28
Mart 1970 günü Kütahya’nın Gediz ilçesinde bir deprem meydana geldi. 3.500 ev
yıkıldı, 1086 kişi vefat etti. Depremden on gün sonra çıkan nüshasında Ant
dergisi, bu depremin politik ve ekonomik yönlerini ele alan bir yazı yayımladı.
Yazıda aktarılanlar, 6 Şubat’ta yaşanan depremler ve sonrasında yaşananlar göz
önüne alındığında, egemen sınıfın ve devletin gösterdiği tavrın, uyguladığı
politikanın içeriğinin hiç değişmediğini ortaya koyuyorlar. Yazıda dile
getirildiği biçimiyle, dün olduğu gibi bugün de “takdiri ilahi”den dem vuranlar,
yalan söylüyorlar. Çünkü bu, “cürm-ü sınıfî”dir, burada belirli bir sınıfın
işlediği suç söz konusudur.
* * *
Türkiye’de
üç beş yıl geçmemektedir ki deprem yüzünden yüzlerce, binlerce vatandaş can
vermesin, evsiz, barksız, aç, malul kalmasın… Sadece cumhuriyet döneminin
felâketleri:
1939
Erzincan Zelzelesi’nde 32.372, 1943’te Ilgaz’da 4.016, 1944’te Düzce’de 1381,
1946’da Varto’da 833, 1951’de Kurşunlu’da 50, 1953’te Yenice-Gönen’de 265, 1963’te
Gönen’de 25, 1966’da Varto’da 2.283, 1967’de Pülümür’de 112, 1968’de Bartın’da
27, 1969’da Alaşehir-Sarıgöl’de 40 vatandaş can vermiştir.
Bu
felâketlere geçen hafta 1084 vatandaşın ölümüyle sonuçlanan Gediz Depremi
eklenmiştir.
Egemen
sınıfların sözcülerinin ve iktidarda bulunan politikacıların beyanına
bakılırsa, bütün bu depremler “Takdiri İlahi”dir. Türkiye’ye Ortaçağ düzenini
getirmek isteyen ümmetçilere bakılırsa, din ve ahlak kurallarını hiçe
sayanlara, mini etek giyenlere verilmiş “ilahi bir ceza”dır.
Her
depremden sonra oynanan klasik bir oyun vardır.
*
Önce gazetelerde 120 punto, 144 punto felâket manşetleri, karartılmış başlıklar…
*
Ardından Cumhurbaşkanı (ki bu defa neden sonra deprem bölgesine gitmek lütfunda
bulunmuştur), Başbakan, bakanlar, parti temsilcilerinin deprem bölgesinde cevelanı.
*
Onun ardından Başbakan’ın gerekli tedbirlerin alındığına dair beyanı ve “Her
şeyi yeniden yapacağız” vaatleri.
*
Onunla beraber, muhalefet sözcülerinin, yardımların mahalline zamanında yetiştirilmediğine
dair demeçleri, yani “Biz işbaşında olsaydık, bu yardımlar hemen elinize
geçerdi” misillü göz kırpmaları…
Ondan
sonra yardım kampanyaları, Kızılay çadırları, gazetelerin tiraj almak için
düzdükleri yardım kervanları, yurtdışından gelen yardımlar vs. vs.
Gelen
yardımların, felâketzedelerin eline geçmeden vurguncuların elinde eriyip
gitmesi… Yıkılan evlerin yerine yenilerinin yapımında bir yığın ihale, inşaat
yolsuzlukları ve ondan sonra kulağının üstünde kış uykusuna yatma!
Hayır…
Bu öyle iki kelimeyle “takdiri ilahi”ye bağlanacak bir olay değildir. Elbette,
tabii afetler karşısında insanoğlunun yapabileceği şeyler sınırlıdır. Ama deprem
bölgesinde bulunan bir Türkiye’de, gerçekten halka dönükse, halkın iktidarı ise,
hükümetlerin yapabileceği çok şeyler, olabileceği çok tedbirler vardır.
Nitekim
depremleriyle ün salan Japonya’dan gelen bir uzman, Varto deprem bölgesinde
yaptığı incelemelerden sonra şu açıklamayı yapmıştı: “Bu kadar can kaybı
olmasının tek nedeni, iptidai konuttur.”
Son
Gediz Zelzelesi’nin gazetelerde çıkan fotoğrafları da incelenirse, yerle bir
olmuş yapıların yanında sapasağlam, dimdik duranları da göze çarpmaktadır. Betonarme
ya da ahşap olsun, bazı binalar yıkılmış, bazıları yıkılmamıştır.
Bunun
bir nedeni olmalıdır. Dolayısıyla, sorumluları da…
Deprem
bölgesinde olan bir ülkede yapılacak binalarda uygulanacak yapı sistemleri
vardır. Betonarme yapılar için mutlaka uygulanması gerekli deprem hesapları
vardır. Bu hesaplar uyarınca kullanılacak demir miktarı, beton dozajı ve
gronülometrisi vardır.
Yıkılan
binaların fotoğraflarında un ufak olmuş beton kolonlar ve döşemeler
görülmektedir. Kum gibi dağılan bu betonarme yapı parçalarından tek tük ince
demirler fırlamıştır.
Deprem
bölgeleri dışında bile beton demirleri ve bağlantıları için yapı yönetmelikleri
asgari ölçüler belirlemiştir. Yıkılan binalarda bu asgari ölçülere bile
uyulmadığı görülmektedir. İnşaat mühendisleri, başbakan hariç, mutlaka bu binalarda
inceleme yapmalıdırlar. Kullanılan beton dozajı ve demir miktarını saptayıp
açıklamalıdırlar. Binlerce insanın ölümüne neden olan bu binaları yapan ve
yapımına izin veren yetkililerden hesap sorulmalıdır. Suçları, ölüme
sebebiyettir.
Sorumluluk
bu kadarla da bitmemektedir. Bu hesap, sadece cumhuriyet döneminde yapılan
betonarme binaları inşa edenlere ya da inşasına izin verenlere ait olmaktan da
ileridedir. Ya betonu demir yüzü görmeyenler, vatandaşın yiyeceğinden,
içeceğinden keserek başını sokmak için kendi elleriyle diktiği derme çatma yapıların
sorumluluğu kime aittir? O evi yapana mı?
Nerede
ülke çapında konut planlaması? Nerede her vatandaşın bu plana göre insanca
yaşayabileceği konutlar? Bunları yapmak, vatandaşın görevi midir? Kendisinden 18
yaşına gelince üniforma giymekten, üç beş kuruş kazanınca vergi kesmekten başka
bir şey düşünmeyen devletin görevi değil midir, bu ülke çapında planlamaya
uygun konut yapmak? Konut adaletini sağlamak?
Ama
mümkün mü? Devlet kimlerin elinde? Devlet askeri okuldan çıkıp elli yıl bürokratik
kademelerde yükselirken 100 milyon liralık gayrimenkul sahibi olanların, üç beş
günlük başbakanlığı döneminde kardeşlerine milyonlarca lira kredi açtırıp
devletin arsalarını yok pahasına kendi sülalesine peşkeş çekenlerin elinde
değil mi? Boğaz sahillerinde hela taşları Avrupa’dan getirtilmiş milyonluk kaşaneler
dikilirken, büyük kentlerde gökdelenler yükselirken, Anadolu’daki, gecekondu
bölgesindeki insanın konut derdini kim düşünür, kim sorar? Deprem koşullarına
göre bina yapımından vazgeçtik, acaba emlak spekülatörlerinin devletin kaderini
elinde bulundurduğu bu ülkede vatandaşa başını sokabileceği bir köstebek yuvası
sağlayabilmek için ne yapılmaktadır?
Evet,
bu binlerin ölümünde birinci derecede devleti elinde bulunduran egemen sınıf
mensupları ve uşakları sorumludurlar.
Ayrıca,
bütün mimarlar ve inşaat mühendisleri ve onları yetiştiren eğitim kurumları da
sırayla sorumluluk taşımaktadırlar, parasız pulsuz, malzemesiz, yeterli
bilgiden yoksun, kuş uçmaz yörelerde aşını sokacak dam yapmaya çabalayanları
yalnız koyanlar da sırayla sorumludurlar.
Deprem
bölgelerinde yerle bir olan evlerin çoğu (hele köylerdekinin tamamı, değil
şiddetli depremle, kuvvetli bir tekmeyle bile yıkılır. Çünkü taş ve çamurdan
örülmüştür.) Demir, çelik, çimento, arsa, devlet bankalarının kredileri onların
elinde değil ki sağlam konutlar yapsınlar kendilerine. Dolandırıcıların,
üçkâğıtçıların elinde…
Şu
İstanbul’da bir deprem olsa, ilkin nereler yıkılır dersiniz? Taşlıtarla,
Sağmalcılar, Zeytinburnu, Alibeyköy, Kağıthane değil mi? Kuşkusuz evet. Polisin
salladığı ilk kazmayla yıkılıveren kondu hiç dayanır mı depreme?
Bir
de müteahhidin, aracının alabildiğine hırsızlık ettiği kamu binaları,
kooperatif yapılar var.
Ama
İnönü’nün Taşlık’taki köşkü, boğazın kıyılarına sıralanmış villalar, Teşvikiye,
Nişantaşı vb. yerlerin gökdelenleri yıkılmaz kolay kolay. Bunlar, üç beş kuruş için
kurşunlanan işçinin sırtından çarık gönü (derisi) gibi çıkarılan paralarla,
devlet bankalarından aşırılan kredilerle yapılmıştı. Ve işte bu insanlardır
Türkiye’de iktidar edenler ve de muhalefet edenler!
“Her
şeyi yeniden yapacağız” uyutmasıyla milleti bir kez daha kandırıp, “Ölen ölmüş,
kalan sağlar bizimdir” diyerek girişilen yardım kampanyaları ise ayrı bir
rezalettir. Varto depremine gelen gıda yardımı içinde yer alan konservelerin ve
paketlerin İstanbul’un lüks şarküteri mağazalarında satıldığını görenler, Gediz’e
gelen yardım malzemesinin akıbetinin de aynı olacağını bilmektedirler. Çünkü düzende
ve mekanizmada hiçbir değişiklik yoktur, üstelik ölü soyucu nebbaşlar bu defa
daha fazla ustalaşmışlardır.
Şimdi
bir yandan Kızılay, bir yandan merhametli vatandaşlar felâketzedelere yardım
yağdırmaktadırlar. Yurtdışından çeşitli ülkelerden gıda ve malzeme yardımı
gelecektir. Ama bunların çoğu felâketzedelerin eline ulaşmayacaktır. Nitekim daha
şimdiden felâketzedelerin yardım malzemelerinin çapulcuların eline geçtiğine
dair şikâyetleri parlamentoya aksetmiştir. Bu yardım soygununda kısa zamanda
birkaç açıkgöz daha milyoner olacaktır. Ve Beyoğlu’nun, Şişli’nin, Nişantaşı’nın
şarküteri mağazalarının vitrinleri biraz daha çeşitlenecektir!
Demirel
demektedir ki: “Kimse açıkta kalmayacak…”
Bu
demektir ki: “Kısa zamanda birkaç müteahhit daha zengin olacak…” Ne yazık ki bu
defa Süleyman Bey’in biraderi Şevket Bey, daha önce Varto’da kokusu çıktığı
için, bu “kimseyi açıkta bırakmama” denilen nimetten nasibini alamayacak.
Hafızası
kuvvetli olanlar bilirler: Varto depremi olduktan sonra da “Kimsenin aç ve
açıkta kalmaması için” bir komite kurulmuş, başına da bir müteahhit
getirilmişti. Müteahhit ilk iş olarak deprem bölgesinde kurulacak barakaların
kereste işini Demirel’in biraderi Şevket Demirel’e vermişti.
Bu
işte vurgunu keresteci, malzemeci ve nakliyeci vurmuştur. Varto’da yaptırılan
1044 barakanın her biri 3.501 liraya mal olacakken müteahhitlere 6.000 liraya
ihale edilmiş, müteahhitler bir kalemde 2.607.912 lira çarpmışlardır.
Üstelik
barakalar toprak tabandan ve oluklu saçtan bir çatıdan ibarettir. Mutfak, baca,
pencere, ocak, hela gibi en gerekli aksam da yoktur bu 6.000 liralık müteahhit
işi barakaların.
Bu
baraka rezaletine felâketzedeler büyük tepki göstermiş, fakat müteahhit
cezalandırılacağına, takdir edilerek bir bakanlığın müsteşarlığına tayin edilmiş,
basında bir süre kızılca kıyamet koptuktan sonra her şeyin üstüne bir sünger
çekilmiştir.
Gediz
deprem bölgesini ve felâketzedelerini de aynı akıbet beklemektedir.
Binlerce
ölü, on binlerce evlat, ana, baba acısı içinde insan; ve öte yanda onların felâketini
sermaye yapıp yeni vurgunlar yapmaya hazırlanan “özel teşebbüs”.
Ve
başka yörelerde her an yeni bir deprem, yeni bir felâkette can vermeye hazır
milyonlarca sahipsiz Anadolu insanı…
Binlerin
katilleri kimlerdir?
Katilleri
bellidir.
Bu,
“takdiri ilahi” değil, “cürm-ü sınıfî”dir.
Elbet
bir gün o sınıf, mensuplarıyla ve uşaklarıyla tarihin sanık sandalyesine
oturtulacaktır.
Ant Dergisi
7
Nisan 1970
Sayı 171
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder