27 Kasım 2014

,

Mücadele Kitabının Ferguson Baskısı


24 Ağustos 1964’te, 22 Cadde ile Columbia Bulvarı’nın köşesinde iki polisle Odessa Bradford arasında bir tartışma yaşandı. O günlerde süregiden polis şiddetine ilişkin iddialardan ötürü ağırlıklı olarak Siyahların oturduğu mahallede gerilim üst seviyedeydi. Bradford ile iki polis arasındaki tartışma bardağı taşıran son damla oldu, takip eden iki gün boyunca Kuzey Filedelfiya’daki bu şehirde adalet talebiyle, ırkçılık karşıtı bir isyan gerçekleşti.
50 yıl sonra bile değişen bir şey yok. Geçen gece, 24 Kasım tarihinde, Ağustos’ta üzerinde silâh bulunmayan Michael Brown isimli Siyahî genci vurup öldüren polis memuru Darren Wilson, çıkartıldığı mahkemede suçlu bulunmayıp serbest bırakıldı. Bunda şaşıracak bir şey yok. Siyahların ve melezlerin köleleştirilmesi ve soykırıma tabi tutulması üzerine kurulu bir ulus, bir Siyah’ı katlettiği için beyaz olan polisini suçlamadı. O günden beri Missouri’nin Ferguson kasabasında adalet talebiyle, ırkçılık karşıtı bir isyan gerçekleşiyor.
Doğru olduğunu ne çok arzulamamızın bir önemi yok, zira gerçek şu: bu beyaz üstünlükçü kapitalist toplumda Siyahların hayatları önemsiz. Polisin toplumsal rolü statükoyu muhafaza etmektir. Günümüzde “emniyet” denilen kurum, köleleri yakalama, kordon altına alma ve denetleme kurumuna dönüşmüştür. Kölelik karşıtı hareketler ve insan hakları örgütlerinin onlarca yıl süren çalışmaları sonucu Siyahlar, daha önce kendilerine bahşedilmeyen belirli haklara ve imtiyazlara kavuşmuşlardır ama insanlığımızın kabul görmesi sadece zalimlerimizden, yani ABD’deki kapitalist sistemin bize uyguladığı sistematik ve barbarca şiddetin tiplerini yeniden inşa etmiştir. Şahsî planda bir polis iyi bir insan da olabilir. Arkadaşımın kocası bir polistir ve iyi bir adamdır örneğin. Hatta iyi lazanya yapar. Ama kurum olarak polis teşkilâtı, Siyah karşıtıdır. Daha önce ifade edildiği biçimiyle, “Bu sistem korumak zorunda olduğu insanları korumaz, dolayısıyla onları asla yüzüstü bırakıyor değildir.” Polisler, sessiz kaldığımızda bize ateş ediyorlar, bu yüzden bizim biraz gürültü çıkartmamıza neden oluyorlar. Tarih bu şekilde tekerrür ediyor. Onların bizi işitmelerini sağlayacağız.
Biraz da Ferguson hakkında neler diyorlar, ona bakalım: “Ah hayır, insanlar her yeri yağmalıyor. İş yerleri yakılıyor. Küçük Sezar’ları kurtarın.” Bu laflara artık karnım tok. Eğer derdin kırılan camlar, kapitalist kurumlardan çalınan mallarsa, yanlış yoldasın. Özel mülkiyetin zarar görmesi benim umurumda değil. Toplumun sahibi Ferguson halkı değil. Onun sahibi kapitalist zalimler. Onlar, işçileri ve emeklerini, bizim ülkemizde emperyalizme bağlı olarak tüm dünya genelinde sömürüyorlar, sonra fiyatları artırarak işçilere oldukça düşük ücret ödeyip yüksek miktarlarda kârlar elde ediyorlar. Alın sizin olsun. Bunu hak ediyorsunuz. İşçi sınıfı, emeğiyle yarattığı özel mülkiyeti özgürleştiriyor. Burada ahlâkî mesele, bu milyon dolarlık işletmelerden gelen malzemeler üzerinde hak iddia etmek değil, silâhsız bir gencin canice katledilmesi ve adaletsizliğin her daim hüküm sürmesi.
Tüm insanlar, “isyanlar” konusunda endişelenmeye devam ettikçe, şiddete başvurmamak imtiyazlı bir konum olarak varlığını sürdürecektir. Pasiflik, şiddete başvurmama, devlete yardım eder. “Hukuk”un uygulanması konusunda ona katkı sunar. Statükonun muhafaza edilmesi sürecini besler. Peter Gelderloos’un ifade ettiği biçimiyle, “Şiddete başvurmama, modern dönem bağlamında doğası gereği imtiyazlı bir konumdur. Ayrıca tipik bir pasifist, alabildiğine beyaz ve orta sınıftır, pasifizmse bir ideoloji olarak imtiyazlılıktan türer. O, şiddetin hâlihazırda burada olduğunu görmezden gelir; şiddetse kaçınılmaz bir olgudur, mevcut toplumsal hiyerarşinin yapısal açıdan mütemmim cüzüdür; dolayısıyla beyaz olmayan insanlar şiddete daha çok maruz kalırlar. Pasifizm, varoşlarda yetişen ve tüm ihtiyaçları karşılanan beyazların, Büyük Beyaz Baba hareketin talepleri tarafından yönlendirilene ya da efsanevî bir nitelik arz eden o ‘kritik kitle’ pasifistlerin kontrolüne girene dek, önemli bir bölümü siyah ve melez olan mazlum insanlara sabırla acı çekmeyi [vurgu bana ait] öğütleyebileceklerini varsayar. […] Şiddete başvurmama yöntemini benimseyenler, Amerikan Yerlilerinin Kolomb, George Washington ve tüm diğer soykırımcı kasaplarla oturma eylemleriyle dövüşebileceklerini, 1877’de katledilen Siu lideri Çılgın At’ın şiddete başvurarak mevcut şiddet döngüsünün parçası olduğunu, onun aynı yıllarda Kızılderililere karşı katliamlar gerçekleştiren subay George Armstrong Custer kadar ‘kötü’ görülmesi gerektiğini söylerler. Bu insanlara göre Afrikalılar köle ticaretini açlık grevleri ve dilekçelerle durdurabilirlerdi, dolayısıyla başkaldıranlar esir alanlar kadar kötüydü. Şiddetin bir biçimi olarak başkaldırı, daha fazla şiddete yol açmıştır, bu nedenle direniş de köleleşmeye sebebiyet vermiştir. Şiddete başvurmama yöntemini benimseyenler, bu yöntemin şiddetin hiyerarşisinden faydalananlar ve bu hiyerarşi dâhilinde suç işleyenler olarak, şiddetin koruduğu bir statüye sahip imtiyazlı kişilerin işine yarayacağı gerçeğini reddederler.” [vurgu bana ait]
Şiddete başvurmama safsatasına inanmak, oyun sahasının herkese eşit olduğuna ve bu adaletsizlik üzerinden sadece yürüdüğümüz yol konusunda müzakere yürütebileceğimize ilişkin alabildiğine yanlış bir varsayımda bulunmak demektir. Değişim talep etme devrim yapma aracı olarak şiddetli gösterilere karşı çıkmak, reformist ajandalardan sapmalara karşı aktif kendini denetleme ve politik normların takviyesi aracılığıyla, zalimle ilişki dâhilinde var olan özgül yolları normalleştiren, müzakere edilemez ve esnek olmayan küresel ölçütler meydana getirir. Şiddet, devletin uyguladığı şiddete yönelik meşru bir cevap olarak kabul edilmez çünkü alacağımız intikama bu olumsuz yan anlamı kazandıran, devletin ta kendisidir. Peki, bunu neden yapar? Statüko için. Cevabım yetersiz, biliyorum.
Michael Brown ırkçı köpeklerin ellerinde ölen ilk Siyah değildir, sonuncusu da olmayacaktır. Belirli bedenler temelde bireylik için uygunsuzdur, zira bireylik, canlılar olarak sahip olduğumuz statüler, değil imtiyazlı Batı’yla kurduğumuz ilişkiler üzerinden tanımlanmaktadır. Michael Brown Siyah’tı yani beyaz değildi. Siyahî bedenler suçun gösterenleridir. Silâhsız bile olsa o bir tehdit olarak algılanmıştır. Ölümünden sonra bile adalet ona çok görülmüştür. Sistem asla onu içine alacak bir yapıda olmamıştır.
Baskı direnişi besler. Bizler bugün savaşıyoruz, o büyük adaletse bizi büyük mücadeleye alıp götürecek.
Womancipation

0 Yorum: