31 Ocak 2025

,

Direniş Sürecek



Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, büyük ulusal lider Muhammed Deyf ve bir dizi Kassam Tugayları komutanının şehadetine dair açıklama yaptı:

Halkımıza, Arap milletine ve dünyanın özgür insanlarına, Filistin direnişinin ve Arap milletinin şehidi, büyük komutan, Kassam Tugayları Genelkurmay Başkanı, fedai Muhammed Deyf’i (Ebu Halid) kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşadığımızı duyuruyoruz.

On yıllar boyunca işgalcinin kâbusu ve Filistin direnişinin sembolü olan Muhammed Deyf, üstün askeri zekâsı ve stratejik yeteneğiyle düşmana ağır darbeler indirmiş, adının dahi işgalci tarafından korkuyla anılmasını sağlamış, Siyonist güvenlik ve askeri kurumları için bitmek bilmeyen bir kâbusa dönüşmüştür.

Komutan Deyf, titiz planlama ve nitelikli direniş eylemlerinin öncüsü olmuş, Aksa Tufanı operasyonunun yönetiminde kilit bir rol oynamış, direnişi örgütlü, eğitimli bir güce dönüştürerek işgalciyi yıpratmış ve hesaplarını altüst etmiştir.

Halk Cephesi olarak ayrıca Kassam Tugayları Genelkurmay Başkan Yardımcısı, direnişin olağanüstü ikilisinden biri olan komutan Mervan İsa’nın da şehadetini büyük bir üzüntüyle karşılıyoruz. Mervan İsa, direnişin kapasitesini geliştirme ve savaş gücünü artırmada merkezi bir rol üstlenmiş, gölgelerde kalan bir figür olarak, büyük operasyonların planlanmasında ve denetlenmesinde önemli katkılar sağlamış, bugün işgalciyi zorlayan direniş sisteminin inşasında pay sahibi olmuştur.

Direnişin askerî yapılanmasında temel taşlardan olan ve savaş kapasitesinin gelişmesine büyük katkılar sunan, devam eden kurtuluş mücadelesinde silinmez izler bırakan değerli komutanlar Gazi Ebu Tamaa, Raid Sabit ve Rafi Selami’nin de şehadetlerini derin bir hüzünle anıyoruz.

Bu büyük kayıplara rağmen direnişimiz zayıflamayacak, bilâkis, daha da güçlenerek yoluna devam edecektir. Onların kanı, mücadelemizin ateşini harlayacak ve işgalin topraklarımızdan sökülüp atılmasına dek sürecek savaşın yakıtı olacaktır.

Düşman, liderleri hedef alarak direnişi durdurabileceğini sanıyorsa yanılmaktadır. Tecrübeler göstermiştir ki direniş, aldığı darbeleri aşma, liderlerini yeni liderlerle ikame etme ve işgalciye karşı mücadeleyi sürdürme yeteneğine sahiptir.

Direniş, düşmanı acıtmaya ve onunla çatışmayı tırmandırmaya devam edecektir. Bu büyük kayıp karşısında, Halk Cephesi Genel Sekreteri, Genel Sekreter Yardımcısı, Siyasi Büro ve Merkez Komite adına, İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İzzeddin Kassam Tugayları’ndaki kardeşlerimize, şehitlerin ailelerine ve direnişçi halkımıza en içten taziyelerimizi sunuyor; şehit komutanlarımızın kanlarının direniş yolunu aydınlatan bir ışık olmaya devam edeceğini ve bu suça verilecek cevabın sadece direnişi sürdürmek ve düşman varlığının derinliğinde daha acı darbeler vurmak olacağını vurguluyoruz.

Kahraman şehit liderlerimize şan ve ölümsüzlük!

Direniş, zafere, kurtuluşa ve geri dönüşe kadar devam edecek!

FHKC
30 Ocak 2025
Kaynak

29 Ocak 2025

Çalınan Zaman: Pürdikkat!


 

Size ara sıra küçük dopamin vuruşları yapmamız gerekiyordu... Biz bunu bilinçli olarak kavradık. Ve yapmış bulunduk.

[Sean Parker, Facebook’un kurucusu]

 

Netflix’te yayımlanmış Social Dilemma (2020) belgeselinde de boy göstermiş olan, Google eski çalışanı Tristan Harris, Google yönetimine ne zaman dikkat dağınıklığı karşısında panzehir olacak bir öneri sunsa kabaca şuna benzer bir tavırla karşılaştığını belirtir: “Bu iş zor, karmaşık ve en önemlisi kârlı değil!”[1]

“Çağımızdaki motto şu mu olmalı diye düşündüm: Yaşamaya çalıştım; ama dikkatim dağıldı.”[2]

Hari’nin Çalınan Dikkat isimli eserinin ayırt edici özelliği, tıp ile kişisel gelişimin alanına terk edilmiş gibi gözüken bir konuya toplumsal açıklamalar getirip, bunu günümüz şartlarına uygun şekilde romantizm (dijital dışı bir varoluşu özler), deneyim (yazarın kendisi de analog bir inzivaya çekilir) ve meydan okumanın (bireysel değil toplumsal bir çözüm bulunabilir mi sorunsalının peşindedir) kesişiminde sunabilmesinde yatar. Bu sebeple olsa gerek eser, hem basıldığı ABD’de hem de Türkiye ve başka ülkelerde çok satan olmuştur.

Eserin tezleri net, bakışı keskindir. Dikkat dağınıklığı da, tıpkı obezite gibi elli yıl öncesinde bu denli yaygın değildir. Bu sebeple tıbbi değil, sosyal bir problem olarak kavranması gerekir.

Yazar, günümüzde bazen demokrasi krizi bazense “emek yoksunluğu” olarak da adlandırılan süreç ile dikkat dağınıklığı arasındaki bağlantıyı sezer. Odaklanamayan insan, hızlı ve basit çözümler arayışına girer. Çeşitli araştırmalar da bu savı desteklemektedir. Örneğin 2013 yılında ABD’de manşete çıkmış bir gündem, ortalama 17,5 saat boyunca tartışılırken 2016 yılında bu süre 11,9 saate düşmüştür ve düşme eğilimi sürmektedir. Yine araştırmalar bize Wikiler hariç diğer tüm sosyal medyalarda dikkatin kayda değer bir şekilde gerilediğini hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde göstermektedir.

Sosyal medyanın etkisi çevrimdışı hayatta da ziyadesiyle hissedilir. İnsanlar %10 oranında daha hızlı yürümeye başlamıştır:

“Günlük yaşamınızda yeterince uzun süre kesintiye uğradıysanız, tüm bu dış müdahalelerden kurtulduğunuzda bile kendinizi kesintiye uğratmaya başlayacaksınız.”

Çözüm bahsinde, aynı anda birden çok iş yapmayı bırakıp tanımlı bir tekli görevi hedeflemenin önemini vurgular Britanyalı gazeteci; anlamlı ve yeteneklerimizin sınırında bir işle uzun vadeli, dalarak ve “akış” içerisinde uğraşmanın altını çizer. Gerçekçi bir çözümün negatif davranışların izalesiyle sınırlı olamayacağını defaatle belirtir. Zira pozitifle ikame edilmedikçe, dikkat dağınıklığına geri sekecek bir sıvışma yöntemi bulmak oldukça kolaydır.

Ne var ki yeni dünyada bu önerileri uygulamak kolay olmayacaktır. Dikkati yeniden toplama teknikleri babında en son ve meşhur örnek, daha önce Pürdikkat adlı çalışmasıyla dikkat konusuna eğilmiş olan Cal Newport’un Dijital Minimalizm (2019) eseridir. Bütün bu güçlüklerin ayırdında olarak Newport, naif ve romantik analog sevdası jestinin ötesine geçmek üzere “çevrimiçi vaktinizi, değer verdiğiniz şeylere faydası dokunan, titizlikle belirleyip optimize ettiğiniz az sayıdaki faaliyete odaklı halde geçirmenizi ve geri kalan her şeye gönül rahatlığıyla sırt çevirmenizi öngören bir teknoloji kullanımı felsefesi” önerecektir. Blog yazıları, konferanslar ve Youtube videolarıyla da dijital minimalizmin sözcülüğünü yapan Newport, üç ilke etrafında harekete geçilebileceğini belirtir:

a) “Ekran kalabalığı”nın olumsuz sonuçları barizdir ve bundan kaçınılmalıdır.

b) Teknolojiyle ilişkimiz, ancak optimize kullanma stratejileriyle verimlileşebilir.

c) Her şey “amaca yönelik” olmalıdır.

İlkelerin nasıl özümsenebileceği konusunda da bir dizi öneri sunar: Dijital temizlik süreci. 30 günlük bir detoks periyodu içerisinde teknolojik fazlalıklardan kurtulmak, bu süreçte yeni ve anlamlı gelen uğraşları tespit edip onların peşinden gitmek ve ilk 30 günlük molanın ardından temiz bir sayfa açarak yalnızca eksikliği hissedilen teknolojileri tekrar ve kontrollü şekilde hayatın içerisine dâhil etmek: Beğen butonuna dair her şeyden sonsuza dek kurtulmak, bildirimleri kapatmak, dikkat konusunda hayat boyu teyakkuzda olmakla birlikte, nihayet kişi, zihniyle baş başa kalmayı hatırlayacak ya da öğrenecek, ömrünün (“Zaman tanrıdır!”) hakkını vermeye başlayacaktır.[3]

Hari ve Newport’un bu kolektif/kronik soruna hem toplumsal hem de (toplumsal mümkün olmadığında) bireysel yanıtları, “hasta”yı iyileştiremese de kanamayı durduracak, kişiye zaman ve sükûnet kazandıracaktır. Bu açıdan, çalışmalarının önemi yadsınamaz.

Yusuf K.
29 Ocak 2025

Dipnotlar:
[1] Cal Newport, Dijital Minimalizm, Metropolis Kitap, 2019.

[2] Johann Hari, Çalınan Dikkat, Metis Yayıncılık, 2022.

[3] Cal Newport, Pürdikkat, Metropolis Kitap, 2017.

28 Ocak 2025

Onbeşler’in Katlinden Bir Hafta Önce

Efendiler, zannediyorum ki gayet önemli ve ciddî bir mesele üzerindeyiz. Yüce bildiğimiz yoldaşlarımız, kıymet arz eden, muhtelif hususları ortaya koydular. Bendeniz de bu münasebetle… bu konuda gerek Hükûmet gerekse şahsım adına birkaç noktayı kısaca arz edeceğim.

Milletimizin mevcut durumu ve ortaya koyduğu ciddi işleri zannediyorum ki hepiniz biliyorsunuz, bunlar kati surette herkesin malumudur. Milletin hakiki emellerine ulaşmak amacıyla burada toplanmış olan meclisiniz, görüşlerinde takip edeceği temel ilkeler, milletin emel ve görüşlerinden ayrıştırılamaz.

Büyük Millet Meclisi ve onun Hükûmetinin bugüne kadar takip ettiği siyasetin tümüyle milletin emelleriyle uyumlu olduğuna hiç şüphem yok. Bu siyasetin ne olduğunu tekrar etmeye gerek görmüyorum. Yalnız şu hususa işaret edeceğim: milletin sınırları dâhilinde milletin istiklâli. Bu ilke, gayet kuvvetli ve büyük anlama sahip olan bir ilkedir. Bugüne kadar bu ilkeden ayrıldığımızı gösteren en ufak bir emareyi kimse ortaya koyamaz.

Efendiler, bu esas üzerinde yürüyen insanlar, düşünen dimağlar, doğalında komünizmin yalana dayanan, milleti bölen ilkeleriyle uzlaşamazlar. Bu sebeple, yüce heyetinizin takip ettiği siyaset, hiçbir vakit komünistlik esasını temel alamaz. Bu böyledir, bunu tekrar ediyorum, bir defa daha.

Fakat yine malûmunuzdur ve cihanın malûmudur ki bu millî esaslarına derin rabıtalarla sadık kalan Meclisiniz ve Hükûmetiniz, müstakil bir devlet olarak Rusya Bolşevik Cumhuriyeti denilen bir devletle ilişki kurma siyasetinde hiçbir vakit Komünistlik ile Bolşeviklik ilkelerini dahi telaffuz etmemiştir. Zannediyorum ki dışişleri bakanınız, muhtelif vesilelerle bu yönü izah etmiştir.

Burada ben de tekrar ediyorum: milletimizin, devletimizin, yüce heyetimizin Ruslarla kurduğu ilişkide, doğrudan doğruya iki müstakil devletin birbirine karşıt, her biri kendisine ait gayeleri tümüyle mahfuz kalmaları şartıyla, bu ilişkinin bugüne kadar böyle seyrettiğine, bugünden sonra da böyle devam edeceğine hiç şüphe etmeyiniz.

Rusya’nın başında bulunan resmi Bolşevik Hükûmetinin, resmi devlet makamlarının bizim makamlarımızla kurduğu temas ve ilişkilerde, Rusya dâhilinde bu milletin soysuz, herhalde sersem birtakım evlâtları, oralarda da serseriliklerine devam etmişlerdir. İşte bu serseriler, bir iş yapmak hülyasına kapılarak, görünüşe göre, memleketimize ve milletimize sızıp buraya tesir etmek adına, Türkiye Komünist Fırkası diye bir parti kurmuşlardır.

Bu partiyi kuranların başında Mustafa Suphi gibi isimler bulunmaktadır. Bunlar, doğrudan doğruya yurtseverlik hissiyle ve hakiki bir milli hisle değil, benim kanaatimce, belki kendilerine para veren, kendilerini himaye eden ve bunlara önem atfeden Moskova’daki prensip sahiplerine yaranmak için birtakım girişimlerde tüm serserilikleriyle bulunmuşlardır. Bunlar, Rus Bolşevizmini muhtelif kanallardan memleket dâhiline sokmak için uğraşmışlardır. Bu suretle memleketimize, milletimize hariçten komünizm cereyanı sokulmaya başlanmıştır.

Diğer taraftan efendiler, memleket dâhilinde komünizmin ne olduğunu bilmeyen, fakat onun ilkeleri temelinde meydana gelip şekillenmiş bir Bolşevik kuvvetinin bizi kurtuluşa götürecek kuvvet olabileceğini varsayan birtakım insanlar türemiş, hatta bu hariçten gelen komünizm cereyanına temas etmeksizin, kendiliğinden komünist hareketi örgütleme hevesine kapılanlara tanık olunmuştur.

Bir zaman geldi ki Ankara’da, Eskişehir’de, şurada burada, memleketin birçok yerinde çok sayıda insan, birbirleri arasında bağ kurmadan, komünist hareketi örgütlemeye başladı, aynı zamanda hariçten de birtakım insanların tüm serserilikleriyle memlekette dolaşmaya, burada propaganda faaliyeti yürüttüğü görüldü.

Kendi ilkelerini her daim sadakatle korumayı en faydalı iş kabul eden vekiller, hayırlı bir sonuca ulaşmanın yollarını düşünmeyi zorunluluk hissettiler. Vekillerimiz, muhtemelen komünizmin bu memlekette ve bu millette uygulama imkânı bulamayacağına muhtemelen dün olduğu gibi bugün de kanidir.

Aydınlarımız, komünizmin ne olduğunu bilirse, o vakit onun memleket dâhilinde tatbikine cevaz verilebilir. Fakat komünizmin ne olduğunu ne aydınlar, ne halk, ne de ordu biliyor. Komünizmin kurtuluşa götürecek yol olduğunu sananlar varsa, bunların körü körüne savundukları şey, ancak cahillerin komünizmi olabilir veya ona ancak milletin çok küçük bir kısmı, ufak bir parçası eğilim gösterebilir. Dolayısıyla, azınlığın azınlığı denilebilecek bir gücün meydana getireceği hareket, ne geneli kucaklayabilir ne de ülkeye hâkim olabilir, çünkü bilgisizliği sebebiyle böylesi bir teşekkül, ülke genelinde feverana, bir devrim girişimine yol açabilir. Ama biz, meclisimizin bu tür bir hareketi hemen imha edeceğinden eminiz.

Böylesi bir durumda Hükûmet, tedbir düşünmek mecburiyetinde kalır. Efendiler, iki türlü tedbir olabilirdi. Birisi; doğrudan doğruya “Komünizm” diyenin kafasını kırmak; diğeri, Rusya’dan gelen her adamı derhal denizden gelmiş ise vapurdan çıkarmamak, karadan gelmiş ise sınır dışı etmek gibi zora başvuran, sert ve kırıcı tedbirlere başvurmak. Bu tedbirleri tatbik etmenin iki açıdan faydasız olduğu görülmüştür. Birincisi; siyaseten iyi ilişkiler kurulmasının gerekli oluşuyla ilgilidir.

Rusya Cumhuriyeti tümüyle komünisttir. Eğer böyle zora başvuran bir tedbiri uygularsak, Ruslarla kayıtsız şartsız hiçbir ilişki ve bağ kurmamamız gerekir. Hâlbuki biz, birçok politik düşünce üzerinden, bir dizi sebep ve gerekçeye bağlı olarak, Ruslarla temas ve bağ kurmak, onlarla anlaşmak istedik, bugün de istiyoruz, yarın da isteyeceğiz. O hâlde uygulayacağımız tedbirlerde dostluğunu istediğimiz bir milletin ve hükûmetin prensiplerini aşağılamamak mecburiyetindeyiz. İşte bu sebeple zora başvuracak tedbirleri kullanmak istemedik.

Bu tedbirlere başvurmayı faydalı görmememizin ikinci sebebi de şudur: Sizin de bildiğiniz üzere, düşünce akımlarına düşünceyi temel almayan bir kuvvetle karşı koymak hiçbir sonuç vermez. Herhangi bir insanla konuşulduğu zaman onun herhangi bir düşüncesini kuvvet zoru ile reddeder, kendi iddianızı zora başvurarak dile getirirseniz, karşı taraf düşüncesinde ısrar eder. Israr ettikçe kendi kendini aldatmakta daha çok ileri gidebilir. Bu sebeple, düşünce akımlarına zor yöntemlerine, şiddete ve kuvvete başvurarak karşı konulamaz. Bu tür bir yöntem, aksine karşı tarafı takviye eder. Buna karşı en etkili çare, gelen düşünce akımının karşısına başka bir düşünce akımını çıkartmak, düşüncenin karşısına başka bir düşünce koymaktır. Bu sebeple, komünizmin memleketimiz için, milletimiz için, dinimizin gerekli için kabul edilemez olduğunu anlatmak, yani kamuoyunu aydınlatmak en tesirli çare olarak görülmüştür.

İşte Hükûmet, böyle bir çareye başvuruyor ama o, hiç şüphe yok ki ülkeye gelen düşünce akımlarının vaktinden evvel fiiliyatta zararlara yol açabilecek duruma gelmemesi için bir yandan da gerekli tedbirleri uygulamanın şart olduğunu kabul etmiştir.

Hükûmetin aydınlatma yolu ile bu düşünce akımının önüne geçmeyi düşündüğü dönemde aynı şekilde düşünen kıymetli, ahlâklı ve her açıdan güvenilir olan arkadaşlar bana başvurdular. Bu kişiler, söz konusu bakış açısı üzerinden, bu memleketin ve milletin faydası için azami surette hizmet edebileceklerini düşünüyorlardı. İşte bu düşüncenin mahsulü olmak üzere, Ankara’da Komünist Partisi adı altında bir parti kuruldu. Bu partiyi kuran kişilerin benim kesin olarak bildiğim zihniyetlerini kısaca izah etmek istiyorum ki yanlış anlamalar ortadan kalksın.

Bu kişiler, milli sınırlar dâhilinde yaşayan halkın bağımsızlığını korumayı, yani bu milletin gayesi olan geleceğini bugünden inşa etme ve üretme işine hizmet etmek istiyorlar. Yine bu insanlar da sizin gibi milletin refah ve saadetini maddiyatta üretebilmek amacıyla idari mekanizmanın ıslah edilmesini, içişlerimizde mümkün olduğu kadar milletin düşünceyle hareket etme düzeyini yukarı çekmeyi düşünen kişilerdi.

Bu sebeple, söz konusu partiyi kuranlar, komünizmin ne olduğunu millete anlatmadıkça, millet, onun ne olduğunu, bütün esasları ve prensipleriyle birlikte öğrenmedikçe yol alınamayacağını, halka hizmet edilemeyeceğini düşündüler. Komünizmin tatbik edilebilir olup olmadığını anlamaya çalıştılar. Bunu halka göstermek için uğraştılar. Ancak yine de şu tespite sıkı sıkıya bağlı kaldılar: Bu memlekette, bu millet içerisinde yapılacak her türden devrim, zararlı dahi olsa, onun gerçek sahibi yine bu millet olmalıdır. Yine bu milletvekili olmalıdır. Bağlı kaldıkları diğer bir tespit de şuydu: Bu memleket içerisinde yabancılarla birlikte yapılacak her türden devrimin vücut bulacağı sürece alet olanlar aşağılanmalı, rezil edilmeli.

İşte bu işi iyi niyetlerle yapma arzusunda olan arkadaşların girişimi Hükûmetçe uygun bulundu. Başvuruları üzerine parti kurmalarına resmiyette izin verildi. Yalnız bu izni verirken Hükûmet bir şey düşünüyordu. Evet, komünizm bir toplumsal meseledir. Komünizmin her türden esasını ve gerçeğini istenildiği gibi dile getirmekte bir beis yoktur.

Yalnız öte yandan biz, amacı belli olmayan, bulunduğu yeri dahi bilinmeyen birtakım insanların komünizm ve Bolşevizm adı altında örgütlenmesini katiyen yasak ettik. Bu açıdan içişleri bakanı, devlette çalışan tüm memurlara dedi ki “Komünistim diyen, ancak Hükûmetçe resmen programı görülmüş ve mevcudiyeti resmen onaylanmış cemiyete katılabilir.” Fakat kendi kendine kurulan partinin Hükûmete verdiği bir teminat vardı: bu parti dahi her önüne geleni teşkilâta üye almayacak, aklı başında, milletin kutsallarını, dinin gereklerini, milletin ve devletin genel şartlarını bilen insanlar, ancak bu milli gayeye sadık kalmak şartıyla, düşüncelerini yayabilirlerdi.

Ben, bu arkadaşların Rus Bolşevizminin yol açtığı tahribatı birçoğumuzdan daha iyi bildiklerine eminim. Varolma gerekçelerinin ortadan kalktığına kani oldukları vakit bu arkadaşlar, tüm millete hitaben komünizmin bu memleket içerisinde uygulanma imkânının bulunmadığını bizzat ifade ederler ve sonra da dağılırlar.

Bu parti, bu şekilde kurulduktan sonra Halk İştirakiyyun Fırkası [Halk Komünist Partisi] adı altında bir parti, Hükûmete başvuruda bulundu.

Bu noktada Türkiye Komünist Partisi ile ilgili bir hususu eklemek isterim: TKP, komünistliği Arapça veya Türkçe yapmak istememesi sebebiyle, halka yegâne gayelerinin halkı aldatmamak olduğunu, o söylediğimiz şeylerin komünistlik için olduğunu anlasın düşüncesiyle kurulmuştur. Onun için doğrudan doğruya “Komünist” kelimesini tekrar ediyoruz ki halkı aldatmış olmayalım.

Türkiye Komünist Partisi, bu memlekette bu şekilde kurulduğu sırada Bakü’de “Türkiye Komünist Partisi” adını taşıyan bir parti vardı. Ankara’da bu parti kurularak, merkezi hariçte bulunan, tüm girişimleri ve faaliyetleri için talimatları hariçten alan bir parti redde tabi tutulmuş oldu.

Ben, Halk İştirakiyyun Fırkası’nın neden ve hangi gerekçeyle kurulduğunu bilmiyorum. Bunları ancak kuranlar izah edebilirler. Yalnız benim anladığıma göre, Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşunun mahiyetiyle Halk İştirakiyyun Fırkası’nın kuruluşunun mahiyeti arasında fark vardır.

Türkiye Komünist Partisi, Türkiye için, Türkiye dâhilinde çalışan bir parti mahiyeti taşıyor. Halk İştirakiyyun Fırkası ise doğrudan doğruya komünist parti mahiyeti taşıyan bir partidir. Elimizdeki güvenilir bilgilere göre, bu partiyi kuranlar, Ankara’da bulunan Rus elçiliğiyle dahi temasta bulunuyorlar. Bu hususta fazla bir şey söylemek istemiyorum.

Şimdi efendiler; Hükûmetin görüşlerini ve takip ettiği, zaten herkesin malûmu olan esaslarını bir daha tekrar ettikten sonra, Hükûmetin komünist örgütlenmesine hangi düşünceler üzerinden serbestiyet verdiğini açıkladım. Fakat bu iznin doğurabileceği sakıncalara karşı sert tedbirlere başvurma, bu tedbirleri kati surette uygulama imkânının bulunduğunu belirtmek isterim. Belki yakın zamanda bu tedbirlerin sonuçlarına bizzat şahit olacaksınız.

Yalnız bu noktada bir şey rica etmek istiyorum. Bir defa bendeniz reisiniz olmak itibariyle, ayrıca diplomatik ilişkilerde yüce heyetinizi temsil ettiğim için, dışişleri bakanının, her bir vekilin hatta her bir bakanın bu meseleden bahsederken bir iki noktaya dikkat kesilmesi gerekiyor. Genellikle komüniste karşı laf ederken, doğu siyasetimize laf söylenmesini yanlış buluyorum. Bu siyaset, toplumsal bir meseledir.

Komünizmin memleketimizde uygulanması mümkün değildir. Bunu rahatça dile getirebiliriz. Yalnız bu tespit, bizim Hristiyan bir devletle politik ilişki kurmamıza mani değildir. Bu sebeple, “Biz komünistlik istemeyiz, öyleyse doğu siyasetini yapmayacağız” demek doğru değildir. Bu, gayet abes olur. Biz, Ruslar komünist olduğu için, onlara doğal olarak karşıyız. Biz, “Komünizm bu ülkede uygulanamaz, dinin esaslarına, hayatın şartlarına ve toplumsal yapımıza uygun değildir” diyoruz.

Mustafa Kemal
22 Ocak 1921

[Kaynak: TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 1, 24 Nisan 1920-21 Şubat 1921, Ankara TBMM Basımevi, 2023, s. 381-384. TBMM.]

23 Ocak 2025

Ekonomik Durum ve Devrim




Şu gerçek üzerine bıkıp usanmadan tefekkür etmek gerekiyor:

Politik sözlükçemizin en önemli terimlerinden olan “Devrim”, astronomiden alınmış olan bir kelime ve bu kelime, kendi yörüngesinde yol alan bir gezegenin hareketini ifade ediyor.

Bir de “Konjonktür” terimi var.

Politik kategorilerin yerini ekonomik kategorilerin aldığı genel eğilimin hüküm sürdüğü günümüz koşullarında “Devrim”in yerini alan bu terim de astronomi kaynaklı. Bu terimin kökenine dikkatlerimizi ilkin Kıyaslamalı Edebiyat Profesörü Davide Stimilli çekmişti.

“Ekonomik faaliyetin kısa süre devam eden belirli bir dönem boyunca devam ettiği ekonomik döngünün belirli bir aşaması”nı ifade eden “Konjonktür” terimi, aslında belirli bir momentte birkaç yıldızın konumlarının çakışmasını ifade eden “Kavuşum” [conjunction] teriminin değişmiş hâli.

Davide Stimilli çalışmasında, Aby Warburg’un La divinazione antica pagana in testi e immagini dell’età di Lutero [“Luther Çağına Ait Metin ve Resimlerde Antik Pagan Falcılığı”] başlıklı makalesinden alıntı yapıyor. Bu çalışmada kavuşum ve devrim birlikte ele alınıyor:

“Bu türden kavuşumlar, ancak devrim denilen geniş zaman çakışımlarında gerçekleşebilir. Dikkatle planlanmış bir sistemde büyük ve azami kavuşumlar ayrışır. Satürn, Jüpiter ve Mars gibi büyük gezegenlerin buluşmasına bağlı olarak bu tür kavuşumlar, en tehlikeli olan kavuşumlardır.”

Kavuşumlar ne kadar çok gerçekleşirse o kadar çok ürkütücü olgular meydana çıkar. En elverişli özelliklere sahip gezegen en kötüsüne yol açsa bile bu sonuç değişmez.

Asıl önemli olan husus şudur: Auguste Blanqui gibi tüm beklentileri konusunda hayal kırıklığına uğramış bir devrimci, hayatının sonunda insanlık tarihinin yıldızların hareketi gibi kendisini ebediyen tekrarladığını, aynı temsillerde ilanihaye dil bulduğunu idrak etmiştir.

Bugün tam da bu türden bir gerçeklik meydana gelmektedir: nitelik itibarıyla tesadüfi ve keyfi olan bir ekonomik konjonktür, o korkunç hâkimiyetini tüm toplumsal hayat üzerinde kurmaya çalışmaktadır.

Demek ki bugün hayırlı olan, politika ile yıldızlar arasındaki bağı kayıtsız şartsız kopartmak, astronomik kaderle devrimi, zorunlulukla ekonomik konjonktürü, doğa bilimleriyle politikayı birbirine bağladığı iddiasında olan bağı her yüzde kesip atmaktır.

Politika, ekonominin yasalarında veya gök kubbede kayıtlı bir şey değildir: Politika, zayıf ellerimize bağlı olan bir pratiktir. Dolayısıyla, bize lazım gelen, o zayıf elleri konjonktürde ve devrimde mahpus eden her türden kurguyu redde tabi tutacak fikri bir berraklıktır.

Giorgio Agamben
15 Ocak 2025
Kaynak

22 Ocak 2025

, ,

Daralan Pergel: Tespihin Dağılan Taneleri


Takvimler 2013’ü gösterdiğinde Suriye’deki dengeler farklı bir aşamaya geçmişti. Kuzey ve doğudaki güçlerini savaşın yoğunlaştığı iç kesime kaydıran rejimin bu hamlesinden sonra Suriye’nin kuzeyinde tek taraflı özerklik ve kantonlar kuruldu.

Bu süreç içerisinde, özerklik ilânıyla birlikte rejim taraftarlığı da başka bir yöne doğru evrildi. Sonra IŞİD kantonlara ilerledi, emperyalizmin ona verdiği destekten hareketle, insanlık dışı katliamlara girişen IŞİD bu hâliyle bile yine emperyalizmin Suriye’ye müdahalesi için gerekçeye dönüştü.

Ardından onlarca ülke, emperyalizm öncülüğünde “Koalisyon Güçleri” adı altında birleşerek Suriye’nin kuzeyine saldıran IŞİD’e karşı bölgedeki Kürt siyasi yapılanmasına destek verdi. Emperyalizmin havadan attığı silahlar, önce “yanlışlıkla” IŞİD’in eline geçti, ardından emperyalizm havadan bölgenin siyasi hareketi karadan bu saldırıyı durdurdu. Aynı zamanda Barzani yönetimi de oluşturulan koridordan geçerek emperyalizmin icazetini aldıktan sonra bölgeye desteğe gitti fakat yakın bir zamanda Barzani taraftarlarına bölgede gözaltı-tutuklama işlemleri yapılıyordu. Konvoy Urfa’ya ulaştığında halka “Biji Obama” sloganı attırıldı. O dönemde sendika, iki günlük grev ilan etti.

Daha sonra Kobane’de bir “devrim” olduğu propagandası politik gündeme yerleşti. Bookchin’in yerelcilik adı altındaki postmodern anarşist tezleri, komünalcilik, post-Marksist tezler bir kez daha üretilerek, bunların kantonlarda hayata geçtiği iddia edildi. Suruç’ta, Ankara Garı’nda, seçim mitinglerinde gerçekleşen saldırılarla yüzlerce “barış” yanlısı insan katledildi.

Kantonlar vardı fakat birleştirilmesi hedefleniyordu. Buna sınır güvenliği gerekçesiyle müsaade edilmeyeceği bilindiğinden, ülkemizin bölge illerinde hendekler kazıldı. Amaç, kantonlar birleştirilirken oluşacak bir operasyonun engellenmesiydi. Sendika, bir kez daha grev ilân etti.

OHAL sonrası çeşitli operasyonlarla kantonların birleştirilmesi engellendi, tampon bölgeler oluşturuldu, kantonların sınırı onlarca kilometre içeri çekildi. Afrin’i terk etmeyeceğini söyleyenler, halkı yüzüstü bırakıp çekilirken “Esad gelsin ‘kendi’ toprağını savunsun!” diye açıklamalar yapıldı. 2014 ile başlayıp IŞİD saldırılarının durdurulmasından sonraki süreçte emperyalizm desteğiyle Kürt nüfusun bulunmadığı Arap şehri olan Rakka’ya “özerk” yönetimin operasyonuyla şehir IŞİD’den alındı. Menbiç aynı şekilde alındı. Menbiç’in sivil halkına demokratik protesto düzenliyor diye, “dış mihraklar” gerekçe gösterilerek, “özerk” yönetimin bileşenleri tarafından ateş açıldı, Menbiçli sekiz insan yaşamını yitirdi.

İki yıllık OHAL sürecinde tüm o mitinglere ve grevlere katılım gerekçe gösterilerek sendika üyesi beş bin emekçi, “Barış İçin Akademisyenler” adıyla toplanıp “barış” bildirisini imzalayanlar ihraç edildi. Belediyelere kayyum atandı, vekiller tutuklandı, emekçiler ihraç edildi. Gerek sendika gerek buna neden olan çevreler, sınıfsal, ideolojik ve politik kapsamda eleştirildi. Buraya kadar kısa bir özet vermeye çalıştık.

2024’ün son haftalarında Suriye rejimi devrildi ve HTŞ yönetimi yeni bir rejim inşa etmeye başladı. Bu rejim ise Suriye’nin kuzeyinde “devrim” yaptığını iddia eden yönetime merkezi yönetime dâhil olup ülke ordusuna katılmasını, aralarında bulunan yabancı uyruklu kişilerin Suriye’den çıkarılmasını deklere etti. Önce Afrin gibi Menbiç’i terk etmeyeceğini söyleyenler, aynı pratiği bir kez daha tekrarlayıp geri çekildiler.

Suriye’nin kuzeyindeki yönetim, önce Esad karşıtı olduğunu HTŞ’ye deklere etti, ardından Suriye’nin yeni bayrağındaki üç yıldız tasarlanırken kendilerinin de bileşen olduğunu iddia etti, ardından konfederal yapıda ısrarcı olmadıklarını dile getirdi. Ardından emperyalist “dostlarıyla” (ki bu kendi ifadeleri) iletişim hâlinde olduklarını ve süreci değerlendirdiklerini söylediler. İkinci özetimiz ise bu olsun. Başka bir yazıda eleştiri konusu olsa da şu soruları yöneltmek yerindedir:

- Madem bir “devrim” yapıldı, aksini iddia edenler, o dönem linçe uğratılıp tartışma kültürü yerle bir edildi, eleştiren kişi ve çevreler “ırkçı, şoven, ulusalcı, faşist, IŞİD zihniyetli” diye yaftalandı, o vakit neden şimdi konfederal yapıda ısrar edilmediği dile getiriliyor? “Devrim” sözcüğünün anlamı devirmekten gelir ki devrilenin yerine konulan yeniden neden bu kadar çabuk vazgeçiliyor?

Yazımızın değineceği asıl konu, 12 yıllık Suriye sürecinde ülkemiz solunun aldığı tavırdır. Özerklik ve kantonlar ilân edilirken bunu “bir devrim” olarak görmediğini Marksist tezlerle savunanların linç ve aforoz edildiği sürece reformistinden radikaline her çevre ortak oldu. Bazı çevrelerden insanlar, gönüllü olarak IŞİD’le savaşmak için Suriye’nin kuzeyine kitleler hâlinde geçerek birçok insan bu bölgede yaşamını yitirdi. Bu çevreler ise “Enternasyonalist Tabur” kurduklarını, Dünya Kobane Günü ilân ettiklerini, zincirin en zayıf halkasının buradan kırılacağını, gösterilen bu desteğin halkların sınıf mücadelesine katkı sağlayacağını, hatta İspanya “İç” Savaşı’nı bile geride bırakan bir mücadele ve enternasyonal dayanışma geliştirildiğini propaganda etti. Buraya kadar bedel ödeyen halklarla onlar adına siyaset yürütenleri ayırdığımızı özellikle belirtmek zorundayız.

Bu çevrelere yönelik asıl sorularımız şunlar:

- Madem bir “devrim” olduysa buna şimdi neden sahip çıkılmıyor, çıkmıyorsunuz, mücadele ortaklarınızla bu yönde hareket etmiyorsunuz?

- Suriye’nin kuzeyinden çıkarılması deklere edilen yabancı uyruklular sizlersiniz fakat “özerk” yönetim bunu sorun yapmayacağını, zaten bu yabancıların sayısının “az” olduğunu söyleyerek sizin insanlarınızdan vazgeçiyor. Orada yaşamını yitiren insanlarınızın anılarına saygıyı nasıl bir sahiplenmeyle göstereceksiniz? Daha şimdiden sendika.org gibi sitelerde “O zaman kuzey yönetimi de HTŞ ve SMO’nun içindeki yabancılardan arındırılmasını talep etsin” diyerek güya bu durumu eleştirdiğini düşünen yazılar neden yayınlanıyor?

- Suriye’nin bütünlüğü yani üniter yapılanması için mi IŞİD’le savaşmaya gittiniz yoksa derdiniz, kuzey yönetiminin sizden vazgeçip emperyalizm çetesinin kuracağı merkezi Suriye yönetimine destek sunmak mıydı?

- Özeleştiri vererek ideolojik-politik hata yaptığınızı dile getirip linçlediğiniz çevrelerden ve halklarımızdan özür dileyecek misiniz? Bunu yapmadığınızda solun politik ahlakını da hiçe sayacaksınız!

- Beş bin emekçinin ve akademisyenlerin işlerine geri alınmasını ülkemizde yürütülen “barış” görüşmelerinin öznelerinden ilkesel şekilde talep edecek misiniz?

- İran Kürtleri üzerinden gelişecek olası bir emperyalist işgal için “barış” görüşmecilerinin dâhil edileceğini dile getiren Yeni Yaşam’daki yazıya karşı mı çıkacaksınız yoksa zamanı geldiğinde İran’da kurulacak “Enternasyonal Tabur”a bileşen mi olacaksınız?

Peşinden gittiğiniz radikal demokrasi hareketi, burada kayyuma razı geliyor (ki razı gelen halk değil), Suriye’nin kuzeyinde de IŞİD’i yendiğini söyleyenler, eski IŞİD’lilerin yönetime gelip “özerk” yönetimi tasfiye etmesine rıza gösteriyor, fakat tasfiye edilen siz oluyorsunuz, şimdi ne diyeceksiniz ne yapacaksınız? Sendikalardaki ve meclisteki birkaç koltuğunuzdan vazgeçmeyerek, sessiz kalıp “Kürt halkının kazanımları için sustuk” şeklinde bir politik retoriğe mi sığınacaksınız?

Son yazılarımızda belirtmiştik: ülkemizdeki süreçte tarafların mutabık kalması durumunda, acaba bir dahaki seçimde sol partiler, radikal demokrasi partisinin desteğiyle meclise girebilecek mi?” sorumuza gerekli yanıtı Suriye’nin kuzeyinden geldi. Bugün tasfiye edildiğiniz süreç, bir pergel misali, Suriye’den buraya doğru daralacak.

Ortadoğu’da veren el de alan el de emperyalizme aittir. Sovyetler’in çözülüşünden beri durum budur, durum kötüdür, iyi değildir. Bu gerçeğe boyun eğen reformistler ve çeşitli sol çevreler, bugün peşinden gittikleri çevreler tarafından emperyalizm desteğiyle tasfiye edilecek. Suriye’nin petrolü emperyalizme, Esad rejiminin askeri alt ve üstyapısı siyonizme ihale edilip onlar adına garantiye alınmışken, acaba dönüp ilgili sol çevreler, cami avlusuna nasıl bırakıldıklarının ve neye ortak edildiklerinin/olduklarının ve sınıf mücadelesi açısından ne kayıplara yol açtığının özeleştirisini verecek mi? Daha önce dediğimiz gibi kısa bir zamanda her şey netleşecek.

Ek olarak, Kürt halkının ödediği bedeller üzerinden bu durumun emperyalizm lehine çözülmesine bile ödenen bedelleri gerekçe gösterecek olan sol çevreler, dönüp Filistin direnişine baksınlar: Ne emperyalizmden destek alındı ne de sizin gibi solların adı anılıp size teşekkür edildi, öyle ki elli bine yakın insan siyonizm tarafından katledildi ama Gazze düşmedi. Verilen geri de alınır fakat kazanılanın verilmemesi için mücadele edilir. Bu yazının son sözü olarak şunu söyleyelim: Neye iştirak ediyorsanız osunuzdur, bu tespit, hepimiz ve her çevre için geçerli.

S. Adalı
21 Ocak 2025

21 Ocak 2025

,

Medeni Barbarlık


Britanya ve Fransa, dünyadaki en medeni ülkeler. Altı milyonluk nüfusuyla Londra, üç milyonluk nüfusuyla Paris, dünyanın başkentleri. Birinden diğerine sekiz dokuz saatte gidiliyor. İki başkent arasında cereyan eden ticari ilişki muazzam. Birinden diğerine tonlarca mal, binlerce insan akıyor.

Gelgelelim, bugün bu dünyanın en zengin, en medeni ve en özgür ülkeleri, korku ve endişeyle, hayatlarında ilk kez, Britanya’yı Avrupa kıtasından ayıran Manş Denizi’nin altında bir tünelin inşa edilip edilemeyeceğine dair o “zor” soruyu tartışıyor.

Mühendisler, uzun zamandır tünelin inşa edilebileceğini söylüyorlar. Britanyalı ve Fransız kapitalistlerin elinde tonla para var. Böylesi bir girişime yatırılacak sermayenin kâr getireceğine hiç şüphe yok. O hâlde bu adıma ne mani oluyor?

Britanya, aslında işgalden korkuyor! “Bir şeylerin yaşanması durumunda tünel, düşman askerlerinin Britanya’yı işgal etmesini kolaylaştırılır” deniliyor. Bu sebeple İngiliz ordusunun başındaki isimler bir kez daha tünel inşaatı planını baltaladılar.

Medeni ülkelerdeki deliliğin ve körlüğün tezahürü olan cümleler insanı şaşkına çeviriyor. Söylemeye bile gerek yok: Bir tüneldeki trafiği eldeki modern teknik cihazlarla birkaç saniyede durdurmak, hatta tüneli tümüyle imha etmek mümkün. Buna karşın, medeni milletler, bile isteye barbarlarla aynı konuma düşmeyi tercih ediyorlar.

Kapitalizm, işçilerin gözlerini boyamak adına, burjuvazinin İngiliz halkını “işgal”e dair aptalca masallarla korkutmak zorunda kaldığı bir durumu meydana getirdi. Kapitalizmin yol açtığı bu durum dâhilinde bir grup kapitalist, tünel kazıldığı takdirde “iyi giden işler”inden olacaklarını düşündü. Bu sebeple söz konusu plana mani olmak ve teknik ilerlemeyi durdurmak için ellerinden geleni yaptı. İngilizlerdeki bu tünel korkusu, esasen kendilerine yönelik korkunun bir tezahürü.

Kapitalist barbarlık, medeniyetten daha güçlü. İnsan, sorunlarını hızla çözüme kavuşturmak ister, ama ne yana dönse, attığı her adımda karşısında kapitalizmi bulur. Muazzam servet biriktirmeyi bilmiş olan kapitalizm, insanları bu servetin kölesi hâline getirmiştir. En karmaşık, en içinden çıkılmaz teknik sorunları çözüme kavuşturmuş olan kapitalizm, milyonlarca insanın çektiği yoksulluk ve cehalet, bir avuç milyonerin o aptalca açgözlülüğü sebebiyle, tekniği ilerletecek fikirlerin uygulanmasına mani olmuştur.

Kapitalizmde medeniyet, özgürlük ve zenginlik denilince akla, canlı olanı çürüten, genç olanın yaşamasına izin vermeyen zengin obur geliyor. Fakat o genç büyüyor ve her şeye rağmen yüceye yerleşmeyi bilecek.

V. I. Lenin
10 Eylül 1913
Kaynak

20 Ocak 2025

, ,

Filistin Halkına ve Yiğit Direnişçilerine Mektup

Selam, onurlu Filistin halkına, direnişçilerine ve destekçilerine olsun...

Lanet, emperyalizme, siyonizme ve işbirlikçilerine olsun...

Filistin halkı nezdinde direnişin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Direniş, onlar için bir irade, bir tercih, bir mektep, bir yaşam tarzıdır...

Onurlu Filistin halkının direnişi, bir kez daha eşsiz bir irade ortaya koydu ve boyun eğmeyeceğini, diz çökmeyeceğini aldığı zaferle bize gösterdi, bu vesileyle, bu irade önünde saygıyla eğiliyoruz.

Onlar için direniş bir mekteptir, bu mektepten alnının hakkıyla geçmek, her Filistinli için en asli vazifedir.

Bu mektepte ne yok ki; ter, gözyaşı, kan, acı, feryat, çığlık, sevinç, hüzün, kararlılık, cesaret, dik duruş, şehadet...

Onlar için yaşam iki kelimeden ibarettir: Özgürlük ve Şehadet.

Onlar, yaşamın hakkını direnişiyle, yüreğiyle, mücadelesiyle, kavgasıyla veren yiğit erlerdir.

Onlarla birlikte direnen kadim şehirleri, portakal ve zeytin ağaçları da birer sanat eseri misali direnişe destekte bulunuyor, önemli olan, bizim bu direnişte nerede durduğumuzdur.

Sahi direnişin tam olarak neresinde duruyoruz?

Lafı hiç uzatmaya gerek yok, bir kez daha Filistin halkının bu onurlu ve şanlı direnişini, zaferini kutluyor ve tebrik ediyoruz, şehidleri rahmet ve minnetle anıyor, direnişçilere selamlarımızı iletiyoruz.

Umut ve iman ediyoruz ki bir sonraki aşama Filistin’in özgürlüğüne açılan kapı olacaktır.

İştirakî
20 Ocak 2025

,

Anıdan Gerçeğe



Anı kitapları yazmayan ama mültecilikte ısrar eden en azından reformist denilemeyecek diğer çevreler de mücadele alanında hatalara devam etmekte hiçbir beis görmeyenlerdir.

Kitleleri daraldıkça halktan ve emekten kopuk anarşist pratiğe yöneliyorlar. Öyle ki daha solun ikna edilemediği bir süreçte bir türlü bitirilemeyen açlık grevleri, pratikte anarşizme yaklaşmanın en önemli göstergelerindendir. Bu noktada “onur, irade, ilke” tartışmasını açlık grevi yapan insanlar üzerinden açmak, yine birey ideolojisini farkına varılmadan da olsa yeniden üretmektir.

Bir dönem mültecilik reddedilirken, daha ağır koşulların olduğu 19 Aralık sonrası ve OHAL sürecinde mülteciliği bir çıkış yolu olarak görmek, siyasi sürgünlükle açıklanabilir bir durum değildir. Bu noktada aynı çevreden bir insan tutsak düştüğünde, cezaevi koşullarına karşı bedenini açlığa yatırırken diğer yoldaşı Avrupa yolunu tutmaktadır.

Elbette ki hiçbir çevrenin iç sorunu gibi görünen bir durum eleştiri konumuz olamaz, fakat bir çevre, bir dönem mülteciliği ilkesel olarak reddedip, sonraki süreçte bitmeyen sürgünlüğü geliştiriyorsa bu durum kitlelerce sorgulanmaya neden olur.

Şu an geldiğimiz aşamada Avrupa’ya çıkanlarla yurtta kalıp anarşist bireye dönüşen insanların birbiriyle uyumsuzluğu var. Biz, bugün Suriye’deki değişimi emperyalizmin desteği üzerinden açıklıyorsak, ülkemiz soluna da mültecilik hakkı tanıyan Avrupa emperyalizmini tartışmaya açmak zorundayız. Mülteci olarak o ülkede barınabilme "hakkının" o ülkenin halklarının mücadelesiyle kazanılmış olması da bu gerçeği değiştirmez.

Mültecilik koşulları ne kadar ağır olursa olsun, anı kitabı yazan çevrelerin şeflerinden örnek verecek olursak, “rahatça” Youtube ve karasal yayın yapan TV kanallarındaki yayınlara katılabiliyorlar. Emperyalistler, bu kadar mı demokrat ki kendi halklarının kazanımlarından dolayı bu tür durumlar karşısında pasif kalsın.

Avrupa’ya çıkan sol çevrelerin önemli isimleri, neden Avrupa emperyalizminin ülkemizdeki şirketlerine, fabrikalarına, kuruluşlarına yönelik grev ve direniş örmez? Üstelik yerli ve milli burjuvazi diye bir şeyin varlığının ülkemizde kalmadığı, komprador burjuvazinin sömürüyü derinleştirdiği bilinen iktisadi-politik bir gerçek iken.

Bir iddia da şudur ki mültecilik denen olgunun aslında bazen oturum izniyle giderildiği, oradaki kolluk talep ettiğinde ifade vermeye gittikleri yönünde. Bu çevrelere de sorularımız şunlar olsun: Yurtseverlik ve mülteciliğin reddi, 12 Eylül’de taktiksel bir tavır mıydı?

Aynı Avrupa halklarının mültecilere yönelik “kazanımı” varsa o gün mülteciliğe yönelenler, neden politik aforoza sürüklendi?

OHAL koşullarının 12 Eylül’den farkı neydi ki mültecilik yeniden üretildi?

OHAL ile birçok çevre-yapı, varlık-yokluk mücadelesi vermedi mi ki 12 Eylül koşullarındaki tavır yeniden geliştirilmedi? Yoksa yapıları koruma görevi, işi, emeği, onuru için direnenlere mi devredildi?

Gelecek yanıtlar, yurdunda kalıp bedel ödeyenlerin mücadelesi ve dar kitle üzerinden açıklanıyorsa bu da tam olarak anarşizmdir.

S. Adalı
20 Ocak 2025

19 Ocak 2025

,

Hayrat


Son on beş yıldır ülkemiz solunun birkaç çevresi dışında hemen her yapıdan önemli isimler anı kitapları yazmaya başladı. Sözlü tarih çalışmasının kapsamının dışına çıkan bu kitaplar, bir devrin tanıklığından öte, kapitalizmin yüce birey ideolojisinin ürünü olarak şekilleniyor. Öyle ki bir tür bireyin resmî tarihi durumuna dönüşen bu kitaplarda çevrelerin şefler eliyle nasıl tasfiye edildiği anlatılıyor.

Malumun ilâmı sayılabilecek şekilde kurgulanan bu kitaplarda yazarlar, içinde olduğu/içinden çıktığı çevrenin hatalarından kendilerini ayırarak, daha en baştan kolektivizmi tasfiye ediyor. 93-98 sürecinde yaşanan ayrışmaların ortak özelliği, kolektivizmin şefler eliyle geriletilip feodal bir kültürün inşa edildiğinden kaynaklandığı görülüyor. Yapının karar organlarının yüzünden alınan darbeler, o yapının insanları tarafından sorgulanmaya açıldığı ya da tartışma platformu oluşturulması talep edildiği noktada hizip suçlaması ve tasfiyecilik devreye giriyor. Biat eden, demokratik merkeziyetçiliği politik kültüre dönüştürmeyen, dogmatik insanlar, ilgili çevrelerin şefleri tarafından daha uygun kişiler olarak kabul görüyor.

Kolektivizm yerine feodal lider inşa edildiğini bu anı kitaplarından okumak mümkün. Hataların sorumluluğu noktasında yazarlara “ben” öznesi devreye sokup “biz” yok etmek düşüyor. Tüm anı yazarı şeflerin ortak özellikleri; mülteci, tasfiyeci, reformist olmaları. Mülteciliğin meşruiyet zemini siyasi sürgünlük tarihinde geliştiriliyor. Aşk hikâyesi anlatımından bugün aralarında olmayan yoldaşlarının mahremine kadar politik açıdan mücadeleye hiçbir faydası olmayacak bilgiler ifşa ediliyor. Ülkedeyken kaldıkları evlerden kendilerine destek olan insanların adlarına varana kadar her şey aktarılıyor. Bu aymazlık bile tek başına mülteciliğin nasıl bir kaçkınlık olduğunu ortaya koyuyor.

93-98 sürecinde hemen her çevrenin ayrışma gerekçelerinin başında “yanlış gidişata dur demek” var. Bu bile diyalektiğe aykırı bir durum. İtiraz edilen ve aydınlatılması gereken süreçler için muhalefet edilen şefler, kendilerini bir günde inşa etmediler. Her şey yolunda giderken sorun yok, olumsuzluklar ortaya çıkınca "benmerkezcilik, demokratik merkeziyetçiliğin ihlali, dogmatizm, lider kültünün inşa edilmesi, feodal yönetme biçimi, kariyerizm, dikkatsizlik, sekterlik” gibi bir dizi kavram devreye girerek yanlış gidişata “dur” demenin gerekçesine dönüşüyor. Bu durum açıkçası diyalektiğe, doğanın işleyişine ve tarihsel yasalara aykırıdır.

Özünde her şey karşıtıyla birlikte var olup mücadele içerdiği gibi bir şeyin oluşması da bir anda bir başarısız durumda değil, belirli bir sürecin içinde ortaya çıkar. Anı kitaplarına yansıyan bu noktaları dikkatten kaçırmamak gerekiyor. Politik sahada olan bir çevrenin şefinin mültecilik koşullarında anı kitabı yazması ise başka bir ilginç durumdur. “Ben” öznesi şefi olduğu bir yapıyı değerlendirip tüm hatalardan kendini arındırıyorsa burada anı yazımı değil, kendini aklama durumu söz konusudur.

Anı yazarlarında ikinci özne ise tasfiye edilenler, kaçkınlar, içinden geldiği çevreden ayrılanlardır. Bu yazarların okuyucuya verdiği ileti de yine tasfiyecilik eleştirilirken içinden gelinen yapının anı kitabı yazarak tekrardan tasfiye edilmesidir. Yine tarihi kendinden başlatma çarpıtması ve öznel kurgu söz konusudur. Hiçbir anı kitabında o çevre için bedel ödeyen işçi emekçi yer almaz. Onların fedakarlıklarına değinilmediği gibi birkaç isim etrafında gelişen anektodlar anlatılır, özünde bir tür kişiler arası hesaplaşma, sonsuzluğa uğurladıkları yoldaşları üzerinden kendilerini politik birer özne olarak var etme gündemdedir.

Halk arasında bilenen bir solcu tipi vardır: Rakı masasında gençliğindeki mücadeleyi yücelte yücelte bitiremeyip o masa her kurulduğunda aynı anektodları anlatanlar. Bu yoz pratiği anı kitabı adı altında matbu duruma getirince elbette ki kimse o masadaki anlatıcı şahıstan farklı bir konuma düşmüyor. Emekli bürokrat misali anı yazmak, olsa olsa pasifikasyonun gerekçelerini açıklamaktır ve kendini de yapıyı da “emekli” etmektir.

Hatıratlardan öğrendiğimiz bir gerçek varsa o da şu ki hemen hiçbir yapı, kolektivizmle yönetilmemiş, şeflik hiçbir şekilde yetiştirilen insanlara devredilmemiş, mültecilik, her zaman bir ihtimal olarak yedekte tutulmuş. Şimdi sormak gerekiyor: Bu mücadele tarihini şefler mi bedeller ödeyen işçi emekçi yoksul halk çocukları mı yazdı? Sınıfsız sömürüsüz bir düzen için mücadele eden çevrenin şefleri neden Avrupa ülkelerinde yaşar? Ulrike Meinhof’u beyaz duvarlar arasında işkenceyle katleden Avrupa, neden bu ülkenin solunun şeflerine orada yaşamaları için izin verir?

40 yılın özeti, olsa olsa Avrupa adına mücadelenin tasfiye edilmesidir. Bu ülkeden 30 yıl önce çıkmış olan şefler topluluğu, bu ülkenin gerçeklerine ne kadar hâkim olabilir? Reformistleri burjuvazi ve egemenler ideolojik aygıta çevirip sınıf içinde sınıfa karşı kullanırken, mülteci şefleri de bizzat Avrupa, sınıfa karşı ideolojik saldırı olarak sahaya sürmektedir. Onların aldığı kararlarla bugün mücadele dinamizmi yok edildi.

Ülkemizde Alman emperyalizminin kaç bin şirketi varsa mültecilik bir kez daha tartışmaya açılmalıdır. Bugün Almanya’da ülkemiz solundan olan çevrelere baskı uygulanıyorsa, tek nedeni ilgili çevrelerin Ukrayna konusunda Rusya tarafında yer almalarıdır. Nasıl bir mültecilikse 40 yıldır hiçbir şekilde bitmiyor.

Anı kitaplarıyla sembol portreler müzesine dönüştürülen soldan bırakalım işçi emekçiye, kendi insanına hiçbir kurtuluş reçetesi gelmez. Hani eleştirdiğimiz için bu sollar tarafından aforoz ediliyorsak, tek nedeni bizim ayaklarımızın bu toprağa basmasından ve doğru soruları onlara yöneltmemizdendir. Hiçbir çevre de eleştirilerimize yanıt vermeyerek kendilerince “önemsemediklerini” kitleye ve sınıfa göstermek istiyorlar ama başaramıyorlar.

Bizim “görünmek, siyaset yasağı koymak, sekterlik yapıp birilerinin mücadelesini engellemek, politik dedikodu yapmak” gibi bir amacımız olamaz. Belgesi olmayan hiçbir konuyu da gündeme getirmeyiz. Zaten bu anı kitapları da tüm eleştirilerimizi doğrular niteliktedir: yoldaşını itibarsızlaştırmak, feodal yönetim inşa etmek, itirazı hizip sayıp hedefe koymak, siyaset yasağı getirmek, mahremiyeti ifşa edip bireyle eleştiriyi ayırmadan ad hominem taktiği geliştirmek... Tüm bunlar, bu solun şeflerinin tarihidir.

Bizim itibar ettiğimiz ise mücadele tarihini bedeller ödeyerek yazanlardır. Bizim sözümüzü duymak istemeyenler, Bahçeli’nin sözüne itimat edenlerdir. Belki ileride CHP’li belediyelerin zamlarını iki tane panel için salon almak adına eleştirmediklerini, faşist semboller ve yazılamalar zihinlere işlenirken neden sessiz kaldıklarını, çelişkinin zirveye çıktığı günümüz koşullarında neden pasifikasyonu ve tasfiyeciliği ördüklerini de anlatan günah çıkarıcı anı kitapları da yazarlar da yaşadığımız şu dönemin mücadele açısından neden böyle dondurulduğunu açıklarlar.

19 Aralık ile emek mücadelesine ve toplumsal yapıya indirilen birey darbesinin hesabını solun neden vermediğini, OHAL ile yeniden geliştirilen pasifizm, uzlaşmacılık, tasfiyecilik ve mültecilik pratiklerinin bahanelerini yine yazılacak yeni anı kitaplarından öğrenebiliriz, gerçek nedenleri biliyor olsak da!

S. Adalı
19 Ocak 2025

18 Ocak 2025

,

Filistin ve Yahudilerin 7 Ekim İsyanı



Auschwitz denilen cinayet kompleksinde yer alan Birkenau isimli en büyük imha kampındaki Yahudi tutsaklar, kendilerine zulmeden Nazilere karşı gerçekleştirecekleri ayaklanma için bir yılı aşkın bir süre boyunca hazırlandılar.

Gerçekleştirdikleri ve sadece Auschwitz sınırları içinde cereyan etmiş olan isyan, İkinci Dünya Savaşı ve Naziler eliyle yürürlüğe konulmuş soykırımın tarihi içerisinde küçük bir dipnot olarak yer bulmuş bir eylem. Bugün bu eylem, yaşananlarla tarihsel düzlemde tuhaf bir benzerlik taşıyor.

Yahudi tutsaklar, isyan süresince gerekli malzemeleri bir araya getirdiler, el yordamıyla kendi silahlarını ürettiler, dışarıdan içeriye patlayıcılar sokup bir yerlere istiflediler. Tüm riskleri alıp ölüm kampının elektriğini kesmeyi, SS subayları arasındaki iletişimi mandallamayı, elektrikli çitlerdeki akımı durdurmayı, ardından da o çitleri aşıp kurtulmayı planladılar.

Saldırıyı Sonderkommando denilen özel çalışma birimine mensup 200 kişilik bir ekip başlattı. Bu birim, Nazilerin işlerinde kendilerine yardım etsinler diye, zorla görevlendirdikleri Yahudi tutsaklardan oluşuyordu. Bu birimin üyeleri, diğer Yahudi tutsakları trenlere bindiriyor, onların kıyafetlerini alıyor, tutsakları gaz odalarına götürüyor, tutsaklar öldürüldükten sonra onların saçlarını tıraş ediyor, altın dişlerini alıp cesetleri krematoryuma koyuyor, cesetleri yakıyor, geriye kalan külü topluyor, ardından da o külleri işlenen suçu örtbas etmek için kullanıyordu. Sonderkommando üyeleri, sevdikleri de dâhil tüm Yahudi tutsakları, özetle kendi insanını imha etme sürecinin zorla parçası kılınmış kişilerdi.

Onlarca yıl sonra açığa çıkan mektubunda, Birkenau Kampı’ndaki ikinci krematoryumda çalışmış olan bir Yunan Yahudisi şunu söylüyordu: “Tek dileğim, bu çileli günleri atlatıp annemin, babamın ve sevgili kız kardeşim Nella’nın intikamını almaktı.”

Dört kadın, çalıştıkları patlayıcı madde fabrikasından her gün küçük miktarlarda barut alıp kampa soktu, bunları krematoryumu yok etmek için kullanacak olan Sonderkommando üyelerini teslim etti.

İsyan vakti birkaç ay ötelendi, ama sonra Birkenau’da gaz odalarındaki işlemlerin bitmesine yakın Sonderkommando üyeleri kendilerinin de katledileceklerini anladılar.

7 Ekim 1944 günü isyan vakti olarak belirlendi.

Kampın SS subayı, dördüncü krematoryumda çalışan üst düzey Sonderkommando üyelerine başka bir kampa götürülüp öldürülecek olanların listesini hazırlamalarını emretti.

Öğleden sonra saat ikide, planlanan saldırıdan bir saat önce, Alman ordusuna mensup bir astsubay kıdemli çavuş, nakledilecek tutsakların toplanmasını emreden açıklamayı anons etti. Sonderkommando, bu askerin emirlerine ve tehditlerine aldırış etmeyince Hayim Nöhof ismindeki bir Yahudi bir adım öne çıktı. SS subayı silahına davrandığı vakit Nöhof “hücum” diye bağırdı ve Nazi subayının başına çekiçle vurup onu yere serdi. Diğer tutsaklar de erlere taşlarla, bıçaklarla, demir sopalarla ve levyelerle saldırmaya başladı, saldırı neticesinde birçok asker yaraladı.

Ayaklanma esnasında Sonderkommando üyeleri, dördüncü krematoryuma ait koğuşlara girdi ve şilteleri ateşe verdiler. İçeri sokulan patlayıcıları duvarlara yapıştırdılar, ardından da binayı havaya uçurdular.

Bazı tutsaklar, 3 SS askerini öldürdükten, birkaçını yaraladıktan sonra, ölüm kampının çitlerini kesip yakındaki ormana kaçtılar.

İkinci krematoryumdaki tutsaklar, dördüncü krematoryumdan yükselen alevlerin geride bıraktığı kapkara dumanı görünce saldırıya geçtiler. Nazileri fırınlara attılar, iki SS subayını öldürdüler, ardından çiti aşıp kadınlar kampına geçtiler. Buradan kurtulan kadınlar, Rajsko isimli bir köyde bulunan bir tahıl ambarına sığındılar.

Alman askerleri, kaçan tutsakların yerini kısa sürede tespit etti. Ambarı ateşe veren Naziler içinde bulunan herkesi öldürdü. Dördüncü krematoryumdan kurtulup ormana kaçanlar, kanlarının son damlasına kadar dövüştüler. Aralarında Sonderkommando direnişine liderlik eden isimlerin de bulunduğu 250 kadar insan, ayaklanma esnasında katledildi.

Alman askerleri yaptıkları soruşturmada patlayıcıları içeri sokan dört kadının ismini belirledi: Regina Safirsztajn, Estera Wajcblum, Ala Gertner ve Róża Robota. Haftalarca işkence gören kadınlar, Birkenau tutsaklarının gözleri önünde idam edildiler. Naziler, Robota’nın boynuna ilmeği geçirdiği sırada Robota “kardeşlerim intikamımızı alın!” diye bağırdı.

Tam 79 yıl sonra çoğunlukla açık hava toplama kampı olarak anılan, kuşatma altındaki Gazze Şeridi’nde yaşayan Filistinliler, zalimlerine karşı kendi ayaklanmalarını gerçekleştirdiler.

Tıpkı Birkenau Kampı’ndaki Yahudi tutsaklar gibi Filistinliler de direnişleri dâhilinde bir ayaklanma planladılar. Bu işlem en az on yıl sürdü. Filistinliler de kendi hünerleriyle geliştirdikleri basit silahları kullandılar.

Tıpkı 1944’te isyan eden Yahudiler gibi Filistinliler de kendi toplama kamplarının duvarlarını yıkıp aştılar. İsrail işgal güçlerinin çok katmanlı, gelişmiş, yüksek teknoloji ürünü duvarları, sensörleri ve bariyerleri Filistin direnişini durduramadı. Ellerindeki basit kalaşnikoflar ve roketatarlarla askeri üslere ve yerleşim yerlerine saldırdılar. Bu noktada mümkün olduğunca en fazla sayıda esiri Gazze’ye getirme hedefiyle hareket ettiler. Burada amaç, hapisteki yoldaşlarının ve sivillerin dışarı çıkmasını sağlamak ve İsrail’den kimi tavizler kopartmaktı.

Filistinlilerin bu cesur ve gayet iyi planlanmış saldırısıyla şoke olan İsrail, Hannibal yönetmeliğini yürürlüğe koydu. Bu aşamada makineli tüfeklerle, helikopterlerle ve tanklarla kendi yerleşim yerlerine ve Gazze’ye giden araçlara ateş açtı, yüzlerce İsrailli esiri ve Filistinli militanı öldürdü.

Aynı zamanda İsrail, Gazze Şeridi’ne ve İsrail savunma bakanı Yoav Gallant’ın “insan görünümlü hayvanlar” dediği, orada yaşayan insanlara karşı kitlesel imhayı ve soykırımı hedefleyen yoğun bir askerî harekât düzenledi.

Nazi holokostunda olduğu gibi Siyonistlerin Gazze’ye yönelik uyguladığı soykırım da sosyal medya ve akıllı telefonlar üzerinden, tüm insanlığın gözü önünde, canlı olarak belgelendi. Yaşananlara herkes bizzat şahit oldu. İsrail’in gerçekleştirdiği kitlesel katliam ve yıkımın ulaştığı ölçü ve ölçek, artık herkesin malumu.

Biden yönetiminin tam desteğini arkasına alan, İsrail’deki her türden politik çevrenin onayladığı Netanyahu hükümeti, savaş sahasını zamanla Lübnan’a doğru genişletti. Hükümet, imhayı ve sivilleri hedef alan saldırıları içeren stratejisini uygulamaya koydu. Hem Beyrut’u hem de ülkenin güneyini hedef alan saldırılar gerçekleştirdi.

Nihayetinde başarısız olan 7 Ekim 1944’te yaşanan Yahudi ayaklanmasından farklı olarak, 7 Ekim 2023’teki saldırı, İsrail’i varoluşsal bir krize sürükledi. İsrail’in bu krizden kurtulması mümkün değil. Artık kimse “ya İsrail devleti ve onun Siyonist milliyetçi ideolojisi çökerse?” diye sormuyor, “ne zaman çökecek?” diye soruyor.

Hamas saldırısı neticesinde dökülen kan ve ortaya çıkan görüntüler, kimilerinin tüylerini ürpertmiş olsa da şu gerçeği kimse sorgulayamaz: 75 yıllık yerleşimci siyasetin, 56 yıllık işgal pratiğinin, 16 yıllık kuşatmanın ardından davalarını ileriye taşıyacak herhangi bir politik veya diplomatik yol bulamayan Gazzelilerin silahlı mücadeleden başka bir seçeneği yoktu. Tıpkı Auschwitz-Birkenau ölüm kampındaki Yahudiler gibi onlar da zalimlerinin kendileri için planladıkları kaderi kabullenmek yerine hayat ve özgürlük için dövüşmeyi seçtiler.

Vakti geldiğinde 7 Ekim 2023, Filistin devriminin başlangıcı olarak idrak edilecek ve zalime karşı verilen, ahlaken meşru bir kurtuluş mücadelesi olarak, Rus, Çin, Vietnam, Cezayir, Küba ve Haiti devrimleriyle birlikte kutlanacak.

Sormamız gereken tek soru var o da “bu süreçte daha kaç kişi ölecek?” sorusu.

Dan Cohen
7 Ekim 2024
Kaynak