Kendi Kaderini Tayin Hakkına Karşı Yürüttüğü Savaş
Yirmi beş yıl önce bu hafta, altı Cizvit din
adamı, El Salvador’daki Orta Amerika Üniversitesi’nin (UCA) kapılarını hükümete
bağlı bir ölüm mangasına açtı. ABD’nin silâhlandırıp eğittiği askerler,
rahipleri arka bahçeye götürdüler. Onlara yüzükoyun yere yatmalarını
emrettiler. Sonra, okulun yöneticisi ve genç kızı ile birlikte, rahipleri
köpekler gibi katlettiler.
O gece öldürülen altı rahipten biri olan Peder
Ignacio Ellacuría Bescoetxea, on yıl boyunca bu küçük Orta Amerika ülkesini
mahveden savaşın politik bir barışla sonlandırılması için müzakere
yürütülmesini yüksek sesle savunan isimlerden biriydi. 6 Kasım 1989’da
Ellacuría, askerî diktatörlük eliyle gerçekleşen ve 75.000’den fazla insanın
katledildiği katliamın bir parçasıydı artık.
İktidardaki cunta, ABD hükümetinden milyarlarca
dolarlık askerî yardım alıyor, bu yardımı Farabundo Martí Ulusal Kurtuluş
Cephesi’nin (FMLN) öncülük ettiği halk ayaklanmasını bastırmak için
kullanıyordu.
Dokuz yıl önce San Salvador Başpiskoposu Oscar
Romero, ekmek ve şarap ayinin ortasında, bir ölüm mangası tarafından, kilise
mihrabında vurularak öldürülmüştü. Suikast öncesi Romero, Başkan Jimmy Carter’a
bir mektup göndermiş, mektupta ondan El Salvador’daki askerî cuntaya askerî
yardım göndermeye bir son vermesini rica etmişti. Romero, bu ricasını Carter’a
hitaben dillendirdiği şu cümle ile gerekçelendirmekteydi: “Zira siz bir
Hristiyan’sınız ve siz insan haklarını savunmak istediğinizi bir biçimde ifade
etmiştiniz.”
El Salvador’da 12 yıl süren iç savaş boyunca ABD
kaynaklı askerî yardımın zirveye ulaştığı momentte, bu yardım ortalama günlük
1,5 milyon doları buluyordu. Romero, El Salvador ordusunun silâhlandırılmasının
ve eğitilmesinin, ülkede adaletin ve barışın teşvik edilmesinden ziyade, temel
insan haklarına saygı kazandırılması için mücadele eden örgütlerin bastırılması
ve adaletsizliğin derinleştirilmesine katkı sunduğu iddiasındaydı.
Romero’nun mektubu cevapsız kaldı. İki hafta sonra
da Romero, mektubunda Carter’ı uyardığı aynı güçlerce katledildi.
Romero, fukara halkın zulümden kurtarılmasını
teşvik eden, Katolik Kilisesi içinde gelişmiş bir hareket olan Kurtuluş
Teolojisi’nin önde gelen isimlerinden biriydi. Bu dinî felsefe, yerli halkların
önemli bir çoğunluğunun yüzlerce yıl sömürgecilik, kölelik ve beyaz üstünlüğü
üzerinden sömürüldükleri toplumlarda ortaya çıkan sosyal adalet mücadelesinin bir
tezahürüydü. Söz konusu halklar, kendi kaderlerini tayin hakkına kavuşmak
suretiyle, eğitim ve sağlık gibi temel insanî ihtiyaçlarını elde etmeye
çalışıyorlardı.
Kendi kaderini tayin hakkı, insan haklarının temel
dayanaklarından biridir. Birleşmiş Milletler Sömürge Ülkelere ve Halklara
Bağımsızlık Verilmesine İlişkin Deklarasyon’da ifade edildiği biçimiyle, “Tüm
halklar, politik statülerini özgürce belirleme ve ekonomik, sosyal ve kültürel
gelişimlerini gerçekleştirme noktasında kendi kaderlerini tayin etme haklarına
sahiptirler.”
Orta Amerika Üniversitesi’ndeki din adamlarının ve
Başpiskopos Romero’nun katledilmesi, onlarca yıl boyunca ABD’nin Kurtuluş
Teolojisi’ni ve Latin Amerika genelinde mevcut olan diğer politik faillik
biçimlerini yok etmeye dönük askerî kampanyasının bir parçasıydı. Söz konusu
savaş, El Salvador, Guatemala, Honduras, Şili, Brezilya, Uruguay ve diğer
ülkelerdeki bağımlı rejimler eliyle gerçekleşen terör ve şiddet üzerinden
yürütüldü. Yüz binlerce köylü, din adamı, işçi lideri, öğrenci, akademisyen ve
insan hakları eylemcisi, bu süreçte hedef alınıp imha edildi, zira bu insanlar,
halkın yönetim ve ekonomi süreçlerine özgürce katılmaları gerektiği inancını
paylaşıyorlardı.
Latin Amerika’daki halk hareketlerine karşı
yürütülen mücadelenin eğitim merkezi Amerikalar Okulu’ydu (SOAS). İlk başta,
altı Cizvit rahibini katleden katillerin eğitildiği Panama’da bulunan okul,
sonrasında ABD’nin Georgia eyaletindeki Fort Benning’e taşındı. “Suikastçılar
Okulu”na, ilerleyen yıllarda Batı Yarımküre Güvenlik İşbirliği Enstitüsü ismi
verildi. Okul hâlâ açık.
SOAS, “silâhlı komünist ayaklanmaları engellemek
için Latin Amerika’daki uluslara gerekli eğitimi vermek” amacıyla geliştirilmiş
bir projeydi. Ordu, web sitesinde, “Kurtuluş Teolojisi’nin ABD Ordusu’nun
yardımıyla mağlup edildiğini” gururla beyan etti.
SOA El Kitapları’nda derlenen eğitimler üzerinden
Latin Amerikalı kursiyerlere “işkence, gasp, şantaj ve sivil halkın hedef
alınması” ile ilgili bilgiler verildi. Bu kursiyerlerin önemli bir bölümü, sonrasında
ölüm mangalarının, düzensiz paramiliter güçlerin üyeleri ve askerî
diktatörlüklerin liderleri oldular.
SOA Gözlem’in tespitine göre, “1987-1991 arasında
El Salvador, Guatemala, Ekvador ve Peru gibi ülkeler ile Amerikalar Okulu’nda
bu el kitaplardan binlerce dağıtıldı.”
Geleneksel planda Latin Amerika’daki ordular,
yabancı ülkelerin saldırılarına karşı ülkeyi savunma amacıyla kullanılıyordu.
Ama Kennedy yönetiminde ABD hükümeti, devletleri, “komünistler” ve
“yıkıcılar”dan gelen iç tehditleri (yani politik muhalefeti) ezmeye yönelmeye
teşvik etti.
1954’te demokratik yollardan seçilen Cumhurbaşkanı
Jacobo Arbenz’e karşı CIA destekli darbe yapılması ardından Guatemala askerî
idare altına girdi ve ABD’den milyarlarca dolarlık askerî yardım aldı. 1982’de
Başkan Ronald Reagan, Guatemalalı diktatör Efraín Ríos Montt için şunları
söylüyordu: “O, kişisel açıdan muazzam ölçüde dürüst bir adam […] köylü gerilla
(çoğunluğu yerli) gruplarına karşı yürüttüğü savaşta cezalandırma
yöntemlerinden kaçınmayan, kendisini tümüyle demokrasiye adamış bir isim.”
Onlarca yıl sonra Ríos Montt, iktidarda olduğu dönem boyunca 1.771 insanın
öldürülmesi emrini verdiği için soykırım yapma suçuyla yargılandı.
Kendi tanıklıklarına yer verdiği “Ben Rigoberta Menchú: Guatemala’da Yerli Bir
Kadınım” isimli kitabında yazar, ağabeyinin kaçırılması sonrası, askerlerin
bir kıza ve askerlerin peşinden gelen annesine şunları söylediğini aktarıyor:
“Size de aynısını yapmamızı mı istiyorsunuz, hemen şuracıkta size tecavüz
etmemizi mi istiyorsunuz?” Asker, sonra kadına “gitmezseniz, kaçırılan genç
gibi işkenceye maruz kalacaksınız” diyor ve o gencin bir komünist, yıkıcı
olduğunu, tüm yıkıcıların cezalandırılmayı ve ölmeyi hak ettiğini söylüyor.[1]
Menchú’nun ağabeyi, sonra, Menchú’nun gözleri
önünde, köyün meydanında tüm ailesi ve köyün geri kalanı ile birlikte diri diri
yakılıyor. Ateşe atılmazdan önce tutsaklar, kemikleri kırılana dek
dövülüyorlar, tırnakları çekiliyor, ayak tabanları kesiliyor. Menchú, ardından
bir yüzbaşının köye neden işkence gördüğünü ve katliama uğradığını açıklıyor:
“Böylece buradaki herkes, aldıkları ceza ile bir daha komünizme ve teröre
bulaşmamaları gerektiğini anlamıştır, biz işte böyle cezalandırırız
bulaşanları.”[2]
Nikaragua’da CIA, halkın seçtiği Sandinist
devrimci hükümete karşı mücadele etmek için kontrgerilla örgütledi. Bu örgüt
için insan topladı, eğitti ve silâhlandırdı. Kontralar, “yumuşak hedefler”e
saldırma konusunda Amerikalı danışmanlardan eğitim aldılar.
1984’te Nikaragua, ABD hükümeti aleyhine
Milletlerarası Mahkeme’de dava açtı. ABD, insan hakları ihlallerini teşvik
etmekten, başka bir ülkenin egemenliğine müdahale etmekten ve limanlarını
havaya uçurmaktan suçlu bulundu. Sonrasında ABD, Uluslararası Adalet
Mahkemesi’nin kararına karşı çıktı ve kararın uygulanmasına dönük BM kararını
veto etti.
Asya’da Vietnam, Kamboçya ve Laos’tan Afrika’da
Angola, Mozambik, Zaire ve Gine Bissau’ya, Ortadoğu’da ise İran’a kadar birçok
ülkede ABD güçleri veya ABD’den dolaylı yardım alan ve onun vekâletiyle hareket
eden güçler milyonlarca insanı katletti. Tüm dünya genelinde, halk
hareketlerinin ABD’nin politik ve ekonomik hedeflerine uymayan bir yoldan kendi
kaderlerini tayin etmeye çalıştığı her yerde, bu hareketler acımasız bir şiddet
ve terörle yüzleştiler.
Killing
Hope [“Umudu Öldürmek”] isimli
kitabında William Blum’ın izah ettiği biçimiyle, ABD’li politika yapıcılarının
söküp atmaya çalıştıkları bir tek komünizm değil. Onlar, ayrıca Amerikan
nüfuzuna ve hâkimiyetine uymayan her türden politik örgüt biçiminin kökünü
kazımak istiyorlar.
“Tüm
yaşanan, bir dalavereden başka bir şey değildi. Washington’ın küresel
saldırılarının hedefi, Sovyetler Birliği ve komünizm değildi. Ortada hiçbir
zaman bir uluslararası komünist fesadı diye bir şey söz konusu olmamıştı.
Düşman, bugün olduğu gibi, Amerikan İmparatorluğu’nun genişlemesine mani olan
her türden hükümet, hareket, hatta bireydi. ABD’nin bunlara düşman komünist,
haydut devlet, uyuşturucu satıcısı ya da terörist demesinin bir önemi
yoktu.”[3]
Bu bağlam dâhilinde Amerika’nın Kurtuluş
Teolojisi’ne, Marksizme, milliyetçiliğe ve kendi kaderini tayin hakkına dair
diğer ifade biçimlerine yönelik mücadelesini bir tür soykırım olarak
değerlendirebilir miyiz? Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Konvansiyonu terimi,
“ulusal, etnik, ırksal ya da dinî bir grubun tümden ya da kısmen yok etme
niyetiyle yapılan eylemler” olarak tarif ediyor.
Belirli bir ideolojiyi paylaşan gruplar bu tanıma
girmiyorlar. İyi ama bu tanım, politik inançlarından ötürü, milyonlarca insanın
işkence görmesi, sakat bırakılması ve katledilmesi suçunu kapsamıyor mu? Eğer
bu bir soykırım değilse, o vakit, kendi kaderini tayin hakkının ifasına mani
olmak için şiddet uygulama suçuna yeni bir isim bulmak gerekli.
ABD kamuoyunun Berlin
Duvarı’nın yıkılışını anımsadığı ve Gaziler Günü’nü kutladığı bir haftada altı
Cizvit rahibinin katlini kimse anımsamayacak. Ama biz, bu rahipleri, sadece El
Salvador’daki iç çatışmanın birer kurbanı değil, modern zamanlarda işlenen her
türden uluslararası suç kadar ciddiyet arz eden büyük bir şiddet ve zulüm
kampanyasının kurbanları olarak kabul etmek suretiyle onurlandırabiliriz.
Matt Peppe
14 Kasım 2014
14 Kasım 2014
Dipnotlar
[1] Menchú, R. (2010). I, Rigoberta Menchu: An Indian Woman in Guatemala. Verso.
[2] A.g.e.
[3] Blum, W. (2008). Killing Hope: U.S. Military and C.I.A. Interventions Since World War II
–güncellenmiş hâli. Common Courage Press.
0 Yorum:
Yorum Gönder