22 Mayıs 2022

Victor Hugo’nun Hayatı ve Siyaseti

Edebiyat ve Devrim eserinde Trotskiy, “Bir sanat eserinin hükmünü ilk planda kendi hukuku, sanatın hukuku vermelidir” diyor ve ekliyor: “Ne var ki belirli bir tarihsel dönemden kaynak alan sanatın içerisinde belirli bir eğilimin neden ve nasıl meydana geldiğini, bir tek Marksizm izah edebilir. Başka bir ifadeyle, başkasını değil de böylesi bir sanat biçimini kimin neden ürettiğini bir tek o ortaya koyabilir.”[1]

Victor Hugo [26 Şubat 1802 – 22 Mayıs 1885] siyasetçi olarak zafiyetlerle ve ihanetlerle yüklü bir isimdir, edebî eserleri biçimsel açıdan kimi sınırlarla maluldür. Buna karşın, Sefiller romanı, devrim yüzyılının, daha da önemlisi, 1848 devriminin politik, estetik ve edebî ifadesi olduğu için, bir işçi kuşağının hayal gücünü ele geçirmeyi bilmiş bir eserdir.

Victor Hugo, 1789 Fransız Devrimi’nin altüst ettiği bir dünyaya doğdu. Hatta ailesi de bu devrimci karışıklık ortamının bir ürünüydü. Ateist olan babası, 1792’de krallığın ilgası ardından kurulmuş olan cumhuriyeti büyük bir şevkle destekleyen bir isimdi. Dinine bağlı bir Katolik olan annesi ise yıkılan krala sadakatini hiç yitirmedi.

Hugo’nun dediğine göre anne ve babası, baba Batı Fransa’da kral yanlısı isyanın bastırılması için görevlendirilmiş olan cumhuriyetçi orduda askerlik yaptıkları sırada tanışmış.[2] Hugo, Bonapart’ın devrimin bittiğini söyleyip iktidarı almasından üç yıl sonra, aynı generalin Fransa’yı imparatorluk ilân edip kendisini I. Napolyon olarak tahta oturtmasından iki yıl önce doğmuş.

Hugo’nun çocukluk yılları, Napolyon ordusunda general olan babasının yanında savaşın tarumar ettiği imparatorluğun şehirlerini gezerek geçmiş.[3] Çocukluğundan itibaren 1789 devriminin başlattığı politik tartışmalara sürekli tanık olmuş.

Napolyon’un 1815’te Waterloo’da aldığı yenilgiye, kralın yeniden tahta oturduğu Burbon Restorasyonu olarak anılan döneme tanıklık eden Hugo böylesi bir dönemde almış kalemi eline. Krala sempati duyan bir isim olarak yazdığı şiirleri ve yazıları ile Fransız romantizminin gelişiminde önemli bir sima hâline gelmiş.[4]

Aslında ilk kaleme aldığı yazılar bile, yeni yeni gündeme gelen sosyal adaletle ilgili meselelere az çok ilgili olduğunu, ezilenlerin sesi olma çabası içine girdiğini ortaya koyuyor. Hayatı boyunca ölüm cezasını savunan bir isim olarak Hugo, İspanya ve Paris’te ölüm cezasının yol açtığı korkuya ilk elden şahitlik ediyor.

İlk kaleme aldığı romanlardan olan Bir Mahkûmun Son Günü, esasen hangi suçtan ölüm cezasına çarptırıldığını bilmeyen bir mahkûmun düşüncelerini aktarıyor. Bu roman, Charles Dickens, Fyodor Dostoyevski ve Albert Camus gibi yazarları epey etkiliyor. Hatta Camus Yabancı isimli romanında bu etkiden bahsediyor.[5]

İlk çocukluk dönemini takip eden yirmi otuz yıl içerisinde Hugo’nun siyaseti değişiyor. Tanık olduğu devrimci ayaklanmalar, fikirlerine biçim veriyor. Ne yazık ki bu değişim, I. Napolyon’a hayranlık ile sonuçlanıyor.

1830’da Hugo, ömründe ilk kez bir devrime tanıklık ediyor: Temmuz Devrimi. “Üç Şanlı Gün” olarak anılan dönemde yapılan eylemlere katılıyor. Neticede kral X. Charles devriliyor, yerine başında Louis Philippe’in bulunduğu meşruti krallık kuruluyor. Özgürlüğün yeniden kazanılmasına katkıda bulunan asalet sahibi öğrencileri selamlayan Hugo, Napolyon’un devrimin evladı olduğunu düşünmeye devam ediyor.[6]

1840’lı yıllar boyunca Hugo, ortaya koyduğu eserlerle Fransız edebiyatının zirvesine çıkıyor. 1841 yılında Fransız Akademisi’ne seçilen Victor Hugo, Louis Philippe tarafından onurlandırılıyor. Gelgelelim bu tür gelişmeler, onu sevenlerce ihanet olarak kabul ediliyor.

Bu dönemde yaşanan iki olay, Hugo’yu epey etkiliyor. 5 Haziran 1832’de General Lamarque’ın ölümü, kral Louis Philippe’e karşı bir isyanı tetikliyor. Bu isyan, hızla ve zor kullanılarak bastırılıyor. Muhtemelen Sefiller romanının merkezinde duran öğrenci isyanı, ilhamını bu olaydan alıyor. Sonrasında alaya alacağı bu isyanı Hugo, günlüğünde “kan gölünde boğulan ahmaklık” olarak nitelendiriyor ve şu tespitini aktarıyor:

“Gün gelecek, bir cumhuriyetimiz olacak. Bu cumhuriyetin kendi özgür iradesiyle kurulması daha hayırlı olacak. Dolayısıyla, Temmuz’da olgunlaşacak meyveyi kalkıp da Mayıs ayında koparmayalım. Beklemeyi öğrenelim. […] Bayrağımız kana bulanacak diye bir avuç akılsızın kahrını çekemeyiz.”[7]

1848 yılı, Avrupa, Fransa ve Hugo için önemli bir dönüm noktası. Mahsulün düşük çıkması, işsizlik, artan gıda fiyatları ve toplamda yaşanan büyük resesyon, devrimden beri görülmemiş bir yoksulluk düzeyinin oluşmasına neden oluyor. Öte yandan, buna bir de giderek güçlenen orta sınıfların rejimin ağır kelle vergisi üzerine kurulu, oy kullanma hakkını sınırlayan uygulamaları sebebiyle iktidardan pay alamadıklarına dair duyguları eşlik ediyor. Bu sınıflar, ülke genelinde oy hakkının kapsamının genişletilmesi konusunda iktidara baskı uygulamak adına bir dizi yemekli etkinlik düzenliyor. Şubat 1848’de Paris’te düzenlenecek etkinlik, hükümet eliyle yasaklanınca, ülkede büyük bir devrimci fırtına patlak veriyor. 23 Şubat günü Milli Muhafız Birliği halkın safına geçiyor, Louis Philippe ülkeden kaçıyor.

Herkesin bildiği bir sima olarak Victor Hugo, siyaset düzleminde belirli bir nüfuza sahip. Louis Philippe’in tahttan indirilmesi sonrası İkinci Cumhuriyet olarak bilinen yeni cumhuriyet kurulduğunda geçici hükümet, Hugo’nun evinin balkonundan duyuruluyor. Hugo, başında Orléans Düşesi’nin olacağı bir “Naipler Hükümeti”nin kurulması önerisinde bulunuyor. Fransız halkı, bu öneriden zerre etkilenmiyor. Bir adam, Hugo’nun başına silâhını dayayıp “Kahrolsun Fransa’nın asilleri!” diye bağırıyor.[8]

Kimi çevrelerde hayal kırıklığına yol açmış olmasına karşın Hugo, Şubat devrimi sonrası siyaset sahnesinde belirgin bir şöhrete kavuşuyor ve en nihayetinde Paris vekili seçiliyor. Ama Hugo, 1848’de önemli bir siyaset sınavından geçmek durumunda kalıyor.[9]

Mecliste yaptığı ilk konuşmada, ülke genelinde atölyelerin kurulması fikrine destek sunuyor. Ama bu atölyeler kapatılıyor, yirmi beş yaşın altındaki işçiler askere alınıyorlar, geri kalanlarsa taşraya gönderiliyorlar. “Siyasi bir tasfiye harekâtı” olarak işgören bu hamle, esasen Haziran günlerinde, Marx’ın ilk işçi devrimi diyerek yücelttiği, 1848’de gerçekleşen ikinci ayaklanmada ve devrimde harekete geçmiş olan Parisli işçilere karşı açılmış bir savaşı ifade ediyor. Paris’te tekrar barikatlar kurulunca ne yazık ki Hugo, yanlış tarafta yer alıyor. 24 Haziran günü meclis sıkıyönetim ilân ediyor. Hugo, bu karara destek veriyor.[10]

Bu süreçte Hugo, siyasi açıdan iyice savruluyor. Haziran ayaklanmasının bastırılması işinin başındaki subay olan Cavaignac’ın kontrol altında tutulduğunu ve sıkıyönetimin ilân edildiğini isyancılara bildirmekle görevli altı temsilci içerisinde yer alıyor. “Akan kanı durdurma görevi”ni üstlenen Hugo, Parisli işçilere karşı ele silâh alıyor. Böylelikle sessizlerin sesi, işçilerin kahramanı olan Hugo, kendisine destek sunmuş, birçok durumda kendisinin de arka çıktığı bir halkın öncülük ettiği ayaklanmanın zor kullanılarak bastırılmasına katkıda bulunuyor.[11] Çarpık mantığı, hatta ondan daha fazla çarpık olan bilinciyle Hugo, Haziran ayaklanmasının ezilmesi için mücadele ediyor, bu uğurda hayatını riske atıyor.

Söz konusu saldırı sonrası kalbi kırılan Hugo, oluşan ortamı şu şekilde tarif ediyor:

“Bir barikattan ayrılırken insan şahit olduğu şeyleri zihninden siliyor. İnsan, ne kadar gaddar olursa olsun, o anı belleğine asla kaydetmiyor. İnsanların yüzlerine yansıyan, fikirler muharebesinin estirdiği rüzgâra saçlarını kaptırınca insan, tüm başı ve gövdesiyle kendisini geleceğin saçtığı o nurun içinde buluyor. Yerde cesetler, başlarında dimdik ayakta duran hayaletler. Zaman geçmek bilmiyor, ebediyetin saatlerine tanık oluyoruz sanki. Ölümün bağrında yaşıyoruz. Gölgeler geçip gidiyor. Nedir onlar öyle? Ellerinde kan var. Kısa ama kulakları sağır eden bir velvele kopuyor sonra. Ardından berbat bir sessizlik. Ağızlar açılıyor bağırmak için. Başka ağızlar açılıyor, ama çıt yok. […] İnsan, bilmediği kuyulara düşüp kan ter içerisinde kalıyor birden. Tırnaklarının altı kıpkızıl. İnsan, onca şeyden sonra hiçbir şey hatırlamıyor.”[12]

Devrimin ardından Hugo, 1848 olaylarını anlamlandırmaya çalışıyor. Giderek artan kutuplaşmanın her iki yanında da olmak için çabalıyor. Hem Aralık 1848’de yeni anayasa uyarınca cumhurbaşkanı seçilmiş olan Napolyon’un yeğeni Louis Napolyon Bonapart etrafında toplaşmış “düzen partisi”nden, hem de 1848 sonrası önemli mevziler elde etmiş olan “hareketin partisi”nden (radikal soldan) yana saf tutuyor. Bu politik iklim dâhilinde, Hugo’nun da daha sık dillendirdiği biçimiyle, itirazlarla ve baskılarla yüzleşiyor, bunun neticesinde de radikalleşip yüzünü sola çevirerek, Louis Napolyon hükümetinde somutlaşmış olan zorbalığa ve barbarlığa karşı çıkıyor.[13]

Dönüşü olmayan yola ise 1849 yılında giriyor. Hugo, Louis Napolyon’a muhalefet eden, bu konuda sesi gür çıkan en önemli isimlerden biri hâline geliyor. Napolyon’a yönelik dillendirdiği hakaretlerin o son ve en ünlüsünde şunu söylüyor: “Sırf Büyük Napolyon’u gördük diye bir de küçüğü mü geçecek başımıza?”[14] Hükümet dâhilinde aldığı görev sebebiyle her türlü cezadan muaf tutulan Hugo’nun bu saldırısı sonrası Bonapart, intikamını Hugo’nun gazetesini kapatıp iki oğlunu tutuklatarak alıyor.

2 Aralık 1851’de Louis Napolyon, darbe yapıp savunacağına dair söz verdiği cumhuriyet anayasasını askıya alıyor. Ulusal Meclis askerlerce işgal ediliyor. Bu gelişmeye cevap olarak Hugo, halkı Napolyon’un iktidarı alması karşısında Paris’i savunmak adına barikatlara çağırıyor. Göstericilere sert müdahale ediliyor. 4 Aralık günü ordu, ayrım gözetmeden göstericilere ateş açıyor, evlere kaçmaya çalışan veya yaralılara yardım eden insanlar bıçaklanıyor, çocuklara kurşun sıkılıyor. Bu katliam dâhilinde yüzlerce insan ölüyor. Kendi hayatına yönelik tehditlerin arttığı, iki oğlunun hapiste olduğu, yanlışlıkla gazetelerde ölüm ilânının çıktığı koşullarda Hugo, Paris’ten ayrılıyor.[15] Guernsey adasına giden Hugo, burada on sekiz yıl kalıyor. Sefiller’in büyük bir kısmını bu adada kaleme alıyor.[16] Yazdığı en radikal ve en politik romanları Fransa’ya gizlice sokuluyor.

1852’de cumhurbaşkanı Bonapart, ikinci cumhuriyeti yıkıp yerine ikinci imparatorluğu tesis ediyor. III. Napolyon adıyla tahta oturuyor. İmparatoru suçlayan, iğneleyici bir çalışma olarak kaleme aldığı Küçük Napolyon, “tütün kutuları, sardalye kutuları, dua kitapları hatta alçıdan yapılmış III. Napolyon büstleri içerisinde gizlice ülkeye sokuluyor.”[17] Bu romanı Cezalar isimli şiir kitabı takip ediyor. Fransa’da geniş bir okur kitlesiyle buluşan bu kitap, Hugo’nun en önemli politik şiirlerini içeriyor.

1859’da III. Napolyon tarafından affedilmesine rağmen sürgünde kalmayı tercih eden Hugo, alınan af kararı sonrası şunu söylüyor: “Vicdanımla verdiğim o söze sadık kalmak adına ben, sonuna kadar özgürlükle birlikte, sürgünde kalacağım. Ne vakit özgürlük ülkeye geri döner, ben de dönerim.”[18]

Bu yıllarda Hugo, tüm dünya genelinde sürmekte olan hareketlere destek sunan, onların sesi olan, sözünü asla esirgemeyen radikal bir yazar olarak yeniden itibar kazanır. Daha da önemlisi Hugo, bu dönemde Sefiller romanını kaleme alıp yayımlar. Roman sayesinde Victor Hugo’nun ismi devrimle eşanlamlı hâle gelir.

Napolyon’un 1870 yılında Prusya ordusuna teslim olması ardından Hugo, Paris’e döner. Yeni bir cumhuriyet ilân edilir. Üçüncü cumhuriyetin kurulduğu koşullarda ülke, çelişkili bir biçimde sağa dümen kırar. 1871’de ulusal mecliste çoğunluğu kral yanlıları elde ederler ve krallığın yeniden tesis edileceğini ümit etmeye başlarlar. Aynı yıl Paris, oyunu sosyalistlere vermiştir.

Victor Hugo, Şubat ayındaki seçimin ardından ulusal meclise girer. Oy sıralamasında 1848 devriminin sosyalist lideri Louis Blanc’ın ardından ikinci sırada yer almıştır. Alınan sonuç üzerine Paris’ten ayrılıp meclis çalışmaları için Bordo’ya gider.[19]

Birkaç gün sonra, 13 Mart 1871’de oğlu Charles kalp krizi geçirip vefat eder. Cenaze töreninin düzenlendiği sırada Paris Komünü kurulur. Hâlen daha Prusya ile süren savaşa öfkeli olan ve Paris’te değil de Versay’da kurulan yeni cumhuriyete endişeyle yaklaşan Paris işçi sınıfı, şehrin bağımsızlığını ilân eder ve dünyanın tanık olduğu işçi demokrasisi pratiklerinin en önemli örneklerinden birinin altına imza atar.

Paris Komünü, Hugo’nun bir kez daha yüzleştiği önemli bir sınavdır. Çelişkilerle yüklü siyaseti bu gelişme karşısında bir kez daha sınanır. İlk başta merkez komitesinde yer almak isteyen Hugo, komünarların davasına destek verdiğini, ama yöntemlerini eleştirdiğini söyler. Bunun üzerine Paris’ten ayrılıp Belçika’ya gider ve burada her iki tarafı eleştiren bir orta yol bulmak için uğraşır.[20]

Mayıs ayında Versay hükümeti şehri ele geçirip, Komün’ü yıkmak için orduyu görevlendirir. Komün’ün ezilmesi, her iki tarafın uyguladığı “şiddet”in denk olmadığını, “orta yol” diye bir şeyin bulunmadığını net bir biçimde ortaya koyar. Komün, kan deryasında boğulur. Yüzlerce komünar, Père Lachaise Mezarlığı’nda yan yana dizilip idam edilir, yüzlercesi kaçar, bazıları yakalandıkları yerde katledilir.

Komün konusunda ikircikli bir tutum sergilemiş olmasına karşın Hugo, mağlup olan komünarları sağcılara karşı savunur. Uygulanan terörden kaçan komünarlar sığınsınlar diye Belçika’daki evini onlara açar. Sonrasında Paris’e dönen Hugo, mahkûm olan komünarların affedilmesi çağrısını sürekli yineler ve genel af için mücadele eder. Genel af, 1879’da ilân edilir.[21]

Üçüncü cumhuriyette vekil olarak seçildiğinde Victor Hugo, artık yaşlı bir adamdır. Komünarları savunarak önemli bir şöhrete ve tanınırlığa kavuşan yazar, bir kez daha işçi sınıfının desteğine, kendi döneminde siyaset ve edebiyat alanında faal olan birçok ismin öfkesine mazhar olur.

Megan Behrent
Mayıs 2013
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Leon Trotsky, Literature and Revolution, yayına hazırlayan: William Keach (Şikago: Haymarket Books, 2005), s. 150.

[2] Graham Robb, Victor Hugo: A Biography (New York: W. W. Norton & Co., 1997), s. 4-10.

[3] A.g.e., s. 40.

[4] A.g.e., s. 114.

[5] A.g.e., s. 136.

[6] A.g.e., s. 156.

[7] Victor Hugo, Choses vues: Souvenirs, journaux, cahiers, 1830–1885 (Paris: Editions Gallimard, 2002), s. 76.

[8] Robb, Victor Hugo, s. 265.

[9] A.g.e., s. 265-67.

[10] A.g.e., s. 269.

[11] A.g.e., s. 270.

[12] Hugo’dan aktaran: A.g.e., s. 276.

[13] A.g.e., s. 284.

[14] Hugo’dan aktaran: A.g.e., s. 290.

[15] A.g.e., s. 302-06.

[16] A.g.e., s. 306-21.

[17] A.g.e., s. 321-22.

[18] A.g.e., s. 373.

[19] A.g.e., s. 458.

[20] A.g.e., s. 466-67.

[21] A.g.e., s. 466-71.

0 Yorum: