09 Kasım 2014

,

Müşterek Ses


Yeni’den kim dem vuruyorsa, o, eskinin en pespaye hâline bağlanmış demektir. Komünizmi zihin dünyasında, eskinin kirinden-pasından arınmış bir cennet hâli olarak, bugünde yaşayanların bugüne vurmak için titreyen bir yürekleri ve sıkılı yumrukları yoktur.

“Bu ülkede mesele, devlettir. Bu devlet de Sünni ve Türk’tür. O zaman düz mantıkla Sünni ve Türk denilen bu payandalarını yıkarsak, devlet çöker” diyen bir zihniyet, maddeden de diyalektikten de bihaberdir. Söz konusu yaklaşım, Sünni’ye ve Türk’e düşman olduğu ölçüde madde ve diyalektiğe de düşman olmaktadır. Bu düşmanlığın solculuk olarak yutturulması, siyaset yapmak zannedilmektedir. Sünni’siz ve Türk’süz bir siyaset, Paris’ten, Londra’dan, Washington’dan bu tarafa doğru imal edilen bir siyasettir.

Oysa “Sünni ne kadar Sünni’dir, Türk ne kadar Türk’tür, Devlet ne kadar onlarındır, sınıfsal politik olanla hiç mi ilişkisi yoktur bu devletin” gibi sorular, hiç sorulmamaktadır.

Esasında devlet, Sünni ve Türk’e rağmen, onlara karşı olarak kurulmuştur. Diyanet, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu tarihi, bunun delilidir. Devlet, kendisine düşman olma potansiyeli taşıyan tüm dinamikleri, ya uzak diyarlara sürmekte ya da yerin dibine gömmektedir. Solun genel siyaset denilen iş pratiğinde üstlendiği görev, bu sürece katkı koymaktan ibarettir.

Devrimin, yukarıdan aşağıya ya da aşağıdan yukarıya uzanan bir sürece bağlanmış bir tür yönetim meselesi olduğu düşünülüyor. Bu anlamda, devlet olduklarını zannedenlere karşı, devlet olmak isteyenlerin hasedi örgütleniyor. Her sol pratikte örgütlenen, devlet ve burjuvazidir. Devletle burjuvazi arasındaki gerilimli ilişkinin okumasını sol üzerinden yapmak mümkündür.

Silâhlı mücadele geleneğinin neredeyse tamamı, ulusal kurtuluş mücadeleleri ve bağımsızlık kavgalarıyla alakalıdır. Doğası gereği, ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesinde örtük bir devlet mevcuttur. Eskiyi çöpe atanlar, ilkin bu örtük devleti atıyorlar, ulusal kurtuluş mücadelelerini ve bağımsızlık kavgasını talileştiriyorlar ya da içini boşaltıyorlar.

Diğer bir yöntem de sömürgecilik ve emperyalizm tahlillerine dayanan kolektif mücadeleyi bireyin üzerine kurmak, eski metinlerde “ülke, vatan” geçen yerlere “beden”i koymaktır. Böyle yapınca, politikanın zamanı, bedenin mutlak verili olduğu ân/şimdi oluyor, mekân ise adımını bastığı yer olarak belirleniyor. Yeni olarak sunulan, budur. Dolayısıyla, ölçüt bu bireyden çekilince, her şey bir ânda politikleşiyor, bir ânda gündemden düşüyor. Birey, başka yer ve zamandadır, dolayısıyla politika da başka bir bağlama kavuşmuş olmalıdır. Politikanın birey ölçütüne göre kurgulanması, liberalizmdir.

“Gel, devrime dokun” demek, “gel bana dokun” demektir. Bu da, bireyin kendi cismanî varlığını bizatihi devrim zannediyor olduğunu gösterir. Oysa devrim başka bir yerlerde işliyor, işleniyor olmalıdır. Eğer böyle değilse, yoktur.

“Bu devlet olmamış, ben olursam daha iyi olur” demek, devrimci çözüm değildir. Bu yaklaşım, devrimin doğal, nesnel, kolektif dönüştürücülüğünden kaçışın ürünüdür.

“Şimdi bizler, kelimenin dar anlamıyla, ayaklanmanın ‘gün”ü ya da ‘ân’ı ile ilgilenmiyoruz. O ‘gün’ veya ‘ân’, sadece işçiler ve askerlerle, yani kitlelerle temas içerisinde olanların müşterek sesi tarafından kararlaştırılacaktır.”[1]

Lenin, bu sözü devrimden yaklaşık iki ay önce söylüyor. Bugünse, kendi gününü ve ânını devrim günü ve ânı zanneden, “komünist” fikriyatın cennetini muhafaza etmeyi politika olarak yaşayan “Leninistler” vardır. Dolayısıyla bu “Leninistler”in, kitlelerin ve kitlelerle temas içerisinde olanların “müşterek sesi” ile bir ilgileri yoktur. Yani bugünün “Leninistler”i, Lenin’in devrimden iki ay önce ilgilenmediği ile ilgilenmiyorlar, asıl ilgilendiğine ise hiç bakmıyorlar. Onlar, kendi bürolarında, dergilerinde ortak çıktığını düşündükleri sese daha çok kulak veriyorlar. Gerçekse her tokadında, o sesin “müşterek ses”le hiçbir alakasının olmadığını gösteriyor.

Dinden ve milletten arındırılmış cennetin mikro halleri, dinin ve milletin inim inim inlediği gerçeğe karşı sağırlaşıyorlar. En fazla, egemenler gibi, “sıkıntı yaşamanın sebebi, o dinin ve milletin, benim gibi o dinden ve milletten kurtulursan dertlerin de biter” diyor. Dinsiz ve milletsiz bir zihin cennetinden üretilen politika, din ve millet içi maddî-diyalektik mücadeleye körleşiyor. Dolayısıyla, devletten kaçan, ya burjuvaziye ya da Kürd’ün “örtük devlet”ine sığınıyor. Bugün o “örtük devlet”in açık aydınları, İsrail-Amerika hattına girmeyi savunuyorlar, “Biji Obama, saldır İsrail!” diye bağırıyorlar. Oysa bu toprakların kadim bir direnci mevcuttur ve o direnç, illaki müşterektir.

İşçicilik denilen idealizme saplanıp, her şeyi işçici kurgusuna karşı kurgulanmış bir komplo olarak okumak da mümkündür. Yani bir işçici, dinî ve millî unsurların öne çıkışını, kendisine karşı yapılmış bir hamle olarak okumaktadır. O, gerçeğin merkezindeki işçi denilen özü çıkartmak için, din ve millete yönelik saldırıya katılır. Ama ilk karşı saldırıda hemen mevcut devletin dinine ve milletine biat eder. Kürd’ü o devletin Türk’ünden; dini o devletin dininden okur. İşçici, bir anda Diyanet gibi düşünmeye başlar, kafası bir anda Ertürk Yöntem gibi çalışır. Çünkü “işçi” denilen idealist kurgu da bu devlete ait ve dairdir.

“İşçi” kavramını “ezilen” ile ikame edenler, “yeni olan biziz” diyerek, bu boncuktan kuş yapıp uçurmak isteyebilirler. İşlem, mantık, kurgu, dil ve tarz aynıdır oysa. O “ezilen” de kavgada değil, kavga dışında, bir cennet diyarında imal edilmiştir. Gerçek ezilenle hiçbir teması ve bağı yoktur.

Bu devleti kuranlar, küçük burjuvalardır. Günümüz küçük burjuvaları, ona düşman olurken, “ben daha iyisini kurarım” demekten başka bir şey söylemezler. “Yıkacağız” diyenlerse, geçmişte o küçük burjuvaların kimin ölüleri üzerine bu devleti kurduklarına asla bakmazlar, oraya kesinlikle bağlanmazlar. Baktıklarında, illaki kendilerine karşı olan dinamikleri görecekler.

Mevcudun eskidiğini, kendisinin yeni olduğunu söyleyen, eskinin yenisine bağlanır. Bugün din ve millet ya da Kürd meselesi üzerinden kalem oynatanların yeni diye sundukları argümanlar, eskiden yeni diye sunulmuş argümanlardır.

Örneğin bir örgüt, silâhlı mücadele konusunda herkesin eski kafalı olduğunu, kendisinin yenilik getirdiğini, başkalarının eskinin belirli argümanlarını satıp durduklarını iddia eder, ama kendisi de açıktan, Paris Komünü’ndeki milisleri önermekten başka bir şey yapmaz.

Örneğin bir örgüt, proletarya diktatörlüğü ile ilgili argümanların eskidiğini, demokratik cumhuriyetin insanlığın evriminde son nokta olduğunu söyler, ama bir yandan da Marksizm öncesi, kendine kapalı, özel insanların özel komünlerini allayıp pullamayı iş zanneder.

Örneğin bir örgüt, sürekli “20. yüzyıl sosyalizmi bitti, ben 21. yüzyıl sosyalizmiyim” der, ama on dokuzuncu yüzyıl solculuğunu ısıtıp sunmaktan başka bir şey yapmaz. “Maddî güç maddî güçle değiştirilir, eleştiri silâhları silâhların eleştirisinin yerini alamaz” türünden argümanlar kenara itilir, Marx’ın Alman İdeolojisi’nde bahsettiği şövalye gibi, saçlarından tutup çektiğinde bataklıktan çıkabileceğini zanneden acayip iradeli militanlar kaplar ortalığı.

Lenin’in devrimden iki ay önce “müşterek ses”ten söz etmesi, basit bir retorik ya da belâgat meselesi değildir. Büyük olasılıkla Lenin, komünist mücadeleye iştirak ettiği ilk günden beri, bu “müşterek ses”e bakmış, onu dinlemiştir. Yazdıkları ve yaptıkları, özel insanların sadece kendilerinin duydukları sesleri kolektifleştirmek, burjuva ve devlete dair olanı o müşterek ses ölçüsünde tasfiye etmek üzerine kuruludur. “Devrimin ânını ben tayin edeceğim, benim dediğim olacak, çünkü ben devrimciyim” diyenlerin bu Lenin’e uzak oldukları açıktır. Çünkü onlar, ya içinde bulundukları ânı ya da solcu olup kurtuldukları ânı mutlaklaştırıp, onu tüm zamana dayatmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Dolayısıyla pratik ihtiyaçlar, öznel ve bireysel olana göre belirlenmekte, müşterek sesin tayin ediciliği geçersizleşmektedir. Solculuk, bireylerin biricikliğini örgütleyen, o biricikliğin özel fantezileri ile yol almaya çalışan ideolojik bir reflekstir.

Kürd hareketi dâhil, tüm kurtuluş mücadeleleri, zorunlu olarak, belirli bir metafizik boyut taşıyan, imana yaslanan, Cornel West’in ifadesiyle, “bastığı yerde ne olduğunu bilmeden aşkla yürüyen”[2] kitlelerin müşterek sesidir her zaman. Bu açıdan, dinî ve millî olanın müşterek olmaya dair nitelikleri, kavgaya doğalında örgütlenmektedir. Kurtuluş mücadelelerinin önderlerinin “despot, totaliter, faşist, otokrat vs.” olarak kodlanmaları, bu müşterek olana her daim düşman olan küçük burjuvalıkla ilgili bir durumdur. Önderlerinin temsil ettikleri, mecazî olarak imada bulundukları, yansıttıkları şey, müşterek sestir. Bu anlamda, ulusal kurtuluş mücadelesi ile işçi sınıfını birleştirmekten önce, hareketin proleterleşmesi, o müşterek sese, müşterek işe örgütlenmek gerekir. Bunun için can sıkıntısından geberen, ot içecek mekân arayan Avrupalı gençlerin boş binaları işgal etmesini müştereklik olarak sunmanın bir anlamı yoktur.

Özel olanın kendisini merkeze koyduğu gerçekliğin müşterek ses üretmesi mümkün değildir. Mazlumların-sömürülenlerin müşterek sesinin yankılandığı sokaklara örgütlenmek, oralarda mevzilenmek şarttır. Özel insanların yönetme fantezilerine kurban gitmiş Paris Komünü’nün dersleri üzerine yükselen Ekim Devrimi’ni, aslolarak, bu müştereklikten ve yerin altından çağlayıp gelen gür sesten dinlemek ve öğrenmek zaruridir.

Eren Balkır
9 Kasım 2014

Dipnotlar
[1] V. I. Lenin, “Bolşevikler İktidarı Almalı”, 12-14 Eylül 1917, İştirakî.

[2] Cornel West’ten aktaran: Ron Jacobs, “Devrimci Kurtuluş ve Din”, 5 Kasım 2014, İştirakî.

 

0 Yorum: