“Çiftçi yoksa yiyecek de yok.”
Bugün
yüz binlerce çiftçi, Delhi’yi kuşatmış durumda. Daha binlercesi katılacak
onlara. Çiftçiler, aylardır gerçekleştirdikleri protestolara Hindistan hükümetinden
herhangi bir cevap gelmeyince bu taktiğe başvurmak zorunda kaldılar. Bu yazı,
protestoların sebepleri, solun rolü ve dünya genelinde neoliberalizmle mücadele
konusunda bu eylemden çıkartılacak derslerle ilgili kısa bir takdim sunmak amacıyla
kaleme alındı.
Bu
protestolar, Hindistan tarımında uzun zamandır yaşanan kriz zemininde
gerçekleşiyor. Hindistan’da çiftçilerin gelirleri, 2011-12 ile 2015-16 arası
dönemde yıllık ortalama yüzde 1,36 düzeyinde düştü. Modi hükümetinin paranın değerini
düşüren politikaları, mal ve hizmetler konusunda uygulamaya koyduğu kusurlu
vergi rejimi, ayrıca birçok eyalette büyükbaş hayvan kesimini yasaklamak
suretiyle büyükbaş hayvan üzerine kurulu ekonomik faaliyeti felç etmesi, söz
konusu krizi daha da derinleştirdi. Gelgelelim, devletin tarımı ihmal etmesi
sonucu oluşan ve neticede çiftçilerin gelirlerinin düştüğü sürece katkıda
bulunan sorunlar, eskiden beri mevcut.
Çiftlik
Kanunları
Protestoların
asıl hedefi, kısa süre önce çıkartılan üç kanun. Bu kanunlar, ilkin 2020
yılının Haziran ayında birer model olarak takdim edildiler, ardından da
meclisin onayına sunuldular. Sonrasında meclis, ilgili usulleri çiğneyip
milletvekillerinin oy kullanma hakkına saygı göstermedi ve bu kanunları
yürürlüğe koydu.
Bu
kanunların çıkartılmasında amaç, çiftlik ürünlerinden perakende gıda ürünlerine
kadar tüm tarımsal tedarik zincirini güçlendirmekti. Örneğin kanunlar, özel
şirketlerin tarımsal ürünleri istiflemesi konusunda daha fazla imkân sunuyor, ayrıca stoklama sınırlarını
ortadan kaldırmak suretiyle finansal spekülasyona alan açıyor. Kanunlar, tarımsal
ürünle ilgili özel piyasaların kuralsızlaşması için mevcut bariyerleri
kaldırıyor, bunun yanında, çiftçilere asgari fiyat güvenceleri verilmesini ve
kamunun ürün tedarik etmesini gerekli kılan sistemi zayıflatıyor. Kuralsızlaştırılmış
özel piyasaların teşvik edilmesi, aynı zamanda “sözleşmeli çiftçilik”
pratiklerinin yaygınlaşacağı anlamına geliyor. Bu gelişme dâhilinde çiftçiler,
şirketlerle doğrudan müzakere edip onlarla sözleşmeler imzalayacaklar, üstelik
bu müzakereler ve sözleşmeler, eyaletin ve devletin kanunlarının gözetimi
dışında gerçekleşecek.
Hindistan’da
tarım, iki sütun üzerine kurulu: asgari destek fiyatı ve kamusal dağıtım
sistemi. Hükümet, elde edilen mahsuller ile ilgili bir asgari destek fiyatı
belirliyor ve bu ürünleri çiftçilerden satın alıyor. Bazı ürünler, sonrasında
devletin sağladığı teşviklerle düşürülmüş fiyatlardan, kamusal dağıtım sistemi
üzerinden halka dağıtılıyor. Şehir nüfusunun yarısı, kırsal nüfusunsa yüzde 75’i
elde ettiği gelire göre kamusal dağıtım sisteminin sunduğu faydalardan istifade
etmeye hak kazanıyor. Bu uygulama, 2013 tarihli Ulusal Gıda Güvenliği Kanunu’na
tabi. Söz konusu dağıtım ve hükümetin mal tedarik ederek çiftçiye sunduğu
destek, toplamda gıda fiyatlarındaki iniş çıkışların kontrol altında
tutulmasını sağlıyor. Toptan satışların gerçekleştiği pazarların devletçe tanzim
ve kontrol edilmesi sayesinde çiftçiler, büyük şirketler ve tüccarlar eliyle
sömürülemiyorlar.
Uzun
zamandır bu sistem, emperyalistlerin saldırısı altında. Gıda konusunda kendisine
yeterli bir ülke olarak Hindistan’ın gıda güvenliği alanında geneli kapsayan
kimi önlemler alması ve belirli adımlar atıyor olması, onun Dünya Ticaret
Örgütü’nde ABD ve müttefiklerinin ağır eleştirilerine mazhar olmasına neden
oluyor. Bu ülkeler, tarımsal faaliyette devletin rol sahibi olması ve gıda
ürünlerini satın alıp stoklaması ve dağıtması ile ilgili tedbirlerin “ticarete
aykırı” bir pratik olduğunu söylüyorlar. Kendi çiftçisine muazzam teşvikler
sunuyor oldukları gerçeğini örtbas eden bu emperyalist ülkeler, gelişmekte olan
ülkelerdeki gıda piyasalarına yönelik devlet müdahalesini sonlandırmak suretiyle
piyasada daha fazla pay sahibi olmak için uğraşıyorlar. Hindistan, bugüne dek
bu türden girişimler karşısında kararlı bir duruş sergilemiş bir ülke.
Hindistan’da
tarımsal sistem, başka bir güçlükle de karşı karşıya. Bu güçlük, ülkenin kendi
büyük burjuvazisi ile ilgili. Son dönemde bu sınıf, tüm tarımsal değer
zincirini ele geçirmek adına mevcut sistemin her bir kısmını zayıflatıp
kuralsızlaştırmak için ortaya koyduğu çabaları daha da yoğunlaştırdı. Çıkartılan
üç kanun, tohum pazarlarından manavlara uzanan zincir dâhilinde tarımı ve tarımsal
faaliyeti serbestîleştiriyor ve bu sektörün her bir kısmını servet biriktirme
pratiklerine açık hâle getiriyor.
Hindistan
Tarımının Derin Krizi
Hindistan’da
tarımsal sistemin köklü değişikliklere ihtiyaç duyduğuna hiç şüphe yok. Çiftçilik,
uzun zamandır kazanç getirmeyen bir faaliyet. Çiftçilerin yüzde 86’sı küçük ölçekli
tarımla veya artık marjinalleşmiş faaliyetlerle meşgul. Sektördeki büyüme, uzun zamandır yavaş
seyrediyor. Hükümet, esasen tarım ve tarım pazarından çıkılması gerektiğini iddia
ederken doğru söylüyor. Bu kanunlar, tarımsal çalışmalardan çıkma (kovulma)
sürecini hızlandıracak, burası açık.
Ama
öte yandan, hükümet, tarım alanından çıkarttığı insanlara başka bir istihdam
alanı önermiyor. Şehirlerde veya köylerde onlara başka bir çalışma alanı
sunmuyor. Bu, neticede milletin olan üretken şirketleri pratikte özelleştiren,
sanayileşme konusunda işlerliği olan bir plandan yoksun bir hükümet. Onun sanayi
politikası, sadece sloganlardan ibaret. Kırsal alanda tarım dışı istihdam
alanları konusunda herhangi bir çözüm önerisine sahip değil. Hatta saçma sapan
ekonomi politikalarıyla çiftçilik dışı alanlarda elde edilen gelirlerin dibe
vurduğu sürece katkıda bulunuyor. Eğer bu hükümet, Hindistan tarımının iyice
şirketlerin eline geçmesi için çalışmaya devam edecek olursa, gelecekte hiçbir
şekilde “proleterleşme süreci”ne veya belirli bir düzene sahip yapısal dönüşüme
tanık olunmayacak. Milyonlarca insan, aşırı yoksullukla ve işsizlikle boğuşmak
zorunda kalacak.
Hindistan
tarımının herkesin bir biçimde vakıf olduğu diğer bir sorunu da asgari destek
fiyatının çiftçilere hiçbir kazanç sağlamıyor olması ve bir tür piyasa
göstergesi olarak gördüğü işlevi bir şekilde yitirmesi. Yani asgari destek
fiyatının “asgari” fiyat olarak sahip olduğu değer, artık çiftçiler için önemli
değil. Bunun kısmen nedeni, hükümetin birçok eyalette muhtelif tarım ürünlerini
daha az tedarik ediyor olması ki bu da asgari destek fiyatının anlamını yitirmesine
neden oluyor. Hükümetin tedarik ettiği ürünler, toplam tarımsal ürün satışının
sadece yüzde beşini teşkil ediyor. Tedarik miktarının dibe vurması, aynı
zamanda, milyonlarca Hintlinin hayatta kalma konusunda bel bağladığı kamusal
dağıtım sistemi için alarm zillerinin çalması anlamına geliyor. Bu süreç doğalında,
gıdayı üretmenin yanında aynı zamanda tüketen birçok çiftçiyi de etkileyecek.
Diğer
bir sorun da kurala bağlanmış, düzene sokulmuş toptancı pazarlarının önemli bir
bölümünün çiftçilere fiyat dayatan ve politik zırha sahip olan tüccarların ve
toprak ağalarının eline henüz geçmemiş olması. Öte yandan, bu pazarların lisans şartları,
kredi düzenlemeleri ve depolama tesisleri gibi alanlarda yapılacak değişikliklerle
reforma tabi tutulabileceğini görmek gerekiyor.
Protestolardan
Çıkartılacak Dersler
Hindistan
tarımı, uzun zamandır kimi sorunlarla uğraşırken, bu çıkartılan kanunlar,
ilgili sorunların daha da derinleşmesine ve ağırlaşmasına neden oldu. Tarım
pazarının şirketlere açılması, yukarıda bahsi edilen sorunların hiçbirisini
çözmeyecek. Mumbai’de düzenlenen bir gösteride bir çiftçi lideri, şirketlerin
tarım pazarlarını ele geçirmesinin ne anlama geldiğini gayet güzel izah
ediyordu: büyük bir şirket gelip kilo başına 10 rupi yerine 15 rupi verip mahsulü
satın alabilecek. Tüm tüccarların şirketlerin daha fazla alan bulup daha fazla
kazanç elde etmesi sebebiyle piyasadan çekileceği koşullarda şirketler,
çiftçileri haraca bağlayacak ve mahsul için kilo başına 5 rupi verip aynı ürünü
piyasada 50 rupiye satacak.
Alım
fiyatlarının düşürülmesinin tekelleşme sürecine katkıda bulunduğunu gayet iyi
izah ediyor bu örnek. Aynı zamanda düzenlenen protestoların sunduğu ilk dersi
de özetliyor: neoliberalizm karşıtı bir hareket, periferi ülkelerde etkin bir
yapıya kavuşabilir, neoliberal politikaların doğrudan etkilediği insanlar bu
tür hareketleri örgütleyebilirler. Böylesi bir hareket, emekçi halkın birliği
sağlandığı vakit ortaya çıkacaktır.
Bu
süreçte sanayi proletaryası içerisinde nispeten zayıf bir konuma sahip olsa
bile sol sendikalar çiftçilerle dayanışma içerisine girebildiler. Bu da
işçi-köylü birliğinin dünya genelinde neoliberalizmin yarattığı ideolojik
ortamın hüküm sürdüğü koşullarda bile, hâlen daha imkân dâhilinde ve gerekli
olduğunu ortaya koyuyor.
Çıkartılacak
ikinci ders, kendi içinde bölünmüş, farklı katmanlara ayrılmış olan köylülüğün
mevcut meseleleri temel alan hareketlerle bir araya gelebildiği ile ilgilidir.
Hintli çiftçiler, kendi içerisinde kast ve sınıf temelinde bölünmüş durumdadır.
Ülkede kapitalist çiftçiler, toprak ağaları, yarıcılar, küçük çiftçiler, tarım
işçileri vs. vardır. Birçoğu kendi toprağını ekip biçmekte, ama aynı zamanda
başka çiftçilerin topraklarında çalışmaktadır.
Proleterleşme,
köylülüğün de bizatihi şahit olduğu bir gelişmedir. Öte yandan, küçük ölçekli
üretim yapan kapitalistler de küresel finans sermayesinin daha fazla ekonomik karar
dikte ettiği koşullarda, mevcut sınıfsal konumunun değiştiğini görmektedir.
Meseleleri
temel alan bir toplumsal birliği, bu türden değişen koşulları dillendirip
müşterek çıkarları ön plana çıkartmak suretiyle tesis etmek, solun işidir. Sol,
uzlaşmaya açık, çözümlenmesi mümkün çelişkileri uzlaşmaz çelişkilerden ayırmak,
buradan da kitle hareketleri inşa edebilmek için toplumsal farklılıkları ve
ayrışma çizgilerini bilince çıkartmak zorundadır. Sol, sınıf meselesini statik
değil dinamik bir yaklaşım üzerinden ele almalı, sınıfın nasıl değiştiğini değerlendirmeye
tabi tutmalıdır. Tarım ürünleri alıp satan küçük ölçekli tüccarlar, sokakta
kendi tezgâhında sebze satan satıcılar ve kır proletaryası ortak çıkarlara
sahiptir, çünkü bu insanlar, ileride hep birlikte yoksullaşma riski ile karşı
karşıyadır.
Uzun
yılları alan çalışmaların ardından, belirli sınıfları ve örgütleri kesen bir
birlik inşa edilebilmiştir. 2016’dan beri yaşanan tarım krizi, kitlelerin irili
ufaklı yürütülen ajitasyon çalışmalarına cevap vermelerini sağlamıştır. 2018 yılında
ilk kez 250 çiftçi örgütü bir araya gelip en az elli bin çiftçinin katıldığı bir
uzun yürüyüş örgütlemiş, Mumbai şehrine yapılan bu yürüyüş ülkenin geri
kalanını uykusundan uyandırmış, insanların köylerdeki sorunları ve sıkıntıları
görmesini sağlamıştır. Kızıl bayraklarla ve nasır tutmuş ayaklarla yapılan bu
yürüyüşü mümkün kılan birlik, Hindistan Komünist Partisi (Marksist) isimli
partiye bağlı çiftçi örgütü Tüm Hindistan Kisan Sabha’nın (Tüm Hindistan
Çiftçileri Birliği) çabalarının bir ürünüdür. Birçoğunun altında solun imzasının
bulunduğu, başka bölgelerde yürütülen kitle çalışmaları, bugün tanık olduğumuz
gücün oluşmasına katkıda bulunmuştur.
Kast
ve kastçılık, köylülük içerisinde derin kökleri olan bir meseledir. Hindistan’da
çiftçi hareketleri meydana getirmek, alt kasttan tarım işçileri arasında
çalışan komünist partilerin ve onlara bağlı çiftçi birliklerinin işidir. Bu iş
dâhilinde üst kasttan katılımcıların önyargılarıyla mücadele edilmeli, kastın emekçi
halk içerisinde yol açtığı ayrışmalar açığa çıkartılmalıdır. Bu birlik meydana
getirilirken, toprağın yeniden dağıtılmasına, kırsalda yeterli istihdamın
güvence altına alınmasına ve tarımda kooperatiflerin geliştirilmesine dönük
ihtiyaç, hiçbir şekilde akıldan çıkartılmamalıdır. Topraksız köylülerin ve
marjinal çiftçilerin çilesi, bahsi geçen kanunlar iptal edildiği vakit,
doğalında ortadan kalkmayacaktır. Çiftçiler içerisinde çoğunluğu teşkil eden
kadın çiftçilerin sorunları da tarımdaki genel sıkıntıyla bağlantılı olsa da
özel bir ilgiyi hak etmektedir. Hareket, yeni hâkimiyet biçimlerine doğru kendiliğinden
yol açacağına, teori harekete yön vermeli, ona kurtuluşun yolunu göstermelidir.
Üçüncü
dersse devletin sınıfsal niteliğini görmekle ilgilidir. Ülke genelinde çiftçi
örgütlerinin hayatı durdurma eylemleri ardından hükümetle yürütülen
görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanmasıyla birlikte çiftçilerin meydana
getirdiği ortak hareket, yeni bir slogan belirledi: “Hükümetin tek derdi,
istifçilik, Adani ve Ambani”. Adani ve Ambani, bu kanunlar sayesinde en fazla
kazanç sağlayacak iki işadamı. Slogan, kışın ortasında eylem yapan çiftçilere
tomalarla saldıran devletin büyük sermayenin çıkarları adına hareket ettiğini gayet
yalın bir dille izah ediyor.
Çiftçiler,
Ambani’nin sahibi olduğu Reliance şirketinin binası önünde de eylem yapmayı
planladılar, hatta başka ürünlerin yanında, Reliance’ın sattığı sim kartlarının
boykot edilmesi çağrısında bulundular. Bu türden taktikler, öfkeyi soyut bir “siyasetçiler”
kategorisindense, hükümetin iplerini elinde bulunduranlara yöneltiyor.
Özetle;
bu güçlü hareket, başka hareketlerin pek beceremediği bir işi yaptı ve Modi
hükümetine meydan okumayı bildi. Sınıf temelli bir hareket olduğu için bu
hareketin önceki toplumsal hareketler gibi şeytanlaştırılması pek mümkün değil.
Zira başbakan da önceleri “muhalefet bazı çiftçileri yanıltıyor” derken,
sonraları “yalvarırım, gelin oturup bu kanunları tartışalım” demeye başladı.
Kitlelerdeki
kaynaşma ve ortaya çıkan hareketlilik, Hindistan’da köylülüğün hâlen daha güçlü
olduğunu, onun her türden dönüştürücü politik projenin ve faaliyetin omurgasını
teşkil etmesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Jai Vipra
28 Aralık 2020
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder