Bu
yazı, yaşadığımız bir kaybın ardından, ona hürmetimizi bildirmek için kaleme alınmadı. Amacı,
Eycaz Ahmed’in hayatı ve eserlerini takdir etmek de değil. Önümüzdeki günlerde,
kendi dönemimizin o çok mühim ve çok etkili Marksist düşünürlerinden birinin
kaybını kabullendiğimiz vakit o çok ağır ve çok muazzam külliyat ile de meşgul
olacağız elbette.
Kaybımızın
bizde açtığı yara, onun ne düzeyde olduğunu, derinliğini idrak edip
değerlendirmek için fazla taze. Burada, söz konusu değerlendirmenin bir parçası
olarak, başkalarının da kendilerince tecrübe ettiklerini bildiğim, düşünsel,
politik ve derinlemesine kişisel kaybımıza dair bir çift kelâm edilecek.
Eycaz
Ahmed ile 1985 yılı civarı New York’ta tanıştım. Akşam birlikte yemek yemek
için bir araya gelmiştik. Masada, peşine takıldığım ve bana bu sohbete katılma
imkânı sunan Bruce Robbins ve Michael Sprinker vardı. Robbins, Eycaz Ahmed’in Rutgers
Üniversitesi’nden meslektaşı ve arkadaşı, Sprinker ise ileride Verso
yayınlarından çıkacak kitaplarının editörlüğünü üstlenecek kişiydi. Aralarındaki
o sıcak ve samimi dostluğun temelleri bu sayede atıldı. Bense lisans öğrencisi
olarak o yemekte oluşumu tuhaf buluyor, masadakileri huşu içerisinde
dinliyordum. “Baysahip” olarak anılan Eycaz Ahmed, evdeki varlığımın bana batırdığı
tüm dikenleri söküp attı, üstelik, daha da rahatlamamı sağlamak adına, bana
kimi işler verdi. O lezzetlere son dokunuşları ikimiz yaptık, masayı birlikte
hazırladık. Mükemmel bir akşamdı. Arka planda Hint klasik müziği çalıyor, güzel
yemeklerin kokusuna birçok konuyla, bilhassa Althusser ile ilgili hararetli
tartışmalar eşlik ediyordu. O an cennet kapılarını açsa bize, bundan daha güzelini
veremezdi!
Düşüncelerini
tartarak dillendiren, sakince konuşan, muhabbetin ilk anından itibaren elindeki
bardakla karşısındaki başını sallayıp dinleyen Baysahip, herkese unutamayacağı
bir tecrübe bahşetmişti o gece. Eminim, o günü kimse unutamadı. Ben, hiç unutmadım.
Yıllar
içerisinde kendisini birkaç kez görme fırsatı buldum. Birinde ABD’de, birinde
Kanada’da, bir diğerinde de Hindistan’da bir araya gelmiştik. Oğulları Ravi ve
Adil ile birlikte bir seferinde bir maceraya bile atıldık. Daha cep telefonları
ve bize yol gösterecek aplikasyonlar icat edilmemişti. Hazırladığımız plan
doğrultusunda yola koyulduk, ama Boston ve civarındaki o baş döndürücü
labirentin içinde, nasıl olduysa, kaybolduk. Bendeki endişe giderek artarken o
bir şekilde sükûnetini korumayı bildi. Rahat bir ifadeyle bana dönüp, “kaybolmadık,
merak etme. Bu yol istediğimiz yere çıkmasa bile illâki bir yere çıkıyordur” dedi.
O
yol, hep bir yere çıktı. Nereye gitsek harika zaman geçirdik. Meselâ bir
keresinde Provincetown’da ıstakoz yedik, bir keresinde de, bir kamyoncu
lokantasında itin önüne koysan yemeyeceği şeylerin takdim edildiği bir sofraya
oturmuştuk.
* * *
Eycaz
Ahmed, 1941, Hindistan’ın İngilizlerin elinde olduğu dönemde, Uttar Praşad
eyaletinin Muzaffernigar şehri yakınlarında dünyaya geldi. Kendisinin de dediği
gibi, “doğum gününü bilen yoktu.” Liseye dek evde eğitim gören Ahmed, kitap
kurduydu, ne bulursa okurdu. Kendi ifadesiyle, “pembeye çalan” o evde bulduğu
her şeyi okudu. [Hayat hikâyesi ile ilgili bilgiler Vicay Praşad ile birlikte
hazırladığı şu çalışmadan alındı: Nothing Human is Alien to Me. LeftWord
Books, 2020.]
Ailesi,
ellilerde Pakistan’ın Lahor şehrine taşındı. Forman Hristiyan Koleji’ne giren Ahmed,
burada Edebiyat ve Sosyal Bilimler, bilhassa Ekonomi ve Tarih alanlarında eğitim
gördü. Ardından yüksek lisansını İngilizce alanında tamamladı.
Pakistan’da
uç vermeye başlamış olan politik, düşünsel ve eylemci yönü yetmişlerde Siyah
Kurtuluş Hareketi ve savaş karşıtı hareket içerisinde yürüttüğü faaliyetler
üzerinden daha da belirginleşti. Marx okumasını da aynı dönem yapma imkânı
buldu. “Pakistan’da kendisine gizlice yol bulan Marksizmi ve anti-emperyalist
külliyatın içerisinde yer alan her türden akımı kapsamlı ve derinlikli bir
çalışma dâhilinde inceledi.”
Yazma
pratiği Pakistan’da başladı. Yetmişlerde ve seksenlerde kalemi keskinleşen Ahmed,
ağırlıklı olarak Urduca yazdığı yazılarda Pakistan’ın siyasetini ve politik
ekonomisini, ayrıca Batı Asya’yı, İran Devrimi’ni ve Politik İslam’ı ele aldı. Şiirler
yazdı, başka şairlerin şiirlerini Urduca çevirdi. Bugün farklı dergi ve
gazetelerde yayımlanmış olan bu yazıların büyük bir kısmı İngilizceye çevrilmiş
değil, önemli bir kısmına da zaten ulaşılamıyor. İngilizce yazılmış olanlar
bile müthiş bir külliyatı meydana getiriyor.
Eycaz
Ahmed bir süre ABD’de yaşadı, burada çalıştı, ardından, 1985 yılında, kendi ifadesiyle,
“politik bir yurt arayışı” dâhilinde, Hindistan’a geri döndü. Ama kaderin
cilvesi, bir süre sonra o yurdu terk etmek zorunda kaldı ve bir daha oraya
dönemedi. ABD, Kanada ve Hindistan’da kimi üniversitelerde ders veren Ahmed,
aramızdan ayrıldığı dönemde Kaliforniya Üniversitesi Irvine Kampüsü’nde
Kıyaslamalı Edebiyat Baş Profesörü olarak görev yapıyordu.
* * *
Kitap
ve makalelerini incelerken ele aldığı konulara hâkimiyeti okurların ilk elden
dikkatini çeken husustur. Ana meselesi, siyasettir. İster Hinduculuğun yükselişini,
ister Irak ve Afganistan savaşlarını, ister Arap Baharı’nı, isterse Ekim
Devrimi’ni incelesin, farklı disiplinlere hâkimiyeti karşısında mest oluyorsunuz.
O, sadece ABD’de sıklıkla haksız bir tespit dâhilinde dile getirildiği
biçimiyle, onunki, İngilizce ve Kıyaslamalı Edebiyat alanına ilişkin yazılardan
ibaret bir külliyat değil. Ondaki birikim, eğitim verdiği bölümün sınırlarını
aşan bir zenginlik.
Teoride
Sınıf, Ulus, Edebiyat isimli çalışmasının yayınlandığı günden beri
edebiyat üzerine nadiren kalem oynatıyor. Bir tek o çok dikkat çeken, uzun
soluklu makalesi “Urducanın Aynasında” isimli çalışması, istisna teşkil ediyor.
Son dönemde ise “dünya edebiyatı” üzerine birçok önemli deneme kaleme aldı. Bu makalelerde
Teoride Sınıf, Ulus, Edebiyat isimli eserinin “Hint Edebiyatı” başlıklı
bölümünde genel çerçevesini çizdiği sorunu yeniden ele alıyor ve Kıyaslamalı
Edebiyat bölümlerinde uygulamada olan kavramsal yapıdan ve işleyişten farklı
bir yapı ve işleyişe ihtiyaç olduğunu söylüyor. Bu yeni kavramsal yapı ve
işleyiş ise, kendi ifadesiyle, “politik bir dindarlık pratiği olarak ele
alınmamalı, sistemleştirilmemeli.” Ulus-devlet veya onunla bağlantılı bir
edebiyat yerine, birçok farklı ses, farklı tür, hayal gücünün işlediği farklı
yaratıcı ifade kanalları bir araya getirilmeli. “Dünya genelinde kimsenin bölüp
ayrıştıramayacağı o bütünlük arz eden özgürleşme projesiyle edebiyat üretimini
birleştirmek isteyen yazarlar, bilinçli bir sorumluluk dâhilinde ortaya çıkan,
anlatmaya dair farklı imkân ve becerileri içeren o zenginliği cem edebilmeli.”
Eycaz
Ahmed, dili tüm katmanlarıyla kullanan, hafızaya mıh gibi çakılacak sözler eden
bir isimdi. (“Her ülke hak ettiği faşizmi bulur.”) Yazılarında ve
konuşmalarında olgulara, tarihlere ve teorik çerçevelere hâkimiyeti kendisini
hemen hissettirir. Marx, Engels, Lenin, Gramsci dâhil tüm Marksist külliyata
vakıftır. Vurguladığı hususlara veya dile getirdiği belirli formüllere itiraz
edenler elbette ki vardır, ama yazılarındaki vuzuh ve analizlerindeki kavramsal
netlik, kimsenin inkâr edemeyeceği bir hakikattir.
Analizlerindeki
kesinlik, ansiklopedik bilgi birikimi ve farklı eserleri sentezleme becerisi
yanında benim hayran olduğum bir husus da onun dili, yani kullandığı
cümlelerdir. O, “tek bir dilbilgisi temelli yapı içerisinde algısını çok farklı
boyutlarda dile getirmek adına bileşik cümleler kullanma ustası”dır. Yan
cümlelerle bezenmiş uzun ve bileşik cümlelerde dert, sadece bir üslup değil,
ayrıca bir yöntem olarak açıklayıcı ve öğretici olan, tarihi, kültürü, olayları
farklı katmanlarıyla içeren bir analizi aktarabilmektir. Düzyazıdaki açıklığı
ve idrak etme imkânını yitirmeden, karmaşık olguları ifade etmektir. Bu anlamda,
Ahmed’e göre, teorik ve analitik yazı pratiği, hayatın dışına çıkmamalı, kuru ve
tumturaklı olmamalıdır.
Eycaz
Ahmed, nihayetinde ABD’deki savaş karşıtı hareketin Vietnam için adalet
meselesine çözüm sunamadığını okurlarına anımsattığı yazısında şunu söyler: “Vietnam’ın
halkına dağıtacağı, açlıktan ve korkudan gayrı hiçbir şey yok. Öyle mecalsiz ki
bir gıdım tazminatın bile peşine düşecek durumda değil.”
Ahmed’in
Teoride Sınıf, Ulus, Edebiyat isimli çalışmasını okulda okuturken
öğrencilerimden cümlenin sonundaki noktanın bile tek başına taşıdığı anlamı ve
insanın içini yakan öfkeyi düşünmelerini istiyorum.
Onun
cümleleri aynı ölçüde imalı da. Sanırım bu, Ahmed’in mecburen seyyah olup şu
âlemi gezdiği hayatının açtığı derin yaraların üstesinden gelmek için
başvurduğu bir yöntem.
Doksanların
başlarında Hint klasik müziği kasetlerinden oluşan hazinesiyle tanıştırmıştı
beni. Kasetçalarım uzun zaman önce bozuldu, ama o kasetler hâlâ bende durur. ABD’ye
dönmek için hazırlandığı günlerde kasetleri geri vermeyi teklif ettim kendisine.
Alaycı bir ifadeyle “ne kaseti?” dedi bana. Sonra, yolladığım mektupta, “ABD’den
Hindistan’a taşınırken de ABD’ye dönerken de birkaç kez kütüphaneni elden
çıkartmak zorunda kaldığını biliyorum” deyip, kendi kitaplarımı ona vermeyi teklif
ettim. Cevaben bana şunu söyledi: “Birkaç kez elden çıkarttım ve her seferinde
içim yandı. Aynı kitapları tekrar tekrar satın almak zorunda kaldım.”
Bu
ifadede, ima yüklü cümlede, beni asıl etkileyen, bıraktığı boşlukta söylemediği
onca şey. “Her seferinde içim yandı” cümlesi, çok şey gizliyor. “Aynı kitapları
tekrar tekrar satın almak zorunda kaldım” derken de insanın ciğerini dağlıyor. Her
kökünden kopartılıp atıldığında ruhunda açılan yaraları cümle âleme gösterecek
biri değil o. Bunun yerine, bugünün tarihini aktarmak adına, imkân ve
ihtimalleri açıp gizleyen tarihsel koşulların nesnel hâline ait diyalektiğe, o
toplu duruma analitik bir dikkatle yaklaşıyor.
Kendisine
acımak yerine, “kabilesinin hikâyesini olduğu gibi anlatmaya gayret eden” Eycaz
Ahmed, “kişisel kayıp olarak derinlemesine yaşadığı şeyi başka bir düzlemde
nesnelleştirme” yoluna gidiyor. Bazı yazılarında karşımıza nadiren de olsa o
kaybın muazzamlığına dair değerlendirmeler çıkıyor.
Pakistan’daki
politik koşullar onu yeniden Amerika’ya savuruyor. Bu savrulma neticesinde
Ahmed, sadece İngilizce yazma zorunluluğunun o “kahır dolu kültürel bedeli”ni ödemek
durumunda kalıyor.
“Hindistan’a döndükten
sonra, kendi dilimin tarihsel yurdu olan Delhi’ye yerleşeceğim o süreçte bu
bedeli kelimelerle ifade edemeyeceğim bir tuhaflık olarak ödemek zorunda kaldım.”
Eski
kasetlerden bahsettiğimde alaycı bir cevap verdiği için ben de ona kitaplarımı
teklif ettim. Bunun üzerine bana bir liste gönderdi: “Eskiden elimde olan, ama yazı
pratiği için bugünlerde ihtiyaç duyduğum bazı kitapları not almışım. Eminim, içinde
bu türden dağınık notların bulunduğu, sağda solda daha çok defter var.”
İstediği kitapların bazılarını büyük bir memnuniyetle gönderdim kendisine. Yıllar
boyu kendisinden aldıklarım yanında o kitapların esamisi bile okunmazdı.
Baysahip,
aksi ve ters bir kişiydi. Marksizmi kabalaştıran ve onu kasten tahrif eden teorik
faaliyetler onu çok kızdırırdı. En çok da bu tür faaliyetlerle cebelleşti. Eğer
fikrinize katılmıyorsa, bunu hiç lafı dolandırmadan, yüzünüze vura vura
söylerdi. Ama öte yandan, ondaki şeytan tüyüne, o büyüye hemen teslim
olurdunuz. Sevdiklerine karşı da alabildiğine kibar olmayı bilen bir insandı.
Müziği,
şiiri, yemeği, şarabı iyi bilen, edepli biriydi. Nezaketi, zarafeti ve inceliği
bir araya getirmeyi bilen bir eski topraktı.
Eycaz
Ahmed, aynı zamanda başkalarına vaktini ayırmayı bilen, cömert bir isimdi. 2017
yılında bir meslektaşımla birlikte organize ettiğim bir sempozyuma davet ettim
kendisini. Sağlık durumu iyi olmamasına rağmen katılmayı kabul etmişti. Daveti kabul
etmesinin sebeplerinden biri de Malini Bataçarya isminde Hindistanlı bir
yoldaşımız ve dostumuzun da sempozyuma katılacak olmasıydı. O dönemde basit bir
ziyaret için bile olsa, Hindistan’a dönmek ihtimal dışıydı. Dolayısıyla kendisinin
de ifade ettiği biçimiyle, sempozyum, bir yoldaşla bir araya gelmek için iyi
bir fırsat sunuyordu. Bir süredir kendisini görmemiştim. Fizikî hâli endişe
verici ölçüde değişmişti. Ama düşünce pratiğindeki zindelik ve keskinlik zerre
eksilmemişti. Bir saat, elinde tek bir not olmaksızın konuştu, fikirlerini
aktardı, sadece bir yudum su almak veya öksürüğünü bastırmak için duraksadı. Ekim
Devrimi’nin yapısı, yankıları ve önemi konusunda farklı katmanları ele alan, anlaşılır
bir analiz sundu.
Onun
aramızdan ayrılmış olduğu gerçeğini kabullenmek güç. Marksist solun o çok
önemli ve güçlü sesi artık sustu. Ölümüne dair haberler yayılmaya başladığında farklı
okullardan tanıdığım eski öğrencilerimden ve meslektaşlarımdan, aynı meslekten
olup aynı düşüncede olduğum dostlardan mesajlar almaya başladım. Hepsi de aynı
duyguları dile döküyorlardı. Mesaj genelde “kendisini şahsen tanımasam da” diye
başlıyor, lisans eğitimi esnasında Teoride Sınıf, Ulus, Edebiyat kitabının
tutunacak dal olarak iş gördüğünü, onunla yol bulduğunu söyleyen cümlelerle
devam ediyordu. En güzelini de Vicay Praşad yazmıştı: “Eycaz Ahmed’in eserleri olmasaydı,
asla düşünemezdim.”
Baysahip,
benim için eşsiz bir akıl hocası ve dosttu. Onun kurduğum muhabbet sayesinde o
zor zamanlardan, o karanlık yollardan geçebildim. Politik hayatım ve kişisel hayatım
ne vakit tarumar olsa, yüzümü hemen ona çevirdim, onun fikirlerine hürmet
ettim.
Bir
seferinde, buhranlı bir dönemden çıkmama yardım ederken bana, “Şunu bil ki kötü
zamanlar her zaman sona eriyor” demişti. Bu teselli cümlesine karşı çıkıp
kendisine, “kötü zamanları daha kötü zamanlar izliyor” diye sert bir cevap
vermiştim.
Ne
yazık ki bu sefer ben haklı çıktım. Benim dünyam ve sayısını bilmediğim onca
insanın dünyası, onsuz artık daha kötü bir yer.
Modhumita Roy
6
Mayıs 2022
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder