50 yıl sonra bile değişen bir şey yok. Geçen gece,
24 Kasım tarihinde, Ağustos’ta üzerinde silâh bulunmayan Michael Brown isimli
Siyahî genci vurup öldüren polis memuru Darren Wilson, çıkartıldığı mahkemede suçlu
bulunmayıp serbest bırakıldı. Bunda şaşıracak bir şey yok. Siyahların ve melezlerin
köleleştirilmesi ve soykırıma tabi tutulması üzerine kurulu bir ulus, bir
Siyah’ı katlettiği için beyaz olan polisini suçlamadı. O günden beri
Missouri’nin Ferguson kasabasında adalet talebiyle, ırkçılık karşıtı bir isyan
gerçekleşiyor.
Doğru olduğunu ne çok arzulamamızın bir önemi yok,
zira gerçek şu: bu beyaz üstünlükçü kapitalist toplumda Siyahların hayatları önemsiz.
Polisin toplumsal rolü statükoyu muhafaza etmektir. Günümüzde “emniyet” denilen
kurum, köleleri yakalama, kordon altına alma ve denetleme kurumuna dönüşmüştür.
Kölelik karşıtı hareketler ve insan hakları örgütlerinin onlarca yıl süren
çalışmaları sonucu Siyahlar, daha önce kendilerine bahşedilmeyen belirli haklara
ve imtiyazlara kavuşmuşlardır ama insanlığımızın kabul görmesi sadece
zalimlerimizden, yani ABD’deki kapitalist sistemin bize uyguladığı sistematik
ve barbarca şiddetin tiplerini yeniden inşa etmiştir. Şahsî planda bir polis
iyi bir insan da olabilir. Arkadaşımın kocası bir polistir ve iyi bir adamdır
örneğin. Hatta iyi lazanya yapar. Ama kurum olarak polis teşkilâtı, Siyah
karşıtıdır. Daha önce ifade edildiği biçimiyle, “Bu sistem korumak zorunda
olduğu insanları korumaz, dolayısıyla onları asla yüzüstü bırakıyor değildir.”
Polisler, sessiz kaldığımızda bize ateş ediyorlar, bu yüzden bizim biraz
gürültü çıkartmamıza neden oluyorlar. Tarih bu şekilde tekerrür ediyor. Onların
bizi işitmelerini sağlayacağız.
Biraz da Ferguson hakkında neler diyorlar, ona
bakalım: “Ah hayır, insanlar her yeri yağmalıyor. İş yerleri yakılıyor. Küçük
Sezar’ları kurtarın.” Bu laflara artık karnım tok. Eğer derdin kırılan camlar,
kapitalist kurumlardan çalınan mallarsa, yanlış yoldasın. Özel mülkiyetin zarar
görmesi benim umurumda değil. Toplumun sahibi Ferguson halkı değil. Onun sahibi
kapitalist zalimler. Onlar, işçileri ve emeklerini, bizim ülkemizde
emperyalizme bağlı olarak tüm dünya genelinde sömürüyorlar, sonra fiyatları
artırarak işçilere oldukça düşük ücret ödeyip yüksek miktarlarda kârlar elde
ediyorlar. Alın sizin olsun. Bunu hak ediyorsunuz. İşçi sınıfı, emeğiyle
yarattığı özel mülkiyeti özgürleştiriyor. Burada ahlâkî mesele, bu milyon
dolarlık işletmelerden gelen malzemeler üzerinde hak iddia etmek değil, silâhsız
bir gencin canice katledilmesi ve adaletsizliğin her daim hüküm sürmesi.
Tüm insanlar, “isyanlar” konusunda endişelenmeye
devam ettikçe, şiddete başvurmamak imtiyazlı bir konum olarak varlığını
sürdürecektir. Pasiflik, şiddete başvurmama, devlete yardım eder. “Hukuk”un
uygulanması konusunda ona katkı sunar. Statükonun muhafaza edilmesi sürecini
besler. Peter Gelderloos’un ifade ettiği biçimiyle, “Şiddete başvurmama, modern
dönem bağlamında doğası gereği imtiyazlı bir konumdur. Ayrıca tipik bir
pasifist, alabildiğine beyaz ve orta sınıftır, pasifizmse bir ideoloji olarak
imtiyazlılıktan türer. O, şiddetin hâlihazırda burada olduğunu görmezden gelir;
şiddetse kaçınılmaz bir olgudur, mevcut toplumsal hiyerarşinin yapısal açıdan
mütemmim cüzüdür; dolayısıyla beyaz olmayan insanlar şiddete daha çok maruz
kalırlar. Pasifizm, varoşlarda yetişen ve tüm ihtiyaçları karşılanan
beyazların, Büyük Beyaz Baba hareketin talepleri tarafından yönlendirilene ya
da efsanevî bir nitelik arz eden o ‘kritik kitle’ pasifistlerin kontrolüne
girene dek, önemli bir bölümü siyah ve melez olan mazlum insanlara sabırla acı çekmeyi [vurgu bana ait]
öğütleyebileceklerini varsayar. […] Şiddete başvurmama yöntemini benimseyenler,
Amerikan Yerlilerinin Kolomb, George Washington ve tüm diğer soykırımcı
kasaplarla oturma eylemleriyle dövüşebileceklerini, 1877’de katledilen Siu
lideri Çılgın At’ın şiddete başvurarak mevcut şiddet döngüsünün parçası
olduğunu, onun aynı yıllarda Kızılderililere karşı katliamlar gerçekleştiren
subay George Armstrong Custer kadar ‘kötü’ görülmesi gerektiğini söylerler. Bu
insanlara göre Afrikalılar köle ticaretini açlık grevleri ve dilekçelerle
durdurabilirlerdi, dolayısıyla başkaldıranlar esir alanlar kadar kötüydü.
Şiddetin bir biçimi olarak başkaldırı, daha fazla şiddete yol açmıştır, bu
nedenle direniş de köleleşmeye sebebiyet vermiştir. Şiddete başvurmama yöntemini benimseyenler, bu yöntemin şiddetin
hiyerarşisinden faydalananlar ve bu hiyerarşi dâhilinde suç işleyenler olarak,
şiddetin koruduğu bir statüye sahip imtiyazlı kişilerin işine yarayacağı
gerçeğini reddederler.” [vurgu bana ait]
Şiddete başvurmama safsatasına inanmak, oyun
sahasının herkese eşit olduğuna ve bu adaletsizlik üzerinden sadece yürüdüğümüz
yol konusunda müzakere yürütebileceğimize ilişkin alabildiğine yanlış bir
varsayımda bulunmak demektir. Değişim talep etme devrim yapma aracı
olarak şiddetli gösterilere karşı çıkmak, reformist ajandalardan sapmalara
karşı aktif kendini denetleme ve politik normların takviyesi aracılığıyla,
zalimle ilişki dâhilinde var olan özgül yolları normalleştiren, müzakere
edilemez ve esnek olmayan küresel ölçütler meydana getirir. Şiddet, devletin
uyguladığı şiddete yönelik meşru bir cevap olarak kabul edilmez çünkü
alacağımız intikama bu olumsuz yan anlamı kazandıran, devletin ta kendisidir.
Peki, bunu neden yapar? Statüko için. Cevabım yetersiz, biliyorum.
Michael Brown ırkçı köpeklerin ellerinde ölen ilk
Siyah değildir, sonuncusu da olmayacaktır. Belirli bedenler temelde bireylik
için uygunsuzdur, zira bireylik, canlılar olarak sahip olduğumuz statüler,
değil imtiyazlı Batı’yla kurduğumuz ilişkiler üzerinden tanımlanmaktadır.
Michael Brown Siyah’tı yani beyaz değildi. Siyahî bedenler suçun
gösterenleridir. Silâhsız bile olsa o bir tehdit olarak algılanmıştır.
Ölümünden sonra bile adalet ona çok görülmüştür. Sistem asla onu içine alacak
bir yapıda olmamıştır.
Baskı direnişi besler.
Bizler bugün savaşıyoruz, o büyük adaletse bizi büyük mücadeleye alıp
götürecek.
Womancipation
0 Yorum:
Yorum Gönder