22 Ekim 2021

,

Bakû Halk Komiserleri Sovyeti Beyannamesi

26 Bakû Komiseri Anıtı


Bakû İşçi, Asker ve Bahriyeli Temsilcileri Sovyeti, 25 Nisan’daki toplantısında Bakû Halk Komiserleri Sovyeti’nden oluşan bir hükümet kurmuştur. Böylesi bir hükümetin kurulmuş olması, bir otoriterlik veya burjuva parlamentarizmi sistemi içinde yaşayanlara göründüğü gibi, Tüm Rusya Sovyet Cumhuriyeti'nden ayrılmak anlamına gelmez.

Bakû Halk Komiserleri Sovyeti, Tüm Rusya merkezî hükümeti ile arasındaki güçlü bağları koruyacak, Rus işçi ve köylü hükümeti olan Halk Komiserleri Sovyeti’nin tüm karar ve emirlerini yerel koşullara uygun olarak uygulayacaktır. Ekim Devrimi ile kurulan Sovyet Cumhuriyeti ile İşçi ve Köylü Komünleri Cumhuriyeti kapsamında Bakû Sovyeti, hâlâ tek bir büyük ülkenin parçası olmaya devam ediyor. Bakû Halk Komiserleri Sovyeti’nin ana görevlerinden biri, merkezî hükümetle mümkün olduğunca yakın bir bağ kurmak ve Bakû işçilerini ve şehrin yoksul köylülerini mümkün olduğunca Rusya’nın işçi ve köylüleriyle birleştirmek olacaktır.

Bakû Halk Komiserleri Sovyeti, Bakû proletaryasının en yüksek organı olan Temsilciler Sovyeti’nin aksine, burjuva anlamda yerel bir yönetim de değildir. Tüm yürütme gücünü devralmaz. Bakû İşçi, Asker ve Denizci Temsilcileri Sovyeti ve Yürütme Komitesi, daha önce olduğu gibi, hem yasama hem de yürütme organıdır. Yeni Sovyet sosyalist cumhuriyetinin ilkelerine göre işçiler, Sovyet'teki yardımcıları aracılığıyla yasaları kendileri yapar ve yönetirler. Bakû Halk Komiserleri Sovyeti, bu yasama ve idari görevi basitleştiren tek teknik organdır. Sovyetin kararlarını uygulayacak, ayrıca kanun, kararname vb. çıkaracaktır. Ama attığı her adımda her bir dakikanın hesabını, İşçi, Asker ve Bahriyeli Temsilcileri Sovyeti’ne verecektir.

Mart ayındaki son zaferinin ardından Bakû Sovyeti, Bakû ve ilçelerindeki tüm gücü ele geçirdi. Aynı zamanda o, tüm şehre ve bir milyon köylüye bakmakla yükümlü tek hükümet organıdır. Öte yandan Bakû Sovyeti, Kafkasya ve Dağıstan bölgesinin tamamında Sovyet hükümetinin zaferi için savaşmak zorundadır ki zaten şu an itibarıyla savaşını sürdürmektedir.

Bakû Sovyeti, kendisine düşen görevi ve verilen işleri yerine getirebilmek amacıyla, her yerde şube açmak ve her şubenin başına sorumlu bir başkan atamak, böylece esnek bir aygıt yaratmak zorunda kaldı. Bakû Halk Komiserleri Sovyeti, işte bu aygıtın adıdır, o, geniş haklara sahip sorumlu işçilerden oluşan bir kuruldur.

Tüm Rusya Sovyetler Kongresi'nin kararlarını bağlayıcı bulan ve Merkez Yürütme Komitesi ve Yüksek Halk Komiserleri Sovyeti ile tam bir dayanışma içinde olan Bakû İşçi, Asker ve Bahriyeli Temsilcileri Sovyeti, kamuda bir dizi önlem aldı. Sovyet iktidarı, ancak burjuvazinin ekonomik egemenliğini bir dizi önlemle sınırlandırırsa, işçi sınıfının ve kentli yoksulların durumunu iyileştirirse gerçekten proleter bir iktidar hâline gelebilir. Genel olarak Sovyet tarafından ortaya konulan önlemler, petrol endüstrisi, bankalar, şehir ekonomisi, deniz taşımacılığı, demiryolları gibi başlıkları ilgilendiriyor. Yakın gelecekte somut kararlar şeklinde önlemler alınmalı ve uygulanmalıdır. Bakû şehrinde topraklar, hâlen daha beylerin ve hanların elindedir.

Tüm arazilerin mülkiyetinin köylülere devredilmesi için sıkı önlemler alınmalıdır. Şehirde köylü sovyetlerinin oluşturulması ve bunların ilçe meclislerinde birleştirilmesi gerekmektedir. Şehrin ve köylerin gıda ihtiyacını gidermek için kahramanca bir çalışma yürütmek şarttır. Dolandırıcılıkla mücadele edilmeli ve bu mücadele, özel ticaretin kademeli olarak kısıtlanması ve belki de tamamen ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanmalıdır.

Gerekli bayındırlık işlerinin düzenlenmesi de dâhil olmak üzere, işsizlikle mücadele için önlemler alınması gerekmektedir. Halk eğitimi alanında önlemler alınmalı, öncelikle emekten yana, proleter, enternasyonalist okullar kurulmalı, eğitim zorunlu ve parasız olmalı, kitlelerin okul dışında da eğitim alması sağlanmalıdır.

İşçilerin ve kentli yoksulların barınma ihtiyaçlarını gidermek için önlemler alınmalı, bu amaçla, zenginlerin geniş ve çoğu zaman boş evlerine taşınmaları sağlanmalı; bu önlemler üzerinden kademeli olarak evler kamulaştırılmalıdır.

Bakû Sovyeti, tüm bu konuları ancak işçi sınıfının düşmanlarına karşı silâhlı mücadele sonucunda hayata geçirebildi. İç savaş hâlâ devam ediyor. Kızıl Muhafız ve Kızıl Ordu'dan yoldaşlarımızın önde gelen müfrezeleri Petrovsk, Şamahı, Lenkeran, Derbent, Kuba, Salyan ve diğerlerinde savaşıyor. Sovyet iktidarını kuruyorlar. Sovyet hükümetinin kesin bir zaferi için, bu gücün Kafkasya'ya yayılması ve yukarıdaki önlemlerin uygulanması için, her şeyden önce güçlü bir Kızıl Ordu’ya ihtiyaç duyan iç savaşı zafere dek sürdürmek gerekiyor. Bu orduyu kurma çalışmaları başladı. Bu çalışmayı tüm gücümüzle yürütmek zorundayız.

Önümüzdeki dönemde çok büyük ve geniş kapsamlı görevlerle yüzleşeceğiz. Bu kapsamlı planların uygulanması, sadece Bakû Halk Komiserleri Sovyeti’nin sorumluluğu değildir. Ancak tüm Bakû proletaryasının en faal ve örgütlü yardımı ile gerekli önlemler alınabilir. Kitlelerin iktidar ve özyönetimdeki yaratıcı çalışması, Sovyet politikasının başarısının ve zaferinin tek garantisidir. Bakû Halk Komiserleri Sovyeti, bu çalışmanın başlatıcısı ve lideri olabilir, olmalıdır, ancak o, işçilerin yardımı olmadan hiçbir şey yapamaz. “Olmaz bize çare, gelmez bir tek yardım padişahtan ve Tanrı’dan. Biz kendi başımıza özgür olacağız her an.” İşçi yoldaşlar, proleter marşının bu sözlerini her daim hatırda tutmalıdırlar.

Halk Komiserleri olarak bizden, her birimiz gayretle ve yorulmadan çalışmamızı, her adımımızı eleştirmemizi, yüksek mevkileri hak etmeyenleri kınamamızı ve onların yerine başkalarını koymamızı isteyin, ancak diğer yandan da hükümetin tüm sorumluluğunu bize yüklemeyin. Bizi burjuva hükümet gibi görmeyin, bizimle o şekilde ilişki kurmayın.

Halk Komiserlerinin hâkimiyeti, ayrıca Yürütme Komitesi ve Temsilciler Sovyeti’nin hâkimiyeti, sizin seçim yoluyla var ettiğiniz bir hâkimiyettir.

Bu hükümetin eksiklikleri, sizin kendi eksikliklerinizdir. Kişi, grup veya hane olarak sahip olduğunuz çıkarları unutun, ortak dava için tüm güçlerinizi ortak işçi iktidarı etrafında birleştirin.

Ekim Devrimi'nden bu yana ilk kez Rus işçi sınıfı, kendi proleter iktidarını kurmaya başladı. İlk kez, geniş işçi kitleleri ve onların seçilmiş temsilcileri, devleti yönetme ve ülkenin ekonomik yaşamını inşa etme gibi zor ve karmaşık görevi yerine getirmeye başladı. Hatalar ve başarısızlıklar, tamamen doğal ve kaçınılmazdır. Ekim İşçi ve Köylü Devrimi’nin ilân ettiği büyük idealler, emeğin özgürlüğüne dair o idealler adına, yalnızca genel sorumluluğu idrak etmek ve Sovyetler etrafında toplaşıp birlikte çalışmak gerekmektedir.

Bakû Halk Komiserleri Sovyeti, emekçi kitlelerin geniş desteği ve onların canlı, yaratıcı faaliyetleri ile çalışmalarına başlıyor.

Bakû Halk Komiserleri Sovyeti Başkanı ve Dışişleri Komiseri S. Şaumyan
İçişleri Komiseri P. Caparidze
Denizcilik Komiseri G. Korganof
Adliye İşleri Komiseri A. Karinyan (Gabrielyan)
Ulusal Ekonomi Komiseri I. Fioletof
Eğitim İşlerinden Sorumlu Komisyon Üyesi N. Kolesnikova
Kentsel Kalkınma Komiseri N. Nerimanof
Maliye Komiseri Kireyef

İzvestiya Bakinskoqo Soveta gazetesi Sayı 81
1 Mayıs 1918

Not: Beyanname Stepan Şaumyan tarafından kaleme alınmıştır.

21 Ekim 2021

, ,

Henri Barbusse

Barbusse’ün durumu, bize çağdaş zekânın dramını en iyi öğretenlerden biridir. Bu dramı ancak biraz yaşayanlar iyi anlayabilir. Hayattaki neredeyse tüm büyük dramların olduğu gibi, bu dram da spekülatörleri ve yorumcuları olmayan sessiz bir dramdır. Birkaç kötü sözle anlatılacak olursa, bu dramın konusu şudur: Olumsuz, şüpheci, çürümekte olan, nihilist fikirlerden fazlasıyla muzdarip durumdaki zekâ, artık eski mitlere tövbe ederek geri dönemez ve henüz yeni gerçeği kabul edemez. Barbusse, tüm şüphelerini, tüm tereddütlerini yaşadı. Ancak huzursuzluğu onları yenmeyi başardı. Onun ruhunda dünyanın yeni bir sezgisi uyandı. Aniden aydınlanan gözleri, “uçurumda bir parıltı” gördü. Bu parıltı, Devrimdi. Barbusse, başkalarını korkutan karanlık ve fırtınalı yolda ona doğru yürümektedir.

Barbusse'ün kitapları, ruhunun yörüngesindeki çeşitli duraklara işaret etmektedir. Onun ilk kitapları, Pleureuses [“Yas Tutanlar”] ve Les Suppliants [“Ricacılar1”], şiirinin iki melankolik kalıntısı, aynı zamanda gençliğinin de iki verisidir. Barbusse’ün sanatı, L'Enfer [“Cehennem”] ve Nous Autres [“Biz Ötekiler”] gibi ıssız, karamsar, iğneleyici kitaplarda olgunlaşmaktadır. Barbusse’ün şiiri, bu fırtınalı zamanların eşiğine ağır bir hüzün ve düş kırıklığı yüküyle varmaktadır. L'Enfer’de acı bir umutsuzluk aksanı vardır. Ancak Barbusse'ün karamsarlığı acımasız değildir, örneğin [Leonid] Andreyev'inki gibi aşındırıcı değildir. Ondaki karamsarlık, dindarca ve acınası bir karamsarlıktır, verimli bir karamsarlıktır. Barbusse, hayatın acılı ve trajik olduğuna dikkat çeker; ama buna lanet etmez. Şiirlerinde, en ıstıraplı dehşetlerde bile sonsuz bir sevgi ve merhamet vardır. İnsanın ıstırabı ve acısı karşısında onun tutumu her zaman insana karşı şefkat ve acıma ile doludur. Ondaki insan, zayıf, küçük, sefil, bazen de grotesktir. Tam da bu nedenden dolayı kendisi yerilmemelidir, bu nedenden dolayı değersizleştirilmeyi hak etmemektedir.

Savaş geldiğinde Barbusse'ün ruhani tavrı böyleydi işte. Barbusse, savaşın anonim aktörlerinden, meçhul askerlerinden biriydi. O, büyük trajedinin kanıyla siperlerin acılı bir tarihçesini yazdı: Le Feu [“Ateş”]. Ateş romanı, Marinetti'nin çılgınlığının, “dünyayı aklayıp paklayan tek şey” dediği savaşın tüm dehşetini, tüm vahşetini, tüm savaş çamurunu anlatıyor. Ama her şeyden önce, Ateş, katliama karşı bir protestodur. Savaş, Barbusse'ü bir isyankâr yaptı. Barbusse, yeni bir toplumun ortaya çıkması için çalışma yükümlülüğünü hissetti. Olumsuz tutumların beceriksizliğini ve kısırlığını anladı. Daha sonra bir Enternasyonal Düşüncesinin tohumu olan Clarté grubunu kurdu. Clarté, başlangıçta, Henri Barbusse ve Anatole France ile pek çok belirsiz pasifistin ve tanımlanamayan birçok isyankârın karıştığı entelektüel bir yuvaydı. Aynı manevi yapı, Barbusse tarafından tüm askerleri, savaşın yenilen tüm askerlerini pasifist ideal etrafında toplamak için oluşturulan Cumhuriyet Eski Savaşçılar Derneği'ne de sahipti. Barbusse ve Clarté, pasifist ve devrimci fikirleri nihai sonuçlarına kadar takip etti. Kendilerini Devrim’e giderek daha çok verdiler.

Barbusse’ün yaşamının bu dönemine La Lueur dans l'Abime [“Karanlıktaki Parıltı”] ve Le Couteau entre les Dents [“Dişler Arasındaki Bıçak”] aittir. Le Couteau entre les Dents, aydınlara bir çağrıdır. Barbusse, aydınlara entelijansiyanın devrimci görevini hatırlatır. Entelijansiyanın zekâsının işlevi yaratıcıdır. Bu nedenle de o, eleştirisinin şiddetle saldırdığı ve aşındırdığı bir toplumsal biçimin varlığını sürdürmekle yetinmemelidir. Alçakgönüllülerin, yoksulların, sefillerin sayısız neferden teşkil olan ordusu, entelijansiyanın cömert, verimli ve vizyoner saatlerinde tasarladığı Ütopya'ya doğru kararlı bir yürüyüşe çıkmıştır. Alçakgönüllüleri, yoksulları, haksızlığa karşı savaşlarında terk etmek, korkakça bir firardır. Politikadan tiksinme bahanesi, kadınsı ve çocukça bir bahanedir. Politika, bugün tek büyük yaratıcı etkinliktir. Politika, muazzam bir insan idealinin gerçekleşmesidir. Politika, devrimci olduğunda yücelir, şanlanır. Bizim zamanımızın gerçeği Devrim’dir. Yoksullar için sadece ekmeğin değil, aynı zamanda güzelliğin, sanatın, düşüncenin ve ruhun tüm zevklerinin fethi olan bir devrim.

Barbusse, doğal olarak, uzun ve uysal bir köleliğin aşağıladığı aydınlara hitap etmez; ozanlara, soytarılara, iktidarın ve paranın saraylılarına hitap etmez; laf cambazı olarak zanaatlarıyla yetinenlerin beceriksiz ve iğdiş edilmiş kalabalığına hitap etmez. Barbusse, aydınlara ve özgür sanatçılara, genç aydınlara ve sanatçılara hitap eder. O’nun hitabı, Akıl ve Ruh’a yöneliktir.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

Kitap PDF

20 Ekim 2021

,

Birleşik Cephe Şarkısı


I

İnsan beşer olduğu için
Yemek yemek, çokça şükretmek ister.
Ama söz etin yerini tutmaz
O boş tencereyi doldurmaz.
O hâlde
Sol iki, üç!
Sol iki, üç!
Yoldaş, sana da yer var burada.
İşçilerin birleşik cephesinde sen de yerini al
Sen de işçisin zira.

II

İnsan beşer olduğu için
Yüzüne inen yumruğa aldırış etmez.
Altında köleler
Üstünde muktedirler olsun istemez.
O hâlde
Sol iki, üç!
Sol iki, üç!
Yoldaş, sana da yer var burada.
İşçilerin birleşik cephesinde sen de yerini al
Sen de işçisin zira.

III

İşçi işçi olduğu için
Ona kimse veremez hürriyet.
İşçiyi özgürleştirmek
Başkasının değil işçinin işidir.
O hâlde
Sol iki, üç!
Sol iki, üç!
Yoldaş, sana da yer var burada.
İşçilerin birleşik cephesinde sen de yerini al
Sen de işçisin zira.

Bertolt Brecht

[Kaynak: Bertolt Brecht: Plays, Poetry and Prose, Yayına Hazırlayan: John Willett ve Ralph Manheim, Eyre Methuen Ltd., 1976, s. 229-230.]

19 Ekim 2021

,

Halkın Düşmanları


Sosyalist Devrimcilerin çıkarttığı Dyleo Naroda [Halkın Davası] gazetesinin, tüm haklılığıyla, liberal burjuvaziyle birlikte hareket ettiğini söylediği, Plehanov tarafından çıkartılan Yedinstvo [Birlik] gazetesi, kısa süre önce 1793’te Fransız Cumhuriyeti’nin halkın düşmanları ile ilgili olarak yürürlüğe koyduğu kanunu hatırlattı.

Tam zamanında yapılmış bir hatırlatma bu.

1793’ün Jakobenleri, on sekizinci yüzyılın en devrimci sınıfı olan kır ve kent yoksullarının içinden çıkmış bir hareketti. Avrupa’nın kralları, birleşip bu sınıfa karşı mücadele yürüttüler. Aynı sınıf, kendi krallarından sadece teoride değil, pratikte de kurtulmayı bildi, orta yolcu burjuvaziye ve toprak ağalarına karşı devrimci bir tedbire başvurdu. Bu tedbirlerden biri de giyotindi.

Jakobenler, o günlerde “Cumhuriyet’i hedef alan programlar hazırlayan, ittifak hâlindeki zorbalar”ı halkın düşmanı ilân ettiler.

Bugün Jakobenlerin sunduğu bu örneklik, gayet öğreticidir. Bugün de hükmünü yürüten söz konusu örneklik, yirminci yüzyılın devrimci sınıfı olan işçilere ve yarı proleterlere tatbik edilmelidir. Bu sınıf nezdinde yirminci yüzyılda halk düşmanları, krallar değil, toprak ağaları ve kapitalistlerdir.

Eğer yirminci yüzyılın “Jakobenler”i olarak işçiler ve yarı proleterler iktidarı alırlarsa, kapitalist ganimeti ve kârları bölüşmek için çıkartılmış olan emperyalist savaştan milyarlarca ruble kâr elde eden kapitalistlerin halk düşmanı olduklarını ilân etmelidirler.

Belki yirminci yüzyılın “Jakobenler”i, kapitalistleri giyotinle idam etmeyeceklerdir, sonuçta iyi bir örneğin her zaman kopya edilmesine gerek yoktur. Elli ilâ yüz kadar sanayi kralı ve kodamanın, hortumcuların, zimmetine para geçirenlerin başındaki birkaç ismin ve bankalar aracılığıyla halkı soyup soğana çevirenlerin bir kısmının tutuklanması, kâfi gelecektir. Bu insanlar, birkaç hafta hapiste tutulacak, böylelikle dolandırıcılıkları ortaya çıkartılıp, tüm sömürülen halka “savaşa asıl kimlerin muhtaç olduğu” gösterilecektir. Bankaların başındaki baronların dolandırıcılığı ifşa edilince, bu kişiler serbest bırakılacak, bankalar, şirketler ve hükümet için “çalışan” tüm taşeron firmalar, işçilerin kontrolüne girecektir.

1793’ün Jakobenleri, tüm devlet iktidarını ele geçiren emekçi halkın ve ezilenlerin sömürücüler sınıfına karşı yürüttüğü hakiki devrimci mücadele dâhilinde sunduğu o büyük örneklikle tarihteki yerini almışlardır.

Bir blok oluşturduğu için Menşevik savunmacıların utanç duydukları o zavallı Yedinstvo, Jakobenizmi özde değil, sözde sahipleniyor, onun sadece süsüne püsüne bakıyor, siyasetinin içeriğiyle asla ilgilenmiyor. Bu da gerçekte, yirminci yüzyılın devrimine ihanet etmekle sonuçlanıyor. Sonuçta Menşevikler, on sekizinci yüzyıl devrimcilerine yalandan atıfta bulunarak, ihanetlerini gizlemeye çalışıyorlar.

V. I. Lenin
Pravda Sayı. 75
20 Haziran 1917

[Kaynak: Collected Works, Progress Publishers, Moskova 1974, s. 57-58.]

18 Ekim 2021

,

Benim Şiirim


Benim şiirim
Güllerin dikenini kesip atan
Bileylenmiş bıçak.

Benim şiirim lav akıntılarının
üzerinden atlayıp
Derelere dalmak için
Kurulan köprü.

Benim şiirimde nefretin yerini
İdrak alır, lebe bal sürülür.

Benim şiirim
Muhtaçların karnını doyurmak için
Yağmacının evini soyar, malına çöker.

Benim şiirim
Yabancı düşmanlarına
Ve ırkçılara korku salar,
İnsanlığı haykırır.

Benim şiirim
Kenefe bile kokusunu verir
Ve o kokuyu sevdirir.

Benim şiirim
Kocalarınızı, oğullarınızı
Tatmin eden orospunun piç evladıdır.
Kızlarınızın içinden bilen vardır onu.

O sevgiye dairdir.

Benim şiirlerim
Ne bir masal
Ne bir ninni ne de şarkıdır.

Onlar
Başlarını kuma gömenlere
edilmiş küfür,
Doğrulması ve yanlışlarının
sorumluluğunu alması için
İnsanların kıçına atılmış bir tokat,
Hayatı kucaklamaya,
Sevgiyi iliklerinde hissetmeye dair
Bir çığlıktır.

Yazmayı yarına bıraktığımda
Şiirim her şeyi kördüğüm eder.

Bir yol bulmak için
Aklınızı zorlamanız gerekir.

Şiirim cini alır bir sandığa kitler,
Anahtarını da atar ağzına.

Benim şiirim öfkelidir.
Öfkesi dağlardan yücedir.

O, fırtına öncesi sükunet,
Karanlıktaki sessizliktir.

Benim şiirim
Hipnozcunun elindeki sarkaçlı saat,
Aydınlanan zihnin gördüğü nurdur.

Benim şiirim
Senden kulağını açıp
Ruhuna umut aşılayan dizelerimi
Yüreğinle dinlemeni ister.

Benim şiirim… benim hayatımdır.

Celil Müntekim

[Kaynak: Escaping the Prism, Kersplebedeb, 2015.]

17 Ekim 2021

, ,

Müttefik Devletlerin Borçları


Versay Anlaşması’nın imzalanmasının üzerinden altı yıl geçmiş olmasına rağmen, Müttefik kuvvetlerin bu anlaşmanın uygulanması konusunda Almanya’yla hâlen daha bir anlaşmaya varamamış olmasına kimse şaşırmamalı. Çünkü bu süre zarfında müttefik kuvvetler kendi aralarında bile anlaşmaya varamadılar.

Savaşın sonuçları konusunda belirli bir anlaşmaya varmak için başvurulacak en iyi yöntem, halkın meseleleri anlamasını sağlamaktı, ama savaştan zaferle çıkmış güçlerin hiçbiri bunu yapmadı. Bu ülkeler, önce sınıf mücadelesi üzerinden bölündüler. Muktedir sınıf olarak burjuvazinin ortak bir programı yok. Her bir lider, her bir örgüt, kendi bakış açısına bağlı. Anlaşmazlık, ilanihaye sürecekmiş gibi görünüyor.

Nitti buna “Avrupa’nın trajedisi” diyor. İtalya’daki siyaset aklına kalırsa politik sorunlar esasen ekonomik sorunlarla bağlantılı. Son tahlilde ekonomik, politik ve ahlakî kriz, Avrupa medeniyetinin krizi hâline geldi. Genel gidişata pek hâkim olmayan bir isim olarak Keynes, bu krizi “barışın ekonomik sonuçları” olarak görüyor. Dolayısıyla yeniden inşa siyasetinin iki ünlü ve kararlı savunucusu arasındaki anlaşma henüz tamama ermiş değil. Mizaçlar farklı olduğu için görüşler de farklı oluyor. Keynes, krize bir ekonomist gibi tepki geliştiriyor, Nitti ise tepkisini siyasetçi olarak koyuyor. Üstelik bu adamların görüşleri, dört beş yıl öncesindeki görüşleri kadar katı da değil.

Barışın ekonomik sonuçları değişti, daha da karmaşık bir hâl aldı. Bu sorunları çözüme kavuşturmaya çalışan düşünce yapısının kendi iç tutarlılığı kusursuz, ama gene de bu yapının değiştirilmesi veya zenginleştirilmesi lazım. Onun kendisini yeni gerçeklere uyarlaması gerekiyor. Bazen bu düşünce yapısı, en azından görünüşte, kendisiyle çelişiyor. Barış sürecinin en karmaşık sorunlarından biri olan, müttefik kuvvetlerin birbirlerine olan borçları konusunda Keynes, çelişkili bir tutum almakla eleştiriliyor.

Bu konuyla ilgili çalışmalarında Keynes, bu borçların affedilmesi gerektiği sonucuna ulaşıyordu. Son makalesinde ise bu görüşünü terk ettiğini görüyoruz. Bir İngiliz ve pratik bir adam olarak Keynes, yeni bir gerçekle yüzleşiyor. Çünkü Britanya, ABD’ye olan borçlarını kabul etti. Bu borcu silmeye başladı bile.

Müttefik kuvvetlerin birbirlerine olan borçları meselesi, demek ki başka bir biçimde ele alınıyor. Bu konuda Keynes, esasen fikrini değiştirmiş değil, sadece borçların iptali ihtimaline dair görüşünü değiştirdi.

Keynes, Fransız hazinesinin müttefik kuvvetlerin borçlarının politik değil, ticari borç olduğuna ilişkin tezini kabul ediyor. Hatta Keynes, daha radikal bir tez ortaya atıyor. Onun düşüncesine göre, aslında böyle bir borç da yok:

“Müttefik kuvvetlerin her biri tüm enerjilerini savaşa harcadı. Amerikalıların dediği gibi, savaş kaçınılmaz bir süreçti. Ama müttefik kuvvetlerin her biri elindeki gücü aynı şekilde kullanmadı. Örneğin Fransa, ordusuna öncelik verdi. Sahaya sürdüğü insan sayısının nüfusuna oranı ve düşmanın işgal ettiği toprak miktarı dikkate alındığında Fransa, savaşın ilk yılında ordusunu donatacak ve halkını mücadeleye devam edeceği süre boyunca besleyecek ekonomik güce yeterince sahip değildi. Buna karşılık Britanya, askeri açıdan Fransa kadar çaba sarf etmedi. Dolayısıyla Britanya donanması Fransa’nınkinden daha büyük. Ayrıca Britanya, mali açıdan daha fazla çaba ortaya koydu, çünkü Amerikan müdahalesinden önce biz, elimizdeki tüm serveti ve sanayi gücünü müttefik kuvvetlere yapılacak yardımlara, onların donatılmasına ve beslenmesine tahsis ettik. Amerikalılar da esas olarak mali alanda çaba harcadılar.”

Keynes, bu noktada müttefik kuvvetler içerisindeki her bir devletin ortak dava için elinden geleni yaptığını söylüyor.

Bazı ülkeler tedarik konusunda katkı sundular, bazıları ise askerden çok para katkısı yaptılar. Özetle hiçbir müttefik ülke, bir diğerine borç para vermedi. Para, ortak yürütülen harekâtın hizmetinde yürütülen mali çalışmalarda kullanıldı. O hâlde bugün resmi planda neden teşviklerden değil de kredilerden veya borçlardan söz ediyoruz?

Çünkü fonların belirli bir kısıtlamayla yönetilmesi gerekiyor. Britanya hazinesi veya Amerikan hazinesi, Fransız hazinesini ya da İtalyan hazinesini başka türlü kontrol edemiyor, Müttefik kuvvetlerin elindeki sermayenin heba edilmesini ancak bu sayede önleyebiliyor.

Keynes’in tespitine göre, “bir müttefik yetkilisi, gerekli sorumluluk bilincine veya hayal gücüne sahipse bilir ki kendisi başka bir ülkenin parasını harcıyor. Ekonomiyle ilgili teşvikler düşük düzeyde kalmıştır.” Aslında bu, Keynes’in Britanya ve Amerika’nın maliye konusundaki tavrıyla ilgili kişisel yorumu değildir. Savaş süresince Keynes, Britanya hazinesinde üst düzey yetkili olarak çalışmıştır. Neticede kendisi, ülkesinin maliye politikası konusunda perde gerisinde nelerin döndüğüne vakıf olan bir isimdir.

Ne var ki müttefik kuvvetlerin birbirlerine olan borçlarıyla ilgili fikrini açık yüreklilikle dile getiren Keynes, bu borçların iptali önerisini bir daha dillendirmedi.

“Geriye dönüp baktığımda, keşke İngiltere kendi hesabına şunu yapabilseydi: Ateşkesten bir gün sonra müttefik kuvvetlerine ‘bana olan borçlarınızı unuttum gitti’ deseydi. O vakit yüksek siyasetin güzel bir örneğini sunmuş, kendi adına yüksek akılla hareket etmiş olurdu. Ama bugün bu adımın atılması mümkün değil. İngilizler, Kuzey Amerika’ya altı yıllık dönem için gün başına yarım milyon dolar ödeme vaadinde bulundu.”

Bu gerçek bilinmeden soruna bir çözüm bulunamaz. İngiltere, ABD’ye ödeme yaptığı sürece Fransa’nın ve İtalya’nın kendisine ödeme yapmasını istemeye devam edecektir. Ayrıca ABD’nin bu iki ülkeye iyi davranmamasını isteyecektir.

Peki bundan sonra ne olacak? Keynes’in kanaatine göre, düzenleme şu türden bir zemine oturtulmalı: Müttefik kuvvetlerin birbirlerine olan borçları konusunda Fransa ve İtalya her yıl belirli bir tutarı Almanya’dan almalı, bu ödeme ise Dawes planına göre yapılmalıdır.

Müttefik kuvvetlerin birbirlerine olan borçları ile ilgili tartışma, artık yeni bir aşamaya girmiştir. Fransa, resmiyette ticari borçlarla politik borçların ayrılmasını önermiştir. Buna göre, ticari borçların ödeneceği süreç ticari planda belirlenecek, politik borçların ödeneceği süreçse politik düzlemde kararlaştırılacaktır. Bu borç meselesi tazminat meselesinin yerini almaktadır. Ulusal Blok hükümeti döneminde Fransa neredeyse sadece Almanya’dan alacağı borçlarla ilgilenmiştir. Londra’da Dawes planının imzalanması ile birlikte tazminat meselesinin her şeyi kapsayacağına dair yanılsama ortadan kalkmış, Fransa, İngiltere ve ABD’ye olan borçlarıyla uğraşmak zorunda kalmıştır. Fransa’nın müttefikleri kendisine nazik bir dille borçlarını anımsatmışlardır.

İngiltere ve ABD hükümetlerinde ise borçların silinmemesine dönük bir yaklaşım hâkimdir. Fransa’nın ve İtalya’nın hazırladığı asgari program, müttefik ülkelerin birbirlerine olan borçlarının Almanya’nın borçlarındaki kesinti oranında düşürülmesini talep etmektedir.

Borçların silinmesinden yana olanlarsa bu çalışma süresince Keynes’in sırtlarına sapladığı bıçakla uğraşmışlardır. Bu ülkelerin Keynes’in son tavrına bu denli sert tepki göstermelerinin sebebi budur. Peki Keynes, müttefik kuvvetlerin birbirlerine olan borçlarıyla ilgili anlayışını savunmayı sürdürecek mi? Evet sürdürecek, peki ama bugün neden kendisi, eskiden olmadığını söylediği borçların varlığını tanıma gereği duydu? Keynes bu soruya, İngiltere’nin borcunu ödemesiyle her şeyin değiştiği yönünde cevap vermektedir. Bir İngiliz devlet adamının ilkelerine katı bir biçimde bağlı kalması mümkün değildir. İlkenin uygulanır bir tarafının olmadığını anladığı an o ilkeyi hemen feda eder. Lâkin Keynes’e karşı çıkan isimler, müttefik ülkelerin birbirlerine olan borçlarının silinmesi meselesinin gündemden düşmediğine inanmaktadırlar.

Keynes, sahip olduğu diyalektik anlayışı üzerinden, bu konuda bir türlü ikna olmamaktadır. İngiltere neticede borçlarını ABD’ye ödemeye başlamıştır. Buna karşın İngiliz hazinesinin Fransız hazinesi veya İtalyan hazinesiyle uzlaşması mümkün değildir. İngiliz hazinesi sadece bu borcu ödeyebildiği için değil, ayrıca borcu ödemede çıkarı olduğu için ödeme yapmaktadır. Borcunu ödemeye başlamak suretiyle Britanya kredi notunu yükseltmiş, parasının güçlenmesini sağlamıştır. New York borsasında 3,80’den değer gören sterlin bugün 4,84’ten değer görmektedir.

Britanya, kendisine avantajlar sunan bir anlaşma yapmıştır. Bu durumda hayali olan bir borcu reddederek kendi müttefiklerini nasıl karşısına alacak, asıl mesele budur. Kendi özel ve somut çıkarına bağlı olarak İngiltere, esasen bu borçları reddetme konusuna yeterince eğilmemiştir.

Aslında mesele, Fransa ve İtalya’nın İngiltere ve ABD’den alacağı kredileri kullanmak zorunda olmasıyla ilgilidir. Dolayısıyla Fransa ve İtalya, bu iki güçten onların verebileceğinden daha fazlasını talep edememektedir. Esasen bu iki ülke, İngiliz-Amerikan maliyesine muhtaç olmadan da hareket edebilecek yeterlilikte bir mali bağımsızlığa sahip değildir. Bu nedenle Fransa ve İtalya, müttefik kuvvetlerin birbirlerine olan borçlarına hiç dokunmayan Dawes planını az çok örtük ve kapalı bir biçimde kabul etmek zorunda kalacaktır. Avrupa’daki krizin fitilini ateşleyen, barışla ilgili sorunlardan biri de bu borçlar konusudur.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

Kitap PDF

16 Ekim 2021

,

KPP

Doruba Bin Vahid Söyleşisi

15 Ekim 2020


Kara Panter Partisi’nin güçlü yanları nelerdir?

Bence KPP’nin temel güçlü yanı, onun alt sınıfa mensup halk kitleleriyle kurduğu ilişkidir. KPP, işsizlerin, marjinalleştirilmiş kesimlerin, polis zulmüne maruz kalanların, hapse atılanların, haksız yere tutsak edilenlerin örgütlenme meselesi üzerinde durdu. KPP, Siyahî kesim içerisindeki alt sınıflarla ilişki kurdu. Alt sınıflar için sağlık programları oluşturduk. Yoksul çocuklar için kahvaltı programlarını yürürlüğe koyduk. Onların karınlarının doymasını, okula gitmeden önce yemek yemelerini sağladık. Polisin Siyah cemaatinden sökülüp atılması için başka örgütlerle birlikte çalıştık. Temelde KPP bir işçi sınıfı partisiydi.

Altmışlarda ve yetmişlerde KPP diğer ırksal adaleti esas alan diğer örgütlerden ne yönden ayrışıyordu?

Altmışların ortasında diğer birçok örgütle KPP arasındaki en önemli fark, KPP’nin kadro üzerine teşkil edilmiş bir örgüt oluşuyla ilgiliydi. KPP, sınıf analizi yapan, beyaz üstünlükçülüğü meselesini sınıf ve kast bağlamında ele alan, onu işçilerin sömürülmesi üzerinden değerlendiren bir örgüttü. İlk aşamada biz, Siyahların siyahî düşmanları olduğunu gördük. Onların Siyahların düşmanı olduğunu, bu düşmanlığın kast değil sınıf temelli olduğunu anladık. Bu sebeple KPP bu yönden farklı bir örgüttü. Bu noktada biz radikal örgütlerle, başka kurtuluş hareketleriyle, Afrika’daki ve Güney Asya’daki kurtuluş hareketleriyle, Filistin’deki hareketle, farklı politik akımlarla ittifaklar kurduk.

ABD’de polis faaliyetinin kökenleri, bugünkü faaliyetlerde karşımıza nasıl çıkmaktadır?

Günümüzde polis faaliyeti, Amerika’daki kölelikle ve köle ticaretiyle bağlantılı bir meseledir. Bu faaliyet sahası, yüzyıllar içerisinde değişti, evrim geçirdi ve bugüne geldi. Sonuçta ortaya Siyahların hayatının önemli olmadığını düşünen askerîleşmiş bir polis teşkilâtı çıktı. Bu fikrin kaynağı, bir vakitler siyahların beyazların malı olduğuna dair fikir ve anlayıştır. Ecdadımız plantasyon sahiplerinin malıydı. Dolayısıyla bizim hayatımızın bize ait olmadığını düşünüyorlar. Bugün güya özgürüz, ama Siyahların hayatının önemli olmadığını söyleyen fikir ve anlayış, kolluk kuvveti bünyesinde ve ABD hükümetinde hâlen daha yaygındır. Siyahların hayatı ABD’de hiçbir zaman önemli olmadı, o hayat, beyazların üstün olduğunu söyleyen zihniyet tarafından her daim mesele olarak görüldü. Siyahlar beyazların umurunda değil, onların hayatının bir kıymeti yok.

Bugün ırksal adalet için mücadele eden eylemcilere mesajınız nedir?

Polis gelip polislerin hayatının önemli olduğunu söyleyebilir. Birileri gelip “tüm insanların hayatı önemlidir” diyebilir. Siz hareketinizi kendi halkınızın kurtuluşu üzerinden tanımladığınızda, sizi üç yüz yıldır katleden insanların insanlığına seslenmediğinizde, ondan ricacı olmadığınızda, mücadeleyle ilgili bakış açınızı da, tanımları da değiştirmiş olursunuz. Güç, olguları tanımlama ve dilediğiniz tarzda eyleme geçme becerisidir. Hareketinizi bir Twitter etiketiyle tanımladığınızda başka insanların sizin yaptığınız tanımı gasp etmesini ve o tanımı size karşı kullanmasını mümkün kılarsınız. Kanaatimce Amerika’da hatta Avrupa genelinde sokaklarda olan eylemcilerin kendi toplumlarının gücüne güç katabilmeleri ve polis cinayetleri ile zulmü ortadan kaldırabilmeleri için birleşik cephe örgütlemeleri gerek. Bizim faşizmin ne olduğunu anlamamız lazım. Faşizmin, beyaz üstünlükçülüğünün ve ırkçılığın nasıl el ele gittiğini görmemiz gerekiyor. Uluslararası sınırları kesen bir örgütlenme faaliyeti içine girmeden, kendimizi Afrika ülkeleri arası dayanışma ve diğer emekçi insanlar arası dayanışma düzleminde ifade etmeden, beyaz olmayan ezilen kesimler arasında dayanışma ilişkisi kurmadan, Batı’daki beyaz üstünlükçülüğüne asla son veremeyiz. Dolayısıyla güçlenmemizi asıl sağlayacak olan, sağcı faşizme karşı gençler ve işçiler arasında kurulacak birlik ve teşkilâttır. Herkesi potansiyel düşman ve terörist olarak gören ulusal güvenlik devleti bu sayede ortadan kalkacaktır.

15 Ekim 2021

Devrimci Mücadele



Son birkaç yıldır birçok yer evim oldu. Çokça seyahat ettim, gerçekten çok güzel insanlarla tanıştım. Öyle güzellerdi ki yanlarından ayrıldığımda içimde insanlığa dair inancın arttığını hissediyordum.

Birçok insan gibi ben de içinde yer aldığım gizli mücadelede bir miktar yeniydim ve orada yaşamayı bir biçimde öğrenmeye çalışıyordum. Amerika sınırları içerisinde silâhlı mücadelenin nasıl tatbik edileceğine dair sabit fikirlerim yoktu en başta. Farklı farklı yerlerde bulunup bolca okuma yaptım, ama buna karşın gene de Birleşik Devletler’de siyahların mücadelesine diğer mücadelelerin sunduğu derslerin nasıl tatbik edileceği hususunda somut herhangi bir fikre sahip olamadım.

Siyah Kurtuluş Ordusu’nun emir komuta zincirine ve müşterek liderliğe sahip, merkezî ve örgütlü bir yapı olmadığını dost düşman görüyordu. Bunun yerine, farklı şehirlerde çalışan muhtelif örgütlere ve kolektiflere sahipti, büyük şehirlerde ise birbirinden bağımsız çalışan bir dizi örgüt bulunuyordu.

Bu muhtelif örgütlerin birçok üyesi, altmışların sonunda ve yetmişlerin başında polisin uyguladığı yoğun baskılar sonucu saklanmak zorunda kalmıştı. Bir kısmının ağır cezalarla sonuçlanması muhtemel davaları vardı, bazıları için istenen cezalar nispeten daha düşüktü, benim gibilerse sadece “sorgulanmak” isteniyorduk.

Kardeşlerimiz ve kız kardeşlerimiz, bu örgütlere genelde devrimci mücadeleye, özelde de silâhlı mücadeleye bağlı oldukları ve Amerika’da silâhlı bir hareket inşa etmek istedikleri için katıldılar. İçimde uyanan en tuhaf duygu buydu. Eskiden yürüyüşlerde gördüğüm insanlar artık saklanıyor, örgütle ilişki kurmak istediklerine dair mesajlar gönderiyorlardı.

Ülkedeki neredeyse tüm devrimci veya militan örgütlerin mensubu olan kardeşlerimiz ve kız kardeşlerimiz, ya hapishanede çürüyor ya da yeraltına çekilmek zorunda bırakılıyorlardı. Konuştuğum herkes, mücadeleyi bir üst seviyeye taşımak niyetinde olduğunu söylüyordu. Ama bunun nasıl yapılacağını kimse sorgulamıyordu. Ülke genelinde dağınık hâlde bir şeyler yapan onca insanı, Siyahların kurtuluş mücadelesi dâhilinde etkili olabilecek örgütlü bir yapı içerisinde nasıl bir araya getirecektik?

Daha işin başında görüldü ki mücadelenin tahkim edilmesi, insanların toplanması pek de iyi bir fikir değildi. Zira ortalık yerde yığınla güvenlik sorunu vardı, her yanı farklı ideolojilere, farklı politik düzeylerine ve Amerika’da silâhlı mücadelenin nasıl yürütüleceği konusunda farklı fikirlere sahip farklı birçok örgüt sarmıştı. Neticede zayıftık, deneyimsizdik, örgütsüzdük, aynı zamanda ciddi bir eğitim eksikliğimiz vardı.

Aslında en büyük sorunumuz, politik gelişim sorunuydu. İçimizde Amerika’nın mağdur ettiği, zalimlere karşı ölümüne mücadele etmek isteyen kardeşler ve kız kardeşler vardı. Bunlar, zeki, cesur, davaya kendisini adamış, hiçbir fedakârlıktan kaçınmayacak insanlardı. Ama kısa zamanda o cesaretin ve adanmanın yeterli olmadığını gördük.

Herhangi bir kurtuluş mücadelesini zaferle taçlandırmak için iradenin yanında yürüyecek bir yola ve mevcut koşullar ile tarihe dair bilimsel bir analizden türemiş genel bir ideolojiye ve stratejiye sahip olmalısınız.

Bazı örgütler silâha sarılıp mücadeleye atıldıklarında, halkın kendi yaptıklarını görecek ve mücadele etmeye başlayacak diye düşündüler. Bu örgütler, Amerika’daki iktidar yapısıyla ölümüne cenk etmek istediler, oysa güçsüzlerdi ve böylesi bir kavga için gerekli hazırlıktan yoksunlardı.

Asıl önemli mesele ise silâhlı mücadelenin tek başına devrimi getirmeyeceği gerçeği idi. Devrimci savaş bir halk savaşıydı ve hiçbir halk savaşı, halk kitlelerinin desteği olmaksızın kazanılamazdı. Silâhlı mücadelenin tek başına başarılı olma imkânı yoktu, onun zaferi hedefleyen toplam stratejinin bir parçası olması, stratejinin de hem politik hem de askerî bir nitelik arz etmesi şarttı.

Kendi televizyonlarımız veya gazetelerimiz olmadığı için devletin kanallarının bizi canavarlar ve teröristler olarak takdim etmeleri kolay oluyordu. Polis her gün siyahları terörize ediyor, bir şekilde bir Siyah, polis saldırısına karşı kendisini başarıyla savunduğunda ise ona “terörist” diyorlardı.

Kısa süre içerisinde anladım ki bizim en önemli savaşımız, Siyahî halk kitlelerini politik açıdan harekete geçirmek, eğitmek ve örgütlemekle, onların akıllarını ve kalplerini kazanmakla ilgiliydi. Onların desteği olmaksızın, bırakalım zafere ulaşmayı, hayatta kalmamız bile mümkün değildi.

Özgürlük için dövüşen her örgüt illaki yanlışlar yapar, ama silâhlı devrimci mücadelenin müşterek ve temel kanunlarını bilince çıkartmıyorsanız, gereksiz bir yığın yanlış yaparsınız. Devrimci savaş, uzun soluklu bir savaştır. Bizim zafere kısa sürede ulaşmamız mümkün değildir. Kazanmak için bizim zalimlerin gücünü ufak ufak yıpratmamız, aynı zamanda güçlerimizi yavaş yavaş ama emin adımlarla artırmamız gerekir.

Kardeşlerimdeki ve kız kardeşlerimdeki sabırsızlığı anlıyordum. Açık çalışma yapan örgütlerimizin tamamı, polis karakollarının yanı sıra FBI ve CIA’in ağır saldırısı altında olduğu için herkes askerî mücadeleyi politik mücadelenin yerine koymaya can atıyordu. Liderlerimizin katledildiğini, insanlarımızın soğukkanlılıkla vurulduğunu görüyor, mücadelenin ihtiyaç olduğunu tespit ediyor, ona dönük arzumuzu her seferinde dile getiriyorduk.

Bilince çıkartması en zor derslerden birisi şudur: Devrimci mücadele, duygusal değil bilimseldir. Ben “hiçbir şey hissetmemeliyiz” demiyorum, sadece kararlarımızın sevgi veya öfke üzerinden alınmaması gerektiğinden bahsediyorum. Kararlar nesnel koşulları, yapılması gereken, duygusal değil makul olan şeyleri temel almalıdır.

Assata Shakur

[Kaynak: An Autobiography, Lawrence Hill & Co., 2001, s. 241-243.]

14 Ekim 2021

, ,

Aydınlık Grubu

Beşinci Bölüm

Devrim ve Entelijansiya



Büyük savaşın [1. Dünya Savaşı’nın] acısı ve dehşeti, devrimci ve pasifist fikirlerin patlamasına neden oldu. Büyük savaşın çok az şarkıcısı vardı ve bunlar da vasattı. Edebiyatı zayıf, kaba ve belirsizdi. Onun tek bir büyük anıtı bile yok.

Dünya savaşı hakkında yazılmış en iyi sayfalar, onu yüceltenler değil, yerenlerdir. En iyi yazarlar, en yetenekli sanatçılar, sanki oybirliğine varmışçasına, bu savaşı korkunç bir suç, Batı insanlığının korkunç bir günahı olarak kınamak ve lanetlemek için şiddetli bir ihtiyaç hissettiler. Siperlerin kahramanları, şanlı şarkıcılar bulamadılar. Bu kahramanların şanı, şairane bir içerikten yoksun olarak, ancak gazeteciler ve devlet memurları tarafından duyurulabilmişti.

Peki bir avukat ve bürokrat olan Poincaré, Fransız zaferinin en büyük şarkıcısı değil midir? Son yarışma - şüphecilerin söylediğinin aksine - pasifizm (barış yanlısı) için bir gerileme anlamına gelmemiştir. Bunun etkileri ve yankıları, tam tersine, pasifist tezler için yararlı olmuştur. Bu acı sınav pasifizmi azaltmamıştır, tersine, onu azdırmıştır (Üstelik savaşı bir barış vaizi kazanmıştı: Wilson. Zafer, savaştıklarını sanan halkları etkilemişti çünkü bu savaş, savaşların sonuncusuydu). En azından düşünce ve sanat tarihinde, savaşın çöküşü ve savaş kahramanlığının çöküşü döneminin başladığı söylenebilir. Etik ve estetik olarak, savaş son yıllarda çok fazla zemin kaybetti. İnsanlık, onu güzel görmekten vazgeçti. Savaş kahramanlığı, sanatçıları eskisi gibi ilgilendirmiyor. Çağdaş sanatçılar buna zıt bir temayı, yani savaşın acısını ve dehşetini tercih ediyorlar. Ateş muhtemelen savaşın en gerçek tarihi olmaya devam edecek. Henri Barbusse, siperlerinin ve siper savaşlarının en iyi tarihçisidir.

Kısacası entelijansiya, pasifist bir tutum takınmıştır. Ancak bu pasifizm, ona taraftar olan herkes için aynı sonucu doğurmaz. Pek çok aydın, Wilson'ın programının uygulanması yoluyla dünyaya barışın sağlanabileceğine inanıyor ve Milletler Cemiyeti'nden mesihvari sonuçlar bekliyor. Diğer aydınlar ise, silahlı barışın ve milliyetçi diplomasinin ölümcül olduğu eski toplumsal düzenin, pasifist idealin gerçekleşmesi için aciz ve yetersiz olduğunu düşünüyorlar. Savaşın tohumları, kapitalist toplumun organizması içinde kök salmıştır. Bu tohumları söküp atmak için, tarihsel misyonu çoktan dolmuş olan bu rejimi yıkmak gerekir. Bu eğilimin merkezi çekirdeği, Henri Barbusse tarafından yönetilen veya daha doğrusu temsil edilen Clarté grubudur.

Clarté, başlangıçta sadece devrimci aydınları değil, liberal ve demokratik ideolojiyle uyumlu bazı aydınları da saflarına çekmiştir. Ancak ikincisi, birincisine ayak uyduramamıştır.

Barbusse ve arkadaşları, devrimci proletarya ile giderek daha fazla dayanışma içine girdiler ve onun siyasi faaliyetine dâhil oldular. Düşünce Enternasyonali’ni Komünist Enternasyonal'in yoluna çektiler. Bu, Clarté’nin ölümcül yoluydu. Devrime gönülsüzce kendini vermek mümkün değildir. Devrim, politik bir çalışmadır. O, somut bir gerçekleşmedir. Hiç kimse devrime, onu yapan kitlelerden uzak bir şekilde etkili ve geçerli bir hizmet sunamaz. Devrimci çalışma, izole, bireysel ve dağınık olamaz. Gerçek devrimci bağlılığa sahip aydınların kolektif bir eylemde bir yeri kabul etmekten başka seçeneği yoktur. Barbusse, bugün Fransız Komünist Partisi’nin bir neferidir. O, bir süre önce Berlin’de eski savaşçıların bir kongresine başkanlık etti ve bu kongrenin kürsüsünden, Ruhr'un Fransız askerlerine, komutanları öyle emretmiş olsalar bile, Alman işçilerine asla ateş etmemelerini söyledi. Ama bunları dile getirmek onun için politik bir görevdi.

Aydınlar, genellikle disipline, programa ve sisteme karşıdırlar. Psikolojileri bireycidir ve düşünceleri heterodokstur. Onlarda, her şeyden önce, bireysellik duygusu aşırı ve taşkındır. Aydınların bireyselliği neredeyse her zaman ortak kurallardan üstündür. Son olarak, aydınlar genellikle siyaseti küçümserler. Siyaset, onlara bürokratların ve tavşanların bir faaliyeti gibi görünür. Tarihin sessiz dönemlerinde durum böyle olsa bile, yeni bir toplumsal devletin ve yeni bir siyasi formun doğduğu devrimci ve canlı dönemlerde bunun böyle olmayacağını unuturlar. Bu dönemlerde siyaset, rutin bir profesyonel kastın mesleği olmaktan çıkar. Böyle dönemlerde siyaset, kaba seviyeleri aşarak, insan yaşamının tüm alanlarını istila ve hâkimiyet altına alır. Bir devrim, büyük ve geniş bir insan kümesinin menfaatini temsil eder. Bu yüksek menfaatin zaferine, bencil bir azınlığın önyargıları ve tehdit altındaki ayrıcalıkları dışında muhalif olan hiçbir şey yoktur. Hiçbir özgür ruh, hiçbir duyarlı zihniyet böyle bir çatışmaya kayıtsız kalamaz. Örneğin günümüzde, kendisi için toplumsal sorun diye bir şeyin var olmadığını düşünen bir fikir adamının tasavvur edilmesi mümkün değildir. Aydınlarda zamanlarının sorunlarına karşı duyarsızlık ve sağırlık çoktur; ama bu duyarsızlık, bu sağırlık normal değildir. Bunların patolojik istisnalar olarak sınıflandırılmaları gerekir. “Politika yapmak” diye yazıyor Barbusse, “düşlerden şeylere, soyuttan somuta geçmektir. Siyaset, toplumsal düşüncenin etkin çalışmasıdır; siyaset hayattır. Teori ile pratik arasında bir süreklilik çözümünü kabul etmek, bir şeyleri gerçekleştirenleri kendi çabalarına terk etmek, onlara nazik bir tarafsızlık vererek bile olsa, insanlık davasını terk etmektir.”

Siyasete yönelik belirgin bir estetik tiksinmenin arkasında, bazen kaba bir muhafazakâr duygu gizlidir. Yazarlar ve sanatçılar, kendilerinin gerici olduklarını açıkça itiraf etmekten pek hoşlanmazlar. Eskiyle, modası geçmiş olanla dayanışma içinde olmak için her zaman belirli bir entelektüel alçakgönüllülük vardır, ancak gerçekte entelektüeller, sıradan insanlarda var olan önyargılara ve muhafazakâr çıkarlara karşı kapalı değillerdir. Bu, iktidardakilerin, kendilerine geniş bir yazar ve sanatçı müşteri kitlesi sağlamaya yetecek akademilere, onurlara ve servete sahip olmasından ibaret değildir. Her şeyden önce, devrime yalnızca soğukkanlı kavramsal bir yolla ulaşılmaz. Devrim, bir fikirden daha fazlasıdır, bir duygudur. Bir kavramdan daha fazlasıdır, bir tutkudur. Bunu anlamak için spontane bir ruhsal tutum, özel bir psikolojik kapasite gerekir. Herhangi bir aptal gibi, aydın kişi de çevresinin, aldığı eğitimin ve şahsi çıkarlarının etkisine tabidir. Onun zekâsı, özgürce çalışmamaktadır. Onda, kendisini en adil olan fikirlere değil, en rahat olan fikirlere uyarlamaya yönelik doğal bir eğilim vardır. Kısacası, bir aydının gericiliği, bir esnafın gericiliğiyle aynı güdülerden ve köklerden doğar. Dil farklıdır; ama sahip olunan tutumun mekanizması aynıdır.

Bir Enternasyonal'in bir taslağı veya bir Düşünce Enternasyonali'nin başlangıcı olarak Clarté, artık mevcut değil. Devrim’in Enternasyonal’i tektir ve eşsizdir. Barbusse, bunu komünizme bağlanarak fark etmiştir. Clarté, Fransa'da kendini bir proleter kültürünü hazırlama çalışmasına adamış öncü aydınların bir çekirdeği olarak varlığını sürdürmektedir. Yeni nesil olgunlaştıkça, yani devrimci taleplere teorik olarak sempati duymakla yetinmeyen, ancak zihinsel çekinceler olmaksızın onları nasıl kabul edeceğini, onları nasıl seveceğini ve onlara göre nasıl hareket edeceğini bilen yeni bir nesil olgunlaştıkça, Clarté’nin etkisi de artacaktır. Barbusse, daha önce, klartecilerin komünizmle resmi bağları olmadığını söyledi; ancak klarteciler, uluslararası komünizmin iyi tasarlanmış bir toplumsal düşün canlı bir enkarnasyonu olduğuna dikkat çekiyorlar. Clarté, artık devrimci partinin bir yüzüdür, bir sektörüdür. Bu, zekânın kendini devrime teslim etme çabası ve devrimin zekâyı ele geçirme çabası demektir. Devrimci düşünce, muhafazakâr düşünceyi sadece kurumlardan değil, insanlığın zihniyetinden ve ruhundan da söküp atmalıdır. Devrim, iktidarın fethi ile aynı zamanda düşüncenin fethini de üstlenir.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

Kitap PDF

Dipnotlar:
[1] Ateş: Henri Barbusse’ün 1917 yılında yazdığı, 1. Dünya Savaşı’nı anlatan bir roman.

[2] Clarté: Fransa’da 1919-21 yılları sırasında can bulmuş, 1. Dünya Savaşı’nın ardından enternasyonalist fikirleri diriltmeyi amaçlayan bir hareket. Temeli; Raymond Lefebvre, Paul Vaillant-Couturier ve Henri Barbusse gibi aydınların savaş esnasında elde ettikleri tecrübelerle oluşmuştur.

13 Ekim 2021

, ,

Anatole France


Anatole France’ın alacakaranlığı klasik bir hayata aitti. Anatole France, belki de planladığı gibi, ağır ağır ve şefkatle, acele etmeden ve acı çekmeden öldü. Meslek hayatının yürüdüğü yol, her zaman şanlı bir faaliyetin neticesiydi. France, ölümsüzlüğün tüm istasyonlarına tam vaktinde ulaştı. Gecikmeyi veya beklemeyi asla bilmiyordu. Onun tanrı katına yükselmesi, düzyazısının dönemleri gibi mükemmel, eksiksiz ve kesindi. Tek bir ayini, tek bir töreni bile kaçırmadı. Ondaki ihtişam hiçbir şeyden yoksun değildi, ne Académie de France’ın başkanlığından ne de Nobel Ödülü’nden.

Anatole France, sınıf savaşı konusunda agnostisizmden ıraktı. Siyasi, dini ve sosyal görüşleri olmayan bir yazar değildi. Çağdaş toplumu ve uygarlığı parçalayan çatışmada yer almaktan çekinmemişti. Anatole France, devrimden yanaydı ve devrimle birlikteydi. Bir Fransız gazetesinin de belirttiği üzere, o, “kütüphanesinin derinliklerinden büyük Bakire'nin girişimlerini kutsadı.” Biz gençler onu bunun için sevdik.

Ancak, bu şiddetli savaş zamanlarında France’a bağlılık, aşırı sağdan aşırı sola kadar uzanıyor. Gericiler ve devrimciler, üstada bağlılıklarında buluşuyorlar.

Bununla birlikte, biri burjuvazinin ve düzenin dış kullanımı için, diğeri devrimin ve atalarının armağanı için olmak üzere, iki Anatole France hiç var olmamıştır. Daha ziyade, Anatole France’ın kişiliğinin farklı tarafları, farklı yönleri, farklı tonları olduğu ve halkın her kesiminin kendisini en sevdiği kısaltmanın hayranlığına adadığı görülür. Yaşlı insanlar, ılımlı insanlar, örneğin, La Rotisserie de la Reine Pedauque’u [“Kraliçe Pedauque Kebapçısı”] sık sık ziyaret ettiler ve sonra aristokrat bir likör gibi Les views de Jerome Coignard’ın [“Jerome Coignard’ın Görüşleri”] tadını çıkardılar. Bu arada yeni insanlar, Fransa'yı Jaurés'in refakatinde ya da Lenin'in hayranları arasında bulmayı seviyorlardı.

Anatole France bize, eleştirmenler ve onların klişeleri tarafından genellikle bize sunulan France’tan biraz daha karmaşık, biraz daha az basit görünüyor. Çalışmaları çeşitli etkilerden beslenmiş olmasına rağmen, France, her zaman aynı iklimde yaşadı. Elli yılı aşkın bir süredir, çok yönlü, hızlı ve değişen zamanlarda yazmakta. Bu nedenle üretimi, heteroklit ve kozmopolit çağının farklı mevsimlerine tekabül ediyor. İlk başta bir Parnasyan, ince ve değerli bir tat gösterir; ancak daha sonra çözülen, nihilist, olumsuz bir niyete itaat eder; o zaman ütopyadan ve toplumsal eleştiriden bir zevk alır. Ancak bu tezahürlerin dalgalı yüzeyinin altında kalıcı bir çizgi görülebilir.

Anatole France, burjuvazideki çöküşün olgunlaştığı, o kararsız ve yorgun çağa aittir. Kitapları, onun klasik eğitimli, antikiteden beslenen, romantizmden arınmış, edepli, zarif ve alaycı bir mizacını ifşa ediyor. Fransa, mevcut şüphecilik ve rölativizme ulaşmıyor. Ondaki inkârlar ve şüpheler iyi huylu tonlara sahiptir. O, [Leonid] Andreyev'in tedavi edilemez ve derin umutsuzluğundan, Barbusse'ün Cehennem’inin trajik karamsarlığından ve Çıplak Elbise’nin ve [Luigi] Pirandello’nun diğer eserlerinin keskin ve acılı alaylarından çok uzaktalardır.

Anatole France acıdan kaçtı. Onunki, dinginliğe ve zarafete âşık bir Yunan ruhuydu. Onun eti, Hristiyan müjdesinden çok daha önce Yunanları ve Latinleri tanıyan ve her şeyden de öte, o köhne liberal başrahiplerinki gibi şehvetli bir tendi, biraz da volteryandı. Anatole France, acıya ve adaletsizliğe karşı duyarlıydı. Ama onların varlığından hiç hoşlanmazdı ve hep onları görmezden gelmeye çalışırdı. O, insan trajedisine ironinin kırılgan köpüğünü kattı.

France’ın edebiyatı şampanya gibi narindir, şeffaftır ve çatı katındadır. Onun edebiyatı, burjuva çöküşünün melankolik şampanyasıdır, kapuçinosudur ve parfümlü şarabıdır; proleter devrimin acı ve sert zorunluluğu değildir. Enfes konturlara ve aristokrat aromalara sahiptir. Kitaplarının başlıkları mükemmel ve hatta yozlaşmış bir tada sahiptir: Sedef Vakası, Epikür Bahçesi, Ametist Yüzüğü, vb. Ametist Yüzüğü’nün örtüsünün altında müphem bir kilise karşıtlığının gizlenmiş olmasının ne önemi vardır? Güzel bir başlık, zarif bir üslup, burjuva görüşünün sempatisini ve fikir birliğini kazanmak için yeterlidir. Toplumsal duygu, çağdaş yaşamın trajik kalp atışı, bu literatürün dışında bırakılmıştır. France’ın kalemi onları nasıl kavrayacağını bilmiyor, hatta buna yeltenmiyor bile. Kalabalığın ruhu ve tutkuları onu kaçırıyor. Onun “ince fil gibi gözleri” insanların karanlık bağırsaklarına nasıl nüfuz edeceğini bilmiyor; cilâlı elleri yüzeydeki şeylerle ve insanlarla mutlu bir şekilde oynuyor. France, burjuvaziyi hicveder, onu kemirir, sivri, beyaz, kötü dişleriyle ısırır; ama azabı fazla hissetmesin diye bilgeliğinin ve müzik tarzının ince afyonuyla burjuvaziyi aynı zamanda uyuşturur da.

France’ın nihilizmi ve şüpheciliği fazlasıyla abartılı, bunlar aslında göründüklerinden daha hafif ve tatlıydı. France, göründüğü kadar inandırıcı değildi. O, evrimcilikle dolup taşmış bir şekilde, ilerlemeye neredeyse ortodoksça inanıyordu. Sosyalizm, France için bir aşama, bir ilerleme istasyonuydu. Sosyalizmin bilimsel değeri, kendisini, sosyalizmin devrimci prestijinden daha fazla etkiledi. France, Devrim'in geleceğini düşündü; ama neredeyse sabit bir vadedeki geleceğini. Onu hızlandırmak için hiçbir istek duymuyordu. Devrim, onda mistik bir saygı, biraz da dinsel bir bağlılık uyandırmıştı. Bu yapışma, kesinlikle onun yaşlılığının bir bölümü değildi. France, uzun süre şüphe etti; ama şüphesinin ve inkârının temelinde belli belirsiz bir inanç özlemi vardı. Kendini bomboş, terk edilmiş hisseden hiçbir ruh, sonunda bir mite, bir inanca yönelemez. Kuşku kısırdır ve hiç kimse, kısırlıktan stoik olarak memnun değildir. Anatole France, burjuva mitlerine inanmak için çok geç; onları tamamen reddetmek için ise çok erken doğmuştu. Sevmediği bir döneme, geçmişin ağır yüküne, eğitiminin ve kültürünün tortullarına, estetik nostaljiyle yüklü bir çağa bağlıydı. Devrim’e bağlılığı, ruhsal bir eylemden ziyade entelektüel bir eylemdi.

Sol, Anatole France'ı kendi figürlerinden biri olarak tanımaktan her zaman memnun olmuştur. Ancak Fransa çapında neredeyse oybirliğiyle kutlanan yıldönümü vesilesiyle, aşırı solun entelektüelleri kendilerini ondan açıkça ayırma ihtiyacı hissettiler. Clarté, “gülümseyen nihiliste, gösterişli şüpheciye” Devrim’e hürmet etme hakkını tanımayı reddetti. Onun hakkında “demokrasi burcuyla doğmuş” diyen Clarté’ye göre Anatole France, “Üçüncü Cumhuriyet’e kopmazcasına bağlıydı”. Clarté, France’ın edebiyatının ana malzemelerinden birinin “küçük fırtınalar ve vasat sarsıntılar” olduğunu eklerken, aynı zamanda onun şüpheciliğinin “tüm torbaların ve ruhların erişebileceği küçük bir numara, özetle çevresindeki sıradanlığın etkisi” olduğunu söylüyordu.

Ancak tüm bu çelişkilere ve karşıtlıklara rağmen, muhafazakâr eleştirmenlerin mutfaklarından önümüze sunulan aşırı burjuva, aşırı vatansever, aşırı akademik bir Anatole France imajından daha yanlış bir şey olamaz. Hayır, Anatole France o kadar da küçük değildi. Gelecek nesillerin yargısını hak etme beklentisi kadar hayatında hiçbir şey onu küçük düşüremez ve üzemezdi.

Yoksulların adaleti, isyancıların ütopyası ve sapkınlığı France’ta her zaman bir taraftar bulmuştur. Yıllar önce Emile Zola ile Dreyfusçuluk yapan, birkaç yıl önce Barbusse ile klarteci olan bu yaşlı ve harika yazar, eski toplumsal düzene karşı her zaman başkaldırdı. İyiliğin tüm haçlı seferlerinde muharebe direğini işgal etti. Fransız halkı, komünist Odessa’ya saldırmayı reddeden Karadeniz denizcisi André Marty'nin affını istediğinde, Anatole France, canice bir emir karşısında kahramanlığı, disiplinsizliği ve itaatsizliği savundu. Toplumsal Görüşler, Yeni Zamanlara Doğru gibi kimi kitapları, insanlığın sosyalizme giden yoluna işaret etmektedir.

Geleceğe ve ütopyaya uçuş yapan bir eser olarak Sobre la Piedra Blanca [“Beyaz Taş Üzerine”] adlı kitabı da France’ın kişiliğinin en iyi belgelerinden biridir. Sanatının tüm unsurları bu hayranlık uyandıran sayfalarda bir araya getirilmiş ve birleştirilmiştir. Klasik antik çağın anılarıyla beslenen düşüncesi, eski bir proskenyondan uzak geleceği araştırmaktadır. Romanın seçkin ve entelektüel, aynı zamanda eski ve modern ruhları olan ana karakterleri, ustanın edebiyatına hoş gelen bir atmosferde hareket etmektedirler. Bu karakterlerden birisi, Roma’da bir sınıfta ve bir manastırda birden fazla kez tanıştığım, otantik ve çağdaş bir karakter olan, Roma Forumu arkeologu Giacomo Boni’dir. ([1859-1925]: Roma mimarîsinde uzmanlaşmış İtalyan arkeolog. Roma Forumu’ndaki çalışmalarıyla bilinir.)

Romanın konusu, Giacomo Boni ve arkadaşları arasındaki bilimsel bir konuşmadır. Konuşma, Pavlus (Hazreti İsa’nın vaazlarını ve öğretilerini paganist Roma’da yayan ilk havari) ile tanışan, onun garip dilini anlayamayan veya Hıristiyan devrimini öngöremeyen Yunanistan valisi, filozof ve edebiyatçı Romalı [Lucius Junius] Gallio’yu çağrıştırmaktadır. Gallio, tüm o bilgeliğine ve kudretine rağmen, Pavlus’ta fanatik, akılsız ve kirli bir Yahudi’den fazlasını görmeyi başaramadı. İki dünya, birbirini tanımadan ve anlamadan karşı karşıya geldi. Gallio, Pavlus’a tarihin kahramanı olmayı yakıştıramadı, fakat tarih, Pavlus’un dünyasını haklı çıkardı, Gallio’nun dünyasını ise mahkûm etti. Bu sahne, yeni tarih felsefesinin bir öngörüsü değil midir?

Bunun ardından, Anatole France’ın karakterleri, devrimin yüzyılımızın sonuna doğru geleceğini hesaplayarak, geleceğin proleter toplumuna ilişkin bir öngörüde kendilerini eğlendirmektedirler.

Tahminler, mütevazı ve ürkek bir şekilde sonuçlandı. Giacomo Boni ve Anatole France, hayatlarının altın aşamasında, devrimin kanlı çilesine tanık olmak zorunda kaldılar.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

Kitap PDF