16 Nisan 2015

, ,

85 Yıl Sonra José Carlos Mariátegui


1930’da Waldo Frank, ABD’de çıkan haftalık solcu dergi Nation’da [“Millet”] José Carlos Mariátegui’nin 16 Nisan’da gerçekleşen ölümünün tüm İspanyol-Amerikan entelijansiyasını kedere sürüklediğini yazar.

“Yeni dünyanın iki yarısı arasındaki kültürel ayrım, bu kelimelerin bize hiçbir anlam ifade etmemesi gerçeğinden daha dokunaklı değildi”.

Cenaze töreni, işçilerden oluşan bir büyük bir geçit törenine dönüştü. Peru’nun başkenti Lima, daha önce hiç böylesini görmemişti. Buna karşın, ABD’de onun vefatını çok az insan önemsedi. Maalesef 85 yıl sonra Mariátegui, İngilizce konuşan dünyada hâlâ pek bilinmiyor, hatta onun Latin Amerika Marksizminin kurucusu olarak sahip olduğu statü bile ancak bölgede yaşanan politik değişiklikleri anlama noktasında ilgi görebiliyor.

Mariátegui, 14 Haziran 1894’te Peru’nun güneyindeki bir şehir olan Moquegua’da doğdu. Fakir, melez bir kadın olan María Amalia LaChira’nın altıncı çocuğuydu. Mariátegui, zayıf ve hasta bir çocuktu. İlk yıllarından itibaren veremle uğraşmak zorunda kaldı. Sekiz yaşında iken sol bacağını kaybetti. Bu durum, tüm ömrü boyunca kendisini köstekleyen bir sorun oldu. Mali kaynakların yokluğu ve ailesine destek olma gerekliliği yüzünden sekizinci sınıfa kadar okudu. On beş yaşında Mariátegui Peru gazetesi La Prensa’da [“Basın”] çalışmaya başladı. O, hayatı boyunca gazetecilik becerilerini hem geçinmek hem de politik görüşlerini aktarmak için kullandı.

Mariátegui’nin işçilerin ve öğrencilerin devrimci taleplerine dönük çekincesiz desteği Perulu diktatör Augusto B. Leguía ile başını derde soktu. Diktatör, Ekim 1919’da onu Avrupa’ya sürgüne gönderdi. 1919-1923 arası dönemde Mariátegui, Fransa’da ve İtalya’da eğitimini tamamladı. Buralarda birçok Avrupalı sosyalistle ilişkiye geçti. Avrupa’da geçirdiği süre onun fikrinin gelişimini ve olgunlaşmasını büyük ölçüde etkiledi. Bu dönemde sosyalist eğilimi iyiden iyiye netleşti. 1923’te ülkesine döndüğünde Mariátegui, “Marksizme inanan ve kendisini açıktan Marksist olarak beyan eden bir kişi” olduğunu söyledi. Sonrasında kendisiyle ilgili bir değerlendirmede, gençlik yıllarına dönüp baktığında, o dönemde yaptığı gazeteciliğin “kendisinin taş devri” olduğunu, sonraki yazılarında Marksist bir düşünür olarak olgunlaştığını gördüğünü ifade etti.

Mariátegui, Latin Amerika’nın sorunlarını çözümlemek için yeni yöntemler geliştirmek amacıyla, Avrupa düşünce dünyasıyla dinamik bir etkileşim içerisine girdi. Peru’nun özgül tarihsel gerçeğine yöneltilecek yaratıcı bir Marksist analiz geliştirmek için katı, kitabî Marksizm yorumundan kopan yeni bir teorik çerçeve geliştirdi. Sekter olmayan, “açık” bir Marksizmi benimsedi ve Marksist düşüncenin revize edilebilir olduğuna, dogmatik olamayacağına ve yeni durumlara uyarlanabileceğine inandı. Devrimci bir durumu kışkırtmak için nesnel ekonomik etmenlere kaba bir biçimde güvenmek yerine, Mariátegui, aynı zamanda işçi sınıfının politik eğitimi ve örgütlenmesi ihtiyacı gibi kimi öznel unsurları inceledi. O, böylesi bir stratejinin bir toplumu devrimci eyleme götürebileceğine inanıyordu.

Mariátegui, akademik dünyayla kavgalı bir aydındı. Resmî eğitimden yoksun olmasına karşın yaratıcı ve parlak bir zihne sahipti. 1926’da yeni bir Peru’nun yaratılması için gerekli zihinsel ve ruhsal hareketin oluşturulması noktasında gerekli öncü ses olarak düşünülmüş (İnka dilinde Bilge veya Öğretmen anlamında) Amauta isimli gazeteyi çıkarttı. Amauta, sadece Peru’da değil, tüm Latin Amerika’da geniş bir kitleye ulaştı. 1928’de ise Mariátegui, işçi sınıfını bilgilendirmek, eğitmek ve politikleştirmek için iki haftalık Emek isminde bir dergi çıkarttı. Ayrıca Mariátegui, 1925’te La escena contemporánea (“Çağdaş Sahne”), 1928’de de 7 ensayos de interpretación de la realidad peruana (“Peru Gerçekliği Üzerine Yedi Açıklayıcı Makale”) isimli kitaplarını yayınladı. Bunlara Peru’da çıkan muhtelif dergi ve gazetelerde yayınlanan sayısız makale de eklendi.

Mariátegui’nin en çok bilinen eseri, ikinci kitabı Peru Gerçekliği Üzerine Yedi Makale’dir. Kitap, ekonomik gelişme, yerli halklar, toprağın dağıtımı, eğitim sistemi, din ve edebiyat gibi başlıkları içerir. Çalışma, Latin Amerika gerçekliğine dönük özgün ve yaratıcı görüşler sunan, eleştirel düzlemde elde ettiği başarı takdir görmüş bir çalışmadır. Mariátegui, Peru, en geniş manada Latin Amerika konusunda parlak bir analiz sunar ve sorunları Marksist bir bakış açısından ele alır. Kitap Latin Amerika Marksizminin kurucu eseridir ve genelde Latin Amerika’daki gerçekleri anlamak için herkesin okuması gereken bir eser olarak önemli bir kaynakça hâline gelir.

Köylülerin gerici bir sınıf teşkil ettiklerine inanan kitabî Marksistlerin aksine Mariátegui, Latin Amerika genelinde yaygınlaşacak bir toplumsal devrime yol açmak için endüstrideki kentli işçi sınıfına ek olarak kırsaldaki yerli halklara da bakar. Mariátegui, bu konuda yerli halkların sosyalizme kazanıldıkları noktada onların sosyalizme tutkuyla bağlanacaklarını, zira sosyalizmin geleneksel temellere sahip komünal duygulara denk düştüğünü iddia eder. Ona göre, başarılı olmak için modern sosyalizm, “İnka komünizmi”nin mirası ile modern batılı teknolojiyi kaynaştırmalıdır.

Mariátegui’nin devrimci faaliyetleri salt teorik düzeyde kalmaz. O, aynı zamanda Peru genelinde komünist hücreler örgütler ve 1928’de kurulan Peru Sosyalist Partisi (PSP) genel sekreterliğini yapar. 1929’da PSP, Peru Genel İşçi Konfederasyonu’nu kurar. Bu, Marksistlerin yönlendirdikleri bir sendika federasyonudur. Hem PGİK hem de PSP enternasyonalist faaliyetlere aktif biçimde katılır. Bu faaliyetler, Komintern’in desteklediği toplantıları da içermektedir. İlgili dönemde Leguía diktatörlüğü, hiç suç işlememiş olmasına karşın, Mariátegui’yi politik faaliyetlerinden ötürü iki kez gözaltına alıp tutuklar.

Aktif rol oynadığı politik partinin ve işçi konfederasyonunun ciddi bir güç kazandığı dönemde Mariátegui’nin sağlığı kötüleşir. 1924’de sağ bacağını da kaybeder ve kalan ömrü boyunca tekerlekli sandalyeye mahkûm olur. Giderek kötüleşen sağlığına karşın Mariátegui, Peru’da toplumsal bir devrimin örgütlenmesine dönük çabalarını yoğunlaştırır. Mariátegui, düşünsel ve politik katkılarının zirvede olduğu bir dönemde, 16 Nisan 1930’da, doğum gününe iki ay kala, 36 yaşında vefat eder. Maalesef vefatı ardından onun kurduğu hareket, zindeliğini ve devrimci potansiyelini yitirir. 1959’da Küba Devrimi’nin muzaffer olması ile birlikte ortaya çıkan yeni eylemci kuşağı onun düşüncesini yeniden keşfeder. Elli yılı aşkın bir zamandan sonra Latin Amerika Marksizminin kurucusu, yeni politik, ekonomik dışlanma ve toplumsal adaletsizlik sorunları ile yüzleşme yollarını yeniden düşünüp tahayyül etme noktasında bugün hâlâ devrimcilere ilham vermektedir.

Marc Berker

[Marc Berker, Mariátegui and Latin American Marxist Theory (“Mariátegui ve Latin Amerika’nın Marksist Teorisi” -Ohio University, 1993) kitabının yazarı ve José Carlos Mariátegui: An Anthology (“José Carlos Mariátegui: Bir Antoloji” -Monthly Review Press, 2011) isimli kitabın (Harry Vanden ile birlikte) editörlerinden biri ve çevirmenidir.]

Batı'nın İşbirlikçileri

Batı’nın faşist hükümetlere, sağcı ordulara, dinci bağnazlara, feodal ailelere ve iktidar yapılarına doğrudan sunduğu destek, görmek ve anlamak isteyen için, bugün artık aşikâr ve kolayca tespit edilebilen bir gerçek.

Batı, faaliyetlerini gizli yürütüyor, bir yandan da kendisine bağımlı tüm devletlerdeki işbirlikçilerden oluşan muazzam ve karmaşık bir grup (siz buna “ordu” deyin) yaratıp varlığını sürdürmek için çalışıyor, aynı zamanda söz konusu grubu bu ülkelerde istikrarsızlık ve yıkım yönünde kullanıyor.

Bu iş, öncelikle “sanatın ve kültürün desteklenmesi” üzerinden yapılıyor, boş pop kültür pompalayan, biçimi özün üzerine çıkartan, ülkenin toplumsal ve politik sorunlarını ele almayı ve bunları kitlelere taşımayı reddeden sanatçılar besleniyor.

Burada BM ve sayısız uluslararası STK, devreye giriyor. Kenya türünden birçok sadık ve köleleştirilmiş ülkede yereldeki kadrolara maaş bağlanıyor, yardımlar yapılıyor. Bu sayede yeni elitlerin üretilmesine ve yaşatılmasına katkı sunuluyor. Cukkası sağlam, dolayısıyla sadık olmayı bilen bu elitler, kendi halkına hizmet etmek yerine, kendileriyle fakirler, açlıktan ölen kitleler arasındaki derin uçurumun keyfini çıkartıyorlar.

Batı, işlerini Londra, New York, Paris veya Tokyo’ya yozlaşmış gazetecileri masrafları karşılanmış “eğitimler” için göndermek suretiyle yürütüyor.

Bu işler, “batılı demokratik değerler”i kabul etme arzusunda olan ve kendi ülkelerindeki devrimci mücadeleyi tümüyle terk etmek isteyen özel seçilmiş genç gruplarına verilen “eğitimler” ve burslar aracılığıyla ifa ediliyor. Bu insanlar, “yurt”larına döndükten sonra “beşinci kol” faaliyetlerine katılıyorlar. Hükümet görevlerine, akademyaya ve kitle iletişim araçlarına sızıyorlar. Özel veya kamu sektöründe bu gençler, kendi milletleri yerine yabancı efendilerine ve onların ceplerine hizmet ediyorlar.

Batı, işlerini doğrudan rüşvetçilik üzerinden hallediyor, zira John Perkins’in Bir Ekonomi Tetikçisinin İtirafları isimli kitabında tarif ettiği biçimiyle, rüşvet, batı emperyalizminin istifade ettiği temel araçlardan biri. Bir insan ne denli yozlaşıp rüşvetin kölesi hâline gelmişse ve ne kadar çok pohpohlanıyorsa, bir bağımlı ülkede o kadar çok güvenilir hâle geliyor.

Batı sömürgeciliğinin müesses nizamı, Ortadoğu, Afrika, Hindistan ve Güneydoğu Asya’daki seçkinlerin kibrini nasıl okşayacağını, “yereldeki insanlarla nasıl iş tutacağını” çok iyi biliyor. Onların kendilerini nasıl “istisnai”, “aydınlanmış” ve “sofistike” hissettireceğini bildiğinden, bu isimlerin “zorba ve cahil” çoğunluğun tepesine çöreklenmesi için gerekli hamleleri yapabiliyor. Derin yarıklar açılıyor, bu sayede Batı, dış düşmanlara karşı milletlerin birleşmesine mani oluyor.

Seçkinler lattelerini yudumlayarak New York Times’ın en çok satanlar listesine girmiş kitapları okuyorlar. İşret âlemlerinde kafayı çekiyorlar, CNN, BBC veya El-Cezire izliyorlar, bir yandan da batıdan ithal edilmiş ticarî filmlerde gördüklerini taklit edip “normal bir hayat” yaşamak için ellerinden geleni yapıyorlar.

Tuhaf olan, bu işbirlikçi elitlerin, tüm fukara dünya genelinde “topluca üretilmiş”, ümitsiz biçimde silik, aynı seviyede insanlar olmaları. Aynı şeyi düşünüyorlar, muhakemeleri aynı şekilde işliyor ve benzer yollardan boş bir varoluşu tecrübe ediyorlar. Bunun nedeni, yaşadıkları kıtadan bağımsız olarak, imparatorluğun kendilerine aynı öğretileri enjekte etmesi ve onların aynı şeyleri arzular hâle getirmesi. Bu elitlerin düşleri de toplu üretime tabi, öyle ki bunların aşkları, hatta ihanetleri bile aynı kalıptan çıkmış gibi. Onlar, aynı markaları aynı AVM’lerden satın alıyorlar, aynı restoran zincirlerinde yemek yiyorlar, aynı aptal filmleri izliyorlar ve aynı rezil müziği dinliyorlar. Bunlar, aynı sosyal medyayı kullanıyorlar; aynı telefonlara sahip olup, aynı aşırı bireyciliğin kulu kölesi oluyorlar. Çünkü içinde yaşadığımız çağ “ben çağı”, “ben-ben-ben her şeyden önce gelir” çağı, öte yandan milyonlarca yurttaşı sefalet koşullarında yaşıyor ve bu, onların hiç umurunda değil.

İşbirlikçilerin önemli bir bölümü aynı politik fikirleri destekliyor. Neredeyse tamamı sağcı, batı yanlısı ve neoliberal. Neredeyse hepsi milliyetçi, ama onlar için milliyetçilik, batı tarzı politik doğruculuğun öğrettiği biçimiyle, emperyalizmin ve neoliberalizmin korkunç biçimde başarısız bir duruma soktuğu sömürülen ülkelerine dönük kibirli bir hayranlık anlamına geliyor. Onlar için milliyetçilik, kesinlikle, dış güçlerin dayatmalarına karşı kavgayı, gerçek özgürlük ve toplumsal adalet için verilecek kararlı bir mücadeleyi ifade etmiyor!

İmparatorluğun birçok bağımlı devletinde çalışıp yaşadıktan sonra ben, artık şunun net olarak farkına vardım: taşradaki en “eğitimsiz” çiftçi bile bu işbirlikçi kentli “elitler”den daha yaratıcıdır, onlardan daha fazla haysiyete ve dünya konusunda daha derin bir anlayışa sahiptir. Basit insanlarda bireysel kimi görüşler mevcuttur ve bunlar, en azından merhamet ve şefkat gibi temel kimi insanî güdülere sahiptirler.

İmparatorluk, boşluk ve nihilizm üretiyor. Bu, aşırı derece iç karartıcı bir imparatorluk. Ona hizmet edenler ya da daha açık ifadeyle, kendisini ona satanlar, bugün daha kederli, hatta acınılası bireylerdir, bu kişiler, karakterden, dürüstlükten ve farklılıktan mahrumdurlar.

Aynı zamanda bu insanlar, aşırı derece zorba ve bencildirler, onlar, kendi ülkelerini yağmalamakta, kendi halkına zulmetmektedirler. Ama öte yandan, eldeki güç imkânları bile onlara keyif vermemektedir.

Onlar, korku içerisindedirler. Bunun nedenini bilmiyorlar, ama yaptıkları bir şeyin yanlış olduğunu hissediyorlar. Daha çok korktukça daha fazla güce ve servete ihtiyaç duyduklarını düşünüyorlar. Ülkede bir şeyler patlak verirse, “korunmak” için, evlerinin etrafına tel örgüler çekip bekçiler tutuyorlar, nihayetinde de yurtdışındaki malikânelerine ve apartman dairelerine gidip ortadan kaybolmayı planlıyorlar.

* * *

Hindistan’da, Endonezya’da, tüm Afrika’da sömürgeci imparatorluklar, ülkedeki kimi insanları kitleleri kontrol ve terörize etmek için kullana geldi. Bu, daha etkili ve daha pratik bir yol zira. Yereldeki isimler yerel halkı daha iyi tanıyorlar. Aynı dili konuşuyorlar ve “nerenin acıyacağını” daha iyi biliyorlar.

Değişen hiçbir şey yok. İmparatorluk, hâlâ hizmetkârlarına, bağımlı devletlerin içindeki elitlere emirler yağdırıp duruyor. O, ancak ülke içerisindeki kadrolar “güvenilmez” hâle geldiği noktada ve Irak, Libya veya Suriye’de yaşandığı üzere, kendi halkına zulmetme becerisi gösteremediğinde müdahale ediyor.

IMF ve Dünya Bankası gibi örgütler, Hindistan, Afrika ve Güneydoğu Asya’dan çok sayıda elit kesime mensup insanı görevlendiriyor, zira bu görevlendirme, onlar imparatorluk adına her şeyi kendi halkından söküp alma noktasında gereğinden fazla etkili ve zorba olabildikleri için yapılıyor. Bu elitler, söz konusu işleri efendilerini etkilemek ya da basit manada kendi halkının garezinden korktuğundan yapıyorlar.

Bu düzen ebediyete dek sürmeyecek. Güneydoğu Asya’dan Ortadoğu’ya, oradan Afrika’ya uzanan kuşak, tüm dünya genelinde herkesçe kötü anılan bir itibara kavuşuyor. Yürekli olan herkes, onun örnekliğini gönüllü olarak takip etmek istiyor.

Daha iyi bir dünya düzeni için dövüşen çok sayıda ülke var artık. Neredeyse tüm Latin Amerika, Rusya, Çin, Güney Afrika, Eritre ve İran imparatorluğa kul köle olmaya karşı çıkıyor. Bunlara başkaları da katılıyor.

Korku senaryolarının o efendilerinin ne denli parlak isimler olduğunun bir önemi yok, düdüklerini ne kadar iyi öttürdükleri de kıymetsiz, çizmelerini yalayan milyonlarca hizmetkârları varmış, ne gâm! Ama bugün şurası kesin: onların şiddet konusundaki hünerlerinin dünya sahnesine hâkim olmasına artık izin verilmeyecek.

Andre Vltchek
10 Nisan 2015
Kaynak

14 Nisan 2015

,

Tendürek


Gezi’de polisin şiddetine karşı halk, kendi imkânlarıyla belirli bir şiddet geliştirdi. Küfür de bu şiddetin doğal bir bileşeni idi. Sonra LGBT, kadın ve hayvan sevenler geldi, küfrü yasakladılar. Burada küfür, bahaneden ibaretti; “Gezi Ruhu” diye bir ölçü vardı ve her şey o ölçüye uygun olarak düzene sokulmak isteniyordu. Polise edilen küfürlerin yasaklanması, esasında polise yönelik şiddetin kırılması içindi.

Gezi Ruhu’nun yerini, bugün 7 Haziran seçimi almış görünüyor. Bu sefer sözkonusu ölçüye kilitlenmeden kaynaklı kimi tepkilere tanık olunuyor. Ağrı’da ordunun yaptığı saldırı bu bağlamda değerlendiriliyor. Çağlayan saldırısına açıktan küfreden solcular, bu saldırı karşısında belirgin bir şok yaşıyorlar. Allah’tan Demir Küçükaydın var da bu şoktan birileri çıkıyor, dillerinin altında ıslattıkları bakla görünür hâle geliyor.

Küçükaydın, daha önce belirttiğimiz kimi HDP’liler gibi[1], şiddeti tasması tutulması gereken bir köpeğe benzetiyor: “Bu durumu hükümetin bir provokasyon olanağı için kullanacağı apaçıktı. Çünkü siz bir birliğe, git orayı koru, dediğiniz anda, makine harekete geçer, gerisi kendiliğinden olur. Düşünün saldırmaya alışmış bir köpeğiniz var ve tasmasını çıkarıp salıyorsunuz. Gerisinin ne olacağı bellidir” diyor.[2] Gerillanın “devrimci uyanıklık”tan yoksun olduğunu söylüyor. Yazısının sonunda da HDP’nin yüzde onu aşmasının “ikinci Kobanê devrimi” olacağını ve böylelikle PKK’nin “karşı-devrimci” bir pozisyon almış olduğunu iddia ediyor.

Buna karşılık HPG’nin saldırıyla ilgili açıklaması Küçükaydın’ı boşa düşürüyor. HPG, gerillanın şenliklere katılmadığını, askerin daha önceden operasyon düzenlediğini söylüyor. Küçükaydın’ın da içinde olduğu solcular, Çağlayan eylemi bağlamında nasıl bir tepki veriyorlarsa, Ağrı konusunda da benzer bir refleks geliştiriyorlar. Derhal silâhlı güçleri hedef tahtasına oturtuyorlar. Bu refleksin devletin PKK’yi zorla silâhlandırma girişimine ortak olduğunu, başta belirtilen Gezi ve küfür bahsine atıfla, görmek gerekiyor.

HPG’nin açıklaması, esasen birçok HDP ve DBP yetkilisini de boşa düşürür nitelikte. Çünkü HPG, ordunun saldırısında yaşanan çatışmada “5 askerin öldürüldüğünü” söylüyor. Oysa HDP ve DBP’liler, AKP’nin asker cenazeleri ile oy devşirmek istediğini iddia ediyorlar. Eğer HPG’nin sözü doğru ise ve bu 5 askerin cenazesi gündeme gelmiyorsa, burada bir tuhaflık var. Bu açıklama, gerillanın askerleri öldürmemeye çalıştığını, köylülere yardım ettiğini iddia eden Küçükaydın’ı da sorunlu bir yere itiyor.

* * *

Jeopolitik açıdan Kürd hareketi, genel manada Botan’a sıkıştırılmak ve buradan da Barzani’ye itilmek isteniyor. Daha önce Lice ve Cizre’de yaşanan çatışmaların bu bağlamda bir sınır mücadelesi olarak anlaşılması mümkün. Mevcut “barış” süreci dâhilinde gerilla geçişlerine izin verildiği iki yıllık süreçte hiçbir çatışmanın yaşanmamasının, ama bugün böylesi bir çatışmanın gündeme gelmesinin, muhtemelen seçimle dolaylı bir ilişkisi var.

1930 Ağrı isyanı sonrası gazetelerin attığı “muhayyel Kürdistan burada gömülüdür” manşetine karşılık, gerillanın gene Ağrı’da “sömürgecilik burada gömülüdür” eylemi yapması, bu konuda belirgin bir gerilimin olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla bir provokasyonun da Dersim’de yaşanması muhtemel.

Bakur filmi ve Tendürek, devletin bir tür had bildirme girişimi. Burada sorun, seçim gündemi üzerinden, kimi solcuların sözkonusu had bildirme girişimine ortak olma konusunda bu denli tez canlı olmaları.

İstanbul Film Festivali’ndeki saldırı da Ağrı ile belirli bir koordinasyona sahip. Kürd hareketine örtük olarak, “Botan’dan çıkma, HDP’yi kullanıp başını çıkartma” talimatı veriliyor. Maliyeti yüksek belgeleri almadığı için filmin festivalde gösterimi yasaklanıyor. Gene liberaller devreye girip meseleyi soyut bir “sansür” vak’asına indirgiyorlar. Film festivali yöneticisi, Tayyip Erdoğan ağzından sık sık duyduğumuz gömlek metaforuna sarılıyor ve büyüyen Türk sinemasının ve festivallerin bu gömleğe sığmadığından, Bakur filmine yönelik saldırının fırsata çevrilmesinden, kendi piyasasını rahatlatacak bir yasanın acilen çıkartılmasından söz ediyor. Muhtemelen Küçükaydın da bu konudaki engin görüşlerini kaleme döküp, “kardeşim, bu filmi niye çekiyorsunuz, hadi çektiğiniz, böylesi koşullarda niye festivale gönderiyorsunuz, hadi gönderdiniz, niye o belgeleri almıyorsunuz, provokasyona çanak tutuyorsunuz, kim tutacak bunların tasmasını?” diyerek bu piyasa akıncılarına ortak olacaktır.

* * *

Seçime kilitlenenler, kilitlenmeyenleri derhal düşman tarafa atıyorlar. Düşmanı da kendileri gibi bildikleri için, her şeyin seçimle ilgisi olduğunu düşünüyorlar. Bu ülkede egemen güçlerin ezel-ebed belirli planları, hesapları olduğunu görmememizi istiyorlar.

24 Nisan’a doğru, bu hesapları değerlendirirken, Ermenileri anımsamak şart. Devlet aklının yıllardır Kürd’e “Ermeni dölü” demesini anlamak gerekiyor. Mecazî olarak devlet, Türk ve Müslüman olmayışını gizlemek için, bu türden ideolojik silâhlara sarılıyor. Ama öte yandan, zulmün temelini de Ermenilere yönelik katliam üzerine kuruyor.

Bu aşamada, Tendürek vesilesiyle, Tondraklıları ya da Tendüreklileri de anmak gerekiyor. Dokuzuncu yüzyılda ilgili bölgede neşet eden bu halk hareketinin dinî yönü ikincil bir öneme sahip ve mücadelenin doğasına ait basit bir dışavurum. Tendürek Dağları’na yaslanan bu hareket, kilise hiyerarşisini reddediyor.

Sımbat Zarehavantsi ismindeki liderleri, hareketi eşitlikçi temelde inşa ediyor. Kadın-erkek eşitliğine inanıyorlar. Feodalizmin sıkılaştığı momentte yoksul Ermeni köylülerinin bir isyanı olarak vücut buluyor. Dokuzuncu yüzyılın başında doğan hareket, Bizans’ın, seküler Ermeni ağaların ve Müslüman emirlerin ortak saldırıları ile yeniliyor. İşte bugün tüm yaşananları basit seçim gerilimleri değil, bu eşitlikçi derdin ve öfkenin toprağı çatlatması olarak görmek gerekiyor. Dolayısıyla liberalizmin bu sürece sokulmuş hançer olduğu bilinmeli. Zira o, bağrında feodal çağa dönük sinik bir özlem saklıyor.

Eren Balkır
14 Nisan 2015

Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Eşme”, 22 Mart 2015, İştirakî.

[2] Demir Küçükaydın, “Başka Bir Açıdan Diyadin Provokasyonu”, 14 Nisan 2015, DK.

13 Nisan 2015

,

Eduardo Galeano Söyleşisi


Jonah Raskin

1 Ekim 2009

 

Uruguaylı yazar Eduardo Galeano, 13 Nisan 2015 günü Montevideo’da vefat etti. Geçen Cuma akciğer kanseri olması sebebiyle hastaneye kaldırılmıştı. 1971’de yayınlanması ile Latin Amerika politik edebiyatının klasik eseri hâline gelen Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nın yazarı olan Galeano’nun eserleri yirmi dile çevrildi. Galeano, Latin Amerika solunun önde gelen aydınlarından biri olmazdan evvel, fabrika işçiliği, teknik ressamlık, boyacılık, arzuhalcilik gibi işlerle uğraştı.

Latin Amerika’nın Kesik Damarları isimli çalışmayı Galeano 31 yaşında kaleme aldı. Galeano, kitabın politik ekonomiyle ilgili olduğunu, ama kitabı bu konuda gerekli eğitime sahip olmadan yazdığını söylüyordu: “Gene de yazdığım için pişman değilim, kitap benim nezdimde atılması gereken bir adımdı, ben de bu adımı attım.” [El Pais]

* * *

Siz, Latin Amerika’yı gelip sizin kulağınıza fısıldayan bir kadın olarak tarif ediyorsunuz. Bu kadın sizin anneniz olabilir mi?

Hayır, duyduğum ses annemin sesi değil, daha çok bir sevgilinin gelip bana fısıldadığı sırlar bunlar.

Hayatınız boyunca neyi kaybettiniz?

Kendimin yaptığım hataların bir toplamı olduğumu ifade etmem gerek. Gençken futbol yıldızı olmak istiyordum ama bacaklarım tahtadandı. Sonra bir aziz olmak istedim ama günaha meyyal bir yanım vardı, olamadım. Sonra ressam olmayı denedim. Şimdi ise kelimelerle çiziyorum resimlerimi.

Romancı Sandra Cisneros’un sizin bir kadın gibi yazdığınızı söylediği mülâkatını okuduğunuzda ilk tepkiniz ne oldu?

Bu söze ne güldüm ne de sızlandım. Aksine, bir methiye olarak aldım onu.

Bir erkek ya da bir Latin Amerikalı gibi yazmak diye bir şey var mıdır?

Asıl önemli olan, dürüstçe yazmaktır. Biz, birbirimizi kullandığımız kelimelerle tanırız. Ben dile döktüğüm kelimelerim. Size kelimelerimi sunmuşsam, bilin ki size kendimi vermişimdir.

İçinde yaşadığımız bir zamanın ruhu mevcut mu?

Bugünkü dünya iki ateş arasında kalmış kör bir insan gibi.

Bence tarih, imparatorlukların doğuşu ve çöküşüne ait bir hikâye. Sizin önerebileceğiniz başka bir bakış açısı var mı?

Aynen böyle oluyor, tarihe ait kimi hikâyelerse hiç de mutlu sonla bitmiyorlar. Elbette tarihin kendisi asla bitmez. Her gün yeniden başlıyor ve ne vakit bize elveda dediğini zannetsek, o aslında sadece “sonra görüşürüz” diyordur.

1968 yılı, benim neslim için öncü bir nitelik arz ediyor. Sizin için de böylesi öncü nitelikte bir yıl var mı ya da birbirimize anlatacağımız güzel bir kurguya sahip yıllardan söz etmek mümkün mü?

Zaman, onu kendisine uydurmaya çalışanlarla dalga geçiyor. Ama aynı zamanda bana kalırsa, zaman, bizim anılarımızı sabitleme ihtiyacımızı anlıyor. Biz, böylesi bir sabitlemeyle o anıların rüzgârda kaybolan kum tepeleri gibi gözden yitip gitmemesini sağlıyoruz.

Ressamlar ve yazarlar bana “büyülü gerçekçiliğin” bir edebiyat okulu ya da tarzı olmadığını, onun dünyada tüm bir varoluş tarzı olduğunu söylüyorlar. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Güney’de, Kuzey’de, Doğu’da, Batı’da, gezegenin her yerinde tüm gerçeklik büyülüdür. Biz, ona karşı kör ve sağır olsak da, gerçeklik her daim sürprizler ve gizemler barındırır içinde. Belki de yazmak, gerçekliği kendi bütünlüğü içerisinde kavrama konusunda az da olsa katkı sunan bir eylemdir.

Edebiyat eleştirmeni ve Şarkiyatçılık ile Kültür ve Emperyalizm isimli çalışmaların yazarı Edward Said, bizim çağımızın tarihteki diğer çağlardan farklı olduğunu, bu çağın sürgünler, mülteciler ve yerinden-yurdundan edilmiş insanlarla tanımlandığını söylüyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Dünyadaki hâkim kültür, bize Öteki’nin bir tehdit olduğunu, diğer dost insanların tehlike arz ettiğini öğretiyor. Hepimiz dünyanın bir yarış parkuru ya da savaş alanı olduğunu söyleyen paradigmayı benimsediğimiz sürece, şu veya bu biçimiyle birer sürgün olarak yaşamaya devam edeceğimiz. Kanaatime göre bizim topraklarımızdan uzakta, başka yerlerde ve başka zamanlarda doğmuş olsalar bile, birçok farklı türde insanın hemşerisi olabilmeliyiz.

Dünyanın bir merkezi var mı? Dünyanın bir çevresinden söz edilebilir mi?

Birçok kitap yazdım. Bilhassa son kitabım Aynalar’ı hiçbir yerin başka bir yerden, hiç kimsenin başka bir insandan daha önemli olmadığını göstermek için yazdım. Kolektif hafızamız, dünyayı kontrolünde tutanlarca tahrip edildi. Bu insanlar aynı zamanda günbegün mevcut gerçekliğimizi de tahrip ediyorlar. Hâkim ülkeler “liderlik” kelimesinin yerine “dostluk” kelimesini nasıl koyacaklarını öğrenmek zorundalar.

Zamanın bu noktasından, onca Che tişörtü, filmi, devasa biyografiler ve aynı zamanda Latin Amerika’da insanların ona karşı saygısı ve korkusu üzerinden dönüp Che’ye baktığınızda bugün onu nasıl görüyorsunuz?

Che, Che olmaya devam ediyor. O, bizim inatçı bir dostumuz, yeniden doğmaya ve yaşamaya devam ediyor, ölmeyi kesinlikle reddediyor. Bunun nedeni, Che’nin istisnaî bir insan olması. O, “yapacağım” dediği her şeyi yaptı ve ağzından da sadece düşündükleri çıktı, alışılmadık bir şeydi bu. Bizim dünyamızda kelimeler ve eylemler nadiren yan yana gelirler; yan yana geldiklerinde ise birbirlerine nadiren selam verirler veya birbirlerini tanırlar.

Bir roman yazarı olarak Marksizm hangi yönlerden size katkı sundu ya da sizi köstekledi?

Çocukken Katolik’tim, gençken Marksist. Kapital ile İncil’i harmanlamayı bilen nadir birkaç insandan biriydim. Bu ikisi de beni bir antropoloji müzesinde sergilenecek bir şey olmaya zorladı. Elbette ikisinin bendeki etkisi hâlâ canlı, ama kesinlikle bana sahip değiller.

Birçok günümüz yazarı romanda kurgusal olmayan düzyazıya nazaran hakikati anlatmanın daha kolay olduğunu söylüyor. Siz buna katılır mısınız?

Ben pek emin değilim. Sadece şunu söyleyebilirim: bence gerçeklik tüm şairlerde baskın ve onları korku, güzellik ve delilikle yan yana getiriyor.

Hiç “burası epey gelişmiş bir kültür” dediğiniz bir yerde bulundunuz mu? Çok gelişmiş ya da az gelişmiş kültürler diye bir şey var mı?

Tüm kültürler bilinmeyi hak ederler. İşitilmek, bütün seslerin hakkıdır. Kurtuluş Teolojisi içerisindeki sevgili dostlarımın ünlü “Biz, sesi olmayanların sesi olmak istiyoruz” deyişini ben pek paylaşmıyorum. Bu söze “hayır, hayır ille de hayır” diyorum. Övülmeyi ya da en azından özrü hak eden başkalarına söyleyecek bir şeylerimiz var bizim. İnsanlığın büyük çoğunluğu susturulmuş, konuşması yasaklanmış.

Son teknoloji hakkında ne demek istersiniz?

Makinelerin suçu yok. Ürettiğimiz makinelerin kölesi olan biziz. Yeni iletişim araçları bizim hizmetimizde olursa, tersten biz, onun hizmetkârı olmazsak, şüphesiz epey faydalı olabilir. Bugün otomobiller kullanıyor bizi. Bizi programlayan, bilgisayarlar. Bizi satın alanlar, süpermarketler.

Ömrünüzün önemli bir kısmında gazetecilik yaptınız. Bir kurum olarak gazeteciliğin, bugün ifade edildiği biçimiyle, yaşadığı çöküşü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gazeteciliğin benim üzerimdeki izi epey derindir. Ben, gazeteciliğin yetiştirdiği bir insanım. Ama bugün vaktimi makaleden çok kitap yazmaya ayırıyorum. Şunu da itiraf etmem lazım: ben ta Gutenberg çağına mensup bir kişiyim. Bugün bir kitabı ya da makaleyi ekrandan okumak benim için neredeyse imkânsız. Dokunduğum, bana dokunan bir kâğıdın üzerindekileri okumayı tercih ediyorum.

Yaş aldıkça, genç bir insana göre biyolojinin insan hayatında daha fazla role sahip olduğunu düşünüyor musunuz?

Einstein bir seferinde şunu söylemişti: “Nasıl genç olunacağını öğrenmek yıllarımı aldı.” Benim de bugün yaptığım bu.

Kaynak

11 Nisan 2015

, ,

Komünist Doktor Yakup Ziyaüddin


5 Nisan Pazar günü, ömrü boyunca komünist faaliyet içerisinde olmuş, lider bir isim olan Yakup Ziyaüddin, Ürdün’ün başkenti Amman’da vefat etti. Ziyaüddin vefat ettiğinde 95 yaşında idi.

Yakup Ziyaüddin, 1920 yılında Ürdün’ün güney kenti Karak’taki Samekiyye Köyü’nde dünyaya geldi.

Kendisi önde gelen Arap Marksist liderler ve düşünürlerden biri idi. 1943’te Komünist Parti’ye katıldı ve çeşitli kademelerde görev aldıktan sonra genel sekreter oldu. Ziyaüddin, Ürdün Komünist Partisi’nin en uzun süreli genel sekreterlik görevini yapan ismi idi.

Sosyal mahfillerde utangaç ve sessiz ama aynı zamanda sert ve kararlı biri olarak bilinen Yakup Ziyaüddin, Şam Üniversitesi’nde tıp eğitimi aldı. 1940’larda bu okuldan mezun oldu. Ürdün’ün ilk doktoruydu, bu özelliği ona halkın “komünist doktor” lakabını takmasına yol açtı.

Tıp fakültesini bitirdikten sonra Doğu Kudüs’te özel bir klinik açtı. O dönemde kent 1950 tarihli Birlik Anlaşması uyarınca Ürdün’ün egemenliği altında idi. Kentteki doktorluk faaliyetine ek olarak, “komünist doktor” eylemci bir kişilik edindi ve örgütlü faaliyete birçok insanın kazanılmasını sağladı.

Ziyaüddin’in ismi ne vakit Ürdün-Filistin ilişkisi söz konusu olsa atıfta bulunulan bir isimdir. 1956’da komünist siyasetçi, Kudüs’teki Hıristiyanların adayı olarak Ürdün parlamentosuna girdi. Irkçıların ve mezhepçi isimlerin saldırılarına uğradı. 1989’da tekrar Hıristiyanların adayı olduğu vakit bu sefer kazanamadı.

Kendisini davaya adamış bir kişi olan Yakup Ziyaüddin, ellilerin başında Ürdün’de yürürlüğe konulan Antikomünist Kanun’a karşı çıktı. Bu kanun, 1989’da demokratik mekanizmaların restore edilmesine dek yürürlükte kaldı.

Ziyaüddin, inançlarının bedelini ünlü Cafr çöl hapishanesinde sekiz yıl kalarak ödedi. 1957-1965 yılları arasında bu hapishanede kalan Ziyaüddin, söz konusu dönemde türlü işkencelere maruz kaldı. Genel af sonucu serbest bırakıldı, gardiyanların baskılarına rağmen komünist ilkeleri terk etmeyi bir an olsun düşünmedi.

Şeklen de olsa demokratik bir hayatın Ürdün’de hüküm sürmesi üzerine Ziyaüddin 1993’te Ürdün İçişleri Bakanlığı’ndan aldığı resmî izin ile Komünist Parti’yi yeniden kurdu. Kendisi doksanların sonuna kadar bu partinin genel sekreterliğini yaptı.

Ziyaüddin, eski yoldaşlarından ayrı düşünce, bu görevden ayrıldı. Artık eski yoldaşları kendisini komünizm ilkelerinden sapmakla suçluyorlardı. Eski yoldaşları ile bağını kopartan Ziyaüddin, elli yıldan fazla bir süredir hizmet ettiği partisinden ayrıldı.

Ziyaüddin, 2001’de son politik hamlesini yaptı. Partiden ayrılmış bir grupla birlikte Ürdün Komünist İşçi Partisi’ni kurdu. Yeni partinin lider kadrosu içerisinde herhangi bir konum talep etmedi ve partinin manevi akıl hocası olarak görüldü.

Ancak Ziyaüddin, kısa bir süre sonra bu yeni partiyle de yollarını ayırdı. Bu parti sonrasında 2008’de eski komünist parti ile yeniden birleşti. Bunun nedeni, yeni çıkan bir kanundu. Bu kanuna göre, bir politik partinin kurucu üyelerinin sayısı 500’ün üzerinde olmalıydı. Hiçbir parti bu rakamı aşamadığından, birleşme kaçınılmaz olarak gerçekleşti.

Bir süre sonra Ziyaüddin, sol partili siyaseti bıraktı ama siyasete asla sırtını dönmedi. Ölene dek siyasetle uğraşan Ziyaüddin’in evi siyasetle uğraşanların ve ünlü simaların toplaştığı bir tür Kâbe gibiydi.

Sağlam bir kişilik olması hasebiyle uzun süre Ürdün’ün “Meşe Ağacı” olarak nitelenen “komünist doktor”, geride çok sayıda kitap bıraktı. Bidayet [“Başlangıçlar”], Leysatü’n-Nihayet [“Bunlar Son Değil”] ve Lewâdat Biyatü’l-Ayem [“Eğer Günler Beni Zamanda Geriye Götürseydi”] bunlardan birkaçı.

Muhammed Fadilat
6 Nisan 2015
Kaynak

,

Emiliano Zapata


10 Nisan 1919’da Meksikalı devrimci lider Emiliano Zapata Meksikalı bir albay tarafından pusuya düşürülüp katledildi. Albay, Zapata’yı kendisiyle bir toplantı yapma önerisiyle tuzağa düşürdü. Muhtemelen Zapata albayın kendi saflarına katılacağına inanarak bu toplantı için yola çıktı.
Emiliano Zapata, 1910’da patlak veren Meksika Devrimi’nin önde gelen ismidir. O, Güney Kurtuluş Ordusu’nu kurup bu orduyu komuta etmiştir. Ayala Planı, onun kaleminin ürünüdür. Planın ana şiarı, “Tierra y Libertad!”dır (Toprak ve Özgürlük!). Zapata bugün hâlâ hürmet gören bir kişidir. Bugün Meksika’da yapılan yürüyüşlerde atılan sloganlarda onun ismi duyulmaktadır: “Zapata vive - la lucha sigue!” (Zapata yaşıyor – mücadele sürüyor!)
Özgürlük Yolu Sosyalist Örgütü


,

Sıra Dışı

Marx ve Engels, Alman İdeolojisi öncesi, ütopik sosyalistler ile ilgili ansiklopedik bir çalışma içerisine girer. Bu çalışma yayımlanma imkânı bulamaz ve sonraki teorik faaliyetin içerisine yedirilir. Kimi zaman güncel politik düzlemde çeşitli vesilelerle kullanılır. Örneğin Engels, Fransızlara yazdığı bir mektupta, Saint-Simon ve Fourier gibi isimleri “ecdad” olarak kabul edip yere göğe sığdıramazken, İngilizlere yazdığı mektupta ise bu isimleri yerden yere vurur. Bu yaklaşım farklılığı, bir yönüyle Fransa-İngiltere arasındaki tarihî rekabetle alakalıdır.

Sonrasında ütopik olanın karşısına bilimsel olanın çıkartılması meselesi, bu politik bağlamdan arındırılır ve akademinin kaymağını yiyenlerce farklı bir zemine kavuşturulur. Esasında ütopik olana dönük eleştiri, mevcut gerçekliği, o gerçekliğin toplumsal-tarihsel niteliğini görmemekle ilgilidir.

* * *

O ütopya, yani yok-yer, belirli dinî cemaatler formunda, zihinlerde inşa ediliyor ise bugün birey üzerinden kurulmaktadır. Bu ütopyaların bedene veya ruha öncelik tanıması arasında bir fark yoktur. Beden-ruh ayrımına kılıç salladı diye Spinoza’dan medet umanlarınsa, farklı bir ütopik zemin tesis ettikleri açıktır.

Birey, sözkonusu ütopya kurgusu üzerinden, sınırsızlık ve sınıfsızlık edebiyatına ait bir imge olarak iş görmektedir. Bu bireyin itirazı da aynı edebiyat dolayımıyla rafları doldurmaktadır. Ölçü, bireyin mevcudiyeti ve zihinsel kurgusu olunca, mevcut gerçeklik çerçöp gibi görülmektedir.

Ölçü bireyden çekildiği noktada, zulüm âna; sömürü sürece tahvil edilmektedir. Kapitalizm şartlarında kendi bireysel varlığının kıymetlendiği yerlere koşanlar, geçmişi silmektedirler. Geçmiş, bugünün kıymetlenmesi için silinmektedir. Bu da bireyin mevcut bugündeki değerini düşüren her şeyi zulüm olarak kodlamasını beraberinde getirmektedir. Bu itiraz ve kavgada sömürüyle mücadeleye asla yer yoktur. Birey, kendisini kıymetlendiren piyasayı dinamitlemeyi kesinlikle istemez. Mazlum edebiyatı buradan vücut bulur. Kimlik siyaseti burada temellendirilir. Liberal birey, kendi özel ütopyası dâhilinde, sınırlandırıcı ve sınıflandırıcı her şeyi “devlet” olarak kodlamak zorundadır.

* * *

HDP’nin seçim için gösterdiği adaylarla ilgili tartışmalar da birey ölçüsünde ilerleyen söz konusu ütopik siyasetin ürünüdür. Olumlu ya da olumsuz manada yapılan tüm değerlendirmeler, bu bireyi ve onun ütopik siyasetini rahatlatmak, etkilemek için yapılmaktadır. “Artı bir oy” kampanyası ve Demirtaş’ın Devlet Bahçeli aritmetiğine başvurup “herkes bir kişiyi ikna etsin” demesi, aslolarak bu bireye seslenileceğini gösterir. Oysa mesele aritmetikse, seçime genel katılım oranı düşünüldüğünde, herkesin bir değil iki ya da daha fazla insanı ikna etmesi gerekir. Çünkü katılım oranı arttıkça, HDP’nin oy oranı da düşecektir.

Öte yandan seçimler komünistler için esas olarak propaganda amaçlı birer araçtır. Bireyin iknası ile ilgili bu yönelim, demek ki, aslında HDP içerisindeki örgütlere, örgütlü, kolektif propaganda faaliyetini yasaklamak amaçlıdır. HDP’nin bireyi aşan yerlere değmesini istemeyenler bellidir.

Hüda Kaya’nın merkezde durduğu tartışma ve kopan vaveyla da buradadır. İkna ve halkla ilişkiler konusunda uzman kadrolar, derhal onun biyografisini kaleme almış, kimi sol çevreler, arşivden onun yazılarını ve görüntülü beyanlarını sosyal âlemde paylaşmışlardır. Kendisini “Ötekiler”in postası ilân eden çevre bile Hüda Kaya’yı “sıra dışı” bir isim olarak lanse etmektedir. Tabii bu ifadeyi kullananlara, Can Yücel’in “kartpostal” lafına verdiği cevabı hatırlatmak da mümkündür!

* * *

Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler’i nasıl ki bir halkın mücadelesini aşırılık, doğallık dışı, sapma ve çılgınlık olarak nitelendiriyorsa, kimi laik, liberal HDP’liler de Hüda Kaya’yı “sıra dışı aday” olarak takdim etmektedirler. Buradaki garipliğe itiraz edilmelidir. Zira ona “sıra dışı” diyenler, Kaya’nın birkaç yıldır partinin çeşitli kurullarında çalıştığı gerçeğini örtbas etmek istemektedirler ve onu rastgele atılmış, seçime özel imal edilmiş, bir tür olta gibi sunmaktadırlar.

Ayrıca Hüda Kaya “sıra dışı” ya da marjinal değil, Müslüman Anadolu kadınının mücadele mevzii olarak örgütlenmiş ismidir. Anlaşılan, HDP’yi “kadın devrimi partisi” olarak lanse edenler, Hüda Kaya’yı örtüsü yüzünden kadın olarak da görmemektedirler.

Geçerken belirtmekte fayda var: Şu Çılgın Türkler, ordunun ısmarladığı bir çalışma olarak, onun AKP ile anlaştığı momentin bir ürünüdür.

* * *

Bireyselleştirme ve talileştirme girişimi, “HDP 68 hareketinin vücut bulmuş hâlidir” türünden tespitlerde kendisine gerekli yolu bulmaktadır. “Yaşlı siyasetinden sıkıldık” diyen İstanbullu genç aday, öte yandan “68 hareketini bugüne taşımak”tan bahsetmektedir. Genç ve kadın vitrini ile yol alınacağı düşünülmektedir. Bu vitrin, “Dev-Genç lideri Bülent Uluer”in ancak “Çerkes” adayı olarak listeye girmesine izin vermektedir.

Anlaşılıyor ki HDP, CHP tabanını mutlak olarak teşkil ettiği düşünülen Alevîlere değil, AKP tabanına dümen kırmıştır. HDP’liler ise Hüda Kaya’yı makul ölçülere çekmek için gayret etmektedirler. Ancak bu gayret dâhilinde Hüda Kaya, kendileri gibi bir birey olmaya kapatılmakta, onun tarihsel-toplumsal ilişkileri ve bağları bir bir kesilmektedir. Dolayısıyla o, AKP tabanının hiç yüz vermeyeceği bir kıvama getirilmektedir.

HDP’nin aday listesinin aslolarak CHP’nin önseçim sonuçları tarafından tayin edildiği bellidir. Tabandaki sol-Alevî kabarışla CHP, HDP’yi başka bir arayışa itmiştir. Bu noktada “siz niye önseçim yapmadınız?” sorusuna HDP’lilerin “biz bir-iki yıllık partiyiz” demesi, kendi tarihini inkâr anlamı taşımaktadır. Öte yandan “madem Gezi Ruhu sizde, neden önseçimi park forumları bağlamında halkla birlikte yapmadınız?” sorusu boşlukta durmaktadır.

* * *

Bireyin ütopik siyaseti, gayet nazlı ve kaprisli bir dil ve üslup kullanmaktadır. Sanki kendisini ikna etmesi, onun sırtını okşaması gerekliymiş gibi, muhataplarından taltif ve teveccüh ummaktadır. Hüda Kaya’yı kendisine yapılmış bir saygısızlık olarak görmede politik bir yan söz konusu değildir.

Aynı durum Diyarbekir eski müftüsü Nimetullah Erdoğmuş için de geçerlidir. “İnsanın maddi yönü ‘AKP’ der fakat manevi yönü ‘HDP’[…]” diyen Erdoğmuş, Kürdistan gerçekliğinde, oradaki toplumsal-tarihsel birikimin mevcut zemininde anlamlı bir adaydır. Ama birey siyasetinin onu da “bana yakışmıyor” diye karşılaması kaçınılmazdır. Çünkü o da manevî yönü asla önemsememektedir.

Tersten, bu isimlerin gömlek gibi yakıştırılmaya çalışılması da anlamsızdır. İlgili kişilerin politik bağlamı, bireye doğru parçalandığı takdirde, kitlede belirli bir karşılık bulması pek mümkün değildir.

Dünya siyaseti Hillary Clinton, Merkel, İmelda Marcos, Tansu Çiller gibi kadınlar görmüşken ve kadının kasap vitrinine asılı et misali pazarlanması hiçbir sonuç üretmemişken, adayların kaçta kaçının kadın olduğu ile övünmek de çıkışsızdır. Ütopik siyaset, kadını da kendisine benzetmek, onu tüm bağlarından kopartmak zorundadır. Dolayısıyla o kadın adayların toplumda belirli bir karşılığının olması isteniyorsa, liberal bir kadıncılığın yeri yurdu olmasa gerektir.

* * *

Her seçimde olduğu gibi bu seçimde de anket firmalarına fazla kulak kabartılmaktadır. Bu firmaların manipülasyon için devreye sokulduğu görülmelidir. Anketler aracılığıyla CHP’liler HDP’ye, “gidin AKP’den oy alın”, AKP de “gidin CHP’den alın” demektedir. HDP ise CHP tabanından alacağını almıştır ve bu ivmeyi Haziran’a kadar koruması mümkündür; biraz da CHP zorlamasıyla HDP anlamlı bir hamle yapmış ve AKP tabanına yönelmiştir. Ama burada HDP tepesindeki özgür bireyler, herkesin sandığa gene özgür bireyler olarak gittiği yanılsamasından da kurtulmalıdırlar.

Kendi arkadaşı aday adayı olduğu vakit “en radikal öneriyi sunana oy vereceğim” diyen bir “kültür adamı”, arkadaşı son sırada aday gösterilip bir kapitalist aday birinci sıraya konulunca, “Türkiye'de siyasi partilerin kapitalist sistemi değiştirme gücü yok. Devrim falan yapamazlar. Yüksekten atmayınız, mütevazı olunuz” deyivermektedir.

Bireyi aşan ne varsa düşman kesilenlerin politik gelişmelere küsmesi, kızması anlamsızdır, zira politika zaten bireyi aşanla alakalıdır. Dolayısıyla Twitter ve Facebook dışında kazanılacak bir dünya vardır.

HDP’nin aşırı kimlikçi siyasetini “bakın, kimlikler arasındaki gerilimler bende yok oluyor” diye lanse etmesi, ancak küçük burjuva bireyin huzur beklentisine seslenir. Erimek istemeyenin “faşist” olarak takdim edileceği bu momentin HDP’ye bir hayrı olmayacaktır.

Bu erime siyasetini genel manada Müslümanlara önermek mümkün değildir. Jiyana nû, dinsiz, dilsiz, kimliksiz, sınıfsız, sınırsız, ne idüğü belirsiz bir birey kültüne göre inşa edilemez. Ama Jiyancılar, Avrupa’daki Müslümanlara asimile olmayı önermekte, genel olarak İslam’ın Yahudileşerek liberalleşmesini, Hıristiyanlaşarak reformistleşmesini talep etmektedirler. El-Ezher’in liberal şeyhi[1] gibi bir tür teslimiyeti ve asimilasyonu önerenlerin kurmak istedikleri yaşam, batılı kapitalistlerin, finansçıların ve tekellerin yaşamıdır.

* * *

HDP’nin “Kürt hareketinin batıdaki liberalizmi ilhak etmesi” olduğunu söyleyen ve Kürd’e “o liberalizmi sana yedirmeyiz” diyen bir grup iç HDP’li de benzer bir asimilasyon siyaseti ile bugünlerde “Marksizm, Laiklik ve Din” başlıklı sempozyum düzenlemektedir. Başlıkta “din” olmasına rağmen tek bir dindarın çağrılmadığı bu sempozyumda amaç, “bugüne dek İslamcılara sıcak gelecek laflar ettik, aslında niyetimiz orayı bozmaktı” diyerek, batıcı sol liberallerin huzurunda nedamet getirmektir. “Laiklik bir ilke değildir” denmesinin sebebi de solcuları ilkelere düşman, postmodern bir zihniyete ikna etmek istenmesidir.

AKP döneminin sol açısından bir hayrı da sol içerisinde Arapça bilen, Suudi Arabistan gibi ülkelerdeki yayınları birinci elden okuyup takip eden kadro sayısının artmasıdır. İran’da muhtemelen mezhepçi reflekslerle yapılmış bir haberin izi sürüldüğünde, bilumum İslam düşmanı Siyonist ve Hıristiyan internet sitesinde şu kadını yeme fetvasının konuşulduğu görülmektedir. Bir İsrail sitesi, büyük olasılıkla Suriye’de bir kişiyi parçalayıp öldürmüş güruhun resmini haber yaparak, bu olayın Ramallah’ta gerçekleştiğini söylemekte, yaşananı “İslamî kanibalizm” diye duyurmaktadır. Oysa haberde geçen müftünün resmî sitesinde “kadının eti yenebilir” diye bir fetvaya rastlanmamaktadır. Twitter ve Facebook’tan başka bir dünyası kalmayanların kendilerini tatmin etmek için bu habere sarılmalarındaki gerekçe sorgulanmalıdır.

Laiklik ve ateizm, mazlumun, fukaranın sorumluluğundan kurtulmak isteyen para babası Vatikan rahiplerinin işidir. Şu Çılgın Türkler, vatanın, mazlum halkın yükünden, sorumluluğundan kurtulmak isteyen para babası, güvenlik müdürü, özel hava yolları pilotu bilumum askerin işidir. Hüda Kaya gibi isimleri “sıra dışı” diye nitelemek de mazlum, fukara Müslüman Anadolu halkının çilesini, sorumluluğunu görmeyenlerin, yüklenmek istemeyenlerin sızlanmasıdır.

Eren Balkır
11 Nisan 2015

Dipnot:
[1] Joseph Massad, “Arap Liberallerin Yıkıcı Mirası”, 30 Mart 2015, İştirakî. “El-Ezher Üniversitesi’nin liberal şeyhi ve bu merkezî Müslüman kurumun baş âlimi, Fransa’daki Müslüman kadınların Fransız kanunlarına riayet etmelerini istedi ve örtünmemeleri gerektiğini söyledi.”

,

Komünizme Yasak: Ukrayna’da McCarthizm


Nazi ve komünist ideolojilerin 8 Mayıs Zafer Günü’nde yasaklanmasını öngören kanun tasarısının Ukrayna hükümeti eliyle takdim edilmesi ve meclis tarafından yürürlüğe sokulması, önemli sonuçlar doğuracak bir gelişme. İçişleri bakanlığının Lenin heykellerinin ve diğer Sovyet dönemine ait anıtların yıkılması sürecine tepki vermeme politikasını benimsemesi ve milletvekili Arseniy Yatsenyuk’un SSCB’nin Almanya’ya saldırdığına ilişkin ifadesi ardından, bu tarz bir girişim zaten bekleniyordu. Ayrıca bu tasarı, daha öncesinde avro meydanı mitingleri başlamadan birkaç hafta önce bugün meclise girememiş olan Svoboda partisi tarafından da önerilmişti. Ancak “devrim”in coşkusu ile bu girişim milletvekilleri eliyle gündeme alınmamıştı. Yeni milletvekilleri ise bu tasarıyı oybirliği ile geçirme konusunda tereddüt etmeyecekler.

Ukrayna’da Sovyet karşıtı propagandada (Hitler’le işbirliğine gitmiş olan) Ukrayna İsyan Ordusu yegâne manipülasyon araçlarından biri. Bu propaganda yeni değil, tüm bağımsızlık dönemi süresince belirli amaçlar doğrultusunda kullanıldı. Topluma dayatılan bilgilendirme siyaseti bu noktada iki amaç güttü: ilk olarak kitleler, oligarşik katmanın bir sınıf olarak imha edilmesi konusunda ikna edildiler (Ukrayna Komünist Partisi bile bu hayatî zorunluluğu unuttu) ve ikinci olarak da düşük yaşam standartları insan haklarının kaçınılmaz bedeli olarak sunulduğu noktada, “ekmek yerine özgürlük” ilkesinin tatbik edileceği söylendi.

Geçen yıl boyunca Ukrayna’da birçok değişiklik yapıldı. Sovyet karşıtı duygular da değişime uğradı ve sadece Rus karşıtları değil, Rusya’yı sevenlerce de benimsendi. Odessa’da Aziz George kurdeleleri ile insanlar diri diri yakıldılar. Bunun sonucu olarak da hoşgörüsüzlük denilen çığ artık durdurulamaz bir nitelik arz etmeye başladı.

Komünist ideolojinin yasaklanmasına ilişkin uluslararası deneyim, bugün Kiev’de karşılığını buluyor. Bu yasak sadece Polonya, Gürcüstan ve Baltık ülkelerinde mevcut. “Komünist rejimler”i yalanlayan bu anlamsız karar, 2006’da Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde benimsenmişti. Bu gelişme, konuyla ilgili “uluslararası sicil”in bir parçası. Şurası kesin: komünist ideoloji (her ne kadar solcu duygular AB’de ve ABD’de yükselişte olsa da) bugün Batı’da popüler bir husus değil. Gene de batıda bile sermayenin dayatmasına rağmen hükümetler, yurttaşlarının ideoloji seçme özgürlüğünü ihlal etme cüretinde bulunamıyorlar. Bu arada söz konusu hak, Ukrayna Anayasası’nda hâlâ mevcut.

Nazizm ile komünizmi eşitlemenin sadece genel sağduyu ile değil, uluslararası hukukla da çatıştığı noktada bu yaklaşım, II. Dünya Savaşı’nın ve Nuremberg Mahkemesi’nin nihai sonuçlarını iptal etmeyi amaçlıyor.

Bu kanun tasarısının yürürlüğe girmesi, Ukraynalıların suratına inecek bir tokadı ifade ediyor. Kanun, devlet makamlarına muhaliflere yönelik açıktan bir cadı avı başlatması için gerekli aracı temin edecek. Sadece politik değil, tüm toplumsal yaklaşımlar ve söylemler, Ukrayna’daki yeni feodal oluşumun perçinlenmesine karşı ise, “komünist” olarak etiketlenecekler.

Dmitriy Kolisniçenko

10 Nisan 2015

, ,

Kolombiya'da Barış Süreci


25 Mart 2015: Piedad Cordoba silahlı çatışmaya son verilmesini teşvik etmek için Arjantanli futbol efsanesi Diego Armando Maradona’nın “Barış Maçı”nda oynayacağını duyurdu.

23 Mart: FARC’ın ifadesine göre, kara mayınlarının sökülmesi süreci, insanî yardım kapsamında gerçekleştirilecek.

8 Mart: Bogota’da “Hayat İçin Yürüyüş” düzenlendi, birçokları bu yürüyüşün barış sürecinin onaylanması olduğunu düşünüyor. Yürüyüşe Cumhurbaşkanı Santos da katıldı.

1 Mart: ABD’nin Kolombiya barış görüşmeleri için tayin ettiği özel temsilcisi, Kolombiya hükümeti ve FARC yetkilileri ile görüştü.

26 Şubat: Eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan, barış sürecini hızlandırma amacıyla, taraflarla kimi toplantılar yapmak üzere Küba’ya geldi.

20 Şubat: ABD Başkanı Barack Obama kıdemli diplomat Bernard Aronson’ı 20 Şubat’ta sürmekte olan Kolombiya barış görüşmelerine özel temsilci olarak atadı.

17 Şubat: FARC, 15 yaş altı 13 savaşçısını güçleri içerisinden çıkartacağını, artık bundan sonra 17 yaş altı hiçbir genci örgüte katmayacağını ilân etti.

7 Şubat: FARC, mağduriyet sürecine katılmış yetkililerin veya devlet görevlilerinin devletten temizlenmesi çağrısında bulundu. Öte yandan Santos Dünya Bankası’nı ziyaret etti. Banka çatışma sonrası teşebbüsleri koruyacağını, 2015’te anlaşma sağlandığı takdirde ek teşvikler vereceğini duyurdu.

2 Şubat: Barış görüşmelerinin birinci turu Havana’da başladı.

14. Ocak: FARC gerillalarının yaptıkları iki taraflı ateşkes çağrısını yıllardır reddeden Kolombiya Cumhurbaşkanı Juan Manuel Santos, Havana’daki müzakerecilerine ateşkes konusunda anlaşmaları talimatı verdi.

13 Ocak: Kendisi de barış görüşmelerinde tanıklığına başvurulan mağdurlardan biri olan, insan hakları savunucusu ve eski senatör Piedad Cordoba, görüşmelere katıldığı için ölüm tehditleri aldığını duyurdu.

8 Ocak: Hükümet, eğer ülkedeki Ekim seçimlerine dek bir anlaşmaya varılırsa, barış müzakerelerinin onaylanmasına ilişkin yurttaşların oy kullanmasına izin veren bir yasa çıkarttı.

1 Ocak: FARC, tek taraflı ateşkes önerisini yineleyen bir Yeni Yıl mesajı yayınladı, mesajda ulusal ordunun düşmanca yaklaşımları kınandı, bu yaklaşımların barış sürecini tehdit ettiği söylendi ve aynı zamanda FARC bu mesaj aracılığıyla barış çağrısını yineledi: “Mermileri ve bombaları susturmanın vakti geldi, artık vakit, söylemi ve savaş kışkırtıcısı dili değiştirme vaktidir.”

24 Aralık 2014: FARC bugün itibarıyla kendisinin ilân ettiği ateşkese saygı duyacağını ilân etti ve hükümete bu ateşkesin iki taraflı kılınması çağrısı yaptı.

19 Aralık: Hükümetin baş müzakerecisi, FARC’ın kamuoyu önünde yaptıkları zulümleri kabul etmesini olumladı ve hükümetin çatışma süreci boyunca şiddet konusunda işlediği suçları kabul ettiğine vurgu yaptı.

16 Aralık: Beşinci ve nihai mağdurlar grubu, Havana’daki barış görüşmelerine katıldı.

2. Aralık: Santos, barış sürecini sabote edecek eylemlere karşı orduyu uyardı. Kimi subayların, hâlihazırda sürmekte olan askerî operasyonların durdurulmasını gerekli kıldığı için barış görüşmelerini özel olarak onaylamadıkları biliniyor.

30 Kasım: FARC, General Alzate, Gloria Urrego ve Jorge Rodriguez’i serbest bıraktı.

21 Kasım: Santos, güvenlik protokollerinin aldığı varsayımı üzerinden, Alzate’nin sivil kıyafetler içerisinde tehlikeli bir bölgeye götürüldüğü iddialarını reddetti.

16 Kasım: General Ruben Alzate ve arkadaşlarının Choco eyaletindeki bir ormanda kaybolması ardından cumhurbaşkanı Juan Manuel Santos Havana’daki barış görüşmelerinin 32. turunu askıya aldı.

3 Ekim: FARC, Kolombiya’da paramiliter gerçeğinin dağıtılması ve soruşturulması ile ilgili bir belge yayınladı. Belge, gerilla hareketinin ajandasına dair üç başlık üzerinde duruyor. Belgeye göre, söz konusu ajanda “eşzamanlı ve bütünlüklü” olarak tartışılmalı.

24 Eylül: Santos, New York’taki BM Genel Konseyi’ne taslak barış belgeleri ve anlaşmaları sundu.

23 Eylül: Barış görüşmeleri yeniden başladı.

11 Eylül: Havan’da yürütülen müzakerelerin 28. turu sona erdi. Kolombiya Cumhurbaşkanı Juan Manuel Santos, bir anlaşmaya varılana dek, barış görüşmelerine katılan ikinci mağdur grubunca ilk başta önerildiği üzere, bir ateşkes yapılmayacağını söyledi. Diğer yandan FARC baş müzerekecisi Ivan Marquez ise barışa ulaşmak için mevcut dinamiklerin lehte işliyor olmasından memnun olduğunu, diyalog imkânının arttığını söyledi.

10 Eylül: Kolombiya’daki iç çatışmanın mağdurları, gerilla grubu ile Kolombiya Silâhlı Kuvvetleri arasında iki taraflı ateşkes yapılmasını talep etti ve ayrıca çatışmanın mağdurları olarak sahip bulundukları hâkların tanınıp bu haklara saygı gösterilmesini istedi.

9 Eylül: İkinci mağdur grubu barış görüşmelerine katıldı. Delegasyondaki 12 kişinin sekizi kadın ki bu da iç çatışma süresince en ağır bedellerin kadınlarca ödendiğini gösteriyor. 

7 Eylül: Alt Cinsiyet Komisyonu kuruldu. İki taraf da cinsiyet meselelerine odaklanmak için komisyona beş üye verdi.

7 Eylül: FARC, ülke GSMH’sinin yüzde üçünden oluşan, 11,3 milyar dolara tekabül eden bir çatışma mağdurları tazminat fonu oluşturulmasını önerdi. FARC’ın ifadesiyle, mağdurlar sadece ekonomik, politik, toplumsal, kültürel, sembolik ve psikososyal açıdan da tazmin edilmeli.

3 Eylül: FARC ile Kolombiya hükümeti arasında yayınlanan ortak bir bildiri dâhilinde kapsamlı bir barış ve uzlaşma için mağdur hakları planına yer verildi.

2 Eylül: FARC üyesi Pablo Catatumbo, Juan Manuel Santos’un geçici komutanlık oluşturmaya dönük girişimine cevap olarak, Gerillanın Normalleştirilmesi Komutanlığı aracılığıyla paramiliter durumun düzenlenmesine dair planları anlattı. FARC, ayrıca Santos hükümetinden barış sürecinde tek taraflı kararlar almaktan kaçınmasını istedi.

1 Eylül: Barış görüşmeleri Havana’da yeniden başladı. Çatışma sürecinin mağdurlar üzerindeki etkisi tartışmanın ana konusunu teşkil etti. Diğer yandan Kolombiya’da FARC lideri Santos’un iki tarafın bir barış anlaşmasına yakın olduğuna dair iddialarını reddetti. FARC, barış sürecinin tartışılması amacıyla hükümetle acil bir toplantı yapmak istediğini bildirdi. FARC, ayrıca hükümeti Havana’da tartışılan genel mutabakatı tek taraflı değiştirmekle ve maniple etmekle suçladı. İsyan liderliği, Santos’un bir askerî delegasyonun barış görüşmelerine dâhil edilmesi kararına karşı çıktığını ifade etti.

22 Ağustos: Çatışma ve Mağdurları Tarih Komisyonu kuruldu. Komisyon 12 üyeden ve iki anlatıcıdan oluşuyor. Kolombiya’nın ilk Hakikat Komisyonu olarak kabul ediliyor. Komisyonun kurulması ardından Santos 25 Mayıs gününü Silâhlı Çatışma Süresince Cinsel Şiddet Mağduru Kadınların Ulusal Haysiyet Günü ilân etti.

16 Ağustos: İlk çatışma mağdurları grubu hükümet ve FARC delegeleriyle Havana’da buluştu. Bu, ileride yapılacak beş toplantının ilki.

13 Ağustos: FARC, silâhlı çatışma sürecindene etkilenen insanları ekonomik açıdan tazmin edecek bir mağdur tazminat fonu oluşturulmasını önerdi.

12 Ağustos: Müzakerelerin 27. turu başladı. Degeleler iç savaşın mağdurları üzerindeki etkilerini tartıştılar. Karşılıklı ateşkes meselesi de tartışma konularından biriydi. Cumhurbaşkanı Juan Manuel Santos FARC lideri Rodrigo Londoño aksini söylese de barış görüşmelerinin yılsonunda tamamlanmasını istediğini söyledi. Oysa grup, barış görüşmelerinin devam ettirilmesi niyetinde olduğunu ifade etti. FARC’ın müzakerecisi de örgüt üyelerine danışılmaksızın, Santos’un önerdiği ve onayladığı “Barışın Yasal Çerçevesi”ne itiraz etti.

3 Ağustos: Ulusal Çatışma Mağdurları Forumu Cali’de (Batı Kolombiya’da) yapıldı. Burada mağdurlara Havana’daki barış görüşmeleri için öneriler sunma fırsatı verildi.

7 Haziran: Ortak kaleme aldıkları bir bildiride FARC ve hükümet, on maddelik karar üzerinden, mağdurlarla ilgili gündemin beşinci başlığını tartışmak için gerekli ilkeleri ilân etti. Ayrıca taraflar, gündemin üçüncü başlığı olan çatışmanın sona erdirilmesi hususunu tartışmak için bir komisyon kurulacağını duyurdular. Süreç içerisinde bir de çatışma ve mağdurlar tarih komisyonu kurulacak. Taraflar, mağdurlarla ilgili bir forumun örgütlenmesi çatışma mağdurları gruplarından temsilciler alınması, aynı zamanda cinsiyetle ilgili bir alt komisyon kurulması konularında anlaştılar.

5 Haziran: FARC, Santos’un Kolombiya’da askerî hizmetin sonlandırılması önerisini selamladı. FARC, aynı zamanda bu önerinin sadece bir seçim vaadi olarak kalmaması gerektiğini ifade etti.

4 Haziran: Santos, bir barış anlaşması imzalandığı takdirde, ülkede zorunlu askerlik hizmetini kaldıracağını duyurdu. Santos, bu konuda basına, “Eğer Kolombiya’ya barış gelirse ki bu bu yıl içinde gelecek, ben zorunlu askerlik hizmetini derhal kaldıracağım” dedi.

20 Mayıs: FARC ve ELN gerillaları, 25 Mayıs’ta yapılacak seçimleri desteklemek amacıyla 28 Mayıs’a kadar sürecek tek taraflı bir ateşkes ilân ettiklerini duyurdu. FARC delegesi Pablo Catatumbo, “Bu seçimler tek taraflı ateşkes için bir umut ışığı olarak iş görecektir” dedi.

16 Mayıs: FARC, “Açık Ulusal Meclis Süreci İçin Genel İlkeler”i sundu. Bu, amacı, ileride yeni, postkapitalist Kolombiya’nın nasıl kurulacağını izah etmek olan bir belge.

16 Mayıs: Ortak gündemin dördüncü maddesi olan yasadışı uyuşturucular konusunda kısmî bir anlaşmaya varıldı. Her iki taraf da anlaşma imzalandığı takdirde Kolombiya’da tüm yasadışı uyuşturucu üretiminin ortadan kaldırılması hususunda anlaştı. 36. ortak bildiride eski cumhurbaşkanı yardımcısı ve baş müzakereci Humberto de la Calle, “Bu uyuşturucu üretimini ortadan kaldırmak suretiyle onlarca yıldır Kolombiya’da çatışma sürecini besleyen bir unsur da devre dışı kalmış olacak” dedi. Devamında da bunun barışa doğru atılmış “önemli bir adım” olduğunu söyledi. Bu anlaşmada birkaç istisnai durum var: yabancı otların buharla dezenfeksiyonunun derhal durdurulması, mağdurların eksiksiz tazmini ve suçla ilgili yeni bir politika belirlenmesi.

12 Mayıs: Barış görüşmelerinin 25. turu başladı. FARC, hükümetin 25 Mayıs’ta yapılacak ulusal seçimler bağlamında barış sürecine seçim propagandası doğrultusunda kimi taktiklerle müdahale etmemesini istedi.

4 Mayıs: Barış görüşmelerinin 24. turu uyuşturucu kaçakçılığının gündeme tümüyle alınmadığına ilişkin bir duyuru ile sona erdi. Bu amaçla 12 Mayıs-23 Mayıs arasında ek görüşmeler yapılacak.

24 Nisan: Kolombiya hükümeti ile FARC, gündemin üçüncü maddesi olan yasadışı uyuşturucularla ilgili görüşmelere başladı.

4 Nisan: Kolombiya hükümeti Yüksek Barış Komiseri Sergio Jaramillo ve İçişleri Bakanı Aurelio Iragorri’nin inisiyatifiyle yerel ve bölgesel hükümet liderleri arasındaki iletişimi güçlendirmek için bir Belediye Başkanları ve Valiler Barış Ağı kurdu.

2 Şubat: Başında eski cumhurbaşkanı yardımcısı Humberto de la Calle’in olduğu Kolombiya hükümeti delegasyonu, FARC ile yürütülen barış görüşmelerine kaldığı yerden devam etmek için Havana’ya gitti.

30 Ocak: Kolombiya Devlet Konseyi Cumhurbaşkanı Santos’un antipersonel mayınların barış görüşmelerine dâhil edilmesini istedi.

19 Ocak: FARC, uyuşturucu karşıtı politikalar konusunda beş öneri sundu: 1. Yasadışı mariuana, haşhaş ve koka yaprağı nöbetleşe ekimi için bir ulusal programın tasarlanıp uygulanması. 2. Köylü, yerli ve Afrika kökenli toplulukların tanınması ve saygı görmesi. 3. Yasadışı ürünlerin nöbetleşe ekimi siyasetinde insan haklarının öncelikli kılınması. 4. Köylü topluluklarının ve ailelerinin esenliğinin güvence altına alınması. 5. Koka, haşhaş ve mariuana plantasyonu işçilerinin yaşam koşullarının geliştirilmesi.

15 Ocak: FARC, 15 Aralık’ta ilân ettiği, tatile denk gelen tek taraflı ateşkesin sona erdiğini duyurdu.

13 Ocak: FARC ve Kolombiya hükümeti, Noel’deki ateşkes ardından barış görüşmelerine yeniden başladı.

9 Ocak: Venezuela Dışişleri Bakanlığı, kaleme aldığı bir bildiride kendi ülkesinde gözaltına alınmış bulunan FARC üyesi Julian Conrado’nun Kolombiya hükümeti ile yürütülen barış görüşmelerinin bir parçası olduğunu duyurdu.

24 Aralık 2013: FARC ve ELN (Ulusal Kurtuluş Ordusu), kaleme aldıkları ortak bildiride, Kolombiya Cumhurbaşkanı Juan Manuel Santos’tan barış görüşmelerine ELN’nin de getirilmesi konusunda yardımcı olmasını istedi.

20 Aralık: FARC’ın ikinci komutanı ve baş müzakerecisi Ivan Marquez, barış için bir Ulusal Meclis planı sundu. Burada amaç, barış görüşmeleri esnasında varılacak her türden anlaşmanın onaylanabilmesi için gerekli zeminin oluşturulması.

15 Aralık: Noel kutlamaları adına FARC 30 gün sürecek tek taraflı ateşkes ilân etti.

8 Aralık: Yasadışı uyuşturucu ticaretine yönelik gerekli çözümlerin bulunmasına odaklanan müzakere turu tamamlandı.

28 Kasım: FARC ve Hükümet, barış görüşmelerinin 17. turuna başladı. Burada tartışma, esas olarak gündemdeki ortak konu olan uyuşturucu yapımında kullanılan yasadışı bitkiler ve uyuşturucu trafiği ile ilgili gerekli çözümlerin bulunması başlığına odaklandı.

26 Kasım: Santos, barış görüşmelerine katılan hükümet ekibini Nigeria Renteria ve Maria Paulina Riveros ile takviye yaptı. Her iki kadın da müzakerecilerin hâlihazırda süreç üzerinde çalışırken sahip bulundukları aynı statüye sahip tam yetkili birer müzakereci olacak.

22 Kasım: Kolombiyalı Barışçılar hareketinin de sözcüsü olan eylemci ve eski senatör Piedad Cordoba Santos ve FARC’a bir mektup göndererek 16 Aralık’tan Haziran 2014’e dek uzanacak bir ateşkes için “anlaşma” imzalanmasını talep etti.

6 Kasım: FARC ve Kolombiya hükümeti, gerilla grubunun politik katılımı konusunda nihai anlaşmaya vardı.  Bu, gündemin ikinci maddesiydi.

5 Kasım: FARC, tartışmanın süreceğini beyan etti. Örgüt, aynı zamanda gündemin ikinci başlığı olan, politik katılımla ilgili bir anlaşmaya varmak için çalışıyor. Örgüt, kısa sürede bu anlaşmanın imzalanıp duyurulmasını umut ediyor.

3 Kasım: Kolombiya’daki gazetelere göre, Juan Manuel Santos FARC ile yürütülen barış görüşmelerine uluslararası destek temin etmek için bir Latin Amerika zirvesi toplmak istiyor. Bu haber, herhangi bir resmî kaynak tarafından teyit edilmedi.

2 Kasım: Barış görüşmelerinin kısa bir süre sonra başlayacak olması üzerine FARC, politik katılım konusunda bir anlaşmaya varmak amacıyla görüşmelerin uzatılmasını istediğini bildirdi.

26 Ekim: Cumhurbaşkanı Santos, FARC’ın bir anlaşmaya varılması için Havana’daki iki taraf arasında yapılan müzakereleri hızlandırmasını istedi. FARC ise bu isteğe müzakerelerin planlandığı şekilde ilerlediğini söyleyerek cevap verdi.

17 Ekim: Kolombiya barış görüşmelerinin birinci yıldönümü. FARC ve Kolombiya hükümeti delegeleri arasında süren müzakerelerin 15. turu ardından beş maddelik gündem konusunda henüz bir anlaşmaya varılamadı.

13 Ekim: Barış görüşmelerinin 15. turu Havana’da sona erdi. Politik katılım konusunda herhangi bir ilerleme sağlanamadı. 

12 Ekim: FARC, gerilla grubunun daha adil ve eşitlikçi bir toplum önerilerini tartıştırmak için Küba’da bir internet sitesi kurdu.

8 Ekim: Kolombiya hükümeti, 2104 seçim kampanyası esnasında barış görüşmelerinin durdurulmasını önerdi. FARC ise ilgili talep resmî yollardan yapılması hâlinde onu kabul edebileceğini söyledi.

3 Ekim: Barış görüşmelerinin 15. turu başladı. FARC, “bir daha iç savaşa hayır” dedi ve silâhlı çatışma mağdurlarının tazmin edilmesini istedi. İki haftalık aranın ardından FARC, ortak bir özrü destekleyebileceğini söyledi.

1 Ekim: “Yasadışı Uyuşturucular Sorununun Çözümü” başlıklı ulusal forum bu sefer Güney Kolombiya’nın San Jose de Guaviare kentinde yapıldı.

29 Eylül: Havana’da süren barış görüşmelerinin 14. turunun kapanışında Uruguay Cumhurbaşkanı Jose Mujica, Kolombiya’da ulusal uzlaşmanın desteklenmesi için her şeyin yapılması gerektiğini söyledi.

24 Eylül: Birleşmiş Milletler ve Ulusal Üniversite Kolombiya’nın başkenti Bogota’da “Yasadışı Uyuşturucular Sorununun Çözümü” başlıklı bir ulusal forum organize etti. BM’de Santos’a ülkesinde devam eden barış süreci konusunda sorular soruldu.

9 Eylül: FARC’ın ve hükümetin barış delegeleri BM’den ve Ulusal Üniversite’den yasadışı uyuşturucularla ilgili bir forum organize etmelerini istedi. Bu, barış görüşmeleri başladığından beri ele alınan dördüncü gündem maddesi.

21 Ağustos: FARC, ilk beyanatını yaparak, Kolombiya’daki silâhlı çatışmadaki sorumluluğunu kabul etti. Grup adına konuşan Pablo Catatumbo, çatışma tarihinin kaydının tutulması için özel bir komisyonun kurulmasını istedi ve herkesin bu süreçte sorumluluğu olduğunu söyledi.

1 Temmuz: Tarım anlaşmasının imza edilmesinden bir ay sonra barış görüşmeleri Havana’da kaldığı yerden başladı. FARC, görüşmelere Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun (ELN) dâhil edilmesi önerini kabul eden bir bildiri yayınladı.

26 Mayıs: FARC ve hükümet arasında ilk tarım anlaşması imzalandı. Altı ay süren müzakerelerin ardından örgüt ve devlet, Küçük Toprak Sahibi Köylüler İçin Tahsis Edilmiş Rezerv Bölgelerin korunmasını kapsayan Bütünleşik bir Tarımsal Kalkınma Politikası bağlamında ilk anlaşmayı imzalamış oldu.

24 Mayıs: Kolombiya Karayipleri’nde bölgesel barış görüşmelerinin ikinci aşaması başladı. Burada FARC ile hükümet arasında bir diyalog kurulmasına çalışılacak ve çatışmanın mağdurlarının görüşleri dinlenecek. Aynı zamanda FARC da birkaç gün içerisinde ilk tarım anlaşmasının tamamlanmasını arzuladıklarını bildirdi ve cumhurbaşkanlığı adaylarından barış görüşmelerini sürdürmelerini istedi.

15 Mayıs: 11 günlük aranın ardından her iki taraf Havana’daki Toplantı Sarayı’na geri döndü. Sürecin bu 9. turunda katılımcılar, barış sürecine dönük önemli bir adım olan bir taslak üzerinde durdular. Söz konusu taslak, toprak, altyapı, arazi planlama ve tarımsal üretim girişimleri gibi konuları içeriyor.

14 Mayıs: Papa Francis ve Kolombiya Cumhurbaşkanı Juan Manuel Santos, Kolombiya’nın yüzleştiği bilhassa eşitsizlik gibi zorluklar ile barış sürecine ilişkin kısa bir toplantı gerçekleştirdi.

12 Mayıs: Kolombiya’nın tüm bölgelerinden ve dünyadan gelen iki binden fazla kadın, Kolombiya’nın güney kenti Florencia’da yapılan Birinci Ulusal ve Uluslararası Kadın Onuru ve Barış Toplantısı’na katıldı. Etkinliğin amacı, insanlık onurunu savunmak ve ona yönelik saygıyı teyit etmek, aynı zamanda toplumsal adalet vurgusuna sahip kapsamlı bir barış sürecinin inşasına kadınları da dâhil etmekti.

6 Mayıs: Bölgesel barış görüşmelerinin ikinci aşaması Bogota’da başladı. Görüşmelerde silâh çatışma mağdurlarının görüşleri dinlenecek ve onların Havana’daki müzakere masasına oturması sağlanacak. İlk tur itibarıyla her bir bölgesel barış konferansı iki gün sürdü. Ayrıca yapılan açıklamaya göre 1.333 örgütten, ağdan ve ulusal platformdan görüşler alındı.

2 Mayıs: FARC, ABD Hükümeti’nden örgüt lideri Simon Trinidad için özür dilemesini istedi ve bunu ABD’nin Kolombiya Barış Görüşmeleri için bir şart olarak öne sürdü. Örgüt sözcüsü Ivan Marquez, Trinidad ile ilgili önerisini tekrarladı ve bunun “Kolombiya’daki barış sürecine katkı sunacak bir jest” olacağını söyledi.

28-30 Nisan: Politik Katılım Forumu 1.400 toplumsal hareket, politik parti ve yabancı eylemci temsilcisinin katılımıyla Bogota’da gerçekleşti. FARC’ın politik sürece dâhil edilmesine dair öneriler sunuldu. Etkinliğin kapanışında FARC üyeleri Birleşmiş Milletler’e görüşmeler sürecindeki arabuluculukları için teşekkür ettiler.

24 Nisan: FARC, ulusal reform önerilerini sundu. Bu öneriler, neoliberal politikaların sonlandırılmasını ve Ulusal Meclis çağrısını içeriyor. FARC, ayrıca ulus genelinde barışın tesis edilebilmesi için sürece demokratik kurumların da dâhil edilmesini önerdi.

23 Nisan: Bir aylık aranın ardından Kolombiya hükümeti FARC ile yürütülen müzakerelerin sekizinci aşamasına kaldığı yerden devam etmek amacıyla Küba’ya gitti. Arazi kullanımı ile ilgili anlaşmanın somutlaşması ve politik katılım ile muhalefetin güvence altına ilişkin tartışmanın başlaması bekleniyor.

9 Nisan: Barış sürecini desteklemek için milyonlarca Kolombiyalı sokaklara döküldü. Cumhurbaşkanı Juan Manuel Santos da eski gerillalar ve solcu gruplarla birlikte yürüyüşe katıldı.

4 Nisan: FARC’ın ikinci komutanı Ivan Marquez, eski cumhurbaşkanları Andreas Pastrana ile Alvaro Uribe’nin barış sürecine karşı olduklarını beyan etmelerinin kendilerini üzdüğünü, bu ikilinin Kolombiya’yı ebediyete dek şiddetin karanlığında mapus kalmasını istediğini söyledi.

1 Nisan: FARC, Kolombiya hükümeti ile yürütülen barış görüşmelerinde bir kriz olduğu iddialarını reddetti ve müzakerelerin yürütülen danışma faaliyetleri, meselelerin tanımlanması süreci ve ilgili belgelerin revizyonu ile “olağan biçimiyle” sürdüğü konusunda güvence verdi.

27 Mart: FARC’ın gözaltına aldığı on üniformalı personelin aileleri, örgütten ve hükümetten bu kişilerin sırasıyla 2 ve 4 Nisan’da serbest bırakılması ardından barış görüşmelerinin kaldığı yerden devam etmelerini istedi.

22 Mart: Hükümetle FARC arasında süren müzakereler herhangi bir anlaşmaya varmadan sürüyor. Müzakerelerin yedinci aşaması da sona erdi.

13 Mart: FARC, barış görüşmelerinin ilerleyişi konusunda iyimser olduğunu söyledi ve Santos hükümeti ile karşılıklı bir anlaşmaya varılacağını iddia etti. Örgüt delegasyonunun başı olan Ivan Marquez, FARC’ın politik katılıma dair görüşmelere başlama konusunda “istekli ve ümitvar” olduğunu belirtti.

4 Mart: Müzakerelerin yeni aşaması önemli bir ilerleme sağlanamadan sona erdi.

28 Şubat: FARC, ülkedeki toplumsal ve silâhlı çatışmaya politik bir çözüm bulma ihtiyacının gerekli olduğunu söyledi.

23 Şubat: Cumhurbaşkanı Santos, eğer süreç ilerlemezse, FARC ile yürütülen görüşmelerden çekilmekle tehdit etti ve ayrıca örgütün istediği hiçbir adımın atılmayacağı konusunda uyarıda bulundu.

20 Şubat: Binden fazla toplum örgütü, Bogota Ulusal Barış ve Toplumsal Adalet Meclisleri’ni kurdu. Etkinliğin amacı, iç çatışma sürecine son vermek için gerekli seçeneklerin üretilmesi amacıyla, ülkenin politik gerçekliğinin tartışılması. FARC, sivillerin barış görüşmelerine katılmasının engellenmemesini talep etti.

18 Şubat: Havana’da görüşmelerin ikinci haftası coşku hâlinin yenilenmesi ile birlikte başladı.

11 Şubat: Hükümet, FARC’ı gündemde yeni konu başlıkları için yer olmadığı konusunda uyardı.

10 Şubat: Müzakerelerin dördüncü turu sona erdi.

9 Şubat: FARC, köylüler için toprak talep etti.

8 Şubat: Cumhurbaşkanı Santos, müzakerelerin hızlandırılması konusunda ısrar etti.

4 Şubat: Kolombiya Katolik Kilisesi, barış sürecini desteklediğini beyan etti ve ülkenin sürece destek vermesini istedi.

25 Ocak: FARC üyesi bir kişi, “müzakerelerin gayet iyi ilerlediğini ama hâlâ karşı tarafla aralarında kimi farklılıkların bulunduğunu” söyledi.

21 Ocak: Müzakerelerin yeni turu başladı.

19 Aralık 2012: Tarım Forumu, toprağın belirli ellerde toplaşması ile ilgili şikâyetlerle sona erdi ve bölgenin silâhlardan arındırılmasına dönük çağrıda bulundu.

17 Aralık: Sivil toplum, Tarım Forumu’nda bulunarak, barış görüşmelerine dönük katılım konusunda ilk adımı attı.

14 Aralık: Sivil toplumdan gelen önerilerin organize edilmesi için Tarım Forumu yapıldı.

13 Aralık: Kolombiya’nın ikinci büyük isyan ordusu ELN, araştırma amaçlı barış diyaloguna katılma isteğini bir kez daha dile getirdi.

10 Aralık: Müzakereciler, sivil toplumdan gelen önerileri aldılar.

7 Aralık: ABD, FARC’a Simon Trinidad’ı serbest bırakmayacağını ama görüşmelere katılacağını bir kez daha söyledi. Kolombiyalılar, barış sürecine bir internet sitesi aracılığıyla katılabilecekler.

5 Aralık: Kolombiya hükümeti, FARC’tan elinde hâlâ tutsak olup olmadığı konusuna bir açıklık getirmesini istedi. Müzakereler Havana’da kaldığı yerden başladı.

3 Aralık: Cumhurbaşkanı Santos, barış görüşmelerinde pozitif bir ilerleme yaşandığını söyledi.

30 Kasım: Güney Amerika Uluslar Birliği (Unasur) Kolombiya barış sürecini desteklediğini açıkladı.

29 Kasım: Müzakerelerin birinci turu sona erdi. Kolombiya hükümetinin bildirdiği kadarıyla “diyalog planlandığı gibi ilerliyor.”

26 Kasım: Barış sürecindeki temsilciler, mevcut diyalogu sivil katılıma açtılar. 17-19 Aralık’ta Bütünsel Tarımsal Kalkınma Politikaları Forumu yapılmasına dair bir anlaşmaya varıldı.

23 Kasım: Küba’da süren barış görüşmelerinde ilerleme sağlandığı bildirildi.

22 Kasım: Cumhurbaşkanı Santos, barış görüşmelerinin karmaşık kimi kararlar alınmasını gerektirdiğini kabul etti.

20 Kasım: Kolombiya Ordusu, gerilla tarafından tek taraflı ilân edilen ateşkese rağmen gerilla karşıtı operasyonlarına devam ediyor.

19 Kasım: FARC, 20 Kasım’dan 20 Ocak’a kadar tek taraflı ateşkes ilân etti. Örgütün ikinci komutanı Ivan Marquez açıklamayı Havana’da yaptı.

13 Kasım: Ülkedeki ikinci büyük örgüt olan ELN araştırma amaçlı barış diyaloguna katılma isteğini dile getirdi. FARC ile hükümetin Havana’da sürdüreceği üç günlük müzakere süreci başladı.

6 Kasım: Kolombiya hükümeti ile FARC 15 Kasım 2012 gününe tarihlenen müzakerelerin lojistik ayrıntılarını belirlemek için Havana’da buluştu.

18 Ekim: Diyalogun bileşimi duyuruldu: Hükümeti eski cumhurbaşkanı yardımcısı Humberto de la Calle; Yüksek Barış Danışmanı Adviser Sergio Jaramillo; Kolombiya Ulusal Sanayiciler Derneği başkanı Carlos Villegas; ve General Jorge Enrique Mora Rangel ile Emniyet Genel Müdürü Oscar Naranjo temsil edecek. FARC’ın temsilcileri ise, Ivan Marquez, Rodrigo Granda, Jesus Emilio Carvajalino ve Luis Alberto Alban.

18 Ekim: Barış görüşmeleri Norveç’in başkenti Oslo’da resmen başladı. Kolombiya hükümeti ile FARC müzakere gündemi konusunda anlaştı. Gündemin ilk maddesi, toprak kullanım hakkı.

4 Ekim: Juan Manuel Santos FARC ile yürütülen müzakerelerin Norveç’in başkenti Oslo’da Ekim ayında yapılacağını teyit etti. Santos’un ifadesiyle, “araştırma amaçlı altı aylık konuşmalar”ın ardından çatışmanın her iki tarafı beş tartışma başlığını içeren bir belge imzaladı: toplum mülkiyeti meselesi; silâhların bırakılması; gerillaların siyasete entegrasyonu; uyuşturucu kaçakçılığı sorununun çözümü ve çatışmanın mağdurlarının tazmin edilmesi.

Telesur