Son
on beş yıldır ülkemiz solunun birkaç çevresi dışında hemen her yapıdan önemli
isimler anı kitapları yazmaya başladı. Sözlü tarih çalışmasının kapsamının
dışına çıkan bu kitaplar, bir devrin tanıklığından öte, kapitalizmin yüce birey
ideolojisinin ürünü olarak şekilleniyor. Öyle ki bir tür bireyin resmî tarihi
durumuna dönüşen bu kitaplarda çevrelerin şefler eliyle nasıl tasfiye edildiği
anlatılıyor.
Malumun
ilâmı sayılabilecek şekilde kurgulanan bu kitaplarda yazarlar, içinde
olduğu/içinden çıktığı çevrenin hatalarından kendilerini ayırarak, daha en
baştan kolektivizmi tasfiye ediyor. 93-98 sürecinde yaşanan ayrışmaların ortak
özelliği, kolektivizmin şefler eliyle geriletilip feodal bir kültürün inşa
edildiğinden kaynaklandığı görülüyor. Yapının karar organlarının yüzünden
alınan darbeler, o yapının insanları tarafından sorgulanmaya açıldığı ya da
tartışma platformu oluşturulması talep edildiği noktada hizip suçlaması ve
tasfiyecilik devreye giriyor. Biat eden, demokratik merkeziyetçiliği politik
kültüre dönüştürmeyen, dogmatik insanlar, ilgili çevrelerin şefleri tarafından
daha uygun kişiler olarak kabul görüyor.
Kolektivizm
yerine feodal lider inşa edildiğini bu anı kitaplarından okumak mümkün.
Hataların sorumluluğu noktasında yazarlara “ben” öznesi devreye sokup “biz” yok
etmek düşüyor. Tüm anı yazarı şeflerin ortak özellikleri; mülteci, tasfiyeci,
reformist olmaları. Mülteciliğin meşruiyet zemini siyasi sürgünlük tarihinde
geliştiriliyor. Aşk hikâyesi anlatımından bugün aralarında olmayan
yoldaşlarının mahremine kadar politik açıdan mücadeleye hiçbir faydası
olmayacak bilgiler ifşa ediliyor. Ülkedeyken kaldıkları evlerden kendilerine
destek olan insanların adlarına varana kadar her şey aktarılıyor. Bu aymazlık
bile tek başına mülteciliğin nasıl bir kaçkınlık olduğunu ortaya koyuyor.
93-98
sürecinde hemen her çevrenin ayrışma gerekçelerinin başında “yanlış gidişata
dur demek” var. Bu bile diyalektiğe aykırı bir durum. İtiraz edilen ve
aydınlatılması gereken süreçler için muhalefet edilen şefler, kendilerini bir
günde inşa etmediler. Her şey yolunda giderken sorun yok, olumsuzluklar ortaya
çıkınca "benmerkezcilik, demokratik merkeziyetçiliğin ihlali, dogmatizm,
lider kültünün inşa edilmesi, feodal yönetme biçimi, kariyerizm, dikkatsizlik,
sekterlik” gibi bir dizi kavram devreye girerek yanlış gidişata “dur” demenin
gerekçesine dönüşüyor. Bu durum açıkçası diyalektiğe, doğanın işleyişine ve
tarihsel yasalara aykırıdır.
Özünde
her şey karşıtıyla birlikte var olup mücadele içerdiği gibi bir şeyin oluşması
da bir anda bir başarısız durumda değil, belirli bir sürecin içinde ortaya
çıkar. Anı kitaplarına yansıyan bu noktaları dikkatten kaçırmamak gerekiyor.
Politik sahada olan bir çevrenin şefinin mültecilik koşullarında anı kitabı
yazması ise başka bir ilginç durumdur. “Ben” öznesi şefi olduğu bir yapıyı
değerlendirip tüm hatalardan kendini arındırıyorsa burada anı yazımı değil,
kendini aklama durumu söz konusudur.
Anı
yazarlarında ikinci özne ise tasfiye edilenler, kaçkınlar, içinden geldiği
çevreden ayrılanlardır. Bu yazarların okuyucuya verdiği ileti de yine
tasfiyecilik eleştirilirken içinden gelinen yapının anı kitabı yazarak
tekrardan tasfiye edilmesidir. Yine tarihi kendinden başlatma çarpıtması ve
öznel kurgu söz konusudur. Hiçbir anı kitabında o çevre için bedel ödeyen işçi
emekçi yer almaz. Onların fedakarlıklarına değinilmediği gibi birkaç isim
etrafında gelişen anektodlar anlatılır, özünde bir tür kişiler arası
hesaplaşma, sonsuzluğa uğurladıkları yoldaşları üzerinden kendilerini politik
birer özne olarak var etme gündemdedir.
Halk
arasında bilenen bir solcu tipi vardır: Rakı masasında gençliğindeki mücadeleyi
yücelte yücelte bitiremeyip o masa her kurulduğunda aynı anektodları
anlatanlar. Bu yoz pratiği anı kitabı adı altında matbu duruma getirince
elbette ki kimse o masadaki anlatıcı şahıstan farklı bir konuma düşmüyor.
Emekli bürokrat misali anı yazmak, olsa olsa pasifikasyonun gerekçelerini
açıklamaktır ve kendini de yapıyı da “emekli” etmektir.
Hatıratlardan
öğrendiğimiz bir gerçek varsa o da şu ki hemen hiçbir yapı, kolektivizmle
yönetilmemiş, şeflik hiçbir şekilde yetiştirilen insanlara devredilmemiş,
mültecilik, her zaman bir ihtimal olarak yedekte tutulmuş. Şimdi sormak
gerekiyor: Bu mücadele tarihini şefler mi bedeller ödeyen işçi emekçi yoksul
halk çocukları mı yazdı? Sınıfsız sömürüsüz bir düzen için mücadele eden
çevrenin şefleri neden Avrupa ülkelerinde yaşar? Ulrike Meinhof’u beyaz
duvarlar arasında işkenceyle katleden Avrupa, neden bu ülkenin solunun
şeflerine orada yaşamaları için izin verir?
40
yılın özeti, olsa olsa Avrupa adına mücadelenin tasfiye edilmesidir. Bu ülkeden
30 yıl önce çıkmış olan şefler topluluğu, bu ülkenin gerçeklerine ne kadar
hâkim olabilir? Reformistleri burjuvazi ve egemenler ideolojik aygıta çevirip
sınıf içinde sınıfa karşı kullanırken, mülteci şefleri de bizzat Avrupa, sınıfa
karşı ideolojik saldırı olarak sahaya sürmektedir. Onların aldığı kararlarla
bugün mücadele dinamizmi yok edildi.
Ülkemizde
Alman emperyalizminin kaç bin şirketi varsa mültecilik bir kez daha tartışmaya
açılmalıdır. Bugün Almanya’da ülkemiz solundan olan çevrelere baskı
uygulanıyorsa, tek nedeni ilgili çevrelerin Ukrayna konusunda Rusya tarafında
yer almalarıdır. Nasıl bir mültecilikse 40 yıldır hiçbir şekilde bitmiyor.
Anı
kitaplarıyla sembol portreler müzesine dönüştürülen soldan bırakalım işçi
emekçiye, kendi insanına hiçbir kurtuluş reçetesi gelmez. Hani eleştirdiğimiz
için bu sollar tarafından aforoz ediliyorsak, tek nedeni bizim ayaklarımızın bu
toprağa basmasından ve doğru soruları onlara yöneltmemizdendir. Hiçbir çevre de
eleştirilerimize yanıt vermeyerek kendilerince “önemsemediklerini” kitleye ve
sınıfa göstermek istiyorlar ama başaramıyorlar.
Bizim
“görünmek, siyaset yasağı koymak, sekterlik yapıp birilerinin mücadelesini
engellemek, politik dedikodu yapmak” gibi bir amacımız olamaz. Belgesi olmayan
hiçbir konuyu da gündeme getirmeyiz. Zaten bu anı kitapları da tüm
eleştirilerimizi doğrular niteliktedir: yoldaşını itibarsızlaştırmak, feodal
yönetim inşa etmek, itirazı hizip sayıp hedefe koymak, siyaset yasağı getirmek,
mahremiyeti ifşa edip bireyle eleştiriyi ayırmadan ad hominem taktiği
geliştirmek... Tüm bunlar, bu solun şeflerinin tarihidir.
Bizim
itibar ettiğimiz ise mücadele tarihini bedeller ödeyerek yazanlardır. Bizim
sözümüzü duymak istemeyenler, Bahçeli’nin sözüne itimat edenlerdir. Belki ileride
CHP’li belediyelerin zamlarını iki tane panel için salon almak adına
eleştirmediklerini, faşist semboller ve yazılamalar zihinlere işlenirken neden
sessiz kaldıklarını, çelişkinin zirveye çıktığı günümüz koşullarında neden
pasifikasyonu ve tasfiyeciliği ördüklerini de anlatan günah çıkarıcı anı
kitapları da yazarlar da yaşadığımız şu dönemin mücadele açısından neden böyle
dondurulduğunu açıklarlar.
19
Aralık ile emek mücadelesine ve toplumsal yapıya indirilen birey darbesinin
hesabını solun neden vermediğini, OHAL ile yeniden geliştirilen pasifizm,
uzlaşmacılık, tasfiyecilik ve mültecilik pratiklerinin bahanelerini yine
yazılacak yeni anı kitaplarından öğrenebiliriz, gerçek nedenleri biliyor olsak
da!
S. Adalı
19
Ocak 2025
0 Yorum:
Yorum Gönder