Fanon, psikiyatriden ırk siyasetine oradan futbola
ilgi duyduğu her işi tutkuyla yapan biriydi. Avrupa’daki kurumsal psikiyatrinin
öncülerinden Fransız Katalan François Tosquelles’den dersler aldı. 1953’te
asistan hekim olarak Cezayir’deki Blida-Joinville Psikiyatri Hastanesi’nde
çalışmaya başladı. Burada yabancılaşmanın inşa ettiği dünya ile tanıştı:
hastalara uygulanan tedavilerde yüksek dozlarda uyutucu ilâçlar veriliyor, bazı
hastalara lobotomi uygulanıyor, bazılarında ise psiko-cerrahi prosedürlerine
başvuruluyordu. Şehirden kilometrelerce uzakta olan hastanede hastalar odalara
kilitleniyor, onların duygusal ve fizikî temas kurmalarına izin verilmiyordu. Aslında ne
yapılıyorsa, hastaları toplumun dışında tutmak için yapılıyordu.
Fanon’un hastaneye gelmesinden birkaç yıl önce
hastaneye “çukur” denilen bölümler eklendi. Burada hastalar bir araya getiriliyor,
yiyecekleri yukarıdan üzerlerine boca ediliyordu. Açlıktan ölmek üzere olan
kadın ve erkekler, bu çukurlarda bir parça çürümüş et veya bir lokma bayat ekmek
kapmak için birbirleriyle boğuşuyorlardı. Yuvarlak olan binalarda hastalar çukurlarda
değilseler eğer, tek kişilik hücrelere konuluyorlardı. Bu hücreler, bir kişinin
rahatça yere uzanmasına izin vermeyecek kadar küçüktü. Fanon gelmeden kısa bir
süre önce kapatılan yapılar altmışlara kadar ayakta kaldılar. Bu binaların
hikâyesini bana bağımsızlık sonrasında İsveçli psikolog Élisabeth Dubreuil
anlatmıştı.
Fanon, ara sıra şok tedavisine başvursa da deli
gömleğinden, zincire bağlama, hatta dört duvar arasına kapatma gibi
yöntemlerden uzak duran bir isimdi. Bunun yerine hastanede grup terapisine, ergoterapiye,
müziğe, sanat ve spor terapisine ağırlık veriyordu. Ona göre hastanenin işi,
hastaların aktif bir rol oynayacakları bir dünya, toplumsal bir yapı inşa
etmekti. Fanon, civardaki Cezayir köylerinin kültürel hayatını inceliyor, bunun
yanında kurumun dönüştürülmesi için çalışma yürütüyordu. Bu çalışmanın parçası
olarak hastanenin ek binalarından birinde Arap kafesi açılmasını sağladı. İslam
dinine ait bayramlarda kutlamalar yapıldı. Arap müziği konserleri verildi,
bazen de geleneksel hikâyeciler gelip hikâyelerini anlattılar. Hastaların yazdıkları
yazılarla bir gazete çıkartıldı. Bugün hâlen daha ayakta olan bir futbol stadı
inşa edildi.
“Psikiyatri siyasettir” diyordu Fanon. O, gördüğü
yanlışları incelemeye, araştırmaya, gidermeye bir an olsun ara vermedi. İlerleyen
süreçte psikiyatri bakım merkezi kurduğu Tunus’ta hastaların kendi
ortamlarından kopartılmaması gerektiği fikri üzerinden kimi deneyler yaptı, böylelikle
ev ortamı, tedavinin parçası hâline geldi.
Kasım 1954’te bağımsızlık savaşı başladıktan sonra
Fanon, Cezayir Kurtuluş Ordusu’yla temas kurup ona tıbbi ve psikiyatrik
yardımlarda bulundu, ayrıca özgürlük savaşçılarına kalacak yer ayarladı. 1956’da
doktorluk görevinden istifa etti. Cezayir valisi Robert Lacoste’a yazdığı açık
mektupta şunları söylüyordu:
“Eğer
psikiyatri, amacı insanı kendi ortamında yabancı biri olmaktan çıkartmak olan
bir tıp tekniği ise şunu söylemeliyim ki kendi ülkesinde sürekli bir yabancı
gibi yaşayan Araplar benliklerini yitiriyorlar, kişilik yabancılaşmasının
çilesini çekiyorlar. […] Her gün birkaç insanın öldürülmesinin kanunî bir ilke
hâline geldiği, hukuksuzluğun ve eşitsizliğin galebe çaldığı bir dönemde
belirli değerleri ne pahasına olursa olsun korumaya çalışmak, bana gerçekten tuhaf
geliyor. […] Cezayir’de yaşanan olaylar, bir halkın duygu ve düşüncelerini yok
etmeye dönük beyhude bir gayretin doğal ve mantıkî bir sonucudur.”[1]
Bunun üzerine vali Lacoste, Fanon’u Cezayir’den
sınır dışı etti. Ardından Fanon, ailesiyle birlikte Tunus’a gitti ve burada
Cezayir geçici hükümeti için çalışmaya başladı. Çeşitli görevler üstlenen Fanon,
Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin yayın organı Mücahid için yazılar yazdı, özgürlük savaşçılarına ve savaşın mağdurlarına
bir klinikte psikiyatrist olarak hizmet verdi. Ayrıca Cezayir-Tunus sınırındaki
Ghardimaou’da Cezayir Kurtuluş Ordusu subaylarına konuşmalar yaptı. Fanon’un örgüt
içerisinde hızla yükselmesi gerçekten de şaşırtıcı bir gelişmeydi, zira o ne
Cezayirli ne de Müslümandı.
Aralık 1958’de Akra’da, kısa ömürlü olan ama
politik açıdan ciddi bir etkiye yol açan Tüm Afrika Halkları Konferansı’na katılacak
Cezayir heyetine başkanlık etti. Burada Kongolu lider Patrice Lumumba, Angolalı
lider Holden Roberto (Rui Ventura) ve Kamerunlu Félix Moumié ile tanışıp bu
isimlerle güçlü ilişkiler kurdu. 1959’da Cezayir’in Gana’da ilk kez açtığı büyükelçiliğin
başına geçti. Kendisiyle orada tanışma imkânı buldum.
Ağustos 1960’ta Akra’daydım. Üniversitenin kampüsü
içinden geçip meclis binasına doğru yürüyordum. Dört adam beni durdurdu. Üçü siyah
ipek takım elbiseli ve kravatlı idi. Afrika’nın o tropik güneşi altında sanki
boğuluyor gibilerdi ve kıyafetleriyle biraz uygunsuz duruyorlardı. Dördüncü adamın
üzerinde açık renkli bir pantolon ve kısa kollu beyaz bir gömlek vardı. Kravat takmamıştı,
ceketini de eline almıştı. Sonradan isminin Fanon olduğunu öğrendiğim bu adam o
basit İngilizcesiyle bana, Dünya Gençlik Meclisleri Kongresi’nin nerede
düzenlendiğini sordu. Aksanını anlayınca Fransızca cevap verip yolu gösterdim. Hemen
sonra sohbet etmeye koyulduk. Bana sonradan söylediğine göre beni Fransız
sanmış. Olmadığımı anlayınca biraz rahatlamış: O vakit daha rahat bir muhabbet
kurabildik.
Diğer adamlar bizi sessizce takip ettiler, onları
salonun giriş kapısına bıraktım. El sıkıştık ama nedense tanışmadık. Kongreye
katıldılar. Fakat Fanon ertesi gün gitti. Onlardaki sessizlik ve görünümleri,
onların bir savaşta aktif rol alan, karanlık ve korkulacak kişiler olarak,
sürekli yeraltında çalışan kişiler olduklarını düşündürttü bana. Sonra bu
grubun Fransa’ya karşı yürütülen savaşın güney cephesini Cezayir Sahrası ve
Mali tarafından açma ihtimalini araştıran bir ekip olduğunu öğrendim. Silâhlar aynı
güzergâhı takip ediyor, Conakry limanından ayrılıp Mali’ye, oradan Tamanrasset ve
Ain Salah’a deve ve insan sırtında götürülüyordu.
Fanon, uzun suratlı, güçlü ve geniş çeneli idi, çökük
ama her şeyi derinlemesine inceleyen gözleri vardı. Kısa boyluydu, kilosu
normaldi. Toplamda baktığınızda sürekli acelesi olan, hep bir yerlere gidecek
gibi duran, yoğun ve meşgul birini buluyordunuz karşınızda. Dünya Gençlik
Meclisleri Kongresi’ne resmi gözlemci olarak katılan Fanon, delegelere hitap
etmesi için kürsüye davet edildi. Kongrede Mohammed Sahnun, Genel Cezayirli
Müslüman Öğrenciler Birliği’ni [UGEMA] temsilen yer alıyordu. Fanon ve Sahnun kongreye,
Fransa’yı sert bir dille eleştiren ve Cezayir’in bağımsızlığını desteklemeyi
öngören bir karar teklifi sundu. Teklif oybirliği ile kabul edildi. Kongre,
1949’da kurulduğu günden beri sömürgecilikle mücadelenin öncüsü olmuş bir
yapıydı. Örgüt, Cezayir’in bağımsızlığına destek veren bir karar alınca Fransız
ulusal gençlik konseyi kongrenin bu tutumunu eleştirdi ve üyesini kongreden çekti.
Fanon, konferansta psikiyatrist olduğunu bir
çırpıda anlayacağınız bir konuşma yapmıştı. Yeni yayımlanan kitabı L’an V de la révolution algérienne’de [“Cezayir Devrimi’nin Beşinci Yılı”: Bu
kitap İngilizcede A Dying Colonialism
–“Geberen Sömürgecilik” olarak yayımlandı] yer verdiği, kendisinin tedavi
ettiği vakalarda savaşın, yoksulluğun ve ırkçılığın sebep olduğu etkiler
üzerinde durdu. Bir vakadan diğerine geçip duran Fanon’un konuşmasının uzaması
karşısında Sahnun sabredemeyip mikrofonu aldı ve bağımsızlık savaşı, mücadeleye
destek sunulması ihtiyacı ve Fransa’nın mahkûm edilmesi üzerine kurulu ateşli
bir konuşmayla salonu kendisine getirdi.
Konferans salonunda ve kampüste Sahnun ve Fanon ile
epey vakit geçirdim. Hep birlikte kongreden Filistin, Güney Afrika, Çin ile
ilgili kararların geçirilmesi için çalışma yürüttük, sömürgecilik karşıtı
ajitasyon çalışmaları yaptık ve bir ittifakın tesis edilmesi için uğraştık. Hepimiz
de Afrika’nın bağımsızlığı vaadine, onun da ötesinde, anti-emperyalist
mücadeleye bağlıydık. Fanon’u, küçük bir evden ibaret olan Cezayir elçiliğinde
ziyaret ettik. Evin tüm sadeliği, görünüm olarak kliniği andırması beni çok
etkilemişti.
Sonuçta beş parmağın beşi bir değildi. Muhammed
tez canlı, çabuk tepki veren biriydi. Frantz, eleştiri noktasında insafı
olmayan, her şeye analitik yaklaşan bir insandı. Bense bu iki isme hayranlıkla
bakan, gönüllü olarak onlara çıraklık eden kişiydim. Kongrede Cumhurbaşkanı
Patrice Lumumba’yı temsil eden, Kongo’nun militan gençlik bakanı Maurice Mpolo,
üniforması ile onların yanında duruyordu. Bu adamlar, özgürlük ve adalet için
yaşıyorlardı. Birkaç ay sonra Mpolo, Lumumba ile birlikte katledildi.
Bir akşam Fanon’la dans ediyordum. Ganalı bir
fotoğrafçı makinesini bize çevirdi. Frantz adamı dans pistinin kenarında
yakalayıp fotoğrafı imha etmesi konusunda kendisini uyardı (ama nasıl olduysa
bu fotoğraf birkaç gün sonra Akra’da çıkan bir gazetede yayınlandı). O günlerde
Ulusal Kurtuluş Cephesi, tüm Fransız sigaralarının boykot edilmesi kararı
almıştı. Gauloises marka sigaramı Fanon’a ikram ettim. Birlikte bir yasağı
delmiş olan iki insan olarak, artık suça ortağı idik.
Bir ara bana, bir ilişkide
ne aradığımı sordu. Ben de “başımı yaslayacağım bir baş” dedim. Sert bir ifade ile
bana şunu söyledi: “Hayır olmaz. Ayaklarının üzerinde dimdik duracak, kendi
hedeflerin doğrultusunda yürümeye devam edeceksin.” Ne zaman benim gibi tavsiyeye
ihtiyaç duyan birini görsem, hemen aklıma Fanon’un bu sözü gelir, o günü
anımsayarak, onun bu sözünü başkalarına aktarırım.
Elaine
Mokthefi
[Kaynak:
Algiers, Third World Capital: Freedom
Fighters, Revolutionaries, Black Panthers, Verso, 2018.]
Dipnot
[1] Frantz Fanon, Ecrits sur l’aliénation et la liberté, yayına hazırlayan: Jean
Khalfa ve Robert Young (Paris: Éditions La Découverte, 2015). Çeviri bana ait -e.m.