Fred
Hampton’ın konuşmasını ilk kez Ağustos 1969’da dinledim. O günlerde Illinois
Kara Panter Partisi başkanıydı. Şikago’nun siyah mahallesi Batı Yakası’nın
ortasından geçen Ashland Bulvarı üzerindeki “Halkın Kilisesi”ndeydik. Hukuk
fakültesini bitireli iki yıl olmuştu, bürodaki arkadaşlar, Fred’in Menard
Hapishanesi’nden serbest kalmasını sağlamalarının üzerinden iki gün geçmişti.
Kilise tıka basa doluydu, oturaklar duvar dibine dek sıralanmıştı, içerisi çok
sıcaktı.
Meslektaşım
Flint Taylor’la birlikte, salonun ortasındaki bir sırada boş yer bulduk. Birkaç
dakika sonra kilise sessizliğe gömüldü. Çıt çıkmıyordu. Biraz sonra yan kapıdan
Fred gelip uzun bir adım atarak vaiz kürsüsüne çıktı. Herkes, ayağa kalkıp
kendisini alkışladı. Üç yüz kişi hep bir ağızdan “Fred Hampton’a Özgürlük” diye
bağırınca kilisenin duvarları sarsıldı. Diğer Panter etkinliklerinden farklı
olarak bu sefer Fred’in etrafında deri ceketli, siyah bereli Panterler yoktu.
Üzerindeki kazağı, altındaki gömleği ile tek başına ayaktaydı. Fred, pürüzsüz
genç cildi ve çocuksu gülümsemesiyle henüz daha yirmi yaşında bir delikanlıydı.
Hapishanede bıraktığı keçi sakalı, kısa olmayan Afro saçıyla karşımızda
duruyordu.
Fred
Hampton, mikrofonu sağ eline alıp kalabalığa baktı.
Gür
bir sesle “ben özgürüm” diyerek başladı konuşmasına. Ardından bu cümleyi
tekrarladı.
Halk
da aynı sözü haykırdı.
Sonra
Fred’in sesi yumuşadı.
“Menard Hapishanesi’ne
girdiğimde bizim öncü olduğumuzu düşünüyordum, ama orada insanların önünde diz
çöküp onları dinledim, onlardan bir şeyler öğrendim. Eğilip onların kalp
atışlarına kulak verdim.”
O
an bir davul sesi duyuldu, herkes ritme ayak uydurarak alkış tutmaya başladı.
Fred, ilahi söyleyerek, vaizin ve diğer kişilerin arasından geçti: “Çıkıyorum,
arşa çıkıyorum, halkın bağrından arşa çıkıyorum!” Sözlere eşlik etmek güçtü,
ben de alkış ve ritim tutmaya devam ettim.
Şarkı
bitince Fred, Panterlerin sloganını attı, ama bu sloganı kendince
değiştirmişti: “Beyaz güç beyaz halka, esmer güç esmer halka, sarı güç sarı
halka, siyah güç siyah halka, güç burada sayamadığımız halklara, Panter gücü
öncü partiye.” Herkes bir ağızdan “aynen öyle!” diye bağırınca Fred şunları
söyledi:
“Devrimci bir eylem
gerçekleştirmeyeceksiniz, aklınıza beni lütfen getirmeyin, unutun beni. Halk
için bir şey yapmayacaksanız, aklınıza gelmek istemem. Yirmi yaşında bir şeyler
yapmaya dair söz veremiyorsanız, üstelik ‘ben daha çok gencim, uzun yaşamak istiyorum
diyorsanız’ bilin ki siz zaten ölüsünüz. İnsanların barış için bir bedel ödemek
zorunda olduklarını artık anlamalısınız. Mücadele için cüretiniz varsa
kazanırsınız. Yoksa zaferi asla hak edemezsiniz. Barış için dövüşmeye
istekliyseniz, ancak o vakit size ‘barış sizinle olsun’ diyebilirim.”
Sonra
Fred, insanlardan ayağa kalmalarını istedi. Kalktık. Bize sağ elimizi havaya
kaldırıp “Ben” dedi ve bu kelimeyi bizim de tekrarlamamızı istedi. Biz de bunun
üzerine “Ben” dedik. Ardından Fred, “devrimciyim” dedi, seyirci içinden
birileri, bu sözü tekrarladı. O an içimden “ben hareketin avukatı değilim,
hareket için çalışan bir avukatım” dedim. Fred’in söylediği söz boğazımda
düğümlendi. Fred “Ben” deyince insanlar tekrarladılar dediğini. Bu sefer
“devrimciyim” deyince kitlenin sesi daha gür çıktı. Dördüncüsünde çekinerek ben
de katıldım insanlara, yedi sekiz kez bağırıldı aynı söz. Artık ben de herkes
gibi yüksek sesle ve coşkuyla haykırıyordum: “Ben… devrimciyim!” O an Fred,
benim gibi birçok insanın elinden tutup bir eşiği geçmesine yardım etmişti.
Harekete bağlılık düzeyimin arttığını artık hissedebiliyordum.
Fred,
sesinin şiddetini biraz düşürdü ve şunları söyledi:
“Ben işimi yapacağım,
inanıyorum ki ben bir otomobil enkazının altında ölüp gitmek için doğmadım. Bir
parça buzun üzerinde kayıp ölmeyeceğim. Kalp rahatsızlığı yüzünden ölmek için
de doğmadım ben. Akciğer kanserinden ölmek için doğduğuma da inanmıyorum. Yapmakta
olduğum şeyi yapabileceğime inanıyorum. Halkın içinde öleceğime inanıyorum.
Uluslararası devrimci proletaryanın mücadelesi içinde bir devrimci olarak
öleceğime inanıyorum. Ve umuyorum ki her biriniz böylesi bir hayat
yaşayacaksınız. Bence bu türden mücadeleler bir gün gelip kapımızı çalacak. O
vakit neden halk için yaşamıyorsunuz? Neden mücadele için yaşamıyorsunuz? Neden
mücadele için ölmüyorsunuz?”
Sonra
Fred konuşmasını tamamladı. Herkes, ayağa kalkıp kendisini alkışladı.
Hiçbirisi, o an Fred’in kehanette bulunduğunu ve o kehanetin yakında
gerçekleşeceğini bilmiyordu. Hep birlikte “Fred Hampton’a Özgürlük” diye
bağırdık. Alkış sesi, ayaklarımızın yere vurduğumuzda çıkarttığı gürültü,
kilise içinde yankılanıyordu.
Wood
Caddesi’ndeki karakolun ufak, penceresiz görüşme odasındaydık. İçerisi epey
serindi. Kafamı çevirip ahşap masanın başında oturan, kısa Afro saçlı, iri
kemikli kadının hıçkıra hıçkıra ağlayışını izledim. Deborah Johnson’ın üzerinde
desenli bir gecelik vardı. Şiş karnından hamile olduğu anlaşılıyordu.
Ağlamaklı
bir ses tonuyla, “Fred hiç uyanmadı. Odadan çıkarttıklarında o yerde uzanmış
yatıyordu” dedi. Sonra sustu.
Ben
de sonra ne olduğunu sordum. Bunun üzerine kadın şunları söyledi: “İki domuz,
geri dönüp yatak odasına tekrar girdi. Biri ‘yaşıyor bu, ama sanmıyorum ki
kefeni yırtsın’ dedi. İki el silâh sesi duydum. Sonra polisin biri şunu
söyledi: ‘Şimdi iyi, çünkü öldü!’ […]”
Fred’in
nişanlısı, ağlamaktan şişmiş kederli gözlerle bana baktı ve “Ne yapabilirsin,
söyle!” dedi.
Cevap
veremedim. Söyleyecek bir şey bulamadım. Ben Fred’i hayata döndüremezdim.
Jeffrey Haas
[Kaynak:
The Assassination of Fred Hampton: How the FBI and the Chicago Police
Murdered a Black Panther, Lawrence Hill Books, 2010, s. 3-5.]