Yirmili
yılların başında Bolşevikler, yüzlerini belirli bir yöne doğru çevirmeye karar
verdiler. Bizce bu karar, bugün yeniden değerlendirmeye ihtiyaç duyuyor.
Mirsaid
Sultangaliyev, 1923’te partiden atıldı. Bizce, Bolşeviklerin “burjuva
milliyetçiliği”ne karşı aldığı bu tutum, eldeki veri birikimi ışığında, yeniden
ele alınmalı.
Sultangaliyev,
Bolşeviklerin asıl ihtiyaç duyduğu şeyin, birçok üyesi Avrupa ülkesi olan
Komintern değil, bir Sömürgeler Enternasyonali olduğunu söyleyen kişiydi. Bugün
biz, Komintern’in süreç içerisinde Alman, Fransız ve İtalyan hiziplerince lime
lime edildiğini, ortaya bir şeyin çıkmadığını, Komintern’in sadece Çin, Vietnam
ve Gana gibi ülkelerde devrim yapmak için kendi ülkelerine dönen, emperyalist
ülkelerdeki göçmenler üzerinde belirli bir nüfuza sahip olduğunu biliyoruz.
Süreç
içerisinde Çin ve Arnavutluk, zincirlerini kırdı. Ardından sömürgeler
ayaklandılar. Almanya, Hitler kaybettiğinde bile sosyalist olmadı. Kızıl Ordu
ülkeye girdi, o dönemde bile Almanlar sosyalizm değil, kapitalizm için
çalışmayı tercih ettiler. Zengin ülkeler daha da zengin olurken, yoksul olanlar
iyice gerilediler.
Lenin’in
“asalaklığın tüm ülkeye vurduğu mühür” dediği şey, Sultangaliyev’de “Batılı
proleterler”e denk düşüyordu. Sultangaliyev’e göre, emperyalist sistemde ait
oldukları milletlerin oynadığı role binaen komünistler, tüm halklara
inanmalılardı.
Galiyev’in
teorilerinin o dönem ortaya attığı tezler, bizde “başka türlü olabilir miydi?”
sorusunu sordurtuyor. Örneğin Sovyet Rusya ve Rusça konuşulan, sonradan Sovyet
Rusya’ya katılan Ukrayna ve Belarus gibi ülkelerin başında Lenin olsaydı, ne
olurdu?
Peki
Rusya hariç tüm SSCB’nin başında Stalin olsaydı, ne olurdu? Azerbaycan’dan
Çin’e kadar uzanan havza da dâhil olmak üzere tüm Tatar-Başkır toprakları onun
emrinde olsaydı, sonuç ne olurdu? Muhtemelen Stalin, başkenti Bakû veya Kazan’a
taşır, tüm sovyetlerde Türkçenin bir lehçesi konuşulur, bu da büyük olasılıkla
Stalin’in de aşina olduğu Azerbaycanca olurdu.
Böylesi
bir durumda Gürcüstan ve Ermenistan, ya SSCB’ye ya da Rusça konuşulan
topraklardan oluşan sovyet cumhuriyetine katılırdı. Din ve tarih bize, bu iki
ülkenin ikincisine dâhi olacağını, teori ise Stalin’in başta olduğu SSCB’ye
katılmalarının daha hayırlı olacağını söylüyor. Zira, Gürcüstan’da da Müslüman
şehirler var.
Hayalî
kurgumuz dâhilinde, Çeçen ve İnguş halkları SSCB’de kalır, Osetlerse istemeleri
hâlinde Rusça konuşulan bölgeyle birleşirlerdi. Öte yandan, Rus emperyalizmine
öfkeli olanlar, Stalin idaresindeki SSCB’ye katılmak zorunda kalırlardı. Ezilen
milletler, bu öfkeyi belirli şeyler için bir bahane olarak kullanmak zorunda
kalmazlardı.
SSCB
için asıl önemli olan, eski emperyalist ülkeleri dışarıda bırakmaktı. Her ne
kadar Rusya, emperyalist bir ülke olsa da Ruslar, proletarya diktatörlüğü kurma
hakkını bu ülkede sömürülen işçilerin ve köylülerin ayaklanması sayesinde elde
edebilmişlerdi. Hatta bu insanlar, emperyalist savaştan çekilme iradesi
gösterebildiler, böylece Rusya’nın o dönem sömürdüklerine ve bu sömürünün
arkasındaki güç olan burjuva milliyetçiliğine sırtını yaslama ihtiyacı
duymadılar.
Devrim
Rusya’da gerçekleşti, çünkü bu ülke, emperyalistler içerisindeki “en zayıf
halka”ydı ve aşırı kâr elde etme düzeyi açısından en geride olan bu ülke,
nispeten daha az burjuvalaşmıştı.
Bugün
büyük ülkelerin hiçbirisinde böyle bir gelişmeye şahit olunamaz. Bu konuda tek
istisna, Rusya ve Çin’dir. Mao’nun da dediği gibi Çin de “sosyal-emperyalist”
bir ülke hâline gelebilir. Böylesi bir durumda işçiler, ancak sahte bir
sosyalizm inşa edebilirler. Rusya ve Belarus’taki yoldaşlarımız bile bugün bize
kendi ülkelerinde işçi aristokrasisinin güçlü olduğunu söylüyorlar.
SSCB’nin
ardındaki asıl teori, Rusya dâhil tüm emperyalist ülkeleri karşıya atmak ve
ezilen ülkeleri örgütlemek üzerine kuruluydu. Ama içeride ezilen milletler,
aradaki sürtüşmelere rağmen büyük bir devlet meydana getirmeyi bildiler. Bu
devlet, enternasyonalizme katkı sunan birçok farklı etnik yapıyı kucaklıyordu.
Aynı zamanda ilgili katkı, emperyalizmin yenileceği mücadeleyle de ilgiliydi.
Kadro
Lenin,
Rusça konuşulan sovyet cumhuriyetlerinin yönetilmesi işini Zinovyev’e vermek
zorundaydı. Zira Zinovyev, bu işin doğru kişi olduğunu layıkıyla ispatlamıştı. Kızıllar
filmine de yansıyan, John Reed ile giriştiği kavga, esasen İslamî mücadele
dilinin kullanılmasının gerekli olup olmadığı ile ilgiliydi. Zinovyev de
Hilferding’in tezine karşı çıkıp, dünyanın yüzde sekseninin Avrupalı olmadığını
söylüyordu.
Filmde
Zinovyev karşımıza oportünist biri olarak çıkarken, John Reed kendi
konuşmalarının kâğıda dökülmesini istemeyen bireyci biri olarak takdim
ediliyor. Reed, bu yazıya dökme işinin Zinovyev’de olduğunu biliyor.
Aralarındaki kavga incelendiğinde, Zinovyev’in haklı olduğu görülüyor. Bu
anlamda onun kendi davasını ısrarla savunması gerekiyordu. Zinovyev-Sultan
Galiyev çizgisini terk etmek, partinin sonunu getirdi.
Stalin
ise uzlaşma nedir bilmeden hep proleter düşünceye bakan bir isim. Küçük
milletlerin kendi aralarındaki kavgalarından Stalin de haberdardı, dolayısıyla
bu kavgaları bitirebilirdi. Esasen kendi aralarında yaşanan ve emperyalizmin
dünya sahnesine çıkmasıyla başlayan kavgaları, gebermekte olan emperyalist
sistemle yaşanan çatışmalardan ayırmak ve yan yana gelmek, emperyalist olmayan
ülkelerin işiydi.
Sultangaliyev,
Stalin’in sağ eli olmalıydı. Bu anlamda, en doğrusu, Mikoyan’ın ve
Ermenistan’ın SSCB’ye katılmasıydı. Ermeniler, SSCB içerisinde etnik temelde
yaşanan isyanların bastırılmasına pratikte dâhil oldular.
Trotskiy’nin
Rusya’da iktidar koltuğuna oturması, yaşanabilecek kadro değişiklikleri
içerisinde muhtemelen en büyük felâkete yol açacak değişiklik olurdu. Her ne
kadar Lenin, belirli bir dönemde Stalin’le ilgili eleştirilerini Trotskiy’ye
iletmişse de esasen Lenin’in Stalin’de hoşlanmadığı şeyler, bilhassa millet
meselesiyle ilgili olanlar, Trotskiy için daha fazla geçerli olan hususlardı.
Lenin’in
1922 sonunda yaptığı eleştiriler, aslında Trotskiy’den çok Sultangaliyev’e
destek sunan eleştirilerdi. Galiyev, Rusya’nın ezilen milletlerle ilişkisinde
yavaş hareket edilmemesi gerektiğini düşünen bir isimdi. Trotsky ise çarın
subaylarını kullanıyor ve bir biçimde Orta Asya’nın Avrupalılaştırılması
fikrinden yana duruyordu.
İlk
Sonuçlar
Lenin’in
siyaset sahasında aldığı son nefesi Stalin’in Gürcüstan’da yüzleştiği millet
meselesi için harcamış olmasından anlıyoruz ki o, diplomatik hizmetler
haricinde eskinin Rus şovenistlerinin hâlen daha koltuklarında oturduğunu gayet
iyi biliyordu. Bu noktada Lenin’in umudunu Sultangaliyev’e bağlaması ve onun
daha fazla öne çıkması konusunda tereddütler yaşaması mümkündü.
Lenin’in
bir endişesi de Batılı emperyalistlerin yardımı ile Türkiye’deki politik
elitlerin elinin bir şekilde Stalin karşısında güçlenmesi ile ilgiliydi. Bu
emperyalist planlar, bir şekilde kendilerine alan buldu. Gene de Ruslar,
Stalin’in başta olduğu SSCB’ye yardım etmek zorunda olduklarını görebilirlerdi.
İçişleri bakanlığı türünden kurumlar, emperyalistlerin programlarına karşı
yardım sunmuş olsalardı, Stalin bu yardımı geri çevirmezdi. Bugün bir Türk
lehçesinin konuşulduğu SSCB, Rusya ile birleştiğinde ekonomisi küçülecek diye
bu tür planların başarı şansının artacağını kimse iddia edemez.
Peki
Doğu halkları arasında devrim yeterince mayalanmış mıydı? Belki de bu
coğrafyanın ihtiyaç duyduğu maya, farklıydı. Bugün cumhuriyetlerdeki Rusların
önemli bir devrimci değişimi tetiklemediğini görebiliyoruz. Hatta Rusların
varlığı yüzünden sorunların çözüme kavuşturulmasına dönük çabalardan uzak
duruldu, başka sorunlar derinleşti.
Lenin,
Aralık 1922’de şunları söylemişti:
“Bugün biz, tüm
bilincimizle tam tersinin geçerli olduğunu kabul etmek zorundayız. ‘Bizim’
dediğimiz aygıt, hâlen daha bize yabancıdır; bu aygıt, burjuvaziye ve çara ait
bir çorbadan ibarettir, başka ülkeler, yardım etmediği için son beş yıl
içerisinde bu aygıttan kurtulamadık, çünkü biz, vaktimizin büyük bir kısmında
askerî çatışmalarla ve kıtlıkla mücadeleyle ‘meşgul’ olduk.
Böylesi
koşullarda meşruiyetimize temel teşkil eden ‘birlikten ayrılma özgürlüğü’nün
boşa düşmesi ve tipik bir Rus bürokratı gibi gerçekte özü itibarıyla namussuz
ve zorba olan Büyük Rusya şovenistlerinin saldırılarından Rus olmayanları
koruyamaz duruma düşmemiz, gayet doğal bir gelişmedir. Hiç şüphe yok ki Büyük
Rusya şovenistlerinden oluşan ayak takımının yaratacağı dalga, Sovyetler’i ve
sovyet üyesi işçileri sütün üzerine düşmüş sinek gibi savuracak, önüne katıp
götürecektir.”
Troçkistler
bu cümleleri çok seviyorlar, çünkü burada Stalin eleştiriliyor. Oysa asıl çarın
subayları ile Avrupa’nın Asya üzerindeki dolaysız nüfuzunu muhafaza etmeye
çalışan, tek beynelmilel parti fikrini savunan Trotskiy idi. 1922 sonlarında
kaleme alınmış bu cümleler, esasen Trotskiy’den çok Sultangaliyev’e arka
çıkıyordu.
“Başka
türlü olsa ne olurdu?” sorusu üzerinden tarihe baktığımızda başka risklerin de
açığa çıktığını görebiliyoruz. Rus imparatorluğunun devrimci bir proje adına
terk edilmesi, Türkiye’nin ele geçirilmemesi önemli bir riskti. Tek bir devlet
yerine iki devletin oluşması, sonuçta dağılma sürecinin politik zeminini de
meydana getirdi.
Sonradan
Ortaya Çıkan Sonuçlar
SSCB’yi
Stalin ve Sultangaliyev birlikte yönetseydi, Türkiye’nin nüfuz alanı daralırdı.
Komünistlerin katledildikleri Türkiye’ye yalvarmak yerine Stalin, Türkiye’ye
panislamik devletin başı olarak gidebilir, Türk dil grubunun en büyük
lehçesinin kullanıldığı ülkeyi yönetiyor olabilirdi. Türkiye’nin başındaki
yöneticilerin Batı ile kurduğu bağlar, onları politik açıdan zayıflatırdı.
Örneğin SSCB, Hintli Müslümanlar içerisinde kampanya yürütmeye başlasaydı,
Türkiye’deki yönetici sınıf yüzünü başka yöne çeviremezdi.
Böylesi
bir durumda Basmacıları bastırmak için boşa enerji harcanmazdı. Karşı devrimci
beyaz güç dirilip sorun çıkartmaya devam etse bile Rusya’dan ayrılmayı
amaçlayan bir milli kurtuluş hareketini başlatma imkânı bulamazdı. Kırım’daki
Tatarlar, karşılarına çıkan tüm Beyazlarla mücadele ederlerdi.
1929
civarı yaşanan Büyük Buhran sırasında Stalin, SSCB’yi ilerletme imkânı bulur,
Türkiye’nin karşısına daha büyük bir maddi güçle çıkabilirdi.
Çeçenler,
Bakû’de kurulan ve Stalin tarafından yönetilen SSCB’ye dâhil olmuş olsalardı,
Ruslarla aynı devlet çatısı altında bir araya gelmeyecekleri için, tarihsel Rus
emperyalizmiyle daha az çatışma içerisine gireceklerdi. Belki de Stalin,
Çeçenleri sınır dışı etmek zorunda kalmayacaktı. Almanlar, sadece Rus
Sovyeti’ne saldırmaya karar verseler, Stalin saldırıya uğrayan Çeçenlerle ve
diğer ezilen milletlerle ilgilenmek durumunda kalacaktı. Böylelikle sınır dışı
etme girişimleri anlamını yitirecekti. Almanlar da Bakû petrolünü ele geçirmek
için başka bir cephe açmak zorunda kalacaktı. Böylesi bir durumu önceden sezen
Çeçenler, Nazi güçlerinin kendilerini kullanmalarına bir şekilde itiraz
edeceklerdi.
Meselâ,
Pakistan kendisine silâh yardımı yaptığı için, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce
İngiltere’den ayrılıp SSCB’ye dâhil olsa, ne olurdu? Dünya, Batı Avrupa’daki
buhrana tanıklık eder miydi, duvara düşülen o yazıları görür müydü? Araplar ve
İranlılar Stalin’in başta olduğu SSCB’den yana saf tutarlar mıydı? Veya
Müslüman yaşam tarzına sahip komünist ateş her yana yayılsaydı, İsrail diye bir
şey olur muydu?
Hatta
belki de İkinci Dünya Savaşı’na hazırlanma konusunda Estonyalılar,
Litvanyalılar ve Finliler, Stalin’in sunduğu örneklikten etkilenirlerdi ya da
böylesi bir etkilenmenin gerçekleşmemesi durumunda Rusların eline geçerlerdi.
Ukrayna’nın
hangi blokta yer alacağı önemli bir husus olarak gündeme gelirdi. Dil açısından
Ukraynalılar, Ruslarla birlikte hareket ederlerdi. Belirli bir bölgenin
bütünleşmesini isteyen bir ideolojinin Doğu Avrupa’da işlemeyecek olması
sebebiyle, sadece kafası karışık rakiplerin kavgası “Büyük Y Ülkesi”nin
soykırımla çizilen sınırları ile sonuçlanırdı.
Almanlar,
İkinci Dünya Savaşı ile birlikte yüzlerini Doğu’ya çevirseler bile Stalin’in
başta olduğu SSCB, daha fazla İslamî kültüre sahip insanı kucaklayacak, Rusça
konuşulan sovyetle ilişkide daha fazla insanı kazanacak, böylece Molotov gibi
insanların Trotskiy’yi Moskova’daki Stalin’e gerek kalmadan sindirip
sindirmeyeceği, Rusça konuşulan sovyeti bu sayede ileri taşıyıp taşıyamayacağı
soruları gündeme gelecekti. Öte yandan, tabii başka bir hayalî kurgu dâhilinde
Stalin’in Moskova’da kaldığı, SSCB’yi ise Sultangaliyev’in kurduğu başka bir
ihtimalden de söz edebiliriz.
Doğu’da
yapılacak hamleler, Marksizm-Leninizm konusunda Alman işçilerini harekete
geçirebilirdi. Ama öte yandan, Stalin ve Sultangaliyev’in öncülük edeceği
pantürkçü bir hareket, ancak bu iki isim politik açıdan teslim alınması
durumunda Batı emperyalizminin istikrarına katkı sunardı. Doğu’da
emperyalizmden koparttıkları her şey, bir biçimde emperyalizmin temellerini
daha fazla tahrip ederdi.
Bugün
Maoistler,
“geçmiş başka türlü olsaydı, ne olurdu?” sorusunu bugüne tatbik edemiyorlar.
Maoist olmayan birçok isim, dünya genelinde Sultangaliyev’den alıntı yapıyor,
ama o günkü şahsiyetlerin bugün mevcut olmadığını, bugünkü ülkelerin birer
aktör olarak farklılık arz ettiklerini görmüyorlar.
Sultangaliyev,
iyi şeyler kaleme almış bir isim. Ama 1923 hakkında kafa yorarken Stalin
liderliğinde kurulacak, Rusya’yı içermeyen bir SSCB’nin gerekli şahsiyetlere
sahip olup olmadığına ilişkin tartışma, spekülatif bir tartışmadır.
Sultangaliyev,
işçi aristokrasisinin birçok ülkede sanayi proletaryasında açığa çıkan ve
Marksizmin önünü açan umutlarını suya düşürdüğünü söylerken haklıydı. Rus
emperyalizmi veya yeni emperyalist “zayıf halkalar” istisnai olmakla birlikte,
emperyalist ülkelerde genel devrim modeli, ezilen milletlerdeki proletarya
diktatörlüğünün bir parçası olarak, dışrak olmalı. Yani biz, aslında
emperyalist ülkelerde insanların sosyalizmin yayıldığını görmek istedikleri
düşüncesinde değiliz. Ayrıca azınlıklar da eski çelişkiler için bir bahane
hâline gelmemeli.
Bu
açıdan, ezilen milletlerde yaşayan insanlar farklı ele alınmalı. Bir ülkede
işleyen kapitalizmde hâkim unsur finans kapital değilse, o ülke “emperyalist”
olarak nitelendirilmemeli. Bu aşamada ezilen milletlerin birliğinin yegâne
amacı, ABD, Japonya ve İngiltere gibi güçlere hâkim olan finans kapitalin
boyunduruğunu söküp atmak olmalı. Ezilen milletler, ekonomik açıdan ancak bu
sayede ilerleyebilirler.
Sonuçlar
Batı’da
Trotskiy’nin ve liberalizmin SSCB yorumları konusunda çok fazla mürekkep
harcandı. Trotskiy, Batı’nın sözde işçisine iman eder, ama bu imanın o “İşçi”de
herhangi bir karşılık üretmediği görülmüştür. Aynı şey, Menşevikler için de
geçerlidir. Bunlar, emperyalizme son veremezler.
Aynı
şekilde, Buharin, Çin ve Vietnam’da kimi köylü temelli politikaları etkilemiş
olsa da İkinci Dünya Savaşı’ndan bu tür liderlerin öncülüğünde mağlup olarak
çıkılmış olsaydı, bunun Marksizm-Leninizme hiçbir katkısı olmayacaktı. Bugün
tek gerçek seçenek, komünist hareketin Lenin’in ölümünden bu yana üzerinde
durması gereken tek isim, Sultangaliyev’dir.
Lenin,
o günkü şartlar içerisinde, Marx ve Engels’i o toz dumanın içinde bırakıp
Almanya veya Avrupa’nın dünyanın merkezi olmadığını söyleyemezdi. Yeterince
ileri gidemedi. 1923’teki manzara üzerinden düşündüğümüzde, ileri gitmesini
istemek haksızlık olurdu.
Bizim
asıl eleştirdiğimiz isimler, o günden bugüne akan tarihsel sürece bakıp,
Mao’nun haklı olduğunu göremeyen, Stalin’in Doğu’ya yüzünü yeterince
çevirmemesinin sonuçlarını değerlendiremeyenlerdir.
Eğer
Sultangaliyev, tasfiye edilmeyi hak eden bir “burjuva milliyetçisi” ise bu
tespit bugünün Troçkistleri için bin kat daha fazla doğrudur. Bugünün burjuva
milliyetçileri olarak Troçkistler, Avrupa ve Amerika’daki işçi aristokrasisini
temsil ederler. Bu, hepimizin içinden çıkamadığı asıl kafa karışıklığıdır ve bu
kafa karışıklığı bir biçimde giderilmelidir.
Lenin
ve Stalin, ihtiyaç duydukları hâlde yüzlerini yeterince Doğu’ya çeviremedi,
çünkü Almanlar, ayaklanacaklarına dair işaret vermişlerdi. Almanya’da otuzların
başında komünistlerle faşistler arasındaki restleşme, henüz kavga aşamasına
geçmemişti. Diğer yandan, Lenin, sosyal demokrat hizipler içerisinde belirli
kesimleri örgütlemeye, Avrupa’da bu kesimlerin içerisinde hangisinin en az
sosyal demokrat olduğunu belirlemeye, aynı zamanda işçilerin neden komünist
liderlerin peşinden gitmediklerini anlamaya çalıştı. Tüm bu çabaların boş
olduğu görüldü, Lenin’in ortaya koyduğu bu çabalardan sadece Avrupalı olmayan
isimler istifade ettiler.
Perulu
José Carlos Mariátegui’nin de ifade ettiği biçimiyle Trotskiy, “Avrupa’nın
Napolyonu”dur. Belirlediği çizgi tümüyle yanlıştır, nihayetinde de Trotskiy
uygunsuz biri hâline gelmiştir. Gene de Trotskiy’ye parti merkezinde kalma izni
verilmiş olsaydı, muhtemelen kendisine Avrupalı sosyal demokratlarla görüşme ve
Batı Avrupa’daki yoldaşların gizlice ulaştırdıkları yardımları organize etme
imkânı verilmek zorunda kalınacaktı. Trotskiy, zaten kafası karışık olan
Avrupalı komünistlerin kafasını allak bullak edeceğinden, Ruslar, kendisine
otuz ilâ kırk bin kadar Rus’u emrine verip kendisinin Stalin’in başta olduğu
SSCB’den geçerek Hindistan’a gitmesini talep edeceklerdi. Ruslar daha da ileri
gitmiş olsalardı, Hindistan’da başka milletlerin hâkim oldukları yerlere
yerleşmeden, Britanya ile mücadele edebilirlerdi.
Geleceğe
dair görüşleri konusunda Stalin’in de Sultangaliyev’in de yüzde yüz haklı
olması tabii ki mümkün değildi. Lenin’in ömrünün sonunda Stalin ile yaşadığı
gerilim, esasen Rus emperyalizminin ve onun çürümekte olan cesedinin aynı
zamanda SSCB’yi, tüm Sovyetleri bir arada tutan zamk görevi görüyor olması ile
ilgiliydi.
Lenin
ve Stalin, birçok kararı hızla almak zorunda kaldı. Bizce aldıkları en
tartışmalı karar, Sultangaliyev ile ilgili olandır.
Eğer
toprakları güneybatıdaki Türkiye sınırından Orta Asya’ya doğru uzanan ve Çin’e
ulaşan SSCB, Rus emperyalizmini içermeyen bir devlete sahip olsaydı, Lenin’in
endişeleri de anlamını yitirirdi. Ayrıca, başında Stalin’in bulunduğu böylesi
bir devletin hüküm sürdüğü koşullarda yürütülen sınıf mücadelesi, Ruslarla
gerilimleri tırmandırmaksızın, kendi sınırları boyunca yoğunlaşırdı. Stalin’in
başta olduğu koşullarda ezilen milletleri kaynaştıracak bir sınıf mücadelesinin
verilememiş olmasının suçlusu, Ruslar değildi. Dolayısıyla, Stalin daha fazla
Stalin olabilseydi, Lenin’in tüm endişeleri ortadan kalkardı.
Maoist Enternasyonalist Hareket
2006
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder