26 Şubat 2016

,

Marcos


24 Şubat günü Meksika’daki bir federal mahkemesi Subcomandante Marcos ya da Galeano’ya 1995 yılında isnat edilmiş suçların hükmünü yitirdiğini bildirdi. 1 Ocak 1994 günü başlayan Zapatista ayaklanmasının zirveye ulaştığı bir dönemde Marcos’a terörizm, isyan, ateşli silâhların yasadışı kullanımı ve başka suçlar isnat edilmişti. En ağır suç için verilecek muhtemel ceza süresi aşılmış olduğundan bu suçlamalar hükmünü yitirmiş oldu.

Artık Subcomandante Galeano aranmıyor, teorik olarak maskesini çıkartıp ormanda dolaşabilir, Zapatistaların davasını herkesin gözü önünde savunabilir. Ancak bu pek muhtemel değil, zira maske sadece Subcomandante’nin kimliğini gizlemekle kalmadı ayrıca başka, daha önemli bir rol oynadı: o her yerde bir kişinin bir Marcos, bir Galeano, bir Zapatista, bir isyancı ve bir devrimci olmasını mümkün kıldı.

Tuhaf aslında. Maske ilk başta mesajı aktaranı gizleyip mesajı ön plana çıkartmak içindi. Ama bu pek işe yaramadı. Leonidas Oikonomakis, Subcomandante Marcos’un ölümüne, Subcomandante Galeano’nun doğumuna dair şunları söylemişti:

“1 Ocak 1994’te EZLN Chiapas’ta beş şehri ele geçirdiğinde dünya da bu hareketin sözcüsü olarak o gizemli maskesiyle Subcomandante Insurgente Marcos’u tanıdı. EZLN dünyanın karşısına yerli ordusunun başkanı olarak melez bir Meksikalıyı çıkartmak niyetinde değildi. Bu sebeple sözcü olarak yerli bir Zapatista seçildi. Maalesef bir saldırı sonrası bu kişi katledildi ve Marcos sözcü rolünü üstlendi ve bu görevi büyük bir başarı ile ifa etti.

Meksika medyasının ve uluslararası medyanın Marcos’un gizemli kişiliği karşısında büyülendiğini gören EZLN daha fazla ilgi görmek ve sahne ışıklarının altında daha çok kalmak için bu albenili simayı ‘kullanmaya’ ve ondan istifade etmeye karar verdi.

Bu stratejinin kimi bedelleri de vardı kuşkusuz. Marcos’u öne atmak pratikte bir bumerang etkisine yol açtı: hareket Marcos kişiliğinde şahsileşti ve Zapatizmin büyük başarısı, yani özerk ve lidersiz cemaatler kurma meselesi gölgede kaldı.

EZLN ‘hareketin Marcos’laştığını, Marcos’un da hareketin yerini aldığını’ fark etti ve son birkaç yıldır Marcos’un ciddi bir biçimde hasta olduğuna dair kasten yayılan dedikodularla başa çıkmak için uzun süre bir yol bulmaya çalıştı. Zapatista’nın ileride yapacağı etkinlikle ilgili son kaleme alınan bildirilerden birinde (ki bu etkinlik Galeano’nun öldürülmesi yüzünden askıya alındı) Subcomandante Moisés Subcomandante Marcos’un da ‘sağlığı el verdiği takdirde o etkinlikte olacağını’ yazdı.

25 Mayıs 2014’te atının üzerinde bizzat Marcos’u sonsuzluğa uğurlamak için orada bulunuyordu.

Son bildiride, ‘İnancımıza ve pratiğimize göre isyan etmek ve mücadele vermek için bize gereken liderler [caudillo], mesihler veya kurtarıcılar değildir. Mücadele etmek için bize tek gereken biraz utanma, bir miktar haysiyet ve daha çok örgütlenmedir. Gerisi kolektif için ya faydalıdır ya da değildir’ yazıyordu.

Görünüşe göre Subcomandante Insurgente Marcos’un varolmaya artık son vermeyi seçmesinin gerçek sebebi buydu. Çünkü bugün Chiapas’ta kendilerini özerk ve yatay bir tarzda nasıl yöneteceklerini öğrenmiş insanlar var. Burada çocuklar özerk okullarda eğitim görüyorlar, hastalar özerk kliniklerde tedavi görüyorlar, kadınlar artık erkeklere nispeten daha altta görülmüyorlar.”

ROAR Kolektifi
25 Şubat 2016
Kaynak

,

ABD’li Siyasetçiler Müslüman Kardeşler’i “Terörist” İlân Etti


ABD’li siyasetçiler Kongre’deki bir komitenin Müslüman Kardeşler’i “küresel bir tehdit” olarak tarif eden bir kanun tasarısını geçirmesi ardından, örgütü terörist örgüt statüsüne sokup yasaklamaya dönük ilk adımı attılar.

Temsilciler Meclisi hukuk komitesi “2015 tarihli “Müslüman Kardeşler’in Terörist İlân Edilmesi Kanunu”nu yürürlüğe soktu. Kanuna göre örgütün amacı Batı medeniyetini “içeriden” yıkmak.

Kanun tasarısını kaleme alan, Kongre’deki Cumhuriyetçi Parti üyesi Mario Diaz-Balart’ın ifadesiyle

“ABD Müslüman Kardeşler’i ulusal güvenlik stratejimizin bir parçası olarak, terörist örgüt kabul etmek ve ona karşı yaptırımlar uygulamak zorundadır. Cihadcı hareket El-Kaide ve Hamas gibi dünya genelinde kimi terörist ağları aktif olarak desteklemekte ve finanse etmektedir.”

Gene Cumhuriyetçi Parti üyesi olan komite başkanı Bob Goodlatte ise şunu söyledi:

“Müslüman Kardeşler’in terörizmi benimsemesi ve onun ABD’nin ulusal güvenliğine ve Amerikalıların hayatına yönelttiği gerçek tehdit bu örgütün terörist ilân edilmesi konusunda epey geç kaldığımızı gösteriyor.”

Kanuna karşı çıkan, Demokrat Parti’nin Kongre üyesi John Conyers tedbirin ABD’de sürmekte olan İslamofobinin bir sonucu olduğunu söylüyor.

Müslüman Kardeşler’in terörist bir örgüt olarak adlandırılabilmesi noktasında yeterli araştırmanın yapılmadığını söyleyen Conyers, komitenin kanun tasarısını “tek bir oturum yapmadan ve bu eylemimizin diplomasi ve dış politikada ciddi sonuçlar doğurup doğurmayacağını dikkate almadan gündeme getirdiği” üzerinde duruyor.

“Korkarım bu kanun tasarısı esas olarak toplumumuzun bilinçaltındaki korkulara sesleniyor. İslamofobinin iyi bir taktik olup olmadığını zaman gösterecek ama iyi bir politika olmadığı kesin. Bu politika ulusal güvenliğimize veya dış politikayla ilgili çıkarlarımıza asla hizmet etmiyor.”

Kanun tasarısı 17’e 10 kabul edildi.

Tasarı şimdi Temsilciler Meclisi’nde tartışılıp oylamaya sunulacak. Seçimlerde Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olmak için çalışma yürüten Senatör Ted Cruz ise Senato’ya benzer bir tasarı sundu. Bu tasarının da onaylanması gerekiyor.

Eğer kongre ve temsilciler meclisinden geçerse tasarı Obama’ya sunulacak, o da on gün içinde ya veto edecek ya da yürürlüğe sokacak.

Eğer onaylanırsa Müslüman Kardeşler ile bağlantılı insanların ABD’ye girişine mani olunacak. Dahası örgüte maddî destek sunanlar yargılanıp cezaya çarptırılacak.

Son olarak ABD Maliye Bakanlığı, Müslüman Kardeşler’e ait her türden varlığı elinde bulunduran veya kontrol eden ABD’deki finans kurumlarından bu varlıklar da dâhil olmak üzere her türden finans işlemini bloke etmesini isteme yetkisine sahip.

MME
25 Şubat 2016
Kaynak

,

BDS'ye Yasaklama


İster Yasakla İster Yasaklama,

İngiliz Öğrenciler BDS’ye Destek Vermeyi Sürdürecekler

 

Dün sabah birçok Filistinli ve insan hakları aktivisti gibi ben de öfke ve yeisle uyandım. Zira muhafazakâr hükümet bir kez daha işgal ve ırk ayrımcılığına verilen yardımlara karşı saldırıya geçmişti.

Pazartesi günü Independent gazetesi İngiliz hükümetinin Filistin’in işgal ve imha edilmesi suçuna iştirak eden “ahlakdışı” şirketlerin boykot edilmesini yasakladığını duyurdu.

Hükümet yerel konseyler ve diğer devlet kurumları üzerinden Filistin halkına karşı işlenen suçlarda parmağı olan örgütlerin tecrit edilmesine dönük çabaları ezmek istiyor ve bu türden çabaların ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı olduğunu iddia ediyor.

Oysa boykot çalışmalarının yasaklanması bölüyor ve kutuplaştırıyor. Kabine işleri bakanı Matthew Hancook, BDS politikalarını "kumda oynamaya" benzetti ve bu tarz politikaların uluslararası güvenliğe zarar vereceğini iddia etti.

Söz konusu planlar ilkin Ekim 2015’te tartışıldı. Muhafazakâr Parti’de yürütülen bu tartışmanın ardından Hancock’un İsrail’e bu hafta içinde yapacağı ziyaret dâhilinde yeni bir mevzuatın ilân edilmesi bekleniyor.

Tüm bunlar BDS hareketinin İngiltere’de elde ettiği önemli başarılara yönelik bir tepki olarak gerçekleşiyor. BDS bilhassa üniversitelerde ve öğrenci birliklerinde ciddi mevziler kazanıyor. Son iki yıl içinde Filistin’le dayanışma hareketi öğrenciler arasında güçlendi. 25 öğrenci birliğinde BDS’yi destekleyen politikalar benimsendi.

Bunun hemen ardından Ulusal Öğrenciler Birliği de boykotları destekleyen bir karar aldı.

Önemli bir kısmı sivil olmak üzere binlerce Filistinlinin ölümüne sebep olan “Koruyucu Sınır Operasyonu”nun ardından ülke genelinde öğrenciler eylemler yapmıştı. Bu eylemler İsrail’e yapılan dış yatırımların yüzde 46 oranında azalmasını sağladı. BDS hareketinin hedef aldığı birçok örgüt sözleşmelerini iptal etti.

BDS eylemleri ve elde ettiği başarı Birleşik Krallık ile sınırlı değil elbette. Johannesburg Üniversitesi İsrail üniversiteleriyle bağlarını koparttı. ABD ve Kanada’daki öğrenciler BDS lehine oy kullandı. İrlanda ve İsviçre’deki binlerce sanatçı kültürel boykota katıldı.

Filistinlilerin başlattıkları eylem tüm dünyaya yayıldı. Bu hareket nihayetinde bir araya gelmesi çok zor olan ve gidişatı değiştirme konusunda yeterli kudrete sahip bulunmayan bir halka dairdir.

Ahlakî pratiğin birer lideri olarak öğrenciler kampüsleri insan haklarının ve etiğin dış merkezi hâline getirmeli. Bu inanç öğrencileri dünyayı değiştirmeye itiyor. Bizler geçmişte Vietnam Savaşı’na, Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığına ve ülkemizdeki ırkçılığa karşı mücadele ettik. İfade ve konuşma özgürlüğüne sırtımızı yaslayarak bu meselelerle ilgili kampanyalar yürüttük.

Ve kazanan biz olduk.

Kazandık, çünkü bu değişimlerin hiçbirisi kendi başına gerçekleşemezdi. Toplumsal veya insanî değişim asla bir boşlukta gerçekleşmez. Bu değişimler iktidardakilerin tavırlarında yaşanacak bir değişime ihtiyaç duyar. Tavırdaki bu değişim sıklıkla ilhamını mevcut düzene karşı mücadele eden gençlerin ve öğrencilerin taleplerinden alır.

Hükümetin BDS’yi yasaklama ve politik muhalefeti susturma hamlesi demokratik özgürlüklerimize ve ifade özgürlüğümüze karşı bir saldırıdır. Hükümet kamunun fonladığı kurumları ve demokratik seçimlerle belirlenen konseyleri haklarından mahrum kılmaktan bahsediyor.

Öfkeliyiz ve yeise kapıldık belki ama hiç de şaşırmadık. Hatırlayın, Margaret Thatcher'ın muhafazakâr hükümeti de ırk ayrımcısı Güney Afrika’ya uygulanacak yaptırımlara karşı çıkmıştı, David Cameron da Mandela henüz hapisteyken ırk ayrımcısı Güney Afrika’ya tüm masrafların karşı tarafça ödendiği bir seyahat gerçekleştirmişti.

Tüm bunlar sadece öğrenci birliklerine ve eylemci öğrencilere yaptığımız işin neden bu denli önemli olduğunu anımsatıyor. Bu ölçekte ortaya konmuş bir tepki kazandığımızın bir alameti.

Gerçek şu: öğrenciler ırk ayrımcılığına ve işgale karşı mücadeleyi sürdürecekler. Bizler İsrail devletinin işlediği suçlara karşı ortaya koyduğumuz çabalara devam edeceğiz, zira bizler nihayetinde hükümete hesap vermiyoruz. Bizler sadece kendi ait olduğumuz kesimlere ve vicdanımıza hesap veririz.

Ali Milani
16 Şubat 2016
Kaynak

, ,

Yemen ve Filistin


ABD hükümeti, Ortadoğu’daki en fakir ülkeye, Yemen’e karşı bir savaş yürütüyor. Bu savaş, dokuz ayı aşkın bir süredir devam ediyor.

ABD’deki Filistin dayanışma hareketinden ise çıt çıkmıyor. Yemen kanarken bu hareket tek laf etmiyor.

Suudilerin başını çektiği koalisyon, Yemen halkının üzerinde üç yüz gündür ABD yapımı bombalar atıyor. Düğünler, mülteci kampları, hastaneler, mahalleler, hükümet binaları, insanî yardım ambarları bombalanıyor.

Yaklaşık altı bin Yemenli öldürüldü bu savaşta. Her güne on iki kişi. 2.800’ü aşkın sivil öldürüldü, 5.300 kişi yaralandı.

İnsan hakları örgütleri, sivil bölgelere yönelik işlenen savaş suçları konusunda koalisyonu sürekli suçluyor.

BM’ye göre, Suudilerin başını çektiği, Batı’nın desteklediği koalisyon sivil kayıpların üçte ikisinden sorumlu.

Peki Amerika’daki Filistin yanlıları nerede?

Amerikalılar, Filistinlilerle neden dayanışma içerisinde ise işte tam o nedenle Yemenlilerle de dayanışma içine girmek zorunda.

İsrail ordusu gibi Suudi koalisyonuna da silâhlar ve yardımlar ABD’den gidiyor. 6 Ocak’ta, Yemen’deki bir ticaret odası merkezinin bombalanmasından bir gün sonra koalisyon, Sana kentine misket bombaları yağdırdı. Bu bombaları imal eden Tennessee’deki Milan Ordu Mühimmatı Fabrikası idi.

Bombalanmış binaların altından çıkan Yemenli çocukların fotoğrafları İsrail’in Gazze’de katlettiği Filistinli çocuklara benziyor.

Tıpkı on yıldır Gazze’yi acımasızca ve kanunsuz bir biçimde kuşatma altına tutan İsrail gibi, Suudi Arabistan da on aydır Yemen’i kuşatmış durumda. Ta Ağustos ayında insan hakları örgütleri, Yemen halkının yüzde sekseninin insanî yardıma muhtaç olduğu konusunda uyarıda bulundu.

Filistin direnişini savunmak için kullanılan tüm argümanlar Yemen direnişi için de geçerli.

Tıpkı Gazze’ye dönem dönem açılan savaşlarda yaşanan sivil kayıplardan İsrail’in sorumlu olması gibi, Suudi koalisyonu da Yemen’deki sivil kayıplardan sorumlu.

Kassam Tugayları gibi Husiler ve diğer Yemenli isyancıların da uçakları yok. Gökyüzünden halkların üzerine bombalar yağdıran, İsrail ve Batı destekli koalisyon.

Yemenliler mazlum bir halk. Adaletin evrenselliğine inanan enternasyonalistler, zalimlere karşı mazlumların safında olmaya mecburlar.

Bu argüman, İsrail’i destekleyenlerce kullanılan saptırmalara ve yanlış laflara benzemiyor. Kimi ukalalar, “Neden Suriye hakkında bir şey demiyorsun?” diye soruyorlar. Oysa Yemen çok farklı bir konu.

Suriye ise oldukça karmaşık. ABD’nin konumu bile çelişkili. Beyaz Saray Esad’ı devirmek istediğini söylüyor ama gazeteci Seymour Hersh’ün ifşa ettiği üzere, Pentagon ona yardım ediyor. Suriye rejimi korkunç suçlar işledi, göstericilere ateş açtı, sivil bölgeleri bombalayıp kuşatma altına aldı, göstericilere işkence etti. ABD müttefikleri, Suudi Arabistan ve Katar ise aşırıcı grupları destekliyor, NATO üyesi Türkiye Selefilere sınırdan geçiş izni veriyor ve IŞİD’i desteklemekle suçlanıyor. Birçok Filistinli ve diğer gruplar Suriye konusunda ikiye bölünmüş durumda.

Oysa Yemen hiç de öyle karmaşık bir mesele değil.

Suudi Arabistan, Katar, BAE ve Türkiye’yi içeren, Batılı müttefiklerle geleneksel emperyal güçlerin teşkil ettiği koalisyon, ABD ve İngiltere eliyle silahlandırılıyor ve Ortadoğu’nun en yoksul ülkesine karşı savaş yürütüyor.

Katar ve BAE, Yemen’i işgal etmiş durumda.

İsrail’se bu savaşa dair pek bir şey söylemiyor ama ABD destekli koalisyon içindeki müttefiklerinin eylemlerini beğeniyle ele aldığı açık. İsrailli siyasetçiler, birkaç kez Yemen’den bahsettiler. Savaşı İran’ın saldırganlığının bir ürünü olarak değerlendirdiler. Koalisyon üyeleri gibi İsrail de İran’ı Husileri desteklemekle suçladı.

Birçok medya ortamında bu suçlama hiçbir eleştiriye tabi tutulmaksızın aktarıldı. Savaş, sürekli “mezhep savaşı” ve “vekâlet savaşı” olarak tarif edildi. Ancak Gareth Porter gibi araştırmacı gazetecilerin ortaya çıkardığı biçimiyle, İran’ın oynadığı iddia edilen rol abartılıyor, hatta bombardıman ve yıkımı meşrulaştırmak için bu konuda sinsice yalana başvuruluyor.

İsrail, 2014 yazında Gazze’ye karşı 51 gün süren bir savaş yürüttüğü sırada Filistinlilerle dayanışma amaçlı gösteriler düzenlenmişti. Washington’da her gün eylemler gerçekleştirilmişti.

Peki Yemenliler için neden gösteri yapılmıyor? Son altı ay içerisinde New York’ta bir ya da iki gösteri yapıldı, bunlara da katılım çok düşüktü.

Yemen’de savaş dokuz aydır devam ediyor ama Amerika’daki Filistin yanlısı kişiler nedense sessiz kalıyor.

Kimileri şu asırlık tartışmaya işaret ederek, Yemen gibi savaşlara bulaşmak istemediklerini söylüyorlar, zira “hareketi bölmek” niyetinde olmadıklarını iddia ediyorlar. Ama birlik adına sessiz kalmakla ikiyüzlülük formu olarak sessiz kalmak arasında büyük bir ayrım var.

Bu, esasen miyoplara has bir görüş. Yemen’deki savaş, Filistin’e karşı sürmekte olan savaştan ayrıştırılamaz. Her iki ülkeye yönelik zulmün güçleri örtüşüyor. Suudi Arabistan, Türkiye ve diğerleri Filistin davasına sözde bağlılar, Filistinlileri sırtından bıçaklayıp kapı arkalarında İsrail ile anlaşmalar imzalıyorlar.

Eğer Amerika’daki Filistin yanlısı eylemciler, davalarını Filistinlilerin maruz kaldıkları zulme benzer bir zulümle mücadele eden Yemenlilerin davası ile ortaklaştırmazlarsa, yürüttükleri siyaset konusunda ciddi bir biçimde kafa patlatmaları ve şu soruyu sormaları gerekecek:

Dayanışma artık geçersiz mi?

Ben Norton
8 Ocak 2016
Kaynak

,

Evo Morales İktidarının Ufku


Bolivya’daki Referandum Sonuçlarının İçerdiği Anlamlar

 

Bolivya Cumhurbaşkanı Evo Morales, 2019’da yeniden seçilmesini sağlayacak imkânı veren referandumu kaybetti. Aradaki fark çok az olsa da muazzam anlamlara sahip: Bolivya’nın uzun süredir iktidarda olan, halktan en fazla destek gören cumhurbaşkanının iktidarda kalacağı son gün belli oldu: 22 Ocak 2020.

Seçim süreci epey şiddetli geçti. Bir dizi yolsuzluk skandalına ve çatışmalara tanık olundu. En trajik olanı da muhalefetin kontrolündeki bir belediye başkanına karşı geçen Çarşamba günü yapılan gösteriye ateş açılması ve altı kişinin ölmesiydi. Bu felâketin detayları henüz net değil, ama onun referandumun üzerine gölge düşürdüğü kesin. Öte yandan Morales yanlısı yerli ve köylü örgütleri, aynı zamanda cumhurbaşkanlığını kuşatan yolsuzluk skandalları ulusal kamuoyuna damgasını vurmuş bile. Geçen Mart ayında Sosyalizme Doğru Hareket (Morales’in politik partisi –MAS) birçok bölgede seçimleri kaybetti, bunun kısmî sebebi, yolsuzluk suçlamalarıydı.

Bolivya’nın ilk yerli cumhurbaşkanı Morales, koka çiftçileri arasında örgütleme faaliyetleri yürütmüş bir sendikanın lideri olarak öne çıktı. Sonrasında muhalif bir kongre üyesi hâline geldi. Üç kez seçim kazandı. Son 2014 seçimlerinde yüzde altmışın üzerinde oy aldı. On yıldır iktidarda. Bu on yıl içerisinde bir dizi tarihsel politikanın ve tedbirin altına imza attı, kurucu mecliste anayasayı yeniden yazdı, hükümetin doğal gaz rezervleri üzerindeki kontrolünü artırdı, eğitim, sağlık imkânlarından daha fazla istifade edilmesini sağladı ve toplumun kenara itilmiş kesimlerini politik alana dâhil etti. Ekonomik politikalar, petrol ve gaz fiyatlarındaki canlılık sayesinde büyüme gerçekleştirildi. Sonuçta Morales döneminde Latin Amerika’nın en yoksul ülkesinde yoksulluk oranları önemli oranda düştü.

Ama bu dönem kimi güçlüklere de şahit oldu. Sol ve sağ, MAS hükümetini kimi sorunlar üzerinden eleştiriye tabi tuttu. Bu eleştirilere göre MAS hükümetinin hazırladığı 2009 anayasası, gerekli görülen toprak reformunu gerçekleştiremedi. Bu dönemde Morales, doğa ve toprak ananın hakları üzerinde dursa da kırsala çok zarar veren, maden çıkartma üzerine kurulu bir ekonomiye yol verdi. Ulusal parklara maden çıkartma izni verildi. Destek verileceği söylenen köylüler yerinden yurdundan edildiler. Cumhurbaşkanlığı sonrası yolsuzluk skandallarına, muhtelif toplumsal ve yerli hareketlerinin ezilmesine, belirli kademelere kendi adamlarının yerleştirilmesine, politik muhalefete ve eleştiri yönelten medyaya yönelik otoriter eğilimlere tanık olundu. Aynı zamanda muhalefet parçalandı, birleşme imkânı bulamadı, Morales ve MAS ise seçimleri kazanıp oy sandığında reformlar için gereken desteği buldu.

Pazar günü yapılan referandum bu meseleleri gündeme taşıdı. Atılan oyların Bolivya’daki demokrasinin niteliği ile bir ilişkisi yoktu, daha çok Morales’le alakalıydı. Cumhurbaşkanı, referandumu büyük bir oyla kazandığını söylese de sonuçta 2019’da yeniden seçilmesine yarayacak evet oyları yüzde ikilik bir artışa tanık oldu.

Referandumun çeşitli anlamlar içerdiği kesin. İlki, Morales’in yerine kimin geçeceği ile ilgili. Bugün Morales, MAS içinde kendi yerine kimin geçeceği hakkında konuşmanın erken olduğunu söyledi. Onun yerine kimin geçeceğinin bir önemi yok, MAS muhtemelen onlarca yıl ülkede hep en önde olacak. Muhalefet bölünmüş durumda ve kilit rol oynayacak liderlerden mahrum. Hayır oyu Bolivya sağının şemsiyesi altında toplanmayan MAS muhaliflerinin geniş bir kısmını birleştirdi. İnancını yitirmiş solcular, Morales’ten bıkanlar, cumhurbaşkanının değişmesinin demokrasi için hayırlı olacağına inananlar, yerli halk içindeki muhalifler ve neoliberallerle muhafazakârlar Hayır cephesinde birleştiler. Referandum zaferi, ülkede sağa kaymanın yaşandığına dair bir alamet değil. Sadece mevcut politik akımların oyun sahasına çıkma şansı olarak görülebilir.

Öte yandan oylar, ülkenin mevcut politik gidişatında yeni bir sayfanın açıldığını da göstermiyor. Morales, ilk seçim zaferini 2005’te elde etmişti ve bu zafer neoliberalizme meydan okuyan ve müesses nizama mensup siyasetçileri deviren bir dizi halk isyanının desteği ile gerçekleşmişti. O dönemki toplumsal hareketler, şirketlerin iradesinde gerçekleşen küreselleşmeye ve ülkedeki politik gerçekliği dönüştürmekte olan oligarşiye karşıydı. Tüm bunlar, Morales tarafından doldurulacak alanlar açtı. Gösterilere ve yol kapatmalara aşina olan yerli cumhurbaşkanı ülkedeki dinamik toplumsal hareketlerle ilişkisini kullanarak kurumsal ve toplumsal değişimleri gerçekleştirdi. Zaten aksi de mümkün değildi.

Ama Bolivya solu ve ona bağlı zinde toplumsal hareketler ve yerli hareketleri, her daim MAS’tan daha büyük bir hacme ve niteliğe sahip olagelmişlerdi. Pazar günkü referandum da bu gerçeğin altını çiziyor. Ocak 2020 sonrasında ülkenin başında Morales olmayacak. Artık her şey, seçim sandıklarıyla değil, gösteriler, barikatlar ve toplumsal hareketleriyle, politik açından neyin mümkün olduğunu ülkeye ve dünyaya gösteren, ABD emperyalizmini sindiren, neoliberal zorbaları deviren, çokuluslu şirketleri kapı dışarı eden, on beş yıldır mücadele içerisindeki Bolivya halkının ellerinde.

Benjamin Dangl
25 Şubat 2016
Kaynak

25 Şubat 2016

,

Pazar

“Devlette iki klik var” diyenlerin hangi kliğin hizmetine girdiklerini de itiraf etmeleri gerekiyor. Siyasetin pazarlık, ideoloji ve propagandanın pazarlama olarak icra edildiği dönemde böylesi bir itirafı beklemek abes.

Özneleşme denilen şey, egemenlerin tesis ettikleri pazarda pay sahibi olmak olarak görülüyor. Bir şirkette müdür olmakla bir örgütte şef olmak arasındaki fark, silikleşiyor. 

Bir dönem TİP’in Genç Öncü’sünde çalışıp bugün “Manda Filozofu” diye orta sınıflara ve burjuvaziye kişisel gelişim, yönetişim dersleri veren Müfit Can Saçıntı, bu seyrin bir ürünü. Filmde filozofumuz, gerçek patronuna “çalışanlarını işin sahibi olduğunu hissettir” diyor. Tam da bir astsubay çocuğu gibi davranıyor. Zira birçok şirkette, vakıfta uzun zamandır askerler çalışıyor. Örgütlerin önemli bir bölümünü eski askerler kuruyor ve/veya yönetiyor. Aynı durum, ne tesadüf ki bazı tarikatlar için de geçerli.

Pazar, pazarlık ve pazarlamadan başka bir şey bilmeyenler de bundan fazlasını söylemiyorlar. Kendisini saf bir özne olarak pazarlıyorlar, Tayyip’in de böylesi bir özne olduğuna işaret ediyorlar, onu karşısına almayan, emperyalizmle, kapitalizmle, kemalizmle uğraşan herkesi hainlikle suçluyorlar. Ölçü kendisi ve Tayyip olunca pazarda pay kapacağını, en azından şirketin mutfağında aşçıbaşı olabileceğini zannediyorlar.

* * *

Pazarlama yöntemi[1], tek tek bireylerin vicdanî-ahlakî ortaklıklarına yöneliyor, onları istismar ediyor. Bu yöntem, bugün sosyal medya üzerinden işliyor. Solun sosyal medyaya meftun olmasının sebebi burada. Sınıf ve halk gibi aidiyetler artık demode, sıkıcı, hatta tehlikeli. Pazarlama faaliyetini sekteye uğratacak denli zararlı. Sosyalist hareket, doğrudan bireyi hedef alan pazarlama yöntemine kul köle ediliyor.

Tayyip diye bir mel’un bir karaktere saldırarak ancak bireylerin ahlakları, vicdanları galeyana getirilebiliyor. Böylelikle içteki tayyipler, bu pazarlamacılar şahsında arınma imkânı buluyorlar. Döne dolaşa ilerlemeci bir hatta kul olunuyor. “Burjuvazi ilerlesin ki sosyalizm gelsin” deniliyor.

Cem Yılmaz kimi TV programlarına ilişkin olarak laflar sıralarken “bir de bize marjinal diyorlar” serzenişinde bulunuyor. Dışarıdaki vekili olarak “git Türkiye soluna söyle, marjinal düşünmesinler” emrini alan Sırrı Süreyya Önder, Cizre’de, Sur’da insanlar katledilirken meyhanede dansöz oynatmakta hiçbir bir beis görmüyor. Biz “marjinal”, o gerçek siyasetçi oluveriyor!

Eğilip “marjinal” lafının altına bakmak gerekiyor. Bu, solun marjinalleştirilmesine dönük bir talebi de içeriyor. Marjinalleşme, kitlelerle kurulan her türden tarihsel-doğal bağların kesilmesini ifade ediyor. HDP’yi buralarda aramak gerekiyor. Bağların kesilmesine teşne olanlar kimler, sorgulanmayı bekliyor.

* * *

Gezi döneminde sosyal medyada kurulan tüm postalar, dayanışma ağları gibi pazarlama şirketleri, işin cılkını çıkartıyor, Ukrayna ve Venezuela’da yaşanan isyanlara bile sahip çıkıyorlardı. Ukrayna’daki Avro Meydanı gösterilerine sahip çıkan, oradaki görselleri pazarlama faaliyetinin parçası kılan bu solcular, Lenin heykeli yıkılınca bir miktar sustular ama sonra kitlelerin halatlarla bir Lenin heykelini yıktığı, onun yerine başka bir heykelin geçtiği görseli büyük bir şevkle paylaştılar. Dertleri ne Lenin ne de halktı, görsel pazarlama faaliyetlerinin başarısı, alınan “like”lar karşısında girilen vecd hâli önemliydi. Bu vecd hâlinde Venezuela’da ABD güdümlü küçük burjuva isyana tabii ki sahip çıkılırdı. O postaların ve dayanışma ağlarının hepsi liberalizme örgütlendi, sosyalizme küfretti.

O kadar şiddet, barikat, kızıl ordu, narodnizm vs. edebiyatı yapanlar (misal Evren Barış Yavuz), bugün hangi işleri, hangi projeleri kovalıyorlar? Bugün hangi pazarlama faaliyetlerinin erleri? Demek ki “devlette iki klik var” diyenler, bir klik adına hizmete koşulmuşlar. Onun eylemini, hareketini gizlemek için bir tür sis perdesi işlevi görmüşler, görüyorlar. Gezi’de öne çıkan isimlerin büyük kısmı birilerinin ajanı.

* * *

Tek tek bireylere seslenen, onları bir araya getirdiği düşünülen en sığ zemine işaret edenler derinlerde bir şeyleri gizliyor olmalılar. Görevleri bu. Kimse emperyalizm, Siyonizm, kapitalizm, sömürü, zulüm demesin diye uğraşıyorlar. Diyenleri de hemen devlet gibi “hain” ilân ediyorlar. Bugün AKP’liler, Tayyip’e savrulan her küfrü ihanet olarak damgalıyorlarsa, bunlar da eksik kalmıyorlar, her şeyi sadece ona küfretmeye indirgiyorlar, fazlasını, pazarın dışını gösterenlere kılıç sallanıyor.

Ama nedense “AKP’yi yıkılmaktan ben kurtardım” diyene tek laf edilmiyor. Bu sis perdesi onun için oluşturuluyor. Devletle bir masada olmaya çok anlam vehmediliyor, her şeyi o masaya hapsetmek işimize geliyor. Silâh, tüm bu kiri pası örtbas ettiği için yüceltiliyor, puthanenin başına yerleştiriliyor.

Sis perdesinin bir boyutu gerontoktasi eleştirileri ise diğeri de kadıncılık. Özünde erkek ve yaşlı olan şefler, kendilerini koruma altına alıyorlar. Gençler yaşlanıyor, kadınlar erkekleşiyorlar. Erkek ve yaşlı şeflerin emrettiği bu sonuçta.

Gerontokrasi eleştirisinde gençler geçmiş kuşaklardan kopartılıyor, kadın da erkekle paylaştığı toplumsal mücadeleden. Kadın konusuna yönelik vurgunun “AKP’nin İslamî olduğuna” dair yanılsamayla da bir alakası var. Bir yerlere “o İslamîliği bensiz tasfiye edemezsiniz” mesajı verilmiş oluyor.

Bize de geçmişte Vietkong gerillalarını Amerikan burjuva dergilerine kapak yapılması türünden hamlelere sevinmek kalıyor. Giderek burjuva estetiğine, güzellik anlayışına bağlanıyoruz. Düşmanımızı “çirkin” kendimizi “güzel” ilân etme imkânı buluyoruz.

Kadınımıza, Tanrı ile güreşip onu yenen Yahudi tanrısı düzeyine çıkınca özgürleşeceği öğretiliyor. Tanrı’yı yenmek, tüm toplumsal-tarihsel bağlarından kopmayı ifade ediyor. Golda Meir türü kadınlık pazarlanırken Filistinlilerin öfkesini de peşinen kabullenmek gerekiyor.

“Devlette iki klik var” diyen, bir kliğin hizmetkârı olduğunu ikrar etmeli. Burjuvazinin pazarında yürüttüğü pazarlama faaliyetinin, belirli durumlarda siyaseti pazarlığa indirgemesinin hesabını vermeli.

Zira yukarıdaki resimde görülen bir pazar yeri değil, greve tanık olan bir fabrika. Egemenlere dönük hizmetinde yol aldıklarını zannedenlerin o kadının işaret ettiği yöne yürümesi, o işçilerin yoluna yoldaş olması mümkün değil.

Eren Balkır
25 Şubat 2016

Dipnot:
[1] William Davies, “Neoliberal Sosyalizm”, 7 Mayıs 2015, İştirakî.

24 Şubat 2016

Hapishaneler Enformasyon Grubu Manifestosu


“Mayıs 68’de patlak veren olaylar toplumun tüm kesimlerini radikalize etse de hapishaneler paradoksal bir biçimde birçok radikal nezdinde görmezden gelinir. Proleter Sol [Gauche prolétarienne –GP] ismiyle hapishanelerde kurulan, Maoizmden ilham alan bir grup “tutsaklarla ilgilenilmediğinden” yakınır ve “tutsak militan ölü militan değildir” der. Mayıs olayları sonrası yaşanan baskı dalgası eylemcileri hapishaneleri önemli bir politik alan olarak yeniden ele almaya iter.

Haziran 1968’de İçişleri Bakanı on bir radikal örgütü yasaklar. Ardından sansür yasalarını devreye sokar, radikal yayınevlerine saldırır, hatta kişilere, mülkiyete zarar verilen, polise saldırılan her türden gösteriye katılanların tutuklanmasını öngören bir yasa çıkartır. Sonrasında hapishaneler radikal militanlarla dolup taşar.

Buna cevap olarak radikal solcular, bilhassa bugün illegal olan GP üyesi olanlar hapishanelerde örgütlenmeye başlar. İlk başta Maoistler “politik tutsaklar”la “adi mahkûmlar” arasında ayrıma giderler. Michel Foucault sonrasında bu durumu bir mülâkatında şu şekilde izah etmektedir:

“Maoistler hapse atıldıklarında geleneksel politik gruplardan çok farklı bir tepki geliştirirler ve şunu söylerler: ‘adi mahkûmlarla karıştırılmak, halk gözünde onlarla bir tutulmak istemiyoruz, bizlere politik tutsakların haklarına sahip birer politik tutsak olarak muamele edilmesini istiyoruz.’[…]”[1]

Ama ilk eylemleri tecrit edilip ezilince, diğer mahkûmlarla bağ kurmanın gerekliliğini anlarlar, bunun ardından onlardaki işçi sınıfına dair anlayış da önemli ölçüde dönüşüme uğrar.

Diğer mahkûmlarla işbirliğine gitmek onlara “politik tutsak-adi mahkûm” ayrımının yönetici sınıfa ait bir politik ayrım olduğunu öğretir. Alberto Toscano’nun tespitiyle, “birlik artık işçi hareketinin kabul ettiği, proletarya ve proleterleşmemiş avam arasına konulan o dayatılmış ayrımı aşmayı, hukukî ve cezaî kurumlarca yeniden üretilen burjuva ahlakının içe yansımasının zayıflatılmasının gerekliliğini ifade etmektedir.”

Bunun sonucunda işçi sınıfının bileşimi üzerinde kapsamlı bir dizi düşünce geliştirilir. Pratikte GP’nin önceki kanaatlerinin aksine işçi sınıfı varsayılandan daha karmaşık bir hâl almıştır. Hukuk işçi sınıfı içerisinde ayrımlara nasıl yol açmıştır? Hapishane sınıf mücadelesinin bir alanı hâline nasıl gelmiştir? Hapishane düzeni devlet baskısıyla ilgili genelde neler söylemektedir? Hapishanelerin kapitalist üretim tarzı ile ilişkisi nedir? İktidarla ilişkisi ne düzeydedir?

Bunlar politik incelemeyi talep eden, ucu açık sorulardır. Esasında Fransa’da dışarıda olanların içeri alındığın dönemde hapishaneler hakkında bilgi sahibi olan insan sayısı çok azdır. Foucault hapishaneye adımını ilk kez Attica’da atar. O bu alanlardaki koşulların anlaşılmasını stratejik açıdan gerekli görmektedir. Bu amaçla eski GP’nin tutsaklar için kurduğu politik örgüte üye Jacques Rancière, Daniel Defert (Foucault’nun ortağı), Christine Martineau ve diğer isimler bir anket hazırlarlar. Bu anket fikri Marx’ın 1880’de önerdiği işçi anketine dayanmaktadır.

Eski GP aktivistleri kısa bir süre sonra kampanyaya katılan bir dizi radikal aydın eliyle bu yönde harekete geçirilirler. Hapishanelerdeki ilk başarısızlıkların ardından eski GP örgütü mücadeleyi dışarıdaki mücadeleyle ilişkilendirmeleri gerektiğini anlar. Bu nedenle Aralık 1970’te eski GP üyesi radikalleri yeni bir konum alırlar: Michel Foucault, Gilles Deleuze, Jean Genet ve Pierre Vidal-Naquet gibi önemli isimlerle temas kurmaya karar verirler. Eski GP ile Foucault gibi militan aydınların karşılaşması yeni bir örgütün kurulmasına neden olur: Groupe d’information sur les prisons [Hapishaneler Enformasyon Grubu –GIP].[2]

8 Şubat 1971’de, kırk beş sene önce, Foucault GIP’yi halkın desteğine açar. Pierre Vidal-Naquet ve Jean-Marie Domenach’ın imzasını taşıyan manifesto anket, araştırma ve politik mücadeleyi içeren bir programın çerçevesini çizer. Tutsaklar, aileleri, doktorlar, avukatlar ve militanlarla birlikte çalışma yürüten GIP hapishane içine metinler sokar, oradaki metinleri dışarı çıkartır. Nihayetinde beş adet soruşturma amaçlı broşür yayınlanır. Ama bu kampanya hapishanelerle alakalı hayatî önemde bilgiler toplamakla kalmaz, ayrıca devletin zorla susturduğu tutsakların sesi olur ve hem Fransa’da hem de diğer ülkelerde canlı ve özerk bir tutsak hareketinin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynar.

Stuart Elden’ın kısa süre önce tercüme ettiği Foucault’nun bildirisi aşağıdadır.

Salar Mühendisî
16 Şubat 2016
Kaynak


§ § §

Hiçbirimizin hapishaneden uzak durma garantisi yok. Hatta bugün hiç yok. Gündelik hayat üzerindeki polis kontrolü [quadrillage[3]] sokaklarda ve yollarda, yabancılar ve gençler üzerinde günden güne sıkılaştırılıyor. Görüşlerini ifade etmek bir kez daha suç hâline geliyor. Uyuşturucu karşıtı tedbirler keyfi bir biçimde artırılıyor.[3] Sıkı bir biçimde gözlem altında tutuluyoruz.[4] Bize adalet sisteminin üzerindeki yükün arttığını söylüyorlar. Bunu zaten görüyoruz. Ama peki ya polis teşkilâtında tuhaf bir şişme söz konusu ise? Bize hapishanelerin dolup taştığından bahsediyorlar. Ama peki ya halkın kendisi alabildiğine tutsak edilmişse? Hapishanelere dair çok az bilgi yayınlanıyor. Burası toplumsal sistemimizin gizli bölgeleri, hayatımızın karanlık alanları. Bilmek bizim hakkımız. Bilmek istiyoruz. Hâkimler, avukatlar, gazeteciler, doktorlar, psikologlarla birlikte Hapishaneler Enformasyon Grubu’nu işte bu sebeple kurduk.

Hapishanenin ne olduğunun bilinmesini öneriyoruz: oraya kimler gidiyor, nasıl ve neden gidiliyor, oralarda neler oluyor, tutsağın hayatı nasıldır, gözetleme personelinin hayatı nasıl geçer, binalar, yiyecek ve hijyen ne durumdadır, iç mevzuat, tıbbi kontrol ve atölyeler nasıl işlemektedir, oradan nasıl çıkılmaktadır, çıkan birine toplumumuzda nasıl yaklaşılmaktadır, tüm bunlar bilinmelidir.

Bu bilgiler hazırladığımız resmî raporlarda yer almıyor. Biz bu soruları hapishane tecrübesi olan ya da onunla belirli bir ilişki içerisinde bulunan insanlara soracağız. Onların bizimle temas kurmalarını ve bildiklerini anlatmalarını istiyoruz. Bir anket hazırladık, gelip bizden talep edebilirsiniz. Yeterli cevabı toplar toplamaz sonuçlar yayınlanacaktır.

Reform önerisinde bulunmak bizim işimiz değil. Biz sadece gerçeği bilmek, herkesin bu gerçeği kısa süre içinde bilmesini sağlamak istiyoruz, zira vaktimiz çok kısa. Burada amaç, görüşlerimiz için gerekli bilgileri edinmek ve bu bilgi akışını sağlamak. Günlük gazeteler, haftalık ve aylık dergiler gibi tüm bilgilenme araçlarından istifade etmeye çalışacağız. Bu nedenle eldeki tüm platformlara sesleniyoruz.

Son olarak bizi tehdit edeni bilmek hayırlıdır, ama bilgi ayrıca insanın kendisini savunmasında da işe yarar. İlk görevlerimizden biri küçük bir Tutuklama Kılavuzu yayınlamak. Elbette buna bir de Tutuklular İçin Notlar eşlik edecek.

Bizi bilgilendirmek, bilgilenmek veya çalışmalarımıza katılmak isteyen herkes şu adrese yazabilirler: 285, rue de Vaugirard, Paris-XVe.[5]

§ § §

[Bu metin, ilkin 8 Şubat 1971’de toplanan haber konferansında okundu. Sonrasında Mart 1971’de Esprit’te yayımlanır. Metnin kısmî çevirileri şu çalışmalarda bulunabilir: Didier Eribon’un biyografisi, Michel Foucault, çev.: Betsy Wing (Londra: Faber and Faber, 1992), s. 224-5; ve David Macey, The Lives of Michel Foucault (Londra: Random House, 1993), s. 258.]

Dipnotlar:
[1] Michel Foucault, “Michel Foucault on Attica: An Interview,” Social Justice 18, no. 3 (45), Attica: 1971-1991 Anma Sayısı (Güz 1991): s. 32.

[2] GIP ve Foucault’nun ona iştirakine dair yazın hızla artıyor. GIP belgeleri ve materyalleri şurada toplanmış durumda: Le Groupe d’information sur les prisons: archives d’une lutte, 1970-1972, Yayına Hz.: Philippe Artières, Laurent Quéro ve Michelle Zancarini-Fournel (Paris: IMEC, 2003). İngilizcedeki son yorumlar şunları içeriyor: Active Intolerance: Michel Foucault, the Prisons Information Group, and the Future of Abolition, Yayına Hz.: Andrew Dilts ve Perry Zurn (New York: Palgrave MacMillan, 2015); Julian Bourg, From Revolution to Ethics: May 1968 and Contemporary French Thought (Montreal & Kingston: McGill-Queen’s University Press, 2007), 2, 5, 6, 7. bölümler; ve Marcelo Hoffman, Foucault and Power: The Influence of Political Engagement on Theories of Power (New York: Bloomsbury, 2013).

[3] Quadrillage: Bir alanın ızgara biçiminde sistematik olarak bölünmesini ve kontrol edilmesini ifade eder -çn.

[4] David Macey’nin ifadesine göre, Garde à vue “yirmi dört saate kadar kişilerin herhangi bir suçlama olmaksızın tutuldukları yaygın bir polis uygulamasına denk düşüyor” (The Lives of Michel Foucault 515 n. 1). Yetmişlerde İngiliz ordusu “gözaltına alma” denilen bir politika dâhilinde Kuzey İrlandalı Katolikleri mahkemeye çıkartmaksızın hapse atmıştır. Ancak gözaltına alma veya alıkoyma Fransızcadaki bu terimi tam olarak karşılamamaktadır -çn.

[5] Bu, Foucault’nun ev adresidir -çn.

,

Filistin Direnişine Övgü


Bir Apaçi oku ile ABD’li bir süvarinin elindeki Springfield marka tüfek birbirine denk midir? İlkinin ikincisine karşı kahramanca bir direniş sergilediği koşullarda o tüfek ve ok aynı mıdır?

Bir Aborjin’in veya Afrikalının elindeki mızrakla onların hayatını mahveden, halkını köleleştiren beyaz yerleşimci veya köle sahibinin elindeki silâh bir midir?

Kesinlikle hayır.

O vakit bugün Gazze’de bir mazlum halkın açtığı tünellerle ve ürettiği roketlerle zalimin elindeki Apaçi helikopterleri, tanklar, donanma gemileri ve F16’lar nasıl bir tutulabilmektedir?

Sevdalı Tutsak, altmışlar boyunca savaş sonrası dönemden beri Fransız edebiyatının yaramaz çocuğu, romancı ve oyun yazarı Jean Genet’nin hatıratının adı.

Kitap, 1970’te Ürdün’de, sonrasında Lübnan’da Filistinli mülteciler ve direniş savaşçıları ile vakit geçiren Genet’nin anılarını içeriyor. İsrail destekli falanjistlerin Şatilla mülteci kampında 1982’de gerçekleştirdikleri katliama tanıklık etmesi ardından Genet, kitabı yazmaya karar veriyor. Kitap 1986’da çıkıyor. Kitabı henüz okuma zevkine mazhar olmamışlar için Sevdalı Tutsak [Un captif amoureux], zulme karşı direnişi zulmün meşrulaştırılması için kullanılan, mazlum ve ötekileştirilmiş bir halka dönük şiirsel bir övgüyü içeriyor.

Filistin direnişine dair deneyimi ile Kara Panterler’le geçirdiği zamanı bir araya getiren Genet, Amerikan Kızılderililerinden, Avustralya Aborjinlerinden, Cezayirlilerden, kısacası sömürgecilik, ırk ayrımcılığı ve etnik temizlik karşıtı direnişleri insan ruhunun gücünü ele veren, medeniyet ve demokrasi adına zulmetme ve öldürme hakkı olduğunu iddia edenlere yönelik bir reddiyeyi içeren halklardan bahsediyor. İnsansızlaştırılmaları artık gerekli şart olarak görülenlerin insanîleştirilmesi dayanışmanın asli anlamını veriyor. Direnişin zulmün semptomu değil, sebebi olduğunu söyleyen yaklaşımı çürütüyor.

Gazze’de Filistinlilerin İsrail’in onlarca yıldır sürdürdüğü etnik temizlik, kuşatma, ırk ayrımcılığı, işgal ve toprak hırsızlığı üzerine kurulu programına karşı yürüttükleri direniş, insanlığın iyice alçaldığını, İsrail Savunma Güçleri gibi komik bir isimle kadın ve çocuklara korkakça ve tüm caniliğiyle uygulanan şiddetin bu Filistin direnişinin sergilediği kahramanlık ve cesaretle çatıştığını kanıtlamıştır. Büyük ölçüde ev yapımı roketler ve küçük silâhlardan oluşan cephanelikle yürüttükleri direniş, askerî güce karşı tüm şiddetiyle devam etmektedir. Bu devletin söz konusu savaşı yürütmesinin nedeni, yara bere içindeki, iyice hırpalanmış bir halkı yıkıma sürüklemek, insanın haysiyetini ayaklar altına almaktır.


Sürekli Filistin direnişini terörizm olarak gösterenler, çocukların öldürülmesine dönük liberal savunuya dayanan o aşağılık geleneği devam ettiriyorlar. İsrail’in barbarca gerçekleştirdiği, okulları, hastaneleri ve tüm yerleşim alanlarını yıkan saldırılarının hedefi ahlâktır, iffettir. Katliamı, bu cani devletin şiddeti ile bir halkın direnişini eşitlemek suretiyle, küçültmek istiyorlar. Bu halkın boyun eğdirme ve teslim alma çabasına karşı direndiğini görmüyorlar. Bu yaklaşım, ahlaksızlığın bir ürünüdür.

Zalim ırk ayrımcılığı ve yerleşimci devletin gerçekleştirdiği yağmaya karşı direnen, acı içerisindeki bir halkla dayanışma içinde olmak, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işlemesini meşrulaştırmak için söz konusu devletin başvurduğu anlatıyı ve dili reddetmeyi gerekli kılıyor. Ahlâken üstün olduğunu iddia eden Batılı hükümetler ve müdafileri, tüm dünyaya demokrasi ve insan hakları konusunda vaazlar veriyorlar. Oysa bu, riyakârlığın ve çifte standartçı yaklaşımların teşkil ettiği gübre yığınının içten içe yanıp etrafa koku salmasından başka bir şey değildir. Bu gerçek, İsrail’in uluslararası hukuku sürekli küçümseme ve gerektiğinde ihlal etme becerisi dâhilinde daha da net ortaya çıkıyor.

Hamas’ın katliamlar gerçekleştiren, bir halkı esir alan bir devletin var olma hakkını sürekli redde tabi tutması ve kendi halkını onlarca yıldır yoksulluğa mahkûm etmesi onların kötü olduğunu göstermez, aksine sahip oldukları zekânın düzeyini ele verir. Bunun aksini ancak tuhaf ve çarpık bir mantık iddia edecektir. Son tahlilde Malcolm X’in de bize hatırlattığı üzere, “hakikat mazlumların safındadır”. Dolayısıyla, İsrail’e karşı direnen, yıkımlara rağmen asla diz çökmeyen bir halkın kahramanlığı layık olduğu takdiri ileride illaki görecektir.

John Wight
13 Şubat 2014
Kaynak

, ,

İki Sol ve ABD Emperyalizmi


Solu neyi teşkil ettiğine dair epey kapsayıcı bir anlayışa sahipseniz, Clifton Ross’un bize yönelik kaleme aldığı “İki Sol ve Venezuela”[1] yazısındaki görüşlere de katılmanız gerekecektir.

Ross’un “sol” dediği şeyin sosyalist olmadığı kesin. Makalesinin sonunda niyetini ortaya koyuyor: “her zaman olmasa da bazen cellât sosyalist elbisesi geçiriyor üzerine.” Bu yüzden Ross’un sosyalist maskesi taktığını söylemenin de bir anlamı yok. “Sol” dediği şeye sosyalist cilâsı çekmek, onu hiç mi hiç rahatsız etmiyor anlaşılan.

Ross’un ideolojisinin ana felsefî temeli şu: “insan sayısı kadar irade söz konusudur”. Bu, atomistik bir toplum anlayışıdır. Burada halk iradesinden değil, sadece bireylerden bahsedilebilir, Margaret Thatcher’ın yaklaşımını anımsatan bu türden bir bireyci görüş, yapıları baskıcı olduğu gerekçesiyle reddeder ve birbiriyle etkileşime giren atomistik bireyler üzerinde durur. Bu ideolojik bakış açısına göre, “devlet”in tüm yapılar içerisinde en baskıcısı olduğuna hiç şüphe yok.

Ross, makalesinde Venezuela hükümetinin her şeyi nasıl berbat ettiğinden bahsediyor. Geçerli bir dizi eleştiri dile getiren Ross, asıl çözümün ne olduğu üzerinde pek durmuyor.

İşte tam da bu noktada “iki sol” arasındaki farklılık da belirginleşiyor. Biz sosyalist solda duranlar, toplumsal hareketlerle devlet arasında bir ilişki kuruyoruz. Bu ilişki dâhilinde emperyalist dünya içinde hareket eden ve kendi iç kusurlarına sahip bulunan devlet, halkın iradesinin ifade edilmesini mümkün kılan bir araç hâline geliyor. Ama Ross’un “sol” dediği şey için “halk iradesi” diye bir şey yok. Devlet iktidarının meşru kullanımı da asla söz konusu değil.

Yani Ross, sorunların çözümü için hiçbir öneri dile getirmiyor, ayrıca bu sorunların etrafından dolanıyor. Esasında bu yaklaşım, ABD emperyalizminin hegemonyasını örtük olarak kabul etmek anlamına geliyor. Ross’un yüz seksen derecelik dönüşü bu noktada tamama eriyor.

Ross’un “birçok emperyalizm var” tespitine katılabiliriz. Ama bize göre en önemli şey, dünyadaki tek süper gücün emperyalizmidir. Ona karşı çıkmaksa onun tam göbeğinde yaşayan bizlerin sorumluluğudur.

Ross’un “ABD emperyalizmi-Küba emperyalizmi” olarak özetlenebilecek formülasyonu, bugünün jeopolitik meselelerinin ele alınmasında zerre fayda getirmez. Onun ABD emperyalizmine değil de ona karşı mücadele eden sol hükümetlere daha fazla eleştiri yöneltmesi kesinlikle nahoş bir tutumdur.

İlginç ki Ross da “Zapatistaların kendi solunun bir parçası olduğunu kabul ediyor.” Zira ona göre “liderler, o konumlarında sonsuza dek kalmamalıdırlar.” Biz de Zapatistaları sahipleniyoruz ama Marcos’un ismini Sıfır diye değiştirmesini liderlik konumundan çekilmesi olarak değerlendirmiyoruz.

Kuşatma altındaki Zapatistalar dışında Ross’un saf solculuk testinden geçen politik hareketler, iktidarı alamayan hareketlerdir. Eğer daha iyi bir dünya için hegemonya karşıtı bir projeye dair herhangi bir umuttan söz edilecekse, sosyalist solun ABD emperyalizmine elindeki devlet iktidarı konumundan direnen toplumsal hareketlerle ilkeli bir dayanışma ilişkisi kurması gerekir.

Roger D. Harris
Chuck Kaufman
23 Şubat 2016
Kaynak

Dipnot:
[1] Clifton Ross, “The Two Lefts and Venezuela”, 25 Ocak 2016, Dissident Voice.

, ,

René González Söyleşisi


ABD-Küba İlişkilerindeki Sıcaklaşma

Küba’nın Devrimci Ateşini Söndürecek mi?

Ramona Wadi

22 Şubat 2016

 

Küba Beşli’sinden[*] geri kalan üç kişi, Küba ve ABD arasında yürütülen diplomatik görüşmeler üzerinden serbest bırakıldı. Artık anti-emperyalist mücadeleyi nasıl yürüteceksiniz? Bu anlaşma özellikle uluslararası dayanışmayla bağlantılı olarak ileride her türden faaliyete mani olmayacak mı?

Öncelikle 17 Aralık’ta ABD-Küba arasında varılan anlaşmanın ve sonrasında her iki tarafın attıkları adımların Küba hükümetinin verdiği bir tavizi ifade etmediğini belirtmek gerek. Küba hükümeti egemenliğimizin ve politikalarımızın masada asla müzakere edilmediğini, aynı şekilde bizim ABD’ye bu konudaki görüşlerimizi dayattığını tüm açıklığıyla ifade etmiştir.

Uluslararası dayanışma iki yönlü bir ilişkidir. Bu ilişki dâhilinde biz dayanışma gösterdik, karşılığında dayanışmaya dayalı bir yaklaşım gördük. Örnek vermek gerekirse, Küba Beşlisi için verilen mücadele Küba halkı ile dayanışmalarını ifade eden milyonlarca insanın gösterdiği tepkinin önemli bir sonucudur. Dünyada birçok insan sömürüye tabi olmak denilen o ortak kaderi paylaşmıştır. Hepsi de şu an için doğrudan bir saldırı altında olmasa bile, birileri mağdur olduğu sürece kendilerinin de mağdur edileceğini görmüştür. Emperyalizm kimi mağdur etmişse, hepimiz mağduruz demektir.

Bu, enternasyonalizmimizde kökleşmiş bir bilinçtir ve uluslararası dayanışmaya dayalı politikalarımızın özünü teşkil etmektedir. Sırf biz ABD veya başka bir hükümetle olağan ilişkiler kurduk diye bu bilinç ve politika değişecek değildir.

ABD ile bağların normalleştirilmesi ile ilgili bir yığın çelişkili görüş dile getirildi. Bu adım Küba Devrimi’nin değerleriyle nasıl örtüşüyor?

Şunu kabul etmemiz gerekir ki ABD ile bağların normalleştirilmesi gerçekten çelişkili bir gelişmedir, bu nedenle çelişkili kimi görüşlerin dile dökülmesi şaşırtıcı görülmemelidir.

İşin gerçeği şu ki her iki tarafın hedefleri doğası gereği çelişkilidir. ABD bu yaklaşımı Küba ile hegemonik ilişki kurmak ve kapitalizmi restore etmek için uygun bir yol olarak görmektedir. Oysa bu konuda yürüttükleri saldırgan politikaları elli yılı aşkın bir süredir başarısız olmuştur. Biz bu teması ablukayı kırmak ve sosyalizmi kurma becerimizi sekteye uğratan saldırgan politikalara son vermek için bir fırsat olarak görüyoruz.

Ama Küba Devrimi’nin değerleri söz konusu olduğunda bu değerlerden birini hatırlatmak lazım: bu, her ulusun yönetim sistemi ve egemenliğini kabul edip dünyanın geri kalan kısmıyla normal ilişkiler kurmaktır. İki ülke arasındaki bağları kopartan Küba değil, ABD yönetimidir. Bizler, aradaki farklılıkları giderme noktasında barış içinde bir arada yaşama yolunu tercih ettik.

Bu nedenle politik sistemimizden farklı bir sisteme sahip bir ülkeyle normal bir ilişki kurmak değerlerimize uygundur. İşin gerçeği şudur: Küba politik sistemine bakmaksızın dünyadaki neredeyse her ülkeyle diplomatik ilişkilere sahiptir.

Bununla birlikte biz sosyalizmimizi ezmeye ahdetmiş büyük bir güçle ilişki kurmanın değerler sistemimizle ilgili olarak kimi risklere yol açacağı gerçeği de göz ardı edilemez. Onlar kendi değerler sistemini bize dayatmak isteyecekler, bu amaç doğrultusunda yığınla kaynağa sahipler. Şüphesiz ki bu türden ekonomik, politik ve ideolojik baskılar altında kendi değerlerimizi korumak epey güç olacaktır. İlk savunmanın parçası risklerin bilincinde olmaktır. Ama biz bu gelişmeleri birer fırsata çevirmek için daha da zeki olmalıyız ve kendi değerler sistemimizin aşınması da dâhil tüm risklerden kaçınmalıyız.

ABD yönetimi bilhassa Guantánamo’daki askerî işgale son verme gibi Küba’nın dile getirdiği istekleri sizce ne ölçüde yerine getirecektir?

İki ülke epey zaman alacak uzun bir süreç içerisine girdi. ABD yönetimi bu süreçte pazarlık payı olarak her türden kaynağını kullanacaktır. Bunlardan biri de son elli yıllık politikaların bir parçası olarak bugün her türden aracın devreye sokulmasıdır. Guantánamo’nun işgali böylesi araçlardan biridir ve bu araç al-ver ilişkisinin bir parçası hâline gelecektir.

ABD yönetiminin iyi niyetle herhangi bir tavizde bulunabileceğine inanmıyorum. Son 57 yılın politikalarının söküp atılacağı bir süreçte uluslararası ilişkilere dönük pragmatik bir yaklaşım hâkim olacaktır. Burada fayda analizlerine karşı maliyet analizleri yapılacaktır. Umarım süreç ilerler ve saldırı araçlarının kullanılmasına dair maliyetler artar, onları tarihsel açıdan haklı olan yegâne yöne, Küba ile ilişkilerin normalleştirilmesi önündeki her türden engelin kaldırılmasına sevk eder. Bu normalleşme süreci aynı zamanda Guantánamo’daki yasadışı biçimde işgal altında tutulan toprağın geri verilmesini de içermektedir.

Bu nedenle söz konusu meselelerle ilgili olarak bizler en kıymetli varlığımızın tarihin kendisi olduğuna inanıyoruz. Bizler sabırlı olmalı ve onlara uzun vadeli bir vizyonla yaklaşmalıyız. Guantánamo’daki ABD üssü uçak gemilerinin her yeri kapladığı bir dönemde askerî açıdan hiç kullanışlı değildir. Burası Küba halkının yaralarına serpilen tuzun bir parçası olarak elde tutulmaktadır. Nihayetinde Guantánamo onlar için ekonomik ve politik açıdan daha da maliyetli bir hâle gelecektir. Elbette işgali sürdürmenin politik maliyetlerini artırmak için her şeyi yapmak da bizim öncelikli hakkımızdır.


ABD ile yakınlaşmaya Kübalıların genel tepkisi nasıl oldu?

Bu tepkileri ihtiyatlı bir iyimserlik olarak tarif etmek mümkün. Küba halkının önemli bir kısmı abluka koşullarında doğdu ve yaşadı. Biz bu ablukayı kaldırmak istiyoruz. Niyetimiz Küba’da sosyalizmin yaşaması muhtemel bir seçenek olduğunu kanıtlamak ve geleceğe bir cevap sunmaktır. Biz bu hak için 57 yıl mücadele ettik. ABD ile yaşanan gerilim direnişimiz ve kararlılığımız karşısında güneş görmüş kar gibi eridi. Bu yakınlaşmayı kutlamak için ciddi sebeplerimiz mevcut.

Diğer yandan biz riskleri görüyoruz, ABD hükümetinin niyetlerinin bilincindeyiz. Doğru adımlar atılmazsa, Küba’da kapitalizmi tesis etme amaçlarını açığa vuracaklarını biliyoruz. Bugün karşımızda önceden tanık olmadığımız iki ana güçlük var: daha kurnaz ve daha incelikli çatılmış yeni emperyalist politikalar ve mevcut güçsüzlüklerimiz ve sınırlarımız. Geleceğe umutla bakıyoruz ama aynı zamanda kendi kusurlarımızla ama öte yandan da ABD hükümetinin politikalarıyla bağlantılı kimi büyük risklerin mevcut olduğunu da biliyoruz. Onların politikalarının galebe çalmasına izin verecek kusurlarımızı aşmaksa bize kalmış.

ABD Küba ile ilişki kurmaya çalışıyor ama aynı zamanda Venezuela’ya müdahale ediyor. Küba enternasyonalizmi bu çelişkiyi nasıl ele alıyor?

Ben burada bir çelişki görmüyorum. Bu tip adımlar emperyalizmin yapısı ve yöntemleriyle gayet tutarlıdır. Her iki politikanın da amacı, ABD yönetiminin Latin Amerika’yla kurduğu, o işlevsizleşmiş ilişkisi üzerinden, Bolivar, Martí, Fidel ve Chavez’in tahayyül ettiği müşterek hedefe ulaşılmasına mani olmaktır.

Küba Devrimi bu hedefin ahlakî pusulasıdır. ABD yönetiminin Küba siyaseti ise bu pusulayı devre dışı bırakmayı amaçlamaktadır. Küba toplumu ile meşgul olmak suretiyle onlar değerlerimizi altüst etmek, Küba Devrimi’nin Latin Amerika halklarıyla dayanışma ve enternasyonalizm üzerinden kurduğu ilişkiyi, sunduğu örnekliği ve ilhamı yok etmek istemektedirler. Bu yaklaşım Küba ile daha yumuşak bir ilişki kurmayı gerekli kılmaktadır.

Oysa Venezuela ile kurulan ilişkide amaç, şeytanlıkları ile gizledikleri ekonomik savaş üzerinden Venezuela halkına karşı bir yıpratma savaşı yürütmek suretiyle Amerika Kıtası İçin Bolivarcı Seçenek’in ekonomik sürekliliğine son vermektir. Bu, asla bir iddia değildir. Emperyalizm, Venezuelalıların sırtlarına yük bindirme kudretine çok şey borçludur. Bunu daha önce Kübalılara da yapmıştır.

Bir kez daha ifade etmekte fayda var: bizim için Bolivarcı Devrim’le kurduğumuz dayanışma ilişkisi asla müzakere edilemez. ABD ile ilişkilerin iyileştirilmesini hoş karşılarız ama bu, Küba halkının en zor zamanlarında bize dost olmuş halklara sırtımızı dönmemize asla sebep olamaz.

Kaynak

[*] Küba Beşlisi, Eylül 1998’de ABD’de casusluk yaptıkları gerekçesiyle tutuklanan beş ismi ifade etmektedir. Grup, Aralık 2014’te serbest bırakılmıştır. René González, ABD ile yürütülen görüşmelerin ardından beşli içerisinde serbest bırakılan ilk kişidir.