edileceğini ve kötüye
kullanılacağını bilsem de bu konuşmayı yapmak zorundaydım.
İslam, teorik düzlemde itici gücü ırk ya da
kabileye körü körüne bağlılık değil, değerler olan bir din.
ABD’de medyanın, politikanın ve toplumun sürekli
soruşturmaya tabi tuttuğu “Amerikalı Müslüman” kimliği, Amerikalı Müslümanların
iltisaklı oldukları kimlikten tümüyle farklı.
Medyada “Amerikalı Müslüman”, casusluk
faaliyetinin bir parçası ve şüphe duyulacak bir unsur, potansiyel tehlike ve
şiddete meyyal bir varlık olarak görülüyor. Gerçek İslam ile keskin bir
karşıtlık içerisinde olan bu değerlendirme, Amerikan milliyetçiliğinin hâkim
olduğu dönemde olguların pek önem arz etmediği koşullarda, dinî ve kültürel kimlik
ve “alternatif olgular”ı temel alıyor.
Bu acımasız ve temelsiz mantığın kurbanı olan bazı
Amerikalı Müslümanlar, artık kendilerini kendi politik öncelikleri üzerinden
tarif etmiyorlar ve doğal müttefikleriyle, yani tarihsel açıdan mazlum olan
cemaatlerle hareket etmiyorlar. Bunun yerine Amerikalı Müslümanlar, özür,
adalet ve eşitlik talep etmek yerine, “Müslüman” oldukları için sürekli özür
diliyorlar.
Kolektif düzlemde birçok Müslüman, kendisini insan
olduğunu ispatlamaya, dinlerini savunmaya ve dünyanın herhangi bir yerinde bir
Müslüman’ın gerçekleştirdiği söylenen her türden şiddet eylemine mesafe koymaya
mecbur hissediyor.
Trump yönetiminin yedi Müslüman ülkenin
yurttaşlarının ABD’ye doksan gün süreyle girişini yasaklayan “Müslüman
Yasağı”ndan çok önce ABD’de Müslümanlar, farklı düzeylerde her daim savunma
durumunda olageldiler, hepten şeytanlaştırıldılar, devlet kurumlarının ırka
dayalı gözetleme faaliyetlerine maruz kaldılar ve Amerikalıların
gerçekleştirdiği birçok nefret suçunun mağduru oldular.
Esasen Müslümanlara yönelik nefretin geçmişi, 11
Eylül ve 1990-91’deki Irak Savaşı öncesine dek uzanıyor. Bu nefret, temelde
Hollywood’daki klişelere ve medyadaki korku tellallığına dayanıyor.
Bazı liberal gruplar, Amerikalı Müslümanlara
ülkede kötü muamele edildiğini tuhaf biçimde yeni yeni keşfediyorlar.
Gerçekte “savunmasız Müslüman”, temelde
Cumhuriyetçi rakiplerin eylemlerinin altını oymak için Demokratların ve
başkalarının kullandığı bir tabir.
Obama ve Clinton gibi Demokrat Partili başkanların
yönetimlerinin geride Müslüman ülkelere yönelik şiddet ve ayrımcılıkla yüklü
korkunç bir miras bıraktıklarını görmek gerekiyor.
Mart 2015’te yayınlanan önemli çalışmalarında
merkezi Washington’da bulunan Toplumsal Sorumluluk İçin Doktorlar grubu,
ABD’nin kendince yürüttüğü “teröre karşı savaş”ın 11 Eylül saldırılarını takip
eden ilk on yıl içerisinde 1,3 ila 2 milyon arası Müslüman’ı katlettiğini
ortaya koyuyor.
Ödüllü araştırmacı gazeteci Nafiz Ahmed ise
1990’dan beri ABD’nin en az dört milyon Müslüman öldürdüğünü söylüyor.
Bu rakamlara son iki yılda ölenler veya Clinton’ın
başında olduğu yönetimlerin uyguladığı Irak’a yönelik uyguladığı yaptırımlar
esnasında ölen sayısız sivil dâhil değil.
Ama bugünün rahatsız edici kabul edilen başkanın
başta olduğu koşullarda bahsedilen gerçekler göz ardı ediliyor ve Amerika’nın
Müslümanlara yönelik şiddeti belirli ülkelere yönelik doksan günlük seyahat
yasağına indirgeniyor.
Bu yanlış değerlendirmeler cehaletin birer
göstergesi, ayrıca bu türden değerlendirmelerle ABD’nin giderek küçülen
imparatorluğunu korumak adına, hayatını kaybeden milyonlarca masum cana
saygısızlık ediliyor.
Geçen Temmuz ayında düzenlenen Demokrat Parti
Ulusal Kongresi’nde eski başkan Bill Clinton, sahneye çıkıp Cumhuriyetçi Parti
kongresindeki Müslümanlara, Siyahlara, Latinlere ve kendilerinin çarpık dünya
görüşüne bağlı olmayan insanlara yönelik nefret yüklü sözleri sert bir dille
eleştirdi.
Oysa Clinton’ın cümleleri de Sağ’ın politik
söylemine sıklıkla yön veren aynı şovenist, ırkçı ve dışlayıcı kültürdeki ufak
bir liberal farklılaştırma girişiminden başka bir şey içermiyor.
“Eğer Müslümansanız ve Amerika’yı, özgürlüğü
seviyorsanız, terörden nefret ediyorsanız, burada kalıp bizim kazanmamıza
yardım edebilir, bizim istediğimiz geleceğin inşa edilmesini hep birlikte
sağlayabilirsiniz.” Seyircilerin alkışlarla karşıladığı konuşmasında Clinton
işte bunları söylüyordu.
Müslümanlar açısından, içerilme, yurttaşlık ve
insanlığın Beyaz ve Hristiyan seçkinlerin dillendirdikleri, kendilerinden
olmayanları hor gören kurallara bağlanması, onların insan görülmediğinin bir
ispatı.
Clinton’ın asıl unutmaya çalıştığı şey, ülkesini
kuran kölelerin üçte birinin Müslüman olduğu ve bu insanlara pranga vurulup
iradeleri hilafına oradan oraya sürüklendiği gerçeği. İslam’ı Amerika’ya
getirenler, işte bu köleler. İnsanlık tarihinde en korkunç soykırımlardan
birinden kurtulmak adına, güçlü bir karakterle ve sabır denilen erdemle
kuşandıransa İslam’ın ta kendisi.
Tam da bu sebeple Amerikalı Müslümanların kimliği,
özünde politik bir kimlik ve bu kimlik, insan hakları, adalet ve eşitlikle
bağlantılı. Ta başından beri Siyah Müslümanların ABD’yi kontrol eden hâkim
Beyaz seçkinlerin nizamıyla çatışma ve ona meydan okuma sürecinde önemli bir
oynamalarının sebebi burada.
Siyah Amerikalı denilen, günümüze ait karakteri
tanımlamamıza katkı sunan, ülke genelinde milyonlarca Siyah’ın desteklediği
Martin-Luther King Jr.-Malcolm X tipi hareketler. Bu insanlar, İnsan Hakları
Hareketi’ne öncülük ettiler, risklere rağmen temel hakların kazanılması
noktasında ağır bedeller ödediler.
Amerikalı Müslüman gençlerin bu gerçeği idrak
etmeleri önemli. Onların insan hakları ve eşitlik için verdikleri mücadele,
Demokrat Parti’nin oynadığı kimi politik oyunların basit bir dışavurumu değil.
“İyi Müslüman”, Tom Amca, “tüm Müslümanlar
terörist değil” diyen türden yurttaşlar olmayı arzulayanlar bilmeliler ki
onlar, ancak ikinci sınıf yurttaş olmayı umut edebilirler. Oysa gerçek eşitlik
ve adalet talep edenlerin Amerikalı devrimci Assata Şakur’un sözünü kafalarına
mıh gibi çakmaları gerek: Tarihte ve dünyada hiç kimse, kendisine zulmedenlerin
ahlâk anlayışına başvurarak özgürlük elde edemez.”
Zalimler, sürekli zulmettikleri insanların
mücadelesinin niteliğini yeniden tarif etmeye çalışırlar. Bill Clinton
açısından yegâne mesele, kanunsuz savaşlara, yaptırımlara başvurarak ve milyonları
katlederek kendi yönetimleri üzerinden Müslüman ülkelere dayatılan terör değil,
İslamî terörizmdir.
İşgalci, zalim ve istilacı, işlediği suçlara karşı
her daim kördür. O sadece boyun eğdirdiği insanların, ne kadar küçük olursa
olsun, tüm şiddete dayalı tepkilerini görür.
Yeni Amerika Vakfı’na göre cihadî güçler,
2005-2015 arası dönemde ABD’de 94 kişi öldürmüşler, bu süre zarfında ABD o
mücahidlerin ülkelerinde yaklaşık iki milyon insan öldürmüş.
2016’da ülke genelinde yapılan bir ankete göre,
hükümetin ve medyanın yönlendirdiği, korku tellallığı, Müslüman karşıtı ve
İslam karşıtı söylem (ki bu söylemin altında hem liberallerin hem de
muhafazakârların imzası var) terörizmi Amerikalılar arasında ana korku unsuru
hâline getirmiş.
Yeryüzünün
Lanetlileri isimli kitabında, yirminci
yüzyılın en güçlü devrimci seslerinden biri olan Frantz Fanon, şunu söylüyor:
“Her bir nesil kendi misyonunu keşfetmeli, düşmanın sızıntısına kapalı faaliyet
dâhilinde ya o misyonu ifa etmeli ya da ona sırtını dönmelidir.”
Amerikalı Müslümanlar,
bugün kendi misyonlarını keşfetmeli ve ifa etmeli, Amerika’nın üç ana direği
olan kölelerin, göçmenlerin ve mültecilerin torunları olarak, kendilerini
tanımlayıp ortaya koymalıdır.
Remzi Barud
1 Mart 2017
1 Mart 2017
0 Yorum:
Yorum Gönder