09 Mart 2023

Yedi Kocalı Hürmüz

Türkiye’nin Lübnanlaşma Mutabakatı

“Lübnanlaşma”, uluslararası ilişkiler, bölgesel güvenlik ve istikrar söz konusu olduğunda sıkça karşımıza çıkan bir terim. Bu ifade, bir ülkenin etnik, dinsel ve mezhepsel bir iç çatışmanın içine sürüklenerek, dış müdahale ile sonuçlanan başarısız devlet (failed state) olma durumu için kullanılıyor.

Özellikle Lübnan’ın 1975-1990 yıllarını kapsayan iç savaşını sona erdirmek ve ABD’nin deyimiyle, “barış içinde bir arada yaşama” (coexistence in peace) adına ülke yönetiminin kritik noktalarında görev alacak üst düzey yetkililerin farklı etnik, dini ve mezhep gruplarına göre dağılması anlamına geliyor. 

Dönemin Roma İmparatorluğu da “Roma Barışı” (Pax Romana) adı altında, farklı yapıların kendisine tabi olması, bu coğrafyalarda asker konuşlandırmak ve ticari faaliyetler yürütülmesi karşılığında istikrar sağladığını öne sürüyordu.

1945’ten bu yana “Yeni Roma İmparatorluğu” olarak tanımlanan Washington’un istikrar anlayışı ise “karıştır, barıştır” yaklaşımına tekabül ediyor. Yani önce hedef ülkelerde suni ayrışmalar yaratmak, sonra bunları tetikleyerek iç çatışmalara evrilmesini temin etmek, ardından, hedef devletin düze çıkması adına bir hami veya vasi olarak ortaya çıkarak arabuluculuk görevi üstlenmek. Elbette söz konusu arabuluculuk, daima jeopolitik çıkarları ve müttefik sayılan aktörlerin çıkarlarını gözeterek yürütülmekte.

Lübnan’ın iç savaş sonrası oluşturulan ve bugün dahi yürürlükte olan anayasa ve idare hukuku yaklaşımı, Cumhurbaşkanlığı görevinde bir Hristiyan varsa, Genelkurmay başkanının Şii, Başbakan’ın ise Sünni olması temeli üzerine kurulu. Meclis’te yasama faaliyeti yürüten vekiller dahi Sünni ve Şii ayrımına göre belirleniyorlar. Ancak Lübnan’ın iç savaş sonrası tarihi, tam anlamıyla yönetemeyen hükümetlerin kurulup yıkıldığı bir başarısız devlet hikâyesi. Sünni Başbakan Saad Hariri, defalarca istifa edip yeniden göreve döndü. Bu dengenin gözetilmemesi hâlinde ortaya çıkan gerilimler ise kanlı neticeler doğurabiliyor.

Lübnanlaşma ve Yönetim Krizi

Bu uzun girizgâh şunun için yapıldı. ABD’de “gölge CIA” olarak ifade edilen Stratfor, 2020 yılında Ortadoğu ülkelerini odağına alan bir rapor yayınlamış ve “Lübnanlaşma” eğilimine dikkat çekmişti. Söz konusu raporda Türkiye ve Suriye’nin de bu süreçten etkilenebileceği ifade ediliyordu.

Türkiye’de de muhalefette olduğu iddia edilen ve seçimlerde iktidara aday olduğu öne sürülen “Altılı Masa” veya “Millet İttifakı” adlı oluşum, bir süredir kendi açıklamaları ve yayınladıkları ortak metin ile “güçlendirilmiş parlamenter sistem”e dönüş, “güçler ayrılığının yeniden tesisi” konularına odaklanıyordu.

Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinden önce aday belirleme sürecinin son aşamasında ise masa etrafında bir araya gelen siyasi partilerin genel başkanları tarafından imzalanan bir mutabakat metni yayınlandı. Metne göre belirlenen cumhurbaşkanı adayı, seçimi kazandığı takdirde, masadaki parti genel başkanları da cumhurbaşkanı yardımcılığı görevlerini üstlenecekler. Yalnız bununla da kalmıyor. Mutabakat, Ankara ve İstanbul büyükşehir belediye başkanlarının da aynı zamanda cumhurbaşkanı yardımcısı olmasını beraberinde getiriyor.

Kamuoyunun söz konusu cumhurbaşkanı adayı ve anketlerde yüksek oranda destek gördüğü öne sürülen popüler belediye başkanlarına odaklanarak “bu sefer kesin kazanıyoruz” tepkisiyle gözden kaçan mutabakat metni, yönetim ve idare açısından pek çok sorunu beraberinde getirme riski taşıyor oysa.

Muhalefetin Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandığı senaryoda mutabakat, aynı yetkilerle donatılmış en az 5 (+ 2) cumhurbaşkanı yardımcısı anlamına geliyor.

“Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş” vurgusu yapanlar için şunu belirtmekte yarar var. İmzalanan metne göre, bir görevlendirme ve beraberinde kalıcı düzenleme ve anayasa değişikliği yapılması hâlinde yasama veya yargı unsurları güçlendirilmiyor, yürütme parçalanıyor. Bu kompozisyonda iradenin bütünlüğü ortadan kaldırılmış oluyor. Henüz yarışacak aday seçiminde kriz yaşanıyorken, kritik ve çıkarların çelişmesi muhtemel kararlar söz konusu olduğunda ülkenin yönetilemez hâle geleceği aşikâr.

Dahası, siyasi parti genel başkanlarının cumhurbaşkanı yardımcısı olduğu bir denklemde, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının nasıl sağlanacağı da apayrı bir muamma.

Yargıçlar ve siyasetçiler arasında şöyle bir ayrım yapılır. Bir yargıç, siyaset bilmeyebilir. Kanunları uygular ve bu, onun için yeterlidir. Ancak bir siyasetçi hukuk bilmiyorsa, o artık tehlike arz ediyor demektir.

Yedi Kocalı Hürmüz Mutabakatı

Edebiyatımızda orta oyunu olarak geçen ve Sadık Şendil tarafından kaleme alınan Yedi Kocalı Hürmüz adlı bir piyes vardır.

Bu piyeste, 1800'lerin sonlarında yaşayan Hürmüz karakteri, birbirinden farklı mesleklere ve meşreplere mensup yedi koca ile yasal olmayan yollarla evlenir. Her bir kocayı da haftanın bir günü ağırlayarak gönüllerini hoş eder ve onların ekonomik sorunlarını çözmeye çalışır. Bunu yaparken de kocaları ve verdiği hediyeleri de birbirinden gizli tutar. Ancak kocalar, her seferinde birbirleri ile karşı karşıya gelir ve kavga-gürültü eksik olmaz.

Yedi Kocalı Hürmüz, izlemesi keyifli bir piyes olabilir. Gelgelelim, ülke yönetirken değil. Görünen o ki muhalefetin veya ona akıl veren masa marangozlarının 200 yılı aşkın modernleşme tecrübesinden çıkardıkları, emperyalist ülkelerin gerçekleştirdikleri darbeler sonrasında geçiş dönemlerinde ihdas ettikleri başkanlar konseyine denk bir yapı.

Kent-Devletlere Hoş Geldiniz

İmzalanan mutabakatta dikkat çeken noktalardan biri de Ankara ve İstanbul büyükşehir belediye başkanlarının, “cumhurbaşkanı yardımcısı” sıfatıyla yetkilerinin dikey hiyerarşi bakımından diğer tüm bakanların da üzerinde ve onları bypass edecek şekilde konumlandırılması.

İddia edildiği kadarıyla bu fikir, Türkiye’nin 2011’den 2016’ya dek uyguladığı Suriye politikasının mucidinden gelmiş. “Arap Baharı” adı altında Türkiye’ye atılan on yıllık kazık, bu kez başka şekillerde, ama daha büyük bir ölçekte masaya konmuş, besbelli.

Söz konusu yerel yöneticiler, merkezî bütçenin karara bağlanmasında etki sahibi iken, imar, altyapı, finans yönetimi gibi stratejik alanları da merkezî otoriteden özerk bir biçimde şekillendirecek.

Dahası, sözü edilen belediye başkanları, devlet başkanı düzeyinde sözleşmeleri imzalayabilecek veya anlaşmalardan çekilebilecek.

Ankara ve İstanbul gibi ülke nüfusunun dörtte birine ev sahipliği yapan, boğazlar ve havalimanlarına yönelik tasarruflar göz önünde bulundurulduğunda, tanınacak bu yetkilerin küresel sermayenin iştahını kabartması kuvvetle muhtemel. Söz konusu düzenleme ve yetki tanımının hayata geçmesi hâlinde, Ankara ve İstanbul’da yaşayan yurttaşların finans kapitalin sağladığı fonlara bağlı vassallar tarafından yönetilmesi ve merkezî idareden çok küresel şirketlere göbekten bağlı müşteriler olması beklenecektir.

Söz konusu yöneticilerin, vilayetlerin mülki idare amirleri üzerinde konumlandırılması da idare hukuku açısından da büyük bir çelişki. Yaşanan deprem felâketinde görüldüğü üzere, negatif anlamda şehirde bir asayiş, afet, acil durum sorunu yaşandığında, ilgili bakanlık ve kurumlar yerel yönetim bürokrasisinden “onay” almak zorunda.

Devlet başkanı yardımcısı düzeyinde yetkilerle donatılan bir yerel yönetici (ifade bile çelişkili) “kent anayasası” yazmak ve yürürlüğe koymak istediğinde ne yapılacak mesela?

Hatırlanacağı üzere, “kent anayasası” kavramı, mevcut İstanbul büyükşehir belediye başkanı tarafından 2018 yılında gündeme getirilmiş ve “İstanbul, Ankara’dan yönetilemez” sloganıyla ifadelendirilmişti. Bu kavram, bir kez değinilip rafa kaldırılmış da değil. 2019 yılında Kent Anayasası Forumu adı altında bizzat belediye başkanının katılımıyla etkinlikler de düzenlendi.

Peki söz konusu “kent anayasası” yürürlükteki anayasa ile çeliştiği takdirde hangisi dikkate alınacak?

Anlaşılan, muhalefetin mevcut hükümet sistemi karşısında önerdiği yapı, yönetim krizlerini devlet idaresine, kent-devletleri üniter yapıya, müşteriliği ise yurttaşlığa tercih eden bir küresel mutabakat.

Yüksel Serdar Oğuz
8 Mart 2023

0 Yorum: