14 Kasım 2014

Kızıl Bayraklar Daha Yukarı!


ABD’de son yapılan seçimde birçok kişi Demokratlara oy verdi. Bunların hepsi bizim düşmanımız mı? Hayır. Demokratlara oy veren insanlar bizim düşmanımız değil. Çeşitli nedenlerden ötürü birçok fakir insan ve işçi, Demokratlara oy verdi: bu insanlar, Demokratların o alaycı diline aldandılar, sağın kadın ve eşcinsel düşmanlığından ve ırkçılığından korktular, Demokratlara oy vermek suretiyle temel yurttaşlık haklarını savunduklarını zannettiler ya da basit anlamda geçerli başka bir seçenek bulamadılar.

Oysa onlara sabırla ulaşmak bizim işimiz. Bu noktada Demokrat Parti’nin ihanetlerini onlara izah etmek bile anlamsız. Bizim hedefimiz, daha az kötü” diye Demokratları desteklemek değil, onları ifşa ve tecrit etmek, bağımsız bir devrimci hareketin gelişimi için tüm kapitalist partilerin çürümüş yapısına kafa tutmak.

Bu sistem, seçimlerin demokrasi demek olmadığını açık biçimde gösteriyor. Roosevelt’ten Obama’ya kadar tekrar tekrar kanıtlandığı üzere, seçimler ve kapitalist politika, kapitalizmi asla değiştirmeyecek. Demokratlardan af dilenen ve onlara destek verilmesini isteyen sol, hem kendisini hem de halkı kandırıyor. Bu sol, kaderlerini Demokratlara bağlamak suretiyle, halk hareketi inşa etmekten de imtina ediyor. Aksine o, imparatorluğun ve sömürünün “daha müşfik” yüzünün müdafisi olarak hareket ediyor. Bugünkü pratiğinin tam karşılığı bu.

Artık mümkün olana dair sınırlı bir vizyona sahip Demokratlara yönelik desteğe bir son vermenin ve kendi vizyonumuzu ortaya koymanın vaktidir. Demokratlar, bizim adaletin topluma ancak tedricî bir süreç üzerinden, sadece kendilerine oy vermemiz hâlinde geleceğine inanmamızı istiyorlar. Bu, sadece sahibine hizmet eden bir yalandan başka bir şey değil. İlerici Demokratlara dönük yanılsamaları tekrar tekrar pekiştirmekten başka bir yapmayan sol da yalan söylüyor. ABD’de birçok insan, seçim sürecinden alabildiğine tiksiniyor. Bizim kapitalizmle ilgili hakikati anlatmamız ve söz konusu güçleri toparlayıp onların kendi güçlerini bulmalarını sağlayarak, kötülükten başka bir şey üretmeyen söz konusu çılgınlıktan kesin olarak kurtulmamız gerekiyor.

Doug Enaa Greene
7 Kasım 2014
Kaynak

Kolektif ve Birey

Zaman zaman şu tarz basit karşıtlıklara rastlıyorum:

Yahudilik kolektiftir, Hristiyanlıksa bireyselcidir.

“Doğu” Ortodoksluğu kolektif, “Batı” Hristiyanlığı bireyselcidir.

Roma Katolikliği kolektif, Protestanlık bireyselcidir.

Burada işlemeyen bir şeyler olduğu açık. Dinî davaları dinin tali bir mesele olduğu meselelere izafe eden dinî mugalâtadan ayrı olarak, bu karşıtlıklar, bireyselcilik denilen umacının tanımlanması uğruna, tuhaf bir biçimde, olduğu yerde kayıp duran bir karşıtlıktan mustaripler.

Bunun yerine ben, her bir karşıtlığın kolektif ve birey arasındaki ilişkiye farklı yollardan aracılık ettiği iddiasındayım. Dolayısıyla Yahudilik için birey dinî olduğu kadar etnik bir nitelik arz eden bir cemaatle ilişkilidir. 

“Doğu” Ortodoksluğu’nda ortaklaşa yaşayan çok sayıda insanın oluşturduğu ruhanî cemaati ifade eden Sobornost terimi, bireyleri birbirine bağlayan bağdır. Başlarda görünüşe göre, cemaat aslidir ve birey, ortak iyi için arzularını cemaate tabi kılmalıdır. Dolayısıyla o, cemaate boyun eğmesi gereken varlık olarak görünür, birey de, müşterek durum layıkıyla kolektif olduğu sürece, ondan kazanç sağlar. Ancak cemaat belirgin tuzaklara sahiptir, zira sözkonusu cemaat otokratik değilse bile hiyerarşik bir yapı olarak kavranır. Bu nedenle bir cemaatin parçası olmak, cemaati yöneten kişiye fiiliyatta tabi olmaktır, bu bir rahip, piskopos ve imparator olabilir. İnsan iradesini cemaatin, etnik grubun ve devletin uğruna teslim eder. Herkesin ortak iyisi, otokratın iyisi hâline gelir. Burada sobornost teriminin Slavofilik kökenleri çıkıyor ortaya, Sezarcı-papacılık eğilimi ile birlikte.

Roma Katolikliği, buna ince bir ayar çekiyor. Bugün kilisenin aslî olması gerekiyor, bu öyle ki bazı kiliseler yegâne hakiki kilise olduklarını iddia ediyorlar. Kilise dışında selamete kavuşulamıyor, peki o zaman bireye ne oldu? Tanrı ile ilişkinin aracısı, başka bir birey, yani rahip ve nihayetinde Peter’den bugüne uzanan efsanevî hattı temsil eden papa.

Roma Katolikliğine hayranlığım büyük olsa da buradaki tehlike, tıkır tıkır işleyen bir hiyerarşi aşkına teslim olmakta.

Bazı Protestanlık biçimleri, Roma Katolikliğinin yaklaşımına oldukça yakın, örneğin Anglikan Kilisesi’nin kimi yüksek formları. Ama Protestanlığın diğer tipleri ilk başta gerçek suçlularmış gibi görünüyor burada. Karikatür hâliyle bu Protestanlık tipleri, Tanrı ile bireyin arasındaki aracıları kaldırıyor ve (her ne kadar yukarıda da gördüğümüz üzere, bu, Roma Katolikliği ve bütün olarak Hristiyanlık için de söylense de) bireyin Tanrı ile ilişkisini teşvik ediyor. Artık bir cemaate ihtiyaç kalmıyor ve Tanrı sadece her bir birey için varoluyor. Ancak Luther, Calvin, Zwingli, Wesley ve diğer isimlere yakından bakıldığında, bunların kiliseyi kesinlikle hayatî gördükleri hemen anlaşılıyor. Ama bizim buradan bir adım daha ileriye atmamız mümkün. Bu noktada Reforma uğramış, özellikle (cemaatleri bağımsız sayan kilise yanlılığı anlamında) kongregasyonalist gelenekler örnek verilebilir. Bu örneklerde her türden hiyerarşi tümüyle kaldırılıyor. Rahiplere, piskoposlara, patriklere veya papalara yer kalmıyor. Aksine, dinsel cemaat hayatî bir rol oynuyor. Bu cemaatte papaz, tüm eşitler arasında birinci. İlkesel olarak cemaat, derinlemesine demokratik ve kolektif. Ama bunun pratikte pek bir karşılığı yok. Belki de burada (Rosa Luxemburg’dan ödünç alacağımız) diyalektik terimini devreye sokabiliriz: kolektif, bireyi belirlemekle kalmıyor, ayrıca bireyin özerkliği ve kendi kaderini tayin hakkı daha büyük ve gönüllü bir kolektiviteye yol açıyor. Bana kalırsa, bu, tüm müminlerin papaz olma vasıflarının ifade etmeye çalıştığı öğreti.

Roland Boer

,

FHKC'den İntifada Çağrısı


Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Batı Şeria, Kudüs ve 48’den beri işgal altında olan Filistin’deki Filistinli halk kitlelerini, nitelikli eylemler gerçekleştirip tüm sabırlarıyla işgalciye karşı halk intifadası gerçekleştirdikleri için selamlar. Halkımızın gerçek resmi budur, onu ne Siyonist suçlular, ne mevcut momente ait koşullar, ne Arap yöneticilerin suç ortaklığı ne de Filistin halkı ve davasına karşı uluslararası planda dönen dolaplar mağlup edebilir.

Cephe, özellikle Batı Şeria ve Kudüs’te, genel olarak işgal altındaki Filistin’de İsrail askerleri ve yerleşimcilere karşı kahramanca yürütülen operasyonları selamlamakta, bu operasyonların, işgalci gücün işlediği suçlara karşı verilmesi beklenen cevap olduğunu, direnişin Filistinlilerin varoluşuna karşı verilen sistematik Siyonist savaşta halkımızı korumanın en etkin yöntemi olduğunu ifade etmektedir.

Cephe’nin tespitine göre, bu kahramanca gerçekleştirilen operasyonlarda, özgürleştirilen tutsakların oynadığı rol, Siyonistlere karşı verilen mücadelenin ve Filistin halkımızın önemli bir bileşeni olan işgalci güce ait hapishanelerin devrimci kahramanlık ve fedakârlığın üretildiği ve üretilmeye devam ettiği birer okul olduğu gerçeğinin bir ifadesidir.

FHKC’nin açıklamasına göre, İsrail hukukunun Batı Şeria’daki yerleşimcilere tatbik edilmesini öngören, teklif halindeki yasaların İsrail Bakanlar Kurulu’nca onaylanması ciddi bir gelişmedir, kimi gerçeklerin sahaya dayatılması girişimidir ve Batı Şeria’daki yerleşimlerin işgal devletine bağlanmasını ifade etmektedir.

Ayrıca Cephe, özellikle Kudüs’te bulunan Filistinlilere ait evlerin yıkılmaya çalışılması gibi, işgal güçlerinin ortaya koyduğu eylemleri kınar ve bunları “yasadışı” ilân eder. Söz konusu girişimler, 48’den beri işgal altında olan Filistin’de yaşayan halkımıza karşı gerçekleştirilen, tahrik amaçlı bir kampanyadır. Bu kampanya dâhilinde işgalcilere karşı operasyonlar düzenleyenlerin ailelerine ait evler yıkılmakta, yerleşim yerlerinin inşasına hız verilmektedir. Tüm söz konusu çabalar, işgal altında bulunan Filistin’de yaşayan halkımıza karşı devreye sokulan devlet terörünün gerçek ırkçı yüzünü ifşa etmektedir. Halkımız, onun iradesini kırma ve onu teslim olup boyun eğmeye zorlama amaçlı, oldukça tehlikeli gayretlerle yüzleşmektedir.

Cephe, Filistin’in her bir parçasında yaşayan halkımızı İsrail işgaline karşı çok kuvvetli bir halk intifadasına evrilecek şekilde mücadeleyi sürdürüp yükseltmeye, diasporadaki halkımızı ise içerideki mücadeleye dönük desteklerini artırmaya davet eder.

Ayrıca Cephe, Filistin Yönetimi’nin ve güvenlik güçlerinin halkına hizmet etmek için millî bir duruş benimsemesini talep eder. Bu amaçla onun güvenlik koordinasyonuna son vermesi, suçlu işgalci güçle kurduğu her türden bağı kopartması, bunun yerine güvenlik kurumlarının işlevini Siyonist saldırılarına karşı halkımızı koruyacak şekilde değiştirerek, İsrail polisiyle karşı karşıya gelmesi ve işgalci devletle müzakerelere son veren kapsamlı bir millî strateji üzerine kurulu bir pratikle millî birliği öncelikli kılması gerekmektedir.

FHKC halkımıza karşı yerleşimcilerin gerçekleştirdikleri saldırıları göğüslemek için halk savunma komiteleri oluşturma çağrısını yinelemektedir. Ayrıca Cephe, millî Filistin hareketinin geçici liderleri ile tüm hizipleri içerecek şekilde, FKÖ’nün acil toplantı yapıp Siyonistlerin artan saldırılarının tartışılması, işgalciye karşı halkımızın ve intifadasının azmini destekleyecek birleşik bir millî plan geliştirilmesi, ayrıca halkımıza karşı giderek artan ölçülerde işlenen suçlarından dolayı işgalci aleyhine Filistin’in resmî liderliğinin Uluslararası Suçlar Mahkemesi’nde acilen bir dava açması yönünde bir çağrı yapmaktadır.

Cephe, Arap halkına ve dünya genelinde mevcut olan uluslararası müttefiklerine ve dostlarına işgalciye karşı kapsamlı bir boykot yürütülmesini ve bu boykot çalışmalarının hızlandırılması, Siyonizmin ortaya koyduğu uygulamalarla yaptığı ihlallerin ifşa edilmeleri yönünde bir çağrıda bulunmaktadır.

FHKC
13 Kasım 2014

13 Kasım 2014

Kızıl ile Beyaz Arasındaki Büyük Fark

Sago-Yo-Watha (Kırmızı Ceket), Iroquois yerlisi bir kanun yapıcıdır. İsmi “bizi tetikte tutan” anlamına gelmektedir. O günlerde yaşamış biri, onun “alçak sesle konuşan, kibar ve sevecen bir kişiliğe sahip, hiç bakire dudağı öpmemiş” bir adam olduğunu söylemektedir. 

Aşağıdaki metin 1805 tarihlidir. Burada Kızıl Ceket, Moravyalı genç bir misyonere Kızılderili toprağı üzerine bir misyoner okulunun açılmasına neden karşı çıktığını izah etmektedir.

[The Indigenous Voice, editör: Roger Moody]

* * *

Dostum ve kardeşim; bugün buluşmamız, Büyük Ruh’un takdiridir. Her şeyi emreden odur, bir araya gelişimiz için bugünü güzel kılan da odur. O, güneşin karşısında giydi elbisesini ve güneşin bize ışık saçmasını sağladı; artık gözlerimiz açık, her şeyi tüm çıplaklığıyla görebiliyoruz; kulaklarımız kesintisiz her şeyi, sarf ettiğiniz kelimeleri tek tek işitebiliyor; tüm bu iyiliklerinden Büyük Ruh’a, sadece ona, müteşekkiriz.

Kardeşim, bu konsey ateşini siz yaktınız; bu sefer sizin isteğiniz üzerine bir araya geldik; söylediklerini dikkatle dinledik. Bizden, aklımızdan geçenleri özgürce ifade etmemizi istedin; bu, bize büyük keyif verdi, zira şimdi biz, karşında dimdik durduğumuzu ve düşündüğümüzü söyleyebileceğimizi düşünüyoruz. Herkes senin sesini duydu ve herkes seninle bir tek kişi olarak konuşuyor; zihinlerimiz uzlaşma hâlindedir.

Kardeşim, burayı terk etmeden önce bir cevap istediğini söyledin bize. Bu, tabii ki senin hakkın, yurdundan çok uzaklardasın, seni oyalamak da istemiyoruz; ama önce biraz gerilere gidelim ve sana babalarımızın bize söylediklerini, beyaz insanlardan işittiklerimizi anlatalım.

Kardeşim, söyleyeceklerimizi dinle. Bir zamanlar bu büyük ada ecdadımızındı. Yaşadıkları yerler, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar uzanıyordu. Büyük Ruh, adayı Yerlilerin kullanımına bahşetmişti. O, mandaları, geyikleri ve diğer hayvanları yememiz için yarattı. Ayıya ve kunduza, derilerini giyinmek için kullanalım diye can verdi. Ülkenin her yerine saçtı bu hayvanları ve bize onları nasıl avlayacağımızı öğretti. O, toprağın mısır üretmesini sağladı ki biz ekmek yapabilelim. Tüm bunları o, Kızılderili çocukları için yaptı, çünkü o, çocukları seviyordu. Eğer avlanma sahaları ile ilgili ihtilafa düşmüş isek, bu ihtilaflar kan dökülmeden hallediliyordu. Ama bir vakit sonra kötü gün gelip çattı; sizin ecdadınız büyük denizleri aşıp bu adaya geldi. Sayıları azdı; burada dostlar buldular kendilerine, düşman değil; bize, kötü ruhlu insanlardan korktukları için kendi ülkelerinden kaçtıklarını ve burada dinlerini yaşamak için geldiklerini söylediler. Yaşamak için küçük bir yer istediler; onlara acıdık, isteklerini yerine getirdik ve aramıza oturmalarına izin verdik; onlara mısır ve et ikram ettik; onlarsa karşılığında zehir verdiler. Beyaz insanlar artık ülkemizi bulmuşlardı; geldikleri yerlere buralardan havadisler gitti ve daha fazlası geldi oralardan, gelip aramıza oturdular; ama biz onlardan hiç korkmadık, onlarla dost olduk; bize “kardeşim” dediler; onlara inandık ve daha fazla yer verdik. Zamanla sayıları daha da arttı; daha fazla toprak istediler; sonra da ülkemizi. Gözlerimiz açıldı sonra, zihinlerimiz huzursuzlanmaya başladı. Savaşlar patlak verdi; Yerliler Yerlilerle savaşsın diye asker yazıldılar; birçok insanımız yok edildi. Yanlarında bir de güçlü bir likör getirdiler; güçlü ve kudretli bir içkiydi, binlerce insanı katletti.

Kardeşim, burada yaşayacak yerlerimiz çok geniş, sizinkilerse küçüktü; artık büyük bir halk olmuştunuz, bizimse elimizde battaniyelerimizi serecek kadar az bir yer kalmıştı; ülkemizi elimizden aldınız ama doymadınız; şimdi de kendi dininizi bize dayatmak istiyorsunuz.

Kardeşim, kulağını ayırma benden. Sen, Büyük Ruh’a onun aklına uygun biçimde nasıl ibadet edileceğini öğretmek için gönderildiğini söylüyorsun. Diyorsun ki, “eğer beyaz insanların öğrettikleri dini benimsemezseniz, bundan sonra mutsuz olacaksınız.” Senin haklı, bizimse kaybeden olduğumuzu ifade ediyorsun; bunun doğru olduğunu nereden bilelim? Biz anlıyoruz ki senin dinin bir kitapta yazılı; eğer bu kitap senin kadar bizim için de yazılmışsa, Büyük Ruh onu neden bize göndermedi? O kitabı doğru anlamanın araçlarıyla birlikte, neden ecdadımıza bahşetmedi de size bahşetti? Biz, sadece senin o kitapla ilgili olarak bize söylediklerini biliyoruz. Biz nereden bilelim, o kitaba inandığımız vakit, her zaman olduğu gibi, beyazlar tarafından gene aldatılmayacağımızı?

Kardeşim, Büyük Ruh’a ibadet ve hizmet etmenin tek bir yolu olduğunu söylüyorsun; eğer sadece tek bir din varsa, beyaz insanlar neden bu kadar ayrışıyorlar bu konuda? Neden hepsi aynı kitabı okuyor ama gene de anlaşamıyor?

Kardeşim, biz bu meseleleri anlamıyoruz. Bize sizin dininizin sizin ecdadınıza verildiği ve babadan oğula intikal ettiği söylendi. Bizim de ecdadımıza verilmiş, babadan oğula intikal eden bir dinimiz var. Biz de bu şekilde ibadet ediyoruz. Bu din, bize gördüğümüz iyiliklerden ötürü müteşekkir olmamız, birbirimizi sevmemiz ve birlik olmamız gerektiğini öğretiyor. Biz, din konusunda asla kavga etmeyiz.

Kardeşim, Büyük Ruh yarattı hepimizi; ama o, beyaz çocuklarla Kızılderili çocuklar arasında büyük bir fark koydu; bizim ten rengimiz ve geleneklerimiz farklı; size ise sanatları verdi; bu sanatlara bizim gözlerimiz kapalı idi; bu şeylerin doğru olduğunu biliyoruz. Eğer Büyük Ruh aramıza büyük bir fark koymuşsa, biz bundan, bizim anlayışımıza göre bize farklı bir din de verdiği sonucuna neden ulaşmayalım? Büyük Ruh doğrusunu yapar, çocuklarımız için en iyisinin ne olduğunu o bilir; biz ondan razıyız.

Kardeşim, biz sizin dininizi yok etmek ya da onu sizden almak istemiyoruz, biz sadece kendi dinimizi yaşamak istiyoruz.

Kardeşim, buraya toprağımızı ya da paramızı almaya değil, zihinlerimizi aydınlatmaya geldiğini söylüyorsun. Şimdi sana şunu söyleyeceğim: ben, sizin toplantılarınıza katıldım ve toplantılarda para topladığınızı gördüm. Bu paranın ne için olduğunu size söyleyemem ama sanırım sizin papaz için toplanıyor bu para. Eğer kendi düşünce tarzına uygun hareket edeceksen, bu parayı bizden de istemen gerekecek.

Kardeşim, bize deniliyor ki, sen burada beyaz insanlara vaaz veriyormuşsun. Bu insanlar bizim komşularımız; onlardan haberdarız; biraz bekleyip vaazlarının onlar üzerindeki etkilerini göreceğiz. Eğer hayra vesile olduğunu, onları dürüst insanlar hâline getirdiğini ve Yerlileri aldatma eğiliminin azaldığını görürsek, söylediklerini bir kez daha düşüneceğiz.

Kardeşim, sözlerine yönelik cevabımızı duydun, şu an sana söyleyeceklerimiz bunlar. Şimdi ayrılıyoruz, sonra gene geleceğiz, elinden tutacağız ve Büyük Ruh’un yolculuğun esnasında seni korumasını ve geri dönüp dostlarına güven içinde kavuşmanı ümit edeceğiz.

Sago-Yo-Watha (Kırmızı Ceket)
Iroquois 1805

[Kaynak: Daniel Drake, Lives of Celebrated American Indians, (Boston, Bradbury, Soden & Co. 1843), s. 283–87.]

,

Altı Cizvit Din Adamı


Altı Cizvit Din Adamı ve Amerika’nın

Kendi Kaderini Tayin Hakkına Karşı Yürüttüğü Savaş

 

Yirmi beş yıl önce bu hafta, altı Cizvit din adamı, El Salvador’daki Orta Amerika Üniversitesi’nin (UCA) kapılarını hükümete bağlı bir ölüm mangasına açtı. ABD’nin silâhlandırıp eğittiği askerler, rahipleri arka bahçeye götürdüler. Onlara yüzükoyun yere yatmalarını emrettiler. Sonra, okulun yöneticisi ve genç kızı ile birlikte, rahipleri köpekler gibi katlettiler.

O gece öldürülen altı rahipten biri olan Peder Ignacio Ellacuría Bescoetxea, on yıl boyunca bu küçük Orta Amerika ülkesini mahveden savaşın politik bir barışla sonlandırılması için müzakere yürütülmesini yüksek sesle savunan isimlerden biriydi. 6 Kasım 1989’da Ellacuría, askerî diktatörlük eliyle gerçekleşen ve 75.000’den fazla insanın katledildiği katliamın bir parçasıydı artık.

İktidardaki cunta, ABD hükümetinden milyarlarca dolarlık askerî yardım alıyor, bu yardımı Farabundo Martí Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (FMLN) öncülük ettiği halk ayaklanmasını bastırmak için kullanıyordu.

Dokuz yıl önce San Salvador Başpiskoposu Oscar Romero, ekmek ve şarap ayinin ortasında, bir ölüm mangası tarafından, kilise mihrabında vurularak öldürülmüştü. Suikast öncesi Romero, Başkan Jimmy Carter’a bir mektup göndermiş, mektupta ondan El Salvador’daki askerî cuntaya askerî yardım göndermeye bir son vermesini rica etmişti. Romero, bu ricasını Carter’a hitaben dillendirdiği şu cümle ile gerekçelendirmekteydi: “Zira siz bir Hristiyan’sınız ve siz insan haklarını savunmak istediğinizi bir biçimde ifade etmiştiniz.”

El Salvador’da 12 yıl süren iç savaş boyunca ABD kaynaklı askerî yardımın zirveye ulaştığı momentte, bu yardım ortalama günlük 1,5 milyon doları buluyordu. Romero, El Salvador ordusunun silâhlandırılmasının ve eğitilmesinin, ülkede adaletin ve barışın teşvik edilmesinden ziyade, temel insan haklarına saygı kazandırılması için mücadele eden örgütlerin bastırılması ve adaletsizliğin derinleştirilmesine katkı sunduğu iddiasındaydı.

Romero’nun mektubu cevapsız kaldı. İki hafta sonra da Romero, mektubunda Carter’ı uyardığı aynı güçlerce katledildi.

Romero, fukara halkın zulümden kurtarılmasını teşvik eden, Katolik Kilisesi içinde gelişmiş bir hareket olan Kurtuluş Teolojisi’nin önde gelen isimlerinden biriydi. Bu dinî felsefe, yerli halkların önemli bir çoğunluğunun yüzlerce yıl sömürgecilik, kölelik ve beyaz üstünlüğü üzerinden sömürüldükleri toplumlarda ortaya çıkan sosyal adalet mücadelesinin bir tezahürüydü. Söz konusu halklar, kendi kaderlerini tayin hakkına kavuşmak suretiyle, eğitim ve sağlık gibi temel insanî ihtiyaçlarını elde etmeye çalışıyorlardı.

Kendi kaderini tayin hakkı, insan haklarının temel dayanaklarından biridir. Birleşmiş Milletler Sömürge Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Verilmesine İlişkin Deklarasyon’da ifade edildiği biçimiyle, “Tüm halklar, politik statülerini özgürce belirleme ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimlerini gerçekleştirme noktasında kendi kaderlerini tayin etme haklarına sahiptirler.”

Orta Amerika Üniversitesi’ndeki din adamlarının ve Başpiskopos Romero’nun katledilmesi, onlarca yıl boyunca ABD’nin Kurtuluş Teolojisi’ni ve Latin Amerika genelinde mevcut olan diğer politik faillik biçimlerini yok etmeye dönük askerî kampanyasının bir parçasıydı. Söz konusu savaş, El Salvador, Guatemala, Honduras, Şili, Brezilya, Uruguay ve diğer ülkelerdeki bağımlı rejimler eliyle gerçekleşen terör ve şiddet üzerinden yürütüldü. Yüz binlerce köylü, din adamı, işçi lideri, öğrenci, akademisyen ve insan hakları eylemcisi, bu süreçte hedef alınıp imha edildi, zira bu insanlar, halkın yönetim ve ekonomi süreçlerine özgürce katılmaları gerektiği inancını paylaşıyorlardı.

Latin Amerika’daki halk hareketlerine karşı yürütülen mücadelenin eğitim merkezi Amerikalar Okulu’ydu (SOAS). İlk başta, altı Cizvit rahibini katleden katillerin eğitildiği Panama’da bulunan okul, sonrasında ABD’nin Georgia eyaletindeki Fort Benning’e taşındı. “Suikastçılar Okulu”na, ilerleyen yıllarda Batı Yarımküre Güvenlik İşbirliği Enstitüsü ismi verildi. Okul hâlâ açık.

SOAS, “silâhlı komünist ayaklanmaları engellemek için Latin Amerika’daki uluslara gerekli eğitimi vermek” amacıyla geliştirilmiş bir projeydi. Ordu, web sitesinde, “Kurtuluş Teolojisi’nin ABD Ordusu’nun yardımıyla mağlup edildiğini” gururla beyan etti.

SOA El Kitapları’nda derlenen eğitimler üzerinden Latin Amerikalı kursiyerlere “işkence, gasp, şantaj ve sivil halkın hedef alınması” ile ilgili bilgiler verildi. Bu kursiyerlerin önemli bir bölümü, sonrasında ölüm mangalarının, düzensiz paramiliter güçlerin üyeleri ve askerî diktatörlüklerin liderleri oldular.

SOA Gözlem’in tespitine göre, “1987-1991 arasında El Salvador, Guatemala, Ekvador ve Peru gibi ülkeler ile Amerikalar Okulu’nda bu el kitaplardan binlerce dağıtıldı.”

Geleneksel planda Latin Amerika’daki ordular, yabancı ülkelerin saldırılarına karşı ülkeyi savunma amacıyla kullanılıyordu. Ama Kennedy yönetiminde ABD hükümeti, devletleri, “komünistler” ve “yıkıcılar”dan gelen iç tehditleri (yani politik muhalefeti) ezmeye yönelmeye teşvik etti.

1954’te demokratik yollardan seçilen Cumhurbaşkanı Jacobo Arbenz’e karşı CIA destekli darbe yapılması ardından Guatemala askerî idare altına girdi ve ABD’den milyarlarca dolarlık askerî yardım aldı. 1982’de Başkan Ronald Reagan, Guatemalalı diktatör Efraín Ríos Montt için şunları söylüyordu: “O, kişisel açıdan muazzam ölçüde dürüst bir adam […] köylü gerilla (çoğunluğu yerli) gruplarına karşı yürüttüğü savaşta cezalandırma yöntemlerinden kaçınmayan, kendisini tümüyle demokrasiye adamış bir isim.” Onlarca yıl sonra Ríos Montt, iktidarda olduğu dönem boyunca 1.771 insanın öldürülmesi emrini verdiği için soykırım yapma suçuyla yargılandı.

Kendi tanıklıklarına yer verdiği Ben Rigoberta Menchú: Guatemala’da Yerli Bir Kadınım isimli kitabında yazar, ağabeyinin kaçırılması sonrası, askerlerin bir kıza ve askerlerin peşinden gelen annesine şunları söylediğini aktarıyor: “Size de aynısını yapmamızı mı istiyorsunuz, hemen şuracıkta size tecavüz etmemizi mi istiyorsunuz?” Asker, sonra kadına “gitmezseniz, kaçırılan genç gibi işkenceye maruz kalacaksınız” diyor ve o gencin bir komünist, yıkıcı olduğunu, tüm yıkıcıların cezalandırılmayı ve ölmeyi hak ettiğini söylüyor.[1]

Menchú’nun ağabeyi, sonra, Menchú’nun gözleri önünde, köyün meydanında tüm ailesi ve köyün geri kalanı ile birlikte diri diri yakılıyor. Ateşe atılmazdan önce tutsaklar, kemikleri kırılana dek dövülüyorlar, tırnakları çekiliyor, ayak tabanları kesiliyor. Menchú, ardından bir yüzbaşının köye neden işkence gördüğünü ve katliama uğradığını açıklıyor: “Böylece buradaki herkes, aldıkları ceza ile bir daha komünizme ve teröre bulaşmamaları gerektiğini anlamıştır, biz işte böyle cezalandırırız bulaşanları.”[2]

Nikaragua’da CIA, halkın seçtiği Sandinist devrimci hükümete karşı mücadele etmek için kontrgerilla örgütledi. Bu örgüt için insan topladı, eğitti ve silâhlandırdı. Kontralar, “yumuşak hedefler”e saldırma konusunda Amerikalı danışmanlardan eğitim aldılar.

1984’te Nikaragua, ABD hükümeti aleyhine Milletlerarası Mahkeme’de dava açtı. ABD, insan hakları ihlallerini teşvik etmekten, başka bir ülkenin egemenliğine müdahale etmekten ve limanlarını havaya uçurmaktan suçlu bulundu. Sonrasında ABD, Uluslararası Adalet Mahkemesi’nin kararına karşı çıktı ve kararın uygulanmasına dönük BM kararını veto etti.

Asya’da Vietnam, Kamboçya ve Laos’tan Afrika’da Angola, Mozambik, Zaire ve Gine Bissau’ya, Ortadoğu’da ise İran’a kadar birçok ülkede ABD güçleri veya ABD’den dolaylı yardım alan ve onun vekâletiyle hareket eden güçler milyonlarca insanı katletti. Tüm dünya genelinde, halk hareketlerinin ABD’nin politik ve ekonomik hedeflerine uymayan bir yoldan kendi kaderlerini tayin etmeye çalıştığı her yerde, bu hareketler acımasız bir şiddet ve terörle yüzleştiler.

Killing Hope [“Umudu Öldürmek”] isimli kitabında William Blum’ın izah ettiği biçimiyle, ABD’li politika yapıcılarının söküp atmaya çalıştıkları bir tek komünizm değil. Onlar, ayrıca Amerikan nüfuzuna ve hâkimiyetine uymayan her türden politik örgüt biçiminin kökünü kazımak istiyorlar.

“Tüm yaşanan, bir dalavereden başka bir şey değildi. Washington’ın küresel saldırılarının hedefi, Sovyetler Birliği ve komünizm değildi. Ortada hiçbir zaman bir uluslararası komünist fesadı diye bir şey söz konusu olmamıştı. Düşman, bugün olduğu gibi, Amerikan İmparatorluğu’nun genişlemesine mani olan her türden hükümet, hareket, hatta bireydi. ABD’nin bunlara düşman komünist, haydut devlet, uyuşturucu satıcısı ya da terörist demesinin bir önemi yoktu.”[3]

Bu bağlam dâhilinde Amerika’nın Kurtuluş Teolojisi’ne, Marksizme, milliyetçiliğe ve kendi kaderini tayin hakkına dair diğer ifade biçimlerine yönelik mücadelesini bir tür soykırım olarak değerlendirebilir miyiz? Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Konvansiyonu terimi, “ulusal, etnik, ırksal ya da dinî bir grubun tümden ya da kısmen yok etme niyetiyle yapılan eylemler” olarak tarif ediyor.

Belirli bir ideolojiyi paylaşan gruplar bu tanıma girmiyorlar. İyi ama bu tanım, politik inançlarından ötürü, milyonlarca insanın işkence görmesi, sakat bırakılması ve katledilmesi suçunu kapsamıyor mu? Eğer bu bir soykırım değilse, o vakit, kendi kaderini tayin hakkının ifasına mani olmak için şiddet uygulama suçuna yeni bir isim bulmak gerekli.

ABD kamuoyunun Berlin Duvarı’nın yıkılışını anımsadığı ve Gaziler Günü’nü kutladığı bir haftada altı Cizvit rahibinin katlini kimse anımsamayacak. Ama biz, bu rahipleri, sadece El Salvador’daki iç çatışmanın birer kurbanı değil, modern zamanlarda işlenen her türden uluslararası suç kadar ciddiyet arz eden büyük bir şiddet ve zulüm kampanyasının kurbanları olarak kabul etmek suretiyle onurlandırabiliriz.

Matt Peppe
14 Kasım 2014
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Menchú, R. (2010). I, Rigoberta Menchu: An Indian Woman in Guatemala. Verso.

[2] A.g.e.

[3] Blum, W. (2008). Killing Hope: U.S. Military and C.I.A. Interventions Since World War II –güncellenmiş hâli. Common Courage Press.

,

Ekofaşizm


Bugün en şefkatli ve müşfik insanlar için ekolojik kriz, en önemli endişe kaynağıdır. Sadece birçok ekoloji eylemcisi, zehirli atıkları imha etmek, tropikal yağmur ormanlarıyla balta girmemiş kızılçam ormanlarını korumak ve biyosferdeki yıkımı geriye çevirmek için mücadele etmekle kalmıyor, ayrıca bir yığın sıradan insan da yaşarken çocuklarının ileride büyüyecekleri gezegenin doğasını epey dert ediniyor.

ABD’de olduğu gibi Avrupa’da da birçok ekoloji eylemcisi, kendilerinin toplumsal açıdan ilerici olduklarını düşünüyor. Yani bu insanlar, mazlum halkların toplumsal adalet taleplerini destekliyorlar ve sefalet, hastalık, savaş ve kıtlık koşullarında yaşayan insanların ihtiyaçlarına da dikkat gösterilmesi gerektiğine inanıyorlar.

Bu tip insanlar için ekoloji siyasetinin tarihinin her daim doğası gereği, zorunlu olarak ilerici ve iyi kalpli olmadığını öğrenmek bir sürpriz olacaktır. Esasında ekolojik fikirlerin tarihi bozulmuştur ve alabildiğine geriletici sonuçlara yol açan, faşizme bile hizmet eden bir tarihtir. Alman “ekolojizm”indeki, kökleri on dokuzuncu yüzyıl doğa mistisizmine uzanan önemli eğilimler, yirminci yüzyılda Nazizmin doğuşuna katkı sunmuştur.

Nazi Almanya’sında Nazi “ekolojistler” de organik çiftçilik, vejetaryenlik, doğa ibadeti gibi konu başlıklarında faaliyet yürüten insanlardır. Bu insanlar, söz konusu kilit unsurları sadece ideolojilerine değil, hükümet politikalarıyla da ilişkilendirmişlerdir. Dahası, Nazilerin “ekolojik” ideolojisi, Avrupa Yahudiliğinin yıkımını meşrulaştırmak için de kullanılmıştır. Ama bu temaların bir kısmı, bugün ekoloji konusunda endişeli insanların başvurdukları temalara rahatsız edici ölçüde benzerlik arz etmektedir.

Sosyal ekolojistlerde görüldüğü üzere, bizim niyetimiz, çevrecilerin ve ekolojistlerin biyosferi yıkımdan kurtarmak için ortaya koydukları tüm önemli gayretlere itiraz etmek değil. Tam aksine: temel endişemiz, ciddi ekoloji hareketlerinin kötü ve gerici eğilimlerle bütünleşmesi. Bu eğilimler, geriletici gündemleri için ekolojik sorunlarla ilgili halk arasındaki yaygın endişeyi istismar etmeye çalışıyorlar. Ancak biz, günümüzde mistisizmin ve antihümanizmin giderek ağırlık kazandığı “ekoloji sahnesi”nin, ekoloji hareketinin içine girdiği hareket yönüyle ilgili ciddi sorunlara yol açtığı kanaatindeyiz.

Yirminci yüzyılın sonlarında birçok batılı ulusta ırkçılığa dair ifadeler ve göçmen karşıtı hisler, sadece giderek daha fazla duyulmakla kalmamakta, artık bu hisler, daha fazla hoşgörüyle karşılanmaktadır. Aynı ölçüde kaygı veren diğer bir husus da faşist ideologların ve politik grupların ciddi bir canlanma yaşıyor olmasıdır. İdeolojilerini güncelleyip ekolojiyle ilgili yeni bir dil konuşan bu hareketler, bir kez daha sosyal gerilemeye hizmet etmek için ekolojik temalara başvurmaktadırlar. Bazen ilerici ekolojistlerin ortalama inançlarına benzer şekilde, bu gerici ve sağcı ekolojistler, Dünya’nın insanlar karşısında üstün olduğuna vurgu yapmaktadırlar; akıl pahasına sezgi ve “duygular”a seslenmektedirler; kaba sosyobiyolojist olan bu kesimler, Maltusçu biyolojizmi bile desteklemektedirler. “Yeni Çağ”a özgü eko-ideoloji ilkeleri, İngiltere ve ABD’de birçok insana tehlikesiz gelmektedir; özellikle mistik ve akıl karşıtı akımlar, Almanya’da ekofaşizmde iç içe geçmektedir.

Sahip olduğu tekilliklere karşın Alman deneyimi, bir zamanlar köhnemiş ve değersiz kabul edilen ideolojilere ve hareketlere daha fazla hoşgörü gösterildiği bir dünyada, ekolojinin yanlış kullanımına karşı açık bir uyarı sunmaktadır. Politik ekoloji düşünürleri, hem Almanya’da hem de İngilizce konuşan dünyada söz konusu fikirlerin politik anlam ve sonuçlarını tam anlamıyla incelemek zorundadırlar.

Ekoloji siyasetini, ekolojik bir küfe sahip gericilik veya faşizm üretmekten alıkoyacak olan, ekolojik krizi toplumsal bağlama yerleştiren ve geniş bir toplum vurgusunu muhafaza eden bir ekoloji hareketi oluşturmaktır. Sosyal ekolojistler olarak biz, ekolojik krizin köklerini ne insanların biyolojik fıtratında ne de özel bir dinde, akılda, bilimde veya teknolojide buluyoruz. Aksine biz aklın, bilimin ve teknolojinin ilerici bir ekolojik hareket ve ekolojik bir toplum yaratma konusunda sahip olduğu öneme vurgu yapıyoruz.

Biyosferi bugün imha eden, belirli bir toplumsal ilişkiler kümesi, her şeyin ötesinde, rekabetçi piyasa ekonomisidir. En iyi hâliyle, mistisizm ve biyolojizm, bu türden toplumsal meselelerden halkın dikkatini uzaklaştırmaktadır. Bizim ekolojik siyasetin tüm ileri ve özgürleştirici anlamlarını muhafaza etmemiz gerekmektedir. Ekoloji konusunda ortaya konulacak bir vaadin bugün, ekoloji hareketi, günümüzde giderek güçlenen mistik ve antihümanistik eğilimler içinde yutulmasın diye, geçmişin hatalarını tekrarlamaktan kaçınması zorunludur.

Janet Biehl
Peter Staudenmaier
22 Aralık 2010
Kaynak

10 Kasım 2014

, ,

Kadınların Mücadelesi Devrimi Derinleştiriyor


2 Ekim 1983’te Politik İntibak Konuşması’nda Millî Devrim Konseyi, kadınların kurtuluşu mücadelesinin ana eksenini açık biçimde ortaya koydu. Konsey, milletin, özellikle kadınların tüm aktif güçlerini seferber etmeyi, örgütlemeyi ve birleştirmeyi taahhüt etti.

“Kadınların gerçek kurtuluşu, kadınlara üretim faaliyetine ve halkın yüzleştiği farklı mücadelelere katılma sorumluluğunu yüklemektedir. Kadınların gerçek kurtuluşu, erkekleri kadınlara saygı göstermeye ve önem vermeye zorlamaktadır.”

Militan yoldaşlar, burada açık biçimde ifade edilen şudur: kadınların özgürleştirilmesi mücadelesi, her şeyden önce demokratik halk devrimimizi derinleştirme mücadelesidir. Bu devrim, size bugünden itibaren toplumu adalet ve eşitlik üzerine inşa etme faaliyetine girme ve bu hususta söz söyleme hakkını bahşetmektedir. Söz konusu toplumda erkek ve kadınlar aynı hak ve sorumluluklara sahiptirler. Demokratik halk devrimi, böylesi bir mücadele için gerekli koşulları yaratmıştır. Bugün artık büyük bir sorumluluk bilinciyle, bizim gibi geri kalmış toplumlardaki kadınları köleleştiren tüm zincirleri kırma sorumluluğu sizin sırtınızdadır. Tüm insanlığın ve Afrika’nın hizmetine girerek, yeni bir toplumun inşa edilmesi için verilen politik mücadeledeki sorumluluklarınızı paylaşmanız gerekmektedir.

Demokratik halk devriminin gerçekleştiği o ilk saatlerde şunu söylemiştik: “Özgürlük gibi kurtuluş da verilmez, alınır. Taleplerini sunmak ve onları kazanmak için harekete geçmek kadınların sorumluluğundadır.” Bu sayede devrimimiz, sadece kadınların kurtuluşu mücadelesinde ulaşılması gereken hedefi ortaya koymakla kalmamış, aynı zamanda bu savaşın esas kahramanlarının takip etmesi gereken yola, kullanması icap eden yönteme işaret etmiştir.

Kadınların kurtuluşu ile ilgili olarak demokratik halk devrimi neleri başarmıştır? Devrimin güçlü ve zayıf noktaları nelerdir?

Kadınların kurtuluş mücadelesinde devrimimizin elde ettiği ana kazanımlardan biri, şüphesiz ki, Burkina Kadın Birliği’nin [UFB] kurulmasıdır. Bu örgütün kurulması önemli bir kazanımdır zira o ülkemizin kadınlarına başarılı bir mücadele yürütmeleri için gerekli olan çerçeveyi ve sağlam araçları vermiştir. UFB’nin kurulması büyük bir zaferdir çünkü o tüm kadın militanların Millî Devrim Konseyi liderliğinde, özgürlük mücadelesi dâhilinde, iyi tanımlanmış, doğru araçlarla harekete geçmesini mümkün kılmıştır.

UFB, değişim için çalışmaya ve kazanmak için savaşmaya kararlı, tekrar tekrar geri düşse bile her seferinde ayakları üzerinde durmayı bilen, geri çekilmek nedir bilmeksizin her daim ileri giden militan ve vakarlı kadınların örgütüdür. Bu yeni bilinç, Burkina kadınları arasında kök salmaktadır, bu, bizim gurur duymamız gereken bir gelişmedir. Militan yoldaşlar, Burkina Kadın Birliği sizin savaş örgütünüzdür. Bu mızrağı sivriltmek, keskinleştirmek, kesiği en derine atmak ve daha fazla zafere ulaşmak size kalmıştır.

Hükümetin üç yıldan daha az bir süre içinde kadın kurtuluşu ile ilgili olarak başlattığı girişimler yeterli değildir. Ama bu girişimler, kimi adımların atılmasını mümkün kılmış, ülkemizin bugün kadınların özgürleştirilmesi mücadelesinde bir öncü olarak takdim edilebilmesini sağlamıştır. Kadınlarımız, karar alma ve halk iktidarının gerçek manada uygulanma süreçlerine daha fazla katılmaktadır. Burkinalı kadınlar, ülkenin inşa edildiği her yerdedirler. Onlar, vadi sulama projesi [Sourou], aşılama ekipleri, “temiz şehir” faaliyetleri, demiryolu inşa çalışmaları gibi birçok projenin parçasıdırlar.

Burkinalı kadınlar yavaş yavaş doğrulmakta, kendilerini ortaya koymakta, erkeklere ait gerici anlayışları, erkekçi, şovenist tutumları paramparça etmektedirler. Bu süreç, Burkina’daki tüm toplumsal ve meslekî örgü dâhilinde devam edecektir. Üç buçuk yıldır devrimimiz fahişelik ve onunla bağlantılı, serserilik, genç kızların suç işlemesi, zoraki evlilikler, sünnet ve özellikle kadınların yüzleştiği zor yaşam koşulları gibi, kadınları aşağılayan tüm pratikleri ortadan kaldırmak için çalışmalar yürütmüştür.

Ülkenin her yerinde insanlarımızın yüzleştiği su sorununu çözmeye dönük çalışmalara yürütmek, köylere atölyeler kurmak, gelişmiş fırınları popüler hale getirmek, günlük halk bakım merkezleri kurmak, düzenli aşılama yapmak ve sağlıklı, bol ve çeşitli yemek yemeği teşvik etmek suretiyle devrim, şüphesiz ki Burkinalı kadının hayat kalitesini geliştirme süresine büyük bir katkı yapmıştır. Kadınlar, buna karşılık, emperyalizme karşı mücadele sloganlarının uygulanması sürecine daha fazla dâhil olmalıdırlar. Onlar, Burkina Faso’ya ait ürünleri üretip tüketme konusunda kararlı olmalı, yerelde üretilen malların üreticileri ve tüketicileri olarak, ekonomideki önemli bir oyuncu olduklarını ortaya koymalıdırlar.

Hiç şüphe yok ki Ağustos Devrimi kadınların kurtuluşu için çok şey yapmıştır, ama bu yapılanlar hâlâ yeterli olmaktan çok uzaktır. Daha yapacak çok iş vardır.

Thomas Sankara
8 Mart 1987

[Kaynak: Women’s Liberation and the African Freedom Struggle, Beşinci Baskı, 2005, Pathfinder, s. 27-30.]

09 Kasım 2014

,

Müşterek Ses



Yeni’den kim dem vuruyorsa, o, eskinin en pespaye hâline bağlanmış demektir. Komünizmi zihin dünyasında, eskinin kirinden-pasından arınmış bir cennet hâli olarak, bugünde yaşayanların bugüne vurmak için titreyen bir yürekleri ve sıkılı yumrukları yoktur.

“Bu ülkede mesele, devlettir. Bu devlet de Sünni ve Türk’tür. O zaman düz mantıkla Sünni ve Türk denilen bu payandalarını yıkarsak, devlet çöker” diyen bir zihniyet, maddeden de diyalektikten de bihaberdir. Söz konusu yaklaşım, Sünni’ye ve Türk’e düşman olduğu ölçüde madde ve diyalektiğe de düşman olmaktadır. Bu düşmanlığın solculuk olarak yutturulması, siyaset yapmak zannedilmektedir. Sünni’siz ve Türk’süz bir siyaset, Paris’ten, Londra’dan, Washington’dan bu tarafa doğru imal edilen bir siyasettir.

Oysa “Sünni ne kadar Sünni’dir, Türk ne kadar Türk’tür, Devlet ne kadar onlarındır, sınıfsal politik olanla hiç mi ilişkisi yoktur bu devletin” gibi sorular, hiç sorulmamaktadır.

Esasında devlet, Sünni ve Türk’e rağmen, onlara karşı olarak kurulmuştur. Diyanet, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu tarihi, bunun delilidir. Devlet, kendisine düşman olma potansiyeli taşıyan tüm dinamikleri, ya uzak diyarlara sürmekte ya da yerin dibine gömmektedir. Solun genel siyaset denilen iş pratiğinde üstlendiği görev, bu sürece katkı koymaktan ibarettir.

Devrimin, yukarıdan aşağıya ya da aşağıdan yukarıya uzanan bir sürece bağlanmış bir tür yönetim meselesi olduğu düşünülüyor. Bu anlamda, devlet olduklarını zannedenlere karşı, devlet olmak isteyenlerin hasedi örgütleniyor. Her sol pratikte örgütlenen, devlet ve burjuvazidir. Devletle burjuvazi arasındaki gerilimli ilişkinin okumasını sol üzerinden yapmak mümkündür.

Silâhlı mücadele geleneğinin neredeyse tamamı, ulusal kurtuluş mücadeleleri ve bağımsızlık kavgalarıyla alakalıdır. Doğası gereği, ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesinde örtük bir devlet mevcuttur. Eskiyi çöpe atanlar, ilkin bu örtük devleti atıyorlar, ulusal kurtuluş mücadelelerini ve bağımsızlık kavgasını talileştiriyorlar ya da içini boşaltıyorlar.

Diğer bir yöntem de sömürgecilik ve emperyalizm tahlillerine dayanan kolektif mücadeleyi bireyin üzerine kurmak, eski metinlerde “ülke, vatan” geçen yerlere “beden”i koymaktır. Böyle yapınca, politikanın zamanı, bedenin mutlak verili olduğu ân/şimdi oluyor, mekân ise adımını bastığı yer olarak belirleniyor. Yeni olarak sunulan, budur. Dolayısıyla, ölçüt bu bireyden çekilince, her şey bir ânda politikleşiyor, bir ânda gündemden düşüyor. Birey, başka yer ve zamandadır, dolayısıyla politika da başka bir bağlama kavuşmuş olmalıdır. Politikanın birey ölçütüne göre kurgulanması, liberalizmdir.

“Gel, devrime dokun” demek, “gel bana dokun” demektir. Bu da, bireyin kendi cismanî varlığını bizatihi devrim zannediyor olduğunu gösterir. Oysa devrim başka bir yerlerde işliyor, işleniyor olmalıdır. Eğer böyle değilse, yoktur.

“Bu devlet olmamış, ben olursam daha iyi olur” demek, devrimci çözüm değildir. Bu yaklaşım, devrimin doğal, nesnel, kolektif dönüştürücülüğünden kaçışın ürünüdür.

“Şimdi bizler, kelimenin dar anlamıyla, ayaklanmanın ‘gün”ü ya da ‘ân’ı ile ilgilenmiyoruz. O ‘gün’ veya ‘ân’, sadece işçiler ve askerlerle, yani kitlelerle temas içerisinde olanların müşterek sesi tarafından kararlaştırılacaktır.”[1]

Lenin, bu sözü devrimden yaklaşık iki ay önce söylüyor. Bugünse, kendi gününü ve ânını devrim günü ve ânı zanneden, “komünist” fikriyatın cennetini muhafaza etmeyi politika olarak yaşayan “Leninistler” vardır. Dolayısıyla bu “Leninistler”in, kitlelerin ve kitlelerle temas içerisinde olanların “müşterek sesi” ile bir ilgileri yoktur. Yani bugünün “Leninistler”i, Lenin’in devrimden iki ay önce ilgilenmediği ile ilgilenmiyorlar, asıl ilgilendiğine ise hiç bakmıyorlar. Onlar, kendi bürolarında, dergilerinde ortak çıktığını düşündükleri sese daha çok kulak veriyorlar. Gerçekse her tokadında, o sesin “müşterek ses”le hiçbir alakasının olmadığını gösteriyor.

Dinden ve milletten arındırılmış cennetin mikro halleri, dinin ve milletin inim inim inlediği gerçeğe karşı sağırlaşıyorlar. En fazla, egemenler gibi, “sıkıntı yaşamanın sebebi, o dinin ve milletin, benim gibi o dinden ve milletten kurtulursan dertlerin de biter” diyor. Dinsiz ve milletsiz bir zihin cennetinden üretilen politika, din ve millet içi maddî-diyalektik mücadeleye körleşiyor. Dolayısıyla, devletten kaçan, ya burjuvaziye ya da Kürd’ün “örtük devlet”ine sığınıyor. Bugün o “örtük devlet”in açık aydınları, İsrail-Amerika hattına girmeyi savunuyorlar, “Biji Obama, saldır İsrail!” diye bağırıyorlar. Oysa bu toprakların kadim bir direnci mevcuttur ve o direnç, illaki müşterektir.

İşçicilik denilen idealizme saplanıp, her şeyi işçici kurgusuna karşı kurgulanmış bir komplo olarak okumak da mümkündür. Yani bir işçici, dinî ve millî unsurların öne çıkışını, kendisine karşı yapılmış bir hamle olarak okumaktadır. O, gerçeğin merkezindeki işçi denilen özü çıkartmak için, din ve millete yönelik saldırıya katılır. Ama ilk karşı saldırıda hemen mevcut devletin dinine ve milletine biat eder. Kürd’ü o devletin Türk’ünden; dini o devletin dininden okur. İşçici, bir anda Diyanet gibi düşünmeye başlar, kafası bir anda Ertürk Yöntem gibi çalışır. Çünkü “işçi” denilen idealist kurgu da bu devlete ait ve dairdir.

“İşçi” kavramını “ezilen” ile ikame edenler, “yeni olan biziz” diyerek, bu boncuktan kuş yapıp uçurmak isteyebilirler. İşlem, mantık, kurgu, dil ve tarz aynıdır oysa. O “ezilen” de kavgada değil, kavga dışında, bir cennet diyarında imal edilmiştir. Gerçek ezilenle hiçbir teması ve bağı yoktur.

Bu devleti kuranlar, küçük burjuvalardır. Günümüz küçük burjuvaları, ona düşman olurken, “ben daha iyisini kurarım” demekten başka bir şey söylemezler. “Yıkacağız” diyenlerse, geçmişte o küçük burjuvaların kimin ölüleri üzerine bu devleti kurduklarına asla bakmazlar, oraya kesinlikle bağlanmazlar. Baktıklarında, illaki kendilerine karşı olan dinamikleri görecekler.

Mevcudun eskidiğini, kendisinin yeni olduğunu söyleyen, eskinin yenisine bağlanır. Bugün din ve millet ya da Kürd meselesi üzerinden kalem oynatanların yeni diye sundukları argümanlar, eskiden yeni diye sunulmuş argümanlardır.

Örneğin bir örgüt, silâhlı mücadele konusunda herkesin eski kafalı olduğunu, kendisinin yenilik getirdiğini, başkalarının eskinin belirli argümanlarını satıp durduklarını iddia eder, ama kendisi de açıktan, Paris Komünü’ndeki milisleri önermekten başka bir şey yapmaz.

Örneğin bir örgüt, proletarya diktatörlüğü ile ilgili argümanların eskidiğini, demokratik cumhuriyetin insanlığın evriminde son nokta olduğunu söyler, ama bir yandan da Marksizm öncesi, kendine kapalı, özel insanların özel komünlerini allayıp pullamayı iş zanneder.

Örneğin bir örgüt, sürekli “20. yüzyıl sosyalizmi bitti, ben 21. yüzyıl sosyalizmiyim” der, ama on dokuzuncu yüzyıl solculuğunu ısıtıp sunmaktan başka bir şey yapmaz. “Maddî güç maddî güçle değiştirilir, eleştiri silâhları silâhların eleştirisinin yerini alamaz” türünden argümanlar kenara itilir, Marx’ın Alman İdeolojisi’nde bahsettiği şövalye gibi, saçlarından tutup çektiğinde bataklıktan çıkabileceğini zanneden acayip iradeli militanlar kaplar ortalığı.

Lenin’in devrimden iki ay önce “müşterek ses”ten söz etmesi, basit bir retorik ya da belâgat meselesi değildir. Büyük olasılıkla Lenin, komünist mücadeleye iştirak ettiği ilk günden beri, bu “müşterek ses”e bakmış, onu dinlemiştir. Yazdıkları ve yaptıkları, özel insanların sadece kendilerinin duydukları sesleri kolektifleştirmek, burjuva ve devlete dair olanı o müşterek ses ölçüsünde tasfiye etmek üzerine kuruludur. “Devrimin ânını ben tayin edeceğim, benim dediğim olacak, çünkü ben devrimciyim” diyenlerin bu Lenin’e uzak oldukları açıktır. Çünkü onlar, ya içinde bulundukları ânı ya da solcu olup kurtuldukları ânı mutlaklaştırıp, onu tüm zamana dayatmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Dolayısıyla pratik ihtiyaçlar, öznel ve bireysel olana göre belirlenmekte, müşterek sesin tayin ediciliği geçersizleşmektedir. Solculuk, bireylerin biricikliğini örgütleyen, o biricikliğin özel fantezileri ile yol almaya çalışan ideolojik bir reflekstir.

Kürd hareketi dâhil, tüm kurtuluş mücadeleleri, zorunlu olarak, belirli bir metafizik boyut taşıyan, imana yaslanan, Cornel West’in ifadesiyle, “bastığı yerde ne olduğunu bilmeden aşkla yürüyen”[2] kitlelerin müşterek sesidir her zaman. Bu açıdan, dinî ve millî olanın müşterek olmaya dair nitelikleri, kavgaya doğalında örgütlenmektedir. Kurtuluş mücadelelerinin önderlerinin “despot, totaliter, faşist, otokrat vs.” olarak kodlanmaları, bu müşterek olana her daim düşman olan küçük burjuvalıkla ilgili bir durumdur. Önderlerinin temsil ettikleri, mecazî olarak imada bulundukları, yansıttıkları şey, müşterek sestir. Bu anlamda, ulusal kurtuluş mücadelesi ile işçi sınıfını birleştirmekten önce, hareketin proleterleşmesi, o müşterek sese, müşterek işe örgütlenmek gerekir. Bunun için can sıkıntısından geberen, ot içecek mekân arayan Avrupalı gençlerin boş binaları işgal etmesini müştereklik olarak sunmanın bir anlamı yoktur.

Özel olanın kendisini merkeze koyduğu gerçekliğin müşterek ses üretmesi mümkün değildir. Mazlumların-sömürülenlerin müşterek sesinin yankılandığı sokaklara örgütlenmek, oralarda mevzilenmek şarttır. Özel insanların yönetme fantezilerine kurban gitmiş Paris Komünü’nün dersleri üzerine yükselen Ekim Devrimi’ni, aslolarak, bu müştereklikten ve yerin altından çağlayıp gelen gür sesten dinlemek ve öğrenmek zaruridir.

Eren Balkır
9 Kasım 2014

Dipnotlar:
[1] V. I. Lenin, “Bolşevikler İktidarı Almalı”, 12-14 Eylül 1917, İştirakî.

[2] Cornel West’ten aktaran: Ron Jacobs, “Devrimci Kurtuluş ve Din”, 5 Kasım 2014, İştirakî.

Devrimci Kurtuluş ve Din

Din ve sol devrim, aşılması mümkün olmayan bir spektrumun iki zıt kutbu gibi görünüyor. Her şeyden önce günümüz medyası bize, dinin kadınların hayatına dönük hoşgörüsüz tutumunu, onun ya emperyalist savaşları meşrulaştıran bir güç ya da cihat adı altında katliam yapan bir cani olduğunu sürekli hatırlatıp duruyor.

Esasında tarihe dönüp bakarsak, dinin çoğunlukla özgürleşme gayretlerini ve sosyal adaleti savunduğu görülür. Muntzer’in devrimci yazıları ve müritlerinin Ortaçağ Avrupa’sında yaşanan radikal reformasyon süreci boyunca ortaya koydukları eylemlerden Gustav Gutierrez’e ve onun Katolik Kurtuluş Teolojisi’ne kadar uzanan bir süreç boyunca din devrimci kimi imkânları barındırdığını kanıtlamıştır. ABD’de, on dokuzuncu yüzyılda köleliğin kaldırılması için edilen sözleri ve yapılan eylemleri, Martin Luther King Jr.’ın söz ve eylemlerini, ayrıca bir yüzyıl sonra diğer insan hakları emekçilerini de bu sürece dâhil etmek mümkündür.

Hristiyanlık gibi İslam da tarihi boyunca hem gerici hem de devrimci bir güç olarak iş görmüştür. Bu geleneğin içinde, ekonomik adalet ve sosyal devrim gibi idealleri destekleyen kimi unsurlar bulmak mümkündür. Ayrıca onda zengin ve muktedir olana hizmet eden unsurlar da bulunabilir. Aynı tespit, insanlığın bildiği tüm dinler için geçerlidir. Kısa ve öz bir ifadeyle, peygamberlerin sözleri yoruma tabidir. Esasında tam da bu özelliğidir, o bitmek bilmeyen tartışmalara ve kanlı savaşlara yol açan.

Din, devrimci bir rol oynayabilir. Hz. İsa, kendi döneminde iktidardaki elitlerin fakihleri ve farisîleri, yani o güçlü dinî liderleri yanlarına aldığını anlamıştır. Genç yaşta O’nun Kudüs’teki Tapınak’ta masaları devirmesi ve tefecileri kapı dışarı etmesi konusunda kendisine ilham veren de işte bu anlayıştır. Zenginlere ve muktedirlere karşı peygamberlerin yaptıkları açıklamaların radikal niteliği üzerinden dinin devrimci bir gücü olduğu düşünülse de tarihsel süreçte her şey hâl yoluna girdiğinde, dinî güçler genelde iktidarın safına girmektedirler.

Karl Marx, “din, mevcut ruhsuz durumun ruhu olduğu gibi, aynı zamanda mazlum insanın iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbidir.” der. Bu sözü aklımızın bir köşesinde tutalım. Yukarıda bahsettiğimiz, dinin potansiyel devrimci niteliğine dair delillere de bakalım ve dinin birçok insanın hayatında baskın unsur oluşunu da dikkate alalım. Pratikte görülüyor ki din dışı insanlar, dinin neden bu güce sahip olduğunu anlıyorlar ki bu, önemli bir husus. Aynı ölçüde önemli bir diğer husus da bir tür toplumsal değişim için gayret eden insanların dindar insanlarla nasıl çalışmaları gerektiği üzerine kafa yoruyor olmaları. ABD’de hayata sağdan bakanlardaki genel eğilim, inanç sahibi insanları ekonomik ve politik çıkarlarının aleyhine olacak şekilde oy kullanmaya sevk etmek ve bunu da onları cinsellikle ilgili meselelere dair korkularla maniple etmek yönünde. Bu manipülasyon, elbette özü itibarıyla gülünç bir çaba ve temelde gayet seçkinci. Eğer biz solcular, kendi dinlerine ait sosyal adalet öğretilerine inanan dindar insanlarla ilişki kurmak istiyorsak, o vakit, onların inançlarıyla ortaklaşan noktalarımıza odaklanmamız gerekir.

Ta 2006’da şunları yazmışım:

“Özetle bir (ya da daha fazla) tanrı var mı yok mu tartışmasından uzakta, tanrının ne tür bir biçim alacağını umursamadan, onu kendi imajımızda imal ediyoruz. Oysa bu çalışmanın başında da işaret edildiği üzere, şüpheciler, bu tanrı kavramının insanlığın üzerinde sahip olduğu kudreti, hatta daha da önemlisi, inanç sahibi insanların insanlık sahnesinde ne tür bir gücü devreye sokabilecekleri gerçeğini göz ardı edecek kadar aptallar.”

Cornel West, aynı zamanda radikal solcu olan bir Hristiyan. Onun Hristiyanlığa yönelik yaklaşımı belki de şu ifadesinde özetleniyor:

“Hristiyan olmak, tehlikeli bir biçimde, dürüstçe ve özgürce yaşamak, adımını belki de bir boşluğa atıyormuş gibi, aşkla atmak ama seni güçlü tutan şeyi ne bir imparator sana verdiğinden ne de o geri alabileceğinden, yürümeye devam etmektir.”

West’in hayatı, kapitalizme ve onun muhtelif tezahürlerine, özellikle ırkçılığa ve emperyalizme karşı çıkarak geçti. En son Ferguson, Missouri’de Michael Brown’un polis tarafından katledilmesine karşı yapılan bir gösteride gözaltına alındı.

Bob Avakyan is altmışlardan beri solcu bir devrimci olan ateist bir isim. Ondaki devrimci iman her dindar kişide olan dinî imana hasım. Esasında şu söylenebilir: onun Marksist devrime olan inancı, Marksizmin dinin ulaştığı ölçeğin onda birinde gelişme imkânı bulamadığı bir ülkede, dinî inancı ezen bir inanç. Onun yaklaşımını en iyi anlatan alıntı şu belki de:

“Bir sorunu ya da kötülüğü ortadan kaldırmak istiyorsanız onun köküne inmeniz gerekir. […] Zehirli bir bitkiden onun tepesini kopartıp yerine sağlıklı bir bitki dikerek kurtulamazsınız. O bitkiyi kökünden söküp atmak ve sonra da toprağı değiştirip tümüyle farklı bir şey yetiştirmeniz gerekir. Gerçek bir radikal çözüm işte budur. ‘Radikal’, meseleleri kökten halletmek demektir. İşte bu yüzden de gerçek bir devrim gereklidir, burada anlatılanlar da tam da bununla ilgilidir.”

West de Avakyan da hayatlarının yetişkin dönemlerini mazlum halkların kurtuluşu için çalışarak geçirdiler. Her ikisi de iftiralara ve alaycı yaklaşımlara maruz kaldı. İki isim de yıllarını, modern dünyada insanî varoluşun doğası hakkında düşünerek, konuşarak ve yazarak geçirdi. Tarih, felsefe, ekonomi, maneviyat, zulüm ve kurtuluş gibi konularda yazılar yazıp dersler verdiler. Her ikisi de şu ana kadar incelemelerine devam eden isimler. Aynı ölçüde önemli olan diğer bir husus da West ve Avakyan’ın sadece bu tarz bir incelemeyi içeren entelektüel bir mücadele yürütmemesi, aynı zamanda insanî varoluşu değiştirmek için belirli bir eylemsellik içerisinde olması. Onları motive eden şey neyse, tarih boyunca insanlığın kurtuluşuna kendisin vakfetmiş insanları motive eden şey de o. Maneviyatla ilgili anlayışları her ne kadar farklı düzeylerde olsa da, her iki isim de kendi kaderlerini insanlığın kaderine tabi kılmış.

15 Kasım 2014’te bu iki adam, insanlığın kapitalizm ve emperyalizmden devrimci manada kurtuluşu ile dinin bu kurtuluş mücadelesinde oynaması muhtemel rolü üzerine bir tartışma yürütmek amacıyla New York’taki Riverside Kilisesi’nde bir araya gelecek.

Ron Jacobs
5 Kasım 2014
Kaynak

08 Kasım 2014

, ,

Castro’nun Kızıl Meydan Konuşması


Sevgili Yoldaş Nikita Sergeyeviç Kruşçef, SBKP Merkez Komitesi’nden yoldaşlar, Bakanlar Kurulu’ndan yoldaşlar, diplomatlar heyeti üyeleri, Sovyet yurttaşları: dilini bilmediğim böylesi bir dinleyici kitlesine ilk kez hitap etme şansı buluyorum. (Alkışlar) Büyük bir Kübalı öğrenci grubu görüyorum burada. (Tezahürat) Galiba ilkin onlar anlayacak beni. (Gülüşmeler) İlk alkışlayan, ilk gülen, yani genel manada ilk tepki veren onlar olursa yoldaşlarımızın kafası karışacak, bu yüzden durumu koordine etmemiz lazım. (Gülüşmeler, alkışlar). Sanırım tercümanımız da kötü değilse, kolayca çözeceğiz bu sorunu. (Gülüşmeler)

Bizim için bu yolculuk, Sovyetler Birliği’ne yaptığımız bu ziyaret, zaten kendi içinde heyecan verici bir faktör, ama ayrıca bizim için ekonomik, politik ve tarihsel açıdan büyük öneme sahip bir olay. Sizin ülkenize elbette size meyilli bir kalple gelmiş bulunuyoruz. Sizin hayatınızı görmek ve sizden bir şeyler öğrenmek arzusuyla geldik buraya. Muhtemelen düşmanlarımız bakış açımızın nesnel olmadığına inanıyorlardır ama hata ediyorlar. SSCB topraklarına ayak basalı 24 saatten fazla bir zaman oldu. Sovyet halkıyla ilk temasımızı çoktan kurduk bile.

Bahsedeceğim izlenimler pek düşmanlarımıza göre değil. Eğer düşmanlarımız kendilerini kandırmak istiyorlarsa, bu, onların bileceği bir iş. Ben Sovyet halkına hitap ediyorum, ben kendi halkımla konuşuyorum. Biz Kübalıların ve Sovyet halkının birbirlerini anlaması gayet mantıklı bir durum. Sovyet halkı bizi anlıyor çünkü bizim devrimimiz, gayretlerimiz, başımızdan geçen tehlikeler ve yaşadığımız güçlükler ona kendi devrimini anımsatıyor. Biz Kübalılar Sovyet halkını anlıyoruz çünkü biz onların başarılarını, zaferlerini ve anlayışının ulaştığı sonuçları herkesten daha iyi takdir ediyoruz, çünkü biz gerçek bir devrimin ilerlerken kaç düşmanla, ne kadar güçlükle ve engelle karşı karşıya kaldığını biliyoruz.

Sovyetler Birliği’nin elde ettiği başarıları biliyoruz. Bu başarılar, ancak bu büyük ülkedeki halkın sarsılmaz inancı, inatçılığı ve ısrarı sayesinde mümkün olabilirdi. Bizim gördüğümüz ve bizi en derinden etkileyen şeyse, hatırladıklarımız üzerinden, tüm bunların zengin bir halk, “kodamanlar”, imtiyazlı sınıflar ya da burjuva aydınlar eliyle gerçek kılınmamış olması. Tüm bunları yapan, ülke yönetme konusunda tecrübesi olmayan, üniversitelerden mezun olmamış, gene de baştan aşağı yeni bir ülke yaratmış, yeni bir toplum kurmuş, sindirilmiş insanları Komünist Parti’nin, o öncülerinin liderliğinde Sovyet işçilerine ve köylülerine dönüştürmüş basit işçi ve köylülerin, sömürülen sınıfların elleri. (Alkışlar)

Onlar bugün Sovyetler Birliği’nin içinde olduğu gerçekliği yarattılar; bu ülke, dünyanın çeşitli yerlerinden gelen çok sayıda mühendisin ve diğer tekniker işçilerin yüksek eğitim kurumlarındaki kurslara gittiği, bilimin büyük bir gelişme kaydettiği, yönetim, planlama ve ekonominin geliştirilmesi alanında zengin bir tecrübenin biriktiği bir ülke. Biz devrimcilerin bunu açık biçimde görüyor olması ve bu yaşananlardan memnuniyet duyması, gayet doğal. Ama bu, Sovyetler’in tek meziyeti değil. Eski Rusya’nın proletaryası, dünyanın önüne yeni imkânlar sundu. O, tarihin tüm gelişim sürecini değiştirdi ve eskiden akla bile getirilemeyen şeyleri mümkün kıldı. Mesele, sadece gerçek hayatla ilgili bir mesele değil, bu anlamda bizler zaten söz konusu gerçekliğin canlı örnekleriyiz. (Alkışlar)

Sovyetler’de birçok insan şunu soruyor: Küba’da devrim nasıl yapılabildi? Böylesine küçük, ekonomik açıdan geri kalmış, Amerikan çizmesi altındaki bir ülkede bu türden radikal bir değişim nasıl gerçekleştirilebildi? Sovyetler’de birçok insanın tam da bu sebeple Küba’ya hayran olması, gayet muhtemel. Belki de tam da bu, ülkemize karşı her yandan bize ulaşan o sıcak beğeni ve cana yakınlığın sebebi. (Alkışlar)

Gene de şu koşulu asla unutmamamız gerekiyor: Küba Devrimi, 1917 Rus Devrimi uzun süre önce başarı kazandığı için mümkün olabildi. (Alkışlar) Sovyetler Birliği olmasaydı, Küba’da sosyalist devrim imkânsızdı. Ancak bu, Küba Devrimi’nin Sovyetler Birliği eliyle gerçekleştiği anlamına tabii ki gelmiyor. Sovyetler Birliği’nin düşmanları birçok yalan söylediler, sayısız iftira attılar ama bunu iddia edecek kadar daha henüz ileri gitmiş değiller. Benim sözüm şu anlama geliyor: Sovyetler Birliği olmasaydı, emperyalistler, Latin Amerika’daki her türden ulusal kurtuluş devrimini boğarlardı. Hatta daha da ileri giderler, eğer burjuva devrimleri emperyalist çıkarlarına dokunsa, onları bile ezerlerdi; sosyalist devrimleri ezmek için adeta can atarlar, bunu büyük bir nefretle yaparlardı. Sovyetler Birliği olmasaydı, emperyalistler silâha bile başvurma ihtiyacı duymazlardı. Bu türden bir devrimi açlıkla boğarlardı. Sadece ekonomik abluka ile böylesi bir devrimi tasfiye etmeye yeterdi. Ama Sovyetler Birliği var ve bu da, bizim devrimimizin tasfiye edilmesinin imkânsız olduğunun kanıtı.

Emperyalistler, bizden aldıkları şekerin kotasını pervasız ve keyfî biçimde sınırladıklarında, bu bile tek başına devrimi sona erdirmeye yetecek bir hamleydi. Bu saldırıyla ülkede kıtlık meydana gelecek, ülke mahvolacaktı. Sonrasında Sovyetler Birliği yardımımıza koştu ve bizden şeker satın aldı. Emperyalistler, petrol arzını kestiklerinde, bu da ülkemizin ulusal ekonomisine ölümcül bir darbe indirmeye yetecek güçte bir saldırıydı. Sonra Sovyetler Birliği bize petrol gönderdi. Ekonomik tedbirler gerekli etkiyi yaratmadığında, müdahale planları üzerine çalışmaya başladılar. O noktada bize silâh satmak isteyen sadece bir tek kapitalist ülke mevcuttu. O vakitler Sovyetler Birliği’nin başını çektiği sosyalist kampa mensup ülkeler, ihtiyaç duyduğumuz silâhları edinmemiz konusunda bize yardım etmeye karar verdiler. Bu yardım ve silâhlar sayesinde Girón Sahili’ndeki (Domuzlar Körfezi) saldırıyı mağlup etmeyi başardık. (Alkışlar)

Eğer Sovyetler Birliği olmasaydı, emperyalistler ülkemize doğrudan askerî bir saldırı gerçekleştirme konusunda zerre tereddüt etmezlerdi. Emperyalistlerin ülkemize saldırmalarına mani olan, Sovyetler Birliği’nin ve tüm sosyalist kampın gücüdür. Sovyetler Birliği’ne karşı duyduğumuz minnettarlığın içten ve ebedî olması gayet doğaldır. (Alkışlar)

Bu yaşananlar bizlere iki önemli şey öğretti: Ne kadar küçük olursa olsun her halk, ne denli uzakta yaşanacak olursa olsun, daha iyi bir hayat için mücadele verebilir ve emperyalistlerin kendisini ezemeyeceğinden emin olabilir. Aynı zamanda bu yaşananlar, bize Sovyet halkının faziletlerinin muazzam olduğunu, Sovyet işçilerinin, onların muhteşem lideri Lenin’in ve kurduğu partisinin faziletlerinin çok fazla olduğunu (Alkışlar) öğretiyor.

Biz, Sovyet halkının insanlık için yaptığı her iyi şeyin farkında olduğunu biliyoruz. Biz, devriminizi koruyup savunmanın pek de kolay olmadığını biliyoruz. Biz, yaptığınız fedakârlıkların, maruz kaldığınız onca saldırının farkındayız. Biz, sizin devriminizin tarihini biliyoruz. Biz, emperyalist gerici fesatlardan haberdarız. Biz, faşist saldırıyı geri püskürtmek için ne büyük bir fedakârlıkta bulunduğunuzu biliyoruz. Dökülen kanı, yaptığınız fedakârlık zihnimizde kazılı.

Dün Murmansk’tayken, baştan aşağı yeni kurulmuş, binlerce yeni binadan oluşan bir şehir gördük. Bize bir de Murmansk’ın savaştan hemen sonraki hâlini veren fotoğraflar gösterdiler. Şehrin bomba düşmemiş tek noktası bile yoktu. Biz biliyoruz ki, Sovyet halkı, kendi hayatını bir kez daha yeniden kurmaya mecbur edildi.

Ama biz, Sovyet halkının bu iradeyi her seferinde tam bir bilinçlilikle sergilediğini de görüyoruz. Bu gerçeği toprağa ayak basar basmaz anladık, Sovyetler Birliği’nde kaldığımız ilk günün bize verdiği ilk izlenimleri asla unutmayacağız. Sömürülen bir sınıfın olmadığı, sömürücü bir sınıfın bulunmadığı bir toplumla ilk kez karşılaşıyoruz. Burada tanış olduğumuz halk, kurucu bir halk, anlıyoruz ki böylesi bir halk, böylesi bir toplum olağanüstüdür. (Alkışlar)

Sosyalizmin tam anlamıyla muzaffer olduğu bir ülkenin yurttaşlarının cesareti, yurtseverliği ve sağlıklı ruh hâli, SBKP programının eksiksiz uygulanacağı (Alkışlar), mevcut Sovyet kuşağının komünizmde yaşayacağı (Alkışlar) ve ileri doğru giden hareketinizi kimsenin durduramayacağı konusunda insanda en ufak şüpheye mahal vermiyor. Üstelik onlar, sizin işçileriniz ve köylüleriniz pratikte hiçbir şeye sahip değilken, endüstri toplumunun gerekli temelinden ve bugünün tecrübelerinden mahrumken başaramadılar sizi durdurmayı. Tüm dünya halkları, bütün dünya, kalplerinin ta derinliklerinden, sizin başarınızı kendi başarısı addetmelidir. (Alkışlar)

Zira sizin devriminiz tüm insanlığın hayrına olan bir devrimdir, emperyalistlerin ne dediğinin hiçbir önemi yok. Onların iftiraları önemli değil. (Alkışlar) Biz bu iftiraların hiçbir kıymeti olmadığını biliyoruz, onlar bize de iftiralarını hiç esirgemediler ama bunların hiçbir önemi yok. Tüm bu iftiralar gerçeğe değdiği yerde tuz buz olacaktır. Ben her daim buna inandım. Sovyet halkını tanıdığımızdan beri bu inancımız bin kat arttı. (Alkışlar)

İnsanlık muzaffer yolunda ilerleyecektir. O, iyimser olmak, gerici güçleri alt edecek ilerici güçlerin kudretine inanmak, savaş isteyen tüm o gerici güçlere karşı muzaffer olacak barış güçlerine inanmak için her türden sebebe sahiptir. (Alkışlar)

Sovyetler Birliği’nin başarısı, başkalarının da muzaffer bir biçimde ilerlemesine katkı sunacaktır. Bizim gibi tüm halklar, bugün emperyalistlerin hilelerine ve saldırılarına karşı kendilerini korumaya mecburdurlar. Her zaman Lenin’in büyük birer hayranı olmuşuzdur. (Alkışlar) Ama onun halkının neleri başardığını gördükten, Sovyetler Birliği’ni tanıdıktan sonra, Lenin imajı gözlerimizde devasa boyutlarda büyümüş ve o bizim için daha da ölümsüz biri hâline gelmiştir. Eğer benden sizinle ilgili kanaatimi tek kelimede ifade etmemi isterseniz, fikri sorulduğunda, bizim delegasyondan bir arkadaşın söylediği şu sözü söylerim: “burası tam bir devler ülkesi!” (Alkışlar)

Bugün Yoldaş Kruşçef, Küba Devrimi’nin zaferine dönük güvenini ifade etti, biz de onun muzaffer olacağına eminiz. (Alkışlar) Halkımızın yenilmeyeceğinden eminiz. Elde edilecek zafer için kesinlikle vazgeçilmez olan iki koşul var: ilki, halkımızın devrimci ve yurtsever ruhu, diğeri de başında Sovyetler Birliği’nin bulunduğu sosyalist kampın sergilediği dayanışma. (Alkışlar) Ayrıca bir de bunlara emperyalizmin ve sömürgeciliğin manasını bizzat tecrübe eden tüm dünyanın emekçi halklarının devrimci dayanışmasını da eklemek gerek.

Sovyet halkı, komünizm ve sosyalizmle ilgili olarak, anavatanımızda kullandığımız şu cümleye başvurabiliriz: “Biz kazanacağız!” (Alkışlar) İnsanlığın geleceği, sosyalizmin ve komünizmin geleceğidir. (Alkışlar)

Burada, Kızıl Meydan’da, Yoldaş Kruşçef’in bahsettiği tarihin derinliklerine uzanan bu meydanda, sizlerle tanışma fırsatı üzerinden, yeni dünya tarihinin ilk sayfalarının yazıldığı bu tarihsel meydanda bize bahşettiğiniz onurdan dolayı size sonsuz şükranlarımı sunmama, en içten teşekkürlerimi iletmeme lütfen izin veriniz. Buradan, o büyük insana, Lenin’e en derin şükranlarımızı sunmak isterim. “Yaşasın Lenin!” (Alkışlar)

Yaşasın proletarya enternasyonalizmi! (Alkışlar!) Yaşasın Sovyet ve Küba halklarının dostluğu! (Alkışlar) Yaşasın Sovyetler Birliği! (Alkışlar) Ya vatan ya ölüm! Biz kazanacağız! (Alkışlar)

Fidel Castro
28 Nisan 1963
Kaynak