05 Ağustos 2021

,

Engels ve Burjuva Devleti: Ayrı Bir Kamusal Güçten Gewalt’a

Kusursuz toplum ve kusursuz ‘Devlet [Staat]’, ancak hayal gücünde [Phantasie] varolabilecek şeylerdir. Oysa tarihte birbiri ardı sıra kurulan devletler [Zustände], insanlığın gelişiminin o sonsuz sürecinde birer geçiş aşamasından başka bir şey değildirler.

[Engels 1886c, s. 359; 1886d, s. 126]


Bu çalışma, sosyalizm iktidarda iken devletin alacağı biçim konusunda geliştirilmiş anlayışlara Friedrich Engels’in sunduğu katkıları inceleyen kapsamlı ve uzun soluklu bir projenin ilk kısmını oluşturmaktadır. Böylesi bir proje yola, Engels’in “ayrı bir güç olarak devlet”e dair sunduğu malzemeyle koyulması gerekmektedir. Elimizde konuyla alakalı malzemenin önemli bir kısmı, 1870’lere ve 1880’lere, yani Engels’in Avrupa tarihine, bilhassa Almanya tarihine odaklanmak suretiyle, insanlık tarihini (kendi ifadesiyle) “tarihsel materyalist açıdan” yeniden yazmaya giriştiği döneme aittir.[1]

Engels’e ait metinlerde dört ayrı konu başlığı çıkıyor karşımıza: a) bugüne dek, toplumdan ayrı birer güç olarak varolmuş devletler; b) “devlet yönetici sınıfa ait bir araçtır” tezi ile “devletin niteliğini, gücü kullanan sınıf tayin eder” tezi arasındaki gerilim; c) burjuvazi doğrudan iktidarda olmasa bile, onun Avrupa devletlerini biçimlendirebildiğine dair o çok önemli görüş; d) anlamsal açıdan gücü, iktidarı ve şiddeti içeren bir sahayı ifade eden, başka dillere tercümesi mümkün olmayan Gewalt kelimesinin taşıdığı anlam.[2] Herkesin aşina olduğu konu başlıklarından bir süre sonra pek kimsenin bilmediği başlıklara geçiş yapılıyor yazılarda. Devleti ayrı bir güç olarak ele alan teorik malzeme, olağan, herkesçe kabul gören Marksist devlet teorisi hâline geliyorken ve “devlet araç mı?”, “özerkliğe sahip mi?” ve “niteliği nedir?” ile ilgili tartışmalar devam ediyorken, nedense bir yandan da belirli bölümlerde dolaylı idare ve Gewalt kavramları, nadiren de olsa kendilerine yer buluyorlar. Peki ama bunun sebebi ne? Geleneğin içerisinde kurucu olarak kabul edilebilecek birçok metinde görüldüğü üzere, külliyat bünyesinde bir kitap öne çıkar, merkezî bir yere sahip olur ve kıyıya köşeye fırlatılıp atılmış olan diğer metinler gündemden düşerler ve unutulurlar. Burada ise farklı bir yaklaşıma başvurulmakta, bu yaklaşım esas olarak, Engels’in düşüncesindeki tüm anlamı inşa etme noktasında belirli bir role sahip olan metinlerden devşirilmektedir. Basit ama etkili olan bu yaklaşım, bizim Engels’in devlete dair düşüncelerine dair anlayışımızı zenginleştirecek özellikleri tanımlamamızı mümkün kılacaktır.[3]

Bugüne Dek Varolan Devletler

İncelememize ilk olarak Engels’in varolan devletlere dair düşünceleriyle başlayalım. Engels’in bu konuya dair iyi bilinen ve etkili olan düşüncelerini bir dizi tez dâhilinde özetlemek mümkün. Aşağıdaki analizde ben, Engels’in yüzeyden bakıldığınde açık ve netmiş gibi görünen ama altında belirli bir muğlâklığı ve çift anlamlılığı ihtiva eden görüşlerini aktaracağım.[4]

1. Engels, devletin toplumdan “ayrı” [getrennte] bir “kamusal güç” [öffentliche Gewalt] olduğu iddiasını tekrar tekrar dillendirir (Engels 1884c, 201, 210, 213, 221, 269-70; 1884d, s. 95, 103, 107, 115, 165-66).[5] Bu tanım, esasen politik düşüncelerin ve pratiklerin “son tahlilde” [letzter Instanz] ekonomik koşullardan türediği varsayımına dayanmaktadır (Engels ve Kautsky 1887b, 494).[6] İlgili önerme, Engels’in eski Atina devletinden bugünkü devlete kadar tüm devletlerin niteliğine ve tarihine dair tüm gözlemlerinde tayin edici bir yere sahiptir.

2. Dolayısıyla devlet, ya dışarıdan dayatılmış bir güçtür ya da o, “birbiriyle çelişen ekonomik çıkarlara sahip sınıflara, “uzlaşması mümkün olmayan karşıt güçlere ayrışmış bir toplumdan neşet eder.”[7]

3. Toplum, kendisini lime lime etmeyeceğinden, mevcut çelişkinin etkilerini azaltmak ve onu fiiliyatta işleyen “düzen”in sınırları dâhilinde tutmak için bir Gewalt gereklidir.

4. Bu Gewalt, “topluma giderek yabancılaşır, böylelikle “ayrı”, “yabancı” ve toplumun “üzerinde” konumlanan bir güç hâlini alır.

5. İlk başta bu Gewalt, halkla (bir milis güç olarak) herhangi bir rabıtası artık hiç kalmamış bir silâhlı güç halinde karşımıza çıksa da o esasen, her türden maddi tamamlayıcı unsurdan, hapishanelerden ve kurumlardan müteşekkil bir yapıdır. Tüm bunlarsa birer baskı aygıtıdırlar.

6. Bu kurumların yanı sıra Engels, bir de “toplumun organları”ndan [Organe der Gesellschaft] söz eder. Bunlar, topluma ait birer parça değildirler ama onun merkezinde dururlar, toplumun “üzerinde” ve ona yabancıdırlar [entfremdenden], ayrıca onların vergiler aracılığıyla idame ettirilmeleri, hukuk sistemi ile savunulmaları gerekir. Her ne kadar Engels, “aparat” veya “aygıt” türünden bir kelimeye başvurmasa da o, esasen burada hem toplumun üzerinde duran hem de devlet gücüyle toplum arasında arabuluculuk yapan bir aygıtı tarif etmektedir.[8]

7. Devlet, az çok özerk olan, yönetici sınıfa ait bir araç mıdır yoksa iktidardaki sınıfın tayin ettiği bir yapı mıdır? Bu sorunun sorulmasının ana sebebi, Engels’in kaleme aldığı metinlerde, sonraki süreçte Marksizmin sürdürdüğü tartışmanın sınırlarını belirleyen üç farklı konuya vurgu yapıyor olmasıdır:

a. Engels, genel anlamda bir “kural”dan söz eder ve ekonomik açıdan hâkim olan sınıfın politik düzlemde de hâkim sınıf olduğu koşullarda devletin gereken aracı temin ettiğini söyler. Bu bağlamda Engels, esasen devleti “ezilenleri baskı altında tutmanın aracı, sömürü için kullanılan bir enstrüman [Werkzeug]” olarak görmektedir.

b. Aynı zamanda Engels, devletin “mülk sahibi sınıfa ait bir örgüt” [Organisation der besitzenden Klasse] olduğundan bahseder’, öyle ki bizim “köle sahiplerinin devleti”nden, “feodal devlet”ten [Feudalstaat] ve modern temsilî devletten [Repräsentativstaat] veya “kapitalistlerin devleti”nden söz edebileceğimizi söyler.[9] ve buradan da belirli devletlerin özel bir nitelikle yüklü olduğuna, hatta bu nitelik üzerinden biçimlendiğine işaret eder.[10]

c. Devlet, bilhassa sınıflararası çelişkinin belirli bir dengeye ulaştığı, sınıflardan birinin hâkim olmadığı durumlarda, nispi bir özerkliğe sahip olur. Bu tür bir durumda devlet, “geçici bir süre, her iki sınıf karşısında belirli bir bağımsızlığa kavuşur.” Engels, tarihte zorun rolü ile ilgili o ayrıntılı çalışmasında, bu tür bir devlete Bismarck’ın Almanya’sını örnek verir.

Lâkin bu tezler, bir dizi sorunun oluşmasına yol açmaktadır. En başta bugüne dek varolmuş devletlerin ayrı birer güç olarak tarif edilmesi üzerinde durmak gerekmektedir. Bu tür bir devletin karşısında, bütünleşik veya iç içe geçmiş devlet-toplum kurgusu durur. Engels, bu kurguyla ilgili olarak, “toplumun ortasında duran” [eben mitten in der Gesellschaft] “kabilevî yapıya ait organlar”dan [Organe der Gentilverfassung] bahseder (Engels 1884c, 270; 1884d, s. 166). Devleti ayrı bir kamusal güç olarak tarif eden Engels, iç içe geçmiş yönetim biçimini devlet olarak tanımlar ama onun gene de (sosyalizm iktidara geldiğinde belirli sonuçlara yol açacak) bir yönetim biçimini teşkil ettiğini söyler. Ayrı devlet-iç içe geçmiş devlet ayrımını Ailenin Kökeni isimli çalışması boyunca muhafaza eden Engels, öncelikle bu ayrımı tarihsel bir hikâye dâhilinde ele alır ve devlet öncesi oluşumların ayrışmamış veya bütünleşik niteliğinin sonraki süreçte kurulan devletlerdeki ayrıksılığı ile çelişmekle birlikte onun için gerekli koşulları temin ettiğini söyler. Bu yaklaşım, esasen farklılaşmaya dair bir hikâyeyi aktarmaktadır.[11] Bu hikâye, farklılaşmamış devletle başlar, oradan da net biçimde farklılaşmış olan devlete doğru uzanır. Atina devleti.[12] bu konuda en saf örneği temin ederken, Roma ve Alman devletlerinin nispeten daha “bulaşık” örnekler olduğunu söylemek gerekir (Engels 1884c, s. 252-54; 1884d, s. 147-49)[13]

Araç, Nitelik veya Özerklik

Bir yandan da bahsi edilen ayrımın Engels’in sunumunda kimi gerilimlere yol açtığını belirtmek gerekmektedir. Engels, en yalın biçimiyle 7. tezde sorduğum soruda karşımıza çıkan tarihsel farklılıklara karşı hassasiyet geliştirmektedir. Bu noktada ilgili soruya verilen, devletin özerkliği ile alakalı cevap üzerinde duralım. Engels, özerklik durumunun geçici olduğunu, sınıflararası çelişkinin dengede olduğu belirli momentlerde görülebileceğini söylemektedir. Belirli yönlerden bu, Engels’in ilk önermesine ait en mantıklı çıktıymış gibi görülebilir: o ilk önermede Engels, devletin birbirleriyle uzlaşmaz olan sınıflar arasındaki çelişkiden doğduğunu, o çelişkinin etkilerini hafifletmek için bir Gewalt’a ihtiyaç duyulduğunu (sistem dağılmasın diye) o çelişkinin belirli sınırlar içerisinde tutulmasının gerekli olduğunu söylemektedir.[14]

Şu soruya verilen ilk ve ikinci cevap, nispeten daha ilgi çekicidir. Ayrı bir güç olarak devlet, hâkim sınıfın elinde nispeten tarafsız bir enstrüman [Werkzeug] mıdır? Engels, kendi yorumu dâhilinde bu tespite meyillidir ve onun “bir kural olarak” [in der Regel] benimsenmesi gerektiği üzerinde durur.[15] Ama bu konum, başka bir konumu gerekli kılar: yönetici sınıf, devletin niteliğini belirleyip ona belirli bir biçim verebilir. Kendisine hükmeden tarafından inşa edilmiş olan bir enstrümanın nasıl ayrıksı bir biçim aldığını, aradaki bağlantının nasıl kurulduğunu böylesi bir gelişmede görmek mümkündür. Ama enstrümanla ayrıksı biçimin aynı şey olması gerekmez: enstrüman, araç veya aygıt nispeten daha tarafsızken, ayrıksı biçim, yönetici sınıfın belirlediği belirli bir niteliğe işaret etmektedir.[16]

Engels’in kaleme aldığı metin, tam da bu ayrımla mücadele etmekte, bazen enstrümanla niteliği birbirine bağlamakta,[17] bazen de bunların ayrı olduğunu dile getirmektedir. Bu konuda en dikkate değer örneği ise Ailenin Kökeni’nin kapanış kısmına doğru karşımıza çıkan o etkileyici paragrafta bulmak mümkündür.[18] Burada Engels, farklı ve ayrıksı devlet türlerinin tarihsel süreçte nasıl farklılaştığı üzerinde durmakta, mülksüz sınıfa karşı koruma sağlamak adına faaliyet yürüten, “mülk sahibi sınıfa ait örgüt”ten [Organisation der besitzenden Klasse] bahsetmektedir.[19] Bu, artık salt enstrüman olmaktan çıkmış, yapılar öneren, devlete biçim ve içerik kazandıran bir örgüttür. Söz konusu örgüt, devlette pay sahibi olma hakkı noktasında mülk veya servet ile ilgili vasıflar üzerine kurulu bir biçim alır (ki Atina’dan Roma’ya oradan da Engels’in yaşadığı dönemde görülen ilk meclis sistemlerine dek uzanan örnekler böylesi bir biçime sahiptirler) veya altyapı oluşturmak adına borsa ve hükümet arasında kurulan bir tür ittifak ya da devlet görevlilerinin doğrudan yolsuzluklara bulaştığı bir yapı olarak varolur. Dile getirdiği her bir önermede Engels, devletin işleyişini tayin etme noktasında yönetici sınıfın böylesi mekanizmalara esasen ihtiyaç duymayacağını söyler: bu noktada ne mülkiyetle ilgili vasıflara ne yolsuzluğa ne de borsa ile hükümet arasında kurulacak bir ittifaka ihtiyaç vardır. Peki neden ihtiyacı yoktur? Genel oy hakkının uygulanması ve onu tatbik eden burjuva devlet ışığında Engels’in fikriyatının ne yöne meyilli olduğunu ortaya koyan o kritik cümleye gelir sıra. Böylesi bir durumda, yani herkese oy hakkı verildiği koşullarda, zenginler devleti nasıl kontrol altında tutacaklar? Zenginler, güçlerini dolaylı yoldan, hem de daha da artan bir biçimde tatbik edeceklerdir [seine Macht indirekt, aber um so sichrer aus]. Bu noktada tespite itiraz edip Engels’in birkaç cümle sonra, mülk sahibi sınıfın “genel oy hakkı aracılığıyla, doğrudan [direkt mittelst] yönettiğini söylediğinden bahsedilebilir (Engels 1884c, s. 271-72; 1884d, s. 167-68). Burada Engels’in devletin enstrüman olduğunu söylediği önceki konumuna geri çekildiğine ilişkin bir izlenim de oluşabilir. Lâkin Engels, burada sadece “doğrudan” demiyor, öncesinde de “aracılığıyla” kelimesini kullanıyor ki böylelikle esasen (Toplu Eserler çevirisinde de aktarıldığı biçimiyle) dolaysız, doğrudan idarenin işlemek zorunda kaldığı, ara bir “ortam”a işaret ediyor.

Dolaylı İdare

“Dolaylı” kelimesinin üzerinde daha fazla durmak lazım. Evvela Engels, Kautsky ile birlikte kaleme aldığı Hukukçular Sosyalizmi isimli makalesinde şu gözlemine yer veriyor: Avrupa’da feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde kilisenin yerini devlet alıyor ve devlet ekonomik, toplumsal tüm meselelerde hakem rolü oynuyor, en azından insanlar, mevcut durumu bu şekilde görüyorlar. Asıl önemli olansa, söz konusu değişimin delili olarak, “hukuka dair yeni bir bakış açısı”nın ortaya çıkması. Kilisenin on birinci yüzyılda görülen “hukukçu papalar”dan beri kendisine ait karmaşık bir hukuk sistemini geliştirmiş olduğu meselesini tartışmanın bir anlamı da yoktur. Zira burada asıl konu, kilisenin değil, devletin kontrolünde olan bir hukuk sisteminin peşinde olunduğu gerçeğidir. Burjuvazinin şiarı, hukuk önünde eşitliktir. O, bu bağlamda yeni bir devlet biçimi olarak, “burjuvaziye ait klasik tipte bir devlet” oluşsun diye daha fazla hukukî talepler için bastırıp durur (Engels ve Kautsky 1887a, s. 598; 1887b, s. 492). Bu sürecin en yalın biçimi dâhilinde, devlet dışarıdan işletilen bir dönüşüm süreci olarak ortaya çıkıyor ve burjuvazinin gücünün doğrudan etkisi olmaksızın gelişiyor.

Ailenin Kökeni’nden aldığımız ve yorumladığımız, sondan bir önceki paragrafta Engels, burjuvazinin dolaysız idaresine dair bir örnek olarak Bismarck’tan bahsediyor. Sadece birkaç yıl sonra Engels, maalesef büyük ölçüde göz ardı edilmiş olan, alabildiğine güçlü bir kavrayışa sahip bir metin olan Tarihte Zorun Rolü’nde Bismarck’a daha fazla eğiliyor.[20] Bu, detaylı bir incelemeyi hak eden bir metin, bunun sebebiyse onun, Marx’ın On Sekizinci Brumaire eserinde karşımıza çıkan yolculuğu kusursuz bir biçimde tamamlıyor olması. Marx, çalışmasında III. Louis Napolyon’u ele alırken Engels, Bismarck’ın iktidara yükselişine ve Almanya’nın Avrupa’nın önemli bir gücü hâline geldiği o duruma gelmek için gerçekleştirdiği diyalektik sıçramaya odaklanıyor.[21] Asıl önemli mesele ise şu: Engels, bu noktada Bismarck’ın Napolyon gibi burjuvaziyi iktidarın yıkıntıları arasından nasıl çekip aldığının önemli olmadığını, asıl önemli olanın, onun politik ve ekonomik açıdan bir burjuva devletinin yapılarının oluşmasını mümkün kılması olduğunu söylüyor. Burjuvazi, bilhassa 1848 devrimlerinden beri, endüstri ve uluslararası ticaretten oluşan ağ ortaya çıkmazdan önce büyüme imkânı bulduğundan, birden fazla devlete değil, birleşik bir Alman devletine ihtiyaç duymuş, o, bu devletin aynı kanunlara, aynı yönetmeliklere ve aynı para birimine sahip olmasını istemiş, emeğin kolaylıkla hareket edebilmesi de dâhil tüm süreci daha da hızlandırmıştır.[22] Bismarck, burjuvazinin taleplerini karşılayan kanunları ardı sıra çıkarmak zorunda kalmış, ayrıca fiiliyatta işleyen devlet iktidarının burjuvaların elinde kalmasını güvence altına almıştır. Tüm bu gelişmelere burjuvazi rıza göstermiş, Bismarck’ın yeni Alman devletini kendi görüntüsü dâhilinde biçimlendirmekle kalmadığını, ayrıca henüz yüzleşmediği gerçek düşmanı işçi sınıfıyla karşı karşıya gelmek zorunda kalmamasını sağladığını düşünmüştür (Engels 1874e, s. 628; 1874f, s. 514)[23] Engels’in de tespit ettiği biçimiyle, böylelikle “burjuvazi, mücadelesini ciddi bir kavgaya girmeden zafere ulaştırmayı bilmiştir” (Engels 1887-1888e, s. 472; 1887-1888f, s. 80)[24]

Gewalt

Bu argüman, Marx’ın On Sekizinci Brumaire’de ulaştığı benzer çıkarımı, belirli bir devletin niteliğinin doğrudan politik bir güce sahip olmasa bile hâkim sınıf tarafından oluşturulduğuna hatta tayin edildiğine dair önerme ile perçinliyor ama Engels daha da öteye gidiyor ve kendisine has olan bir görüş geliştiriyor. Bu görüş de Gewalt terimi ile alakalı. Esasen anlamı tam olarak verilemeyeceğinden, bu terim hiç tercüme edilmemeli.[25] Peki Engels’in kaleme aldığı metinler, Gewalt’ın anlamı konusunda bize neler söylüyor?[26] Tarihte Zorun [Gewalt] Rolü isimli çalışmanın giriş cümlesinde Engels, konu başlığını Alman tarihine ve o tarihin “kan ve demir üzerinden işlettiği Gewalt”a [Gewaltspraxis von Blut und Eisen] dair analiz olarak belirliyor (Engels 1887-1888 [2002]-a, 66).[27] Gewalt denilen pratik, “kanı ve demir”i gerekli kılıyor. Tercümanlar, genelde bu kavramı “zor”, iktidar” ve “otorite” gibi soyut terimlerle karşılıyorlar, oysa gerçek şu ki burada aslında silâhların uyguladığı şiddetin yönünden ve savaşlarda dökülen kandan bahsediliyor.[28]

Kimileri konuyla ilgili şu tespiti yapıyorlar: belki de Engels, metnin mevzuu, yani Almanya’nın Bismarck liderliğinde geç de olsa birleşme sürecine girmesi ve ülkenin yaslandığı temel ekonomik gerçekler uyarınca bir seferliğine “kan ve demir”den bahsediyordur.[29] Hiç de öyle değil. Engels’in Tarihte Zorun Rolü dışında bu terimi başka yerlerde de kullandığını göstermek adına ben, onun 1870’lerden 1880’lere dek uzanan süreçte kaleme aldığı metinleri analiz ettim.[30] Gewalt kelimesi, bu süreçte tek başına kullanılmıyor, onun zarf hâli olan gewaltsam (ve mit Gewalt), sıfat hâli Gewalttätig ayrıca Gewaltmaßnahmen ve Gewalttätigkeiten gibi birleşik kelimeler formunda kullanıldığını görüyoruz. Terim öyle çok kullanılıyor ki onun gayet moda olan bir kelime olduğunu düşünüyorsunuz. Örneğin özel bir baskı gücü [besondre Repressionsgewalt] olarak iş gören bir rejim, tebaasını “şiddetle” ve “terörle” (ki burada kullanılan şiddet ve terör, gewalt üzerinden türetilen kelimeler)[31] çoğunlukla silâhlı [bewaffneten] polis gücü [Polizeigewalt] ile kontrol altında tutuyor. Başkalarını başından şiddet araçlarına başvuran güçle [mit Gewalt] defediyor, Enternasyonal gibi muhalif güçleri şiddete dayalı tedbirlerle [Gewaltmaßnahmen] eziyor,[32] sanki dünyada gücü [auf der Erde keine Gewalt] modern proletaryanın giderek büyüyen devrimci hareketini ezmeye yetecek başka bir yapı yokmuş gibi davranıyor.[33] Tüm bunlar, “kaba güç” [brutale Gewalt] terimiyle özetleniyor (Engels 1887-1888e, s. 495; 1887-1888f, s. 102).[34] Öte yandan, Gewalt kelimesine devrimci bir bağlam dâhilinde de başvurulabiliyor: Engels ve tabii ki Marx, terimi işçi hareketiyle bağlantılı olarak kullanıyor. Manifesto’nun 1872 tarihli yeni baskısına yazılan önsözdeki bir yorum, bu kullanıma dair iyi bir örnek olarak ele alınabilir: burada ikili, Paris Komünü konusunda ulaştıkları sonuçları ele alıyor ve proletaryanın “ilk kez politik gücü [politische Gewalt] iki aylığına da olsa ele geçirdiğinden, bu durumun da işçi sınıfının hazırda mevcut olan devlet mekanizmasını ele geçirip kendi amaçları için kullanmakla yetinemeyeceğini ortaya koyduğundan bahsediyor (Marx ve Engels 1872c, sç 175; 1872d, s. 96).[35]

Bu noktada Tarihte Zorun Rolü’ne geri dönelim: bu çalışmada ele alındığı biçimiyle kan, birçok farklı parçayı bir araya getiriyor ve bu sürecin esasını da askerî mekanizmalar teşkil ediyorlar[36] ki bu da esasen Gewalt’ın mânâsını ortaya koyan bir değerlendirme. Bu bağlamda Engels, Almanya’nın politik ve ekonomik birliğinin “hem iç hem de dış düşmanlara karşı verilmesi gereken bir mücadele [erkämpft werden] dâhilinde kazanılması gerektiğinden söz ediyor (Engels 1887-1888e, 460; 1887-1888f, 70). Dışarıda yürütülmesi gereken mücadele, arka arkaya cereyan edecek savaşlara, ittifakların yeniden kurulmasına, geçici barış ortamlarına ve yeni savaşlara yelken açılmasına işaret ediyor.[37] Engels’in analizi açısından asıl dönüm noktasını, birlik sürecinin Prusya’nın hegemonyasına uzanan yola girmesi teşkil ediyor (oysa o dönemde tüm Alman devletleri ile Avusturya’nın elindeki hegemonya arasında mevcut olan farklılıkların gerçek mânâda ortadan kalkmasına dair iki farklı seçenek mevcut). İlgili süreci on dokuzuncu yüzyılın ortalarında Danimarka’nın ülkeyi küçük düşürdüğü olay tetikliyor, bu da Bismarck’ın silâhlı kuvvetleri yeniden örgütleyip on yılı aşkın bir süre zarfında Danimarka’yı yenilgiye uğratmasına neden oluyor. Bu noktadan itibaren söz konusu yol, Almanya’yı Fransa’yı fethe götürüyor, böylelikle yeni Alman imparatorluğu, Avrupa’da tüm yetkilerin (Macht) diktatör Bismarck’ın elinde toplandığı ilk güç [erste Macht] hâline geliyor (Engels 1887-1888e, s. 498; 1887-1888f, s. 104).[38] İçteki mücadele konusunda Engels’in verdiği ilk ipucu, Bismarck’tan “diktatör” diye söz etmesi. Metin dâhilinde önemli bir yere sahip olan paragrafta Engels, burjuvazi ile Bismarck arasındaki gerilimlerden ve işbirliğinden bahsediyor. Burjuvazi, Almanya’nın devrimci dönüşümünü talep etse de bu hedefe ancak “zorla” [nur durch die Gewalt] ulaşılabiliyor. Engels, bu zoru “fiilî diktatörlük” [nur durch eine tatsächliche Diktatur] olarak tarif ediyor. Demek ki Engels’e göre modern devlet, iki tür Gewalt’a, yani halk kitlelerinin dizginsiz gücüne [elementare Gewalt der Volksmassen] ve “örgütlü devlet gücü”ne [die organisierte Staatsgewalt] başvuruyor. Örgütlü devlet gücü ise sadece orduda mevcut. Alman burjuvazisi, kitlelerin gücüne dair şüphesi günden güne artmasına karşın, kendi emrinde hareket eden bir orduya sahip değil. “Fakat” diyor Engels, “Bismarck o devlet gücüne [Staatsgewalt] zaten sahipti (Engels 1887-1888e, s. 479; 1887-1888f, s. 87; 1872-1873a, s. 364; 1872-1873b, s. 53).[39]

Sonuç: Sosyalist Yönetimin Analizine Doğru

Buraya dek sunduğumuz analizi özetlersek: herkesin bildiği üzere Engels, devletle ilgili temel metinlerinin önemli bir kısmında devletin “ayrı bir kamusal güç” olduğu üzerinde durur. Zaten bu yaklaşım, birçoklarınca, geleneksel Marksist devlet teorisi olarak kabul edilir. Ama buradan daha ileri gitmek gerekir, zira Engels, sonraki süreçte geliştirilecek Marksist analizler için bir çerçeve sunması yanında, Marksistleri ilerleyen süreçte mücadele etmek zorunda kalacakları gerilimlerle de baş başa bırakmaktadır (bu konuda dipnotta sunulan tartışmaya bakılabilir)[40] Hatta şurası açık ki Engels, Weber’i de etkilemiş ama Weber, Engels’in katkısını gören bir tanım sunamamıştır: “[Devlet], belirli bir toprak parçasında meşru fizikî şiddet tekelini başarıyla ele geçirmiş olan insanî cemaat [Gemeinschaft] biçimidir” (Weber 2004, 33; 1919, 6).[41]

Bu bağlamda burjuva devletiyle doğrudan ilişkili şu üç unsurun ilgiyi hak ettiğini söylemek gerekiyor. İlk unsur, Engels’in devletin burjuvaziye ait bir enstrüman olup olmadığına ve gücünü tatbik eden sınıfın niteliğini tayin edip etmediğine ve bir ölçüde özerk olup olmadığına ilişkin soruyu net bir dille cevaplamaması karşısında ben analizimde, Engels’in diğer yazılarında her bir devlet formunu özel toplumsal ve sınıfsal oluşumların belirlediğine ilişkin tespitlerine odaklanıyorum. Bu analizlerinde Engels, artık soyut bir “devlet”ten söz etmiyor, somut, sınırları net tanımlanmış bir “devlet”ten bahsediyor ama ayrıca tarihsel, kültürel ve ekonomik koşulların biçimlendirdiği nispeten daha özel devletlere işaret ediyor. Burada Engels, bilhassa o günkü Avrupa devletlerine, yani burjuva devletlerine bakıyor. Bu noktada Engels, burjuvazinin dolaylı idaresine vurgu yapıyor ki bu, ele aldığımız ikinci unsuru ifade ediyor. Engels’in en çok üzerinde durduğu örnekse, Bismarck. Bismarck, birleşik Alman devletini, iktidarı doğrudan kullanma imkânından mahrum bıraktığı burjuvazinin verili imajı dâhilinde biçimlendiriyor. Üçüncü unsuru ise zor ve şiddetin anlamlarını birlikte taşıyan Gewalt kavramının oynadığı önemli rolü ortaya koyan Engels’e ait çalışmalara dair inceleme oluşturuyor.[42] O güne dek varolmuş olan devletler, “ayrı bir kamusal Gewalt” olarak tanımlanmakla kalmıyor, ayrıca Bismarck’ın Gewalt’ı devreye sokma biçiminin “kanı ve demir”i zaruri kıldığı üzerinde duruluyor. İşte tam da bu noktada proletaryanın da sosyalist Gewalt olarak adlandırabileceğimiz uygulamaların altına imza atıp atmayacağı sorusu gündeme geliyor.

Sosyalist Gewalt meselesi, sonraki süreçte proletarya diktatörlüğüne dair çalışmaların konusunu teşkil ediyor, ayrıca Engels, komünist hareketin güç arayışından ve güç kullanımlarından bahsederken doğrudan Gewalt kelimesine başvuruyor. Buna karşılık bizim böylesi bir momentin ötesine bakmamız mümkün. Bu aşamada ayrı bir kamusal güç olarak devletle devletin toplumla iç içe geçip bütünleştiği yönetim arasında yapılan ilk ayrıma geri dönüp bakmak gerekiyor. “Ön-devlet” oluşumlarından bahsederken Engels, “toplumun ortasında duran [eben mitten in der Gesellschaft] kabilevî yapıya ait organlar” [Organe der Gentilgesellschaft] ifadesine yer veriyor (Engels 1884c, 270; 1884d, 166). Bunlar, bir “devlet”ten çok toplumsal örgütlenme formları ve bu örgüt, karmaşık yönetişim tarzlarını, canlı demokrasiyi, seçimleri, şuraları, liderleri, devlet memurlarını ayrıca egemenliği ve Gewalt’ı içeriyor. Peki bunlar, devletin ve toplumun iç içe geçtiği yönetimin, geçmişte kalmış bir döneme ait kalıntıların basit birer tezahürleri midir? Öyle denemez, zira Engels de bu tür bir yönetimi komünizmin habercisi olarak görüyor ve diyalektik bir dönüşüme tabi tutulduğunda, onun tümüyle yeni bir yoldan görülmeye başlanacağından söz ediyor (Engels 1882c, 456; 1882d, 330).

Roland Boer

Dipnotlar:
[1] Bu dönemin en önemli metni, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’dir (Engels 1884c; 1884d), ama aynı zamanda Engels Alman tarihini Anti-Dühring’de de tekrar anlatma gereği duymuştur (Engels 1878a, 95-99, 128, 166-68, 245-54, 267-71; 1878b, 302-6, 333-34, 368-70, 426-35, 444-47, 535-38). Buna rağmen projenin önemli bir kısmı, bilhassa Almanya ile bağlantılı olan bölümü eksik kalmış, bu dönemde Engels vaktini ağırlıklı olarak Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerinin gözden geçirilip yayına hazırlanması işine teksif etmiştir. Elimizde çalışmaya ait ilk taslaklar, planlar ve parçalar bulunmaktadır. Resmin tamamına sahip olmamak, ciddi bir mahzurdur. Engels’in temel görüşlerine dair bir iki kelam işitmemizi sağladığı için eldeki malzemeye gene de şükretmek gerekmektedir.

[2] Maalesef Morfino (2009), kelimenin sahip olduğu anlambilimsel alanı göz ardı edip onu salt “şiddet”e indirgiyor.

[3] Odağında duran mesele üzerinden ele aldığımızda makale, esasen Engels’in proletarya diktatörlüğüne ve onun Paris Komünü’ndeki varlığına dair görüşleri, ayrıca anarşistlerin devleti ilga etmeyi öngören yaklaşımlarının karşısında konumlanan, devletin sönümlendiği o uzun gelişim sürecine işaret eden değerlendirmeleri üzerinde hiç durmuyor. Sonraki çalışmalar bu türden konu başlıklarını ele alıyor.

[4] Görüşlerine dair en iyi özeti Ailenin Kökeni isimli eserinde bulmak mümkün (Engels 1884c, 268-72; 1884d, 164-68). Aşağıda aktarılan tezlerde yer alan alıntılar bu eserden.

[5] Engels on yılı aşkın bir zaman önce Konut Sorunu isimli eserinde “öffentliche Gewalt” ifadesini kullanıyor (Engels 1872-1873b, 71).

[6] Engels’in kaleme aldığı Feuerbach ile ilgili çalışmada devletin ekonomik düzlemde belirlenmesi meselesi üzerinde duruluyor (Engels 1886c, 391-93; 1886d, 158).

[7] Engels’in metinlerinde dışarıdan ve içeriden işleyen iki olasılık arasında ufak da olsa belirli bir gerilimin söz konusu olduğundan bahsediliyor. Ailenin Kökeni’nde Engels devletin “toplumundan dışından topluma dayatılmış bir güç olmadığını” söylüyor (Engels 1884c, 269; 1884d, 165). Bilâkis, “Frenk Dönemi” isimli bölümde Alman tarihine ve Mark’ın gösterdiği direnç üzerinde duran Engels şunları yazıyor: “Ulusun kesintisiz varlığı, bu topluluklardan neşet etmemiş olan, aksine onların karşısına yabancı bir şey olarak çıkan bir devlet iktidarına [Staatsgewalt] bağlı idi” (Engels 1882a, 59; 1882b, 475). İki metin arasındaki farkı, Engels’in tüm bağlamlarda ele alınacak devlet anlayışı ile farklı tarihler ve toplumsal koşullara dair bilinci arasında müşterek bir yol bulma isteği üzerinden izah etmek mümkün.

[8] Engels buna bir de devletin kendi tebaasını kabile veya soyağacına göre değil de “toprağa göre” ayrıştırdığına dair tespitini ekliyor. Oysa Ailenin Kökeni’nin başlarında toprağın ön-devlet denebilecek kabilevî oluşumları karakterize ettiğini söylüyor.

[9] Son alıntı Anti-Dühring’den. Burada Engels, düşüncesini netleştirmek adına, “tüm ulusal sermayenin ideal kişileşmesinden [der ideelle Gesamtkapitalist] söz ediyor (Engels 1878a, 266; 1878b, 443).

[10] Bu eğilim en iyi ifadesini Engels’in Borkheim’ın 1848 devrimleriyle ilgili broşürü için yazdığı takdim yazısındaki yorumda buluyor: “Devlet, halk kitlelerine giderek daha fazla yabancılaşıyor; o bugün, halkı sömürmek için toprak ağalarının, bankacıların ve büyük sanayicilerin meydana getirdikleri bir tür kurula dönüşme yoluna girmiş durumda” (Engels 1887c, 450; 1887d, 53).

[11] Farklılaşma ile ilgili hikâyeye dair, bugüne kalmayı bilmiş en güçlü örnek, Ailenin Kökeni’nin son bölümünde çıkıyor karşımıza, fakat bu bölümün aynı zamanda söz konusu çalışmada devlet incelemesini özetlediğini de görmek gerekiyor (Engels 1884c, 256-76; 1884d, 152-73; ayrıca bkz. Engels 1882a, 60; 1882b, 476; 1878a, 166-69; 1878b, 368-72).

[12] Atina devletinin doğuşunda Engels, sınıf ilişkilerini bunun yanı sıra devleti ve yeni koşulları dile döken anayasayla birlikte geliştiren muhtelif, ticari, parasal ve mülkiyetle alakalı ilişkileri tespit ediyor (Engels 1884c, 213-22; 1884d, 107-16).

[13] Ayrıca Engels’in hem Frenk dönemi ve Şarlman ile ilgili incelemesinde hem de feodalizmin çöküşüne dair taslak metninde aktardığı, feodalizmin doğuşu ile ilgili etkileyici çalışmalarına da bakılabilir (Engels 1882a; 1882b; 1884a; 1884b).

[14] Sonrasında burjuva devletini analiz eden birçok Marksist çalışma bu hattı takip eder ve bir dizi farklılığı aktarır (Carnoy 1984, 50; Esping-Andersen vd. 1976). Örneğin burjuva devleti kapitalist birikimin çelişkili mantığından türediğinden o, sermayenin ifa edemediği (hukuk, polis ve ordu, altyapı, eğitim gibi) görevleri uzun süre ifa eder (Holloway ve Picciotto 1978). Ya da devletin özerkliğinin devletle elitlerin çıkarları arasındaki özel bağlarda “saklı” olduğunu söyleyen bir çalışmadan bahsetmek mümkündür (Evans 1995). Kapitalizmin talepleri ışığında böylesi bir devlet biçimi kendi içinde çelişkili bir aygıttır. O halkın çıkarlarına uygun hareket eder ve bu noktada kapitalist birikimle demokratik meşruiyet arasında çelişki açığa çıkar. Bir yandan devlet, kapitalist ilişkilerden doğan eşitsizlik, sömürü ve toplumsal dağılma gibi sorunları çözmeye çalışır ama bir yandan da o bu sorunları üreten, kapitalizme has özelliklerle asla başa çıkamaz (Offe 1984, 1974). Belki de en fazla ifrata varan önerme şudur: “burjuva devleti, hâkim kapitalist güçlerin aleyhine işleyen zamanlarda, kendi çıkarları ve gücü peşinde koşan, sermayeden ve sınıftan bağımsız gelişen özerk bir örgütlü aktördür” (Skocpol 1979; Evans vd. 1985; Block 1980; Mann 1986-2013). Tüm bu çabaların bilhassa Engels’in “modern temsilî devlet” dediği şeyle ilgili olduğunu söylemek gerekir. Avrupa’daki liberal ulus-devleti veya “burjuva devlet”i en yalın şekilde tarif eden bir tabirdir bu.

[15] Sonraki süreçte bazı Marksistler de burjuva devleti analizi dâhilinde bu görüşü benimsemiş, sermayenin az sayıda insanın elinde yoğunlaşmasının yönetici sınıfın iktidarın dizginleri üzerinde maddi ve ideolojik kontrolü ele geçirmesini mümkün kıldığını söylemişlerdir (Sweezy 1942; Miliband 1969; Baran ve Sweezy 1966; Domhoff 1979).

[16] Ayrıca ben Lenin’in önermelerini de enstrüman ve belirlenmiş nitelik arasındaki gerilimde tanımlı olduğunu söylüyorum (Lenin 1917a, 392-94; 1917b, 7-9), gelgelelim ileride yapılacak başka bir çalışma Lenin’i daha dikkatli bir biçimde ele alacağından, bu analizi başka bir zamana bırakıyorum.

[17] Ayrıca Engels Anti-Dühring’de devlet mülkiyetinden bahseder ve bu hususu Bismarck’ın demiryollarını millileştirmesi ile ilgili bir dipnotta ele alır. Orada dile getirdiği biçimiyle, devlet, “burjuva toplumunun tekil kapitalistler kadar işçilerin de tecavüzlerine karşı kapitalist üretim tarzına ait genel dış koşulları desteklemek amacıyla görev verdiği bir örgüttür. Modern devlet, hangi biçimi alırsa alsın, temelde kapitalist bir makinedir [kapitalistische Maschine], o kapitalistlerin devleti, toplam ulusal sermayenin ideal mânâda kişileşmesinden başka bir şey değildir” (Engels 1878a, 266; 1878b, 443).

[18] Takip eden bölümde aktarılan alıntılar bu paragraftandır (Engels 1884c, 271-72; 1884d, 167-68).

[19] Anti-Dühring’de Engels bu konumdan yana saf tutar: devlet, geçici bir süre sömürücü sınıf olarak varlığını sürdürecek olan belirli bir sınıfa ait bir örgüttür” (Engels 1878a, 267; 1878b, 444, 535). On yılı aşkın bir süre önce kaleme aldığı Konut Sorunu’nda ise şu tespiti yapar: “Devlet, mülk sahibi sınıfların, yani toprak ağalarının ve kapitalistlerin sömürülen sınıflara, yani köylülere ve işçilere karşı kullandığı örgütlü kolektif bir güçten [organisirte Gesamtmacht] başka bir şey değildir” (Engels 1872-1873a, 362; 1872-1873b, 51). Frenk Dönemi’nde ise meseleyi bir kıyaslama dâhilin ele alır ve bu noktada Frenk döneminin devletin dışarıdan dayatıldığı bir tür despotizm olduğunu, öte yandan büyük toprak ağalarının hâkim olduğu zeminin aristokrasinin elindeki politik idareyi koşulladığını söyler (Engels 1882a, 60; 1882b, 475-76).

[20] Tarihte Zorun Rolü ilkin taslak olarak 1887-1888’de kaleme alındı ve başta aynı adı taşıyacak bir çalışmanın dördüncü ve son bölümü olarak planlanmıştı (Engels 1887-1888g; 1887-1888h; 1887-1888a; 1887-1888b; 1887-1888c; 1887-1888d; 1887-1888i; 1887-1888j; ayrıca bkz. Engels 1886a, 529; 1886b, 574-75; 1887a, 126; 1887b, 730; 1888a, 142; 1888b, 15; 1888c; 1888d; 1888e; 1888f; 1888g; 1888h; 1888i; 1888j). Önceki kısım ise zor teorisi ilgili olarak Anti-Dühring’de takdim edilen üç bölümü içerecekti (Engels 1878a, 146-71; 1878b, 350-73). 1880’lerde devlet ve Alman tarihini ele alan bir dizi çalışma kaleme alınınca Tarihte Zorun Rolü isimli çalışma tamamlanamadı ve eldeki taslak hâlindeki bölüm Eduard Bernstein’ın müdahaleleri ardından Die Neue Zeit dergisinde “Gewalt und Ökonomie bei der Herstellung der neuen Deutschen Reichs” [Yeni Alman İmparatorluğu Döneminde Gerçekleşen Üretimde Zor ve Ekonomi] ismiyle yayınlandı [Cilt 1, Sayı. 22-26 (1895-1896): s. 722-76.] Özgün elyazmalarının eksik sayfaları sonrasında bulundu ve 2002 tarihli Marx-Engels Toplu Eserler’in 2002 tarihli basımında yer alabildi. Dört bölümü de içeren kitapsa Almancada Über der Gewaltstheorie: Gewalt und Ökonomie bei der Herstellung der neuen Deutschen Reichs (Zor Teorisi Hakkında: Yeni Alman İmparatorluğu Döneminde Gerçekleşen Üretimde Zor ve Ekonomi -Engels 1946) adıyla yayınlandı. İngilizce çevirisi ise yirmi yılı aşkın bir zaman sonra basılabildi (Engels 1968). Burada asıl merak ettiğim husus, Morfino’nun (2009, s. 91-94) bu metni neden görmezden gelip sadece Anti-Dühring’deki üç bölüme odaklandığı.

[21] Başka ülkeleri yakalamak yerine Almanya kendi geri kalmışlığından istifade edip ileriye doğru diyalektik bir sıçrama gerçekleştirdi. Bu geri kalmışlıkla ilgili değerlendirmeler konusunda Almanya Üzerine Derleme ismi altında toplanmış notlara bakılabilir (Engels 1873-1874a, 1873-1874b).

[22] Wallerstein’in (2011) dillendirdiği, emtianın sınırlardan geçişini güvence altına alabilmesi için kapitalizmin ekonomiyi ve hukuku birleştirmiş olan genel çerçevelere sahip güçlü devletlere ihtiyaç duyduğuna dair önermenin köklerini burada bulmak mümkün.

[23] Bu yaklaşım, Engels’in analizi açısından önemli olması ve Marx’ın analiziyle uyuşması sebebiyle, ben esas olarak burjuvazinin dolaylı idaresi üzerinde duruyorum. Ama Engels başka bir yerde başka özellikler de keşfediyor. Örneğin o, burjuvazinin yükselişini mutlakiyetçi krallıkların yükselişiyle ilişkilendiriyor (Engels 1884a, 1884b; Boer, basım aşamasında), bu bağ öylesine güçlü ki burjuvazi cumhuriyetçi devlet formlarını benimseme konusunda isteksizliğini ortaya koyuyor. Cumhuriyet burjuvazinin idaresinin nihai formu ise de ondaki bu isteksizlik esasen bir tür nostaljiden değil, bir cumhuriyette burjuvazinin işçi sınıfı ile karşı karşıya geleceğini bilmesinden kaynaklanıyor (Engels 1873e). Sonrasında Engels, Almanya’da oluşan yeni koşullarda eski sınıfların burjuvalaşması üzerinde duruyor ve bunun sebebinin ekonomik koşulların burjuva normlar üzerinden tayin edilmesi olduğunu söylüyor (Engels 1872-1873a, 362-64; 1872-1873b, 52-54).

[24] Hatta başka bir yerde Engels, “burjuvazinin kendi iradesi hilafına hareket ettiğini” söylüyor (Engels 1887-1888e, 480; 1887-1888f, 87) ki Retallack’in (2011) de gözden kaçırdığı husus tam da bu. Bu tespitin daha kaba bir biçimine Prusya’da “Kriz” isimli çalışmada rastlıyoruz (Engels 1873c, 1873d). Sonrasında Marksistlerin analizlerinin burjuva devletle ilgili bu türden bir yaklaşıma en yakın tespitini şu şekilde özetlemek mümkün: devlet aygıt ve güç arasında bölünmüş, sınıflar mücadelesinin ama aynı zamanda kapitalist ekonomilerin ve ondaki eşitsiz gelişmenin yol açtığı kaçınılmaz krizlerin etkilerini hafifletip düzene sokmak suretiyle, sermaye için nispeten istikrarlı bir ortam oluşturabilmesi adına belirli bir şekle kavuşturulmuş bir yapıdır (Mandel 1975; Poulantzas 1978, 1980; Therborn 1978; Wright 1978; Jessop 1982; Przeworski 1985).

[25] Terimin Hegel metinlerinde nasıl ele alındığı konusunda bkz. Morfino (2009, 82-91).

[26] Ben soruyu kasten bu şekilde soruyorum çünkü ben, belirli bir momentte bir yazarın niyetinin ne olduğunu tespit etmek denilen o tartışmalı ve neredeyse imkânsız görevi bir kenara koymayı tercih ediyorum, bunun yerine de Engels’in metinlerinin terimi nasıl ayrıntılı bir biçimde ele aldığını incelemenin daha hayırlı olduğunu düşünüyorum.

[27] Anti-Dühring’de ise Engels şunu söylüyor: “Bugünlerde Gewalt, ordu ve donanmadır” (Engels 1878a, 154; 1878b, 358).

[28] Engels’in hikâyesi de kelimeye yüklenen anlam ve yapılan vurgu noktasında önemli bir rol oynuyor. Bilindiği üzere Engels 1842’den itibaren askerî meselelerle yakından ilgilenen bir isim. 1842’de Berlin’de bulunan Muhafız Topçu Tugayı’na bağlı 12. Piyade Bölüğü’ne asker olarak alınıyor. Sonrasında 1848 devrimleri esnasında da askerlikle ilgili faaliyetlerde bulunuyor (önce Elberfeld ve Barmen’de, kısa bir süre sonra da Palatinate ve Baden’da milis olarak görev yapıyor). Geliştirdiği görüşleri ve yaşadığı hayal kırıklıklarını besleyen bu türden deneyimler onu ordu muhabiri olarak derinlikli yazılar yazmasını sağlıyor. Bu muhabirlik sonrasında eğitim, teçhizat, disiplin, ahlâk, tahkimat, taktikler gibi askerliğin tüm yönlerinin dününü ve bugününü ele alan analizler kaleme alıyor, böylelikle her türden devrimci hareket için hayırlı ve zaruri olan askeri güç ihtiyacı konusunda ilk gerçek katkıyı sunma imkânı buluyor. Her ne kadar bu malzeme Engels’in yayınlanmış eserleri içerisinde önemli bir yer tutsa da nadiren takdir görüyor. Burada aktarılacak yığınla metin var, konuyla ilgilenen okur, Toplu Eserler’in İngilizce basımının 11. cildinden sonra yer alan, ayrıca Almanca baskısının gene 11. cildini takip eden ciltlerde bulunan, askerlikle alakalı yazışmalara (1848 devrimlerinden 1870-1871 Fransa-Prusya Savaşı’na dek uzanan dönemde kaleme alınmış) bakabilir. Bu noktada ayrıca İngilizce basımın 18-19. ciltlerinde ve Almanca basımın 14-15. ciltlerinde yer alan askerî güçlerle alakalı analizler de incelenebilir. Belirtmem gerek ki Almanca baskıda İngilizce baskıya nazaran daha az makale var. “Ayrı bir kamusal güç” olarak kabul ettiği devlete dair bu türden yazılarında Engels’in halktan ayrı bir askeri gücü bu türden gelişimin ilk işareti olarak alması veya başka bir yerde, Dühring’e verdiği cevapta, askerlikle ilgili meselelere dair bilgi birikimine başvurmak zorunda kalması gayet doğal (Engels 1878a, 155-61; 1878b, 357-64).

[29] Dühring’e karşı yürüttüğü polemikte Engels, ekonomik gücün (Macht) politik Gewalt’ı belirleyen bir özellik olarak sahip olduğu önem üzerinde duruyor. Böylelikle Engels, Dühring’in politik Gewalt’ın asli, ekonomik gerçeklerin tali olduğuna dair hipotezini çürütme imkânı buluyor (Engels 1878a, 146-71; 1878b, 350-73). Dolayısıyla Tarihte Zorun Rolü isimli çalışmayı Engels’in cevabının kapsamlı hâli olarak değerlendirmek mümkün: Ona göre, Dühring’in çok sevdiği Robinson Crusoe ve Cuma masalına değil, Gewalt’ın gerçekte yol açtığı şeylere bakmak gerekiyor.

[30] Derdimi anlatabilmek için 1870’lerde ve 1880’lerde kaleme alınmış metinlerden yapılan seçki kâfi. Benzer kullanımlara 1870’lerden önce ve 1890’larda da rastlamak tabii ki mümkün.

[31] Fransızca terroristes kelimesinden tercüme edilerek ulaşılan gewaltsamen terörü ifade ediyor, bu kavramı Marx ve Engels, Bakunin ve diğer Rus anarşist Neçayev’den bahsederken kullanıyor (Marx ve Engels 1873a, 535; 1873b, 234; 1874, 417).

[32] Veya Bakunin liderliğindeki anarşistlerden bahsederken de aynı kavrama başvuruluyor. Bakunin’in Enternasyonal’e karşı pusu [le guet-á-pens] kurduğunu söyleyen Marx ve Engels’in (Marx ve Engels 1873b, s. 170), konuyla ilgili değerlendirmesinin Almanca hâlinde şu tabire yer veriliyor: [“Gewalttat aus feigem Hinterhalt” (“Korkakça pusu kurup şiddete dayalı eyleme başvuruyor”, Marx ve Engels 1874, 333). Toplu Eserler’in İngilizce basımında ise “sırta saplanmış bıçak”tan bahsediyor (Marx ve Engels 1873a, 458).

[33] Bu türden kullanımlara dair yığınla kaynağa atıfta bulunmak mümkün, dolayısıyla ben burada sadece Almanca yayınlanmış özgün metinlere atıfta bulunuyorum (Marx ve Engels 1872a, 80, 121; 1872b, 8, 50; Engels 1872e, 138; 1872f, 64; 1872c, 284; 1872d, 178; 1872-1873a, 329, 361, 363, 371; 1872-1873b, 20, 51, 52, 62; 1873a, 585, 586; 1873b, 480, 481; 1873-1874a, 600; 1873-1874b, 590; 1874a, 616; 1874b, 499; 1874c, 621; 1874d, 504; 1874e, 628, 631; 1874f, 514, 517; 1877c, 173; 1877d, 90; 1877a, 188; 1877b, 104-5; 1878a, 24, 245, 263-64, 267-68; 1878b, 234, 427, 442, 535-36; Marx ve Engels 1879a, 265; 1879b, 179; Engels 1880c, 289, 302, 316, 321-22; 1880d, 193, 206, 219, 223-25; 1887-1888e, 475-77, 480, 487, 495, 507; 1887-1888f, 82, 84-85, 87-88, 94, 101, 114; 1882c, 450; 1882d, 325; 1882e, 29; 1882f, 446; 1882a, 59-63, 74-77, 81, 95; 1882b, 475-78, 488-91, 494, 508). Marx da Gewalt terimini benzer bir içerikle kullanıyor (Marx 1872a, 143; 1872b, 69; 1872g, 161; 1872h, 86; 1872e, 223; 1872f, 133; 1872c, 255; 1872d, 160; 1875a, 52; 1875b, 568). Nadiren de olsa anlambilimsel açıdan çağrıştırdığı anlamların farklı boyutlarına da rastlıyoruz. Mesela bir yerde “icra yetkisi”nden [Exekutivgewalt]’ bahsediliyor (Engels 1887-1888e, 499; 1887-1888f, 106) ya da ağırlığı olan, ciddi veya muazzam ölçülerde büyük olan bir şey için gewaltig kelimesi kullanılıyor. Örneğin metinlerde “büyük yanlış” [gewaltig irren] ya da “büyük ilerleme” [gewaltigen Fortschritt] türünden ifadelere rastlıyoruz (Marx ve Engels 1872a, 99; 1872b, 26; Engels 1872a, 148; 1872b, 74; 1872-1873a, 360, 366; 1872-1873b, 50, 55; 1873c, 403, 404; 1873d, 293, 294).

[34] Engels, esas ilgilendiği husus politik olmasına karşın, bazen “körü körüne, tüm şiddeti [gewaltsam] yıkıcılığıyla [zerstörend] işleyen doğa”ya da atıfta bulunuyor (Engels 1878a, 266; 1878b, 534; 1880c, 319-20; 1880d, 222-23). Engels kapitalist piyasa üzerine kurulu ekonomide üretici güçlere dair analoji kapsamında doğadan bahsederken, Lenin ve Stalin doğası gereği kendiliğinden ve insanın kontrolü dışında işleyen üretici güçleri komünist devrimle bağlantısı dâhilinde ele alıyor (Stikhiinyi ve stikhiinost) (Boer 2013).

[35] Özgün yorum Fransa’da İç Savaş’ta yer alıyor (Marx 1871, s. 328)

[36] Feodalizmin çöküşünü ele alan taslak metinde Engels, diğer unsurların yanı sıra, askeri teknoloji ile askeri stratejide yaşanan değişikliklerin izlerini sürüyor (Engels 1884a, 562-64; 1884b, s. 398-400).

[37] Her ne kadar tayin edici bir içeriğe sahip olmasa da Tilly’de karşımıza çıkan seçmeci yaklaşımda da bu türden bir kullanıma rastlıyoruz (Tilly 1985, 1990)

[38] Bu noktada Engels Macht kelimesini güçten ve kudretten söz ederken kullanıyor. Ele alınan metinlerde Gewalt kadar sık geçmese de güç kelimesi kullanıldığında Engels buna karşılık olarak Macht kelimesini tercih ediyor ama daha güçlü ve esasen şiddet anlamını da içeren bir kullanım söz konusu olduğunda Engels, Gewalt ve onunla bağlantılı terimleri kullanıyor.

1870-1871’de Paris’in fethedilmesine ve Fransa’nın aldığı yenilgiye dair ayrıntılı bir değerlendirme konusunda Engels’in kaleme aldığı, derinlikli ve alabildiğine büyüleyici olan savaş yazıları ile ilgili olarak Savaş Üzerine Notlar isimli çalışmasına bakılabilir (Engels 1870-1871).

[39] Bismarck’ın Almanya’nın yaşadığı diyalektik sıçrama konusunda yol açtığı etki Engels’in tekrar tekrar ilgisini çekiyor, bu nedenle o, ekonomik meselelerin Bismarck’ın hamlelerini nasıl etkilediğini göstermeye çalışıyor. Bu noktada Engels Bismarck’ın demiryollarını ve sanayii millileştirme politikasında, sigorta sistemini kurmasında bulunan “sosyalizm”i inceliyor ve tüm bu hamlelerin “refah devleti”nin kökenini teşkil ettiğine dair tezin yanlış olduğunu söylüyor (Engels 1878a, 265; 1878b, 538; 1880a; 1880b; 1881; 1890a; 1890b; 1890c).

[40] Bir ikazda bulunmak gerek: Engels, Avrupa tarihi dâhilinde, ön-devlet formları gibi birçok farklı devlet formlarından bahsediyorken sonrasında kaleme alınan çalışmaların ekseriyeti, Avrupa’da kurulmuş liberal ulus-devletlere odaklanıyor. Bu türden çalışmalar, “aile bağları üzerine kurulu” devlet, çok fazla incelenmiş bir konu olarak, “refah” devleti ve net bir biçimde tarif edilmemiş ama başka diyarlara da tatbik edilen Avrupa kökenli bir kavram olarak “gelişimsel” devlet” gibi geçiş formlarını ele alıyorlar (Esping-Andersen 1990; Barrow 1993; Evans 1995, 47-59, 229-34; Woo-Cumings 1999). Bazı yazarlarsa bu türden gerilimleri aşmak adına, ilgili çalışmaların kopyalanıp çoğaltılması sürecine bir son veriyorlar (Jessop 1982, 1990; Held ve Krieger 1984; Alford ve Friedland 1985).

[41] Engels’in katkısını küçümseyen çalışmaların neden kaleme alındığını bu noktada merak etmiyor değilim (Carnoy 1984, 45-61; Held 1989, s. 37-38).

[42] Eleştirmenlerin Gewalt kelimesinin sahip olduğu önemi neden görmediği meselesi, çözüme kavuşturulmamış bir muamma olarak orta yerde duruyor. Örneğin Draper’ın eski ama hâlen daha çok faydalı olan çalışmaları, bu terimden hiç bahsetmiyorlar (Draper 1970, 1986).

Kaynakça:
Alford, Robert ve Roger Friedland. 1985. Powers of Theory: Capitalism, the State, and Democracy. Cambridge: Cambridge University Press.

Baran, Paul ve Paul Sweezy. 1966. Monopoly Capital: An Essay on the American Economic and Social Order. New York: Monthly Review Press.

Barrow, Clyde. 1993. Critical Theories of the State: Marxist, Neo-Marxist, Post-Marxist. Madison: University of Wisconsin Press.

Block, Fred. 1980. 'Beyond Relative Autonomy: State Managers as Historical Subjects'. Socialist Register 14:227-42.

Boer, Roland. 2013. Lenin, Religion, and Theology. New York: Palgrave Macmillan.

---. Basım aşamasında. 'The Christian State'. In Bloomsbury Companion to Marx, yayına hazırlayan: Imre Szeman, Jeff Diamanti ve Andrew Pendakis. London: Bloomsbury.

Carnoy, Martin. 1984. The State and Political Theory. Princeton: Princeton University Press.

Domhoff, G. William. 1979. The Powers That Be: Processes of Ruling Class Domination in America. New York: Vintage.

Draper, Hal. 1970. 'The Death of the State in Marx and Engels'. Socialist Register 7:281-307.

---. 1986. Karl Marx's Theory of Revolution, Cilt 3: The 'Dictatorship of the Proletariat'. New York: Monthly Review Press.

Engels, Friedrich. 1870-1871 [1986]. 'Notes on the War'. In Marx and Engels Collected Works, Cilt. 22, 9-258. Moskova: Progress Publishers.

---. 1872-1873a [1988]. 'The Housing Question'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 23, 317-91. Moskova: Progress Publishers.

---. 1872-1873b [1984]. 'Zur Wohnungsfrage'. Marx Engels Gesamtausgabe içinde, Cilt. I.24, 3-81. Berlin: Dietz.

---. 1872a [1988]. 'Letters from London I: The English Agricultural Labourers' Strike'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 23, 148-50. Moskova: Progress Publishers.

---. 1872b [1973]. 'Briefe aus London I: Der Streik der englischen Landarbeiter'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 18, 74-76. Berlin: Dietz.

---. 1872c [1988]. 'Letters from London II: More About the Hague Congress'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 23, 283-84. Moskova: Progress Publishers.

---. 1872d [1973]. 'Briefe aus London II: Nochmals über den Haager Kongreß'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 18, 177-78. Berlin: Dietz.

---. 1872e [1988]. 'To Citizen Delegates of the Regional Spanish Congress Assembled at Saragossa'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 23, 137-38. Moskova: Progress Publishers.

---. 1872f [1973] 'An die Bürger Delegierten des spanischen Landeskongresses in Saragossa'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 18, 63-64. Berlin: Dietz.

---. 1873-1874a [1988]. 'Varia on Germany'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 23, 599-610. Moskova: Progress Publishers.

---. 1873-1874b [1973]. 'Varia über Deutschland'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 18, 589-96. Berlin: Dietz.

---. 1873a [1988]. 'The Bakuninists at Work: An Account of the Spanish Revolt in the Summer of 1873'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 23, 581-94. Moskova: Progress Publishers.

---. 1873b [1973]. 'Die Bakunisten an der Arbeit. Denkschrift über den Aufstand in Spanien im Sommer 1873'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 18, 476-93. Berlin: Dietz.

---. 1873c [1988]. 'The “Crisis” in Prussia'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 23, 400-5. Moskova: Progress Publishers.

---. 1873d [1973]. 'Die “Krisis" in Preußen'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 18, 290-95. Berlin: Dietz.

---. 1873e [1988]. 'The Republic in Spain'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 23, 417-21. Moskova: Progress Publishers.

---. 1874a [1988]. 'The English Elections'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 23, 611-61. Moskova: Progress Publishers.

---. 1874b [1973]. 'Die englischen Wahlen'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 18, 494-99. Berlin: Dietz.

---. 1874c [1988]. 'The Imperial Military Law'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 23, 617-25. Moskova: Progress Publishers.

---. 1874d [1973]. 'Das Reichs-Militärgesetz'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 18, 500-8. Berlin: Dietz.

---. 1874e [1988]. 'Supplement to the Preface of 1870 for The Peasant War in Germany'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 23, 626-32. Moskova: Progress Publishers.

---. 1874f [1973]. 'Ergänzung der Vorbemerkung von 1870 zu “Der deutsche Bauernkrieg"'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 18, 512-17. Berlin: Dietz.

---. 1877a [1989]. 'Karl Marx'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 24, 183-95. Moskova: Progress Publishers.

---. 1877b [1985]. 'Karl Marx'. Marx Engels Gesamtaugabe içinde, Cilt. I.25, 100-11. Berlin: Dietz.

---. 1877c [1989]. 'Letter to Enrico Bignami on the German Elections of 1877'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 24, 172-73. Moskova: Progress Publishers.

---. 1877d [1973]. 'Brief an Bignami über die deutschen Wahlen von 1877'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 19, 89-90. Berlin: Dietz.

---. 1878a [1987]. Anti-Dühring: Herr Eugen Dühring's Revolution in Science. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 25, 3-309. Moskova: Progress Publishers.

---. 1878b [1988]. Herrn Eugen Dührings Umwälzung der Wissenschaft (Anti-Dühring). Marx Engels Gesamtausgabe içinde, Cilt. I:27, 217-483. Berlin: Dietz.

---. 1880a [1989]. 'The Socialism of Mr. Bismarck'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 24, 272-80. Moskova: Progress Publishers.

---. 1880b [1985]. 'Le socialisme de M. Bismarck'. Marx Engels Gesamtaugabe içinde, Cilt. I.25, 188-97. Berlin: Dietz.

---. 1880c [1989]. 'Socialism: Utopian and Scientific'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 24, 281-325. Moskova: Progress Publishers.

---. 1880d [1973]. 'Die Entwicklung des Sozialismus von der Utopie zur Wissenschaft'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 19, 189-228. Berlin: Dietz.

---. 1881 [1989]. 'Bismarck and the German Working Men's Party'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 24, 407-9. Moskova: Progress Publishers.

---. 1882a [1990]. 'The Frankish Period'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 26, 58-107. Moskova: Progress Publishers.

---. 1882b [1987]. 'Fränkische Zeit'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 19, 474-518. Berlin: Dietz.

---. 1882c [1989]. 'The Mark'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 24, 439-56. Moskova: Progress Publishers.

---. 1882d [1987]. 'Die Mark'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 19, 315-30. Berlin: Dietz.

---. 1882e [1990]. 'On the Early History of the Germans'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 26, 6-57. Moskova: Progress Publishers.

---. 1882f [1987]. 'Zur Urgeschichte der Deutsche'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 19, 425-73. Berlin: Dietz.

---. 1884a [1990]. 'The Decline of Feudalism and the Emergence of National States'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 26, 556-65. Moskova: Progress Publishers.

---. 1884b [1973]. 'Über den Verfall des Feudalismus und das Aufkommen der Bourgeoisie'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 21, 392-401. Berlin: Dietz.

---. 1884c [1990]. The Origin of the Family, Private Property and the State. In the Light of the Researches by Lewis H. Morgan. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 26, 129-276. Moskova: Progress Publishers.

---. 1884d [1962]. Der Ursprung der Familie, des Privateigentums und des Staats. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 21, 25-173. Berlin: Dietz.

---. 1886a [1995]. 'Engels to Hermann Schlütter in Hottingen-Zurich, 26 November 1886'. Marx Engels Collected Works içinde, Cilt. 47, 528-30. Moskova: Progress Publishers.

---. 1886b [1973]. 'Engels an Hermann Schlüter in Hottingen-Zürich. 26.November 1886'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 36, 574-76. Berlin: Dietz.

---. 1886c [1990]. 'Ludwig Feuerbach and the End of German Classical Philosophy'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 26, 353-98. Moskova: Progress Publishers.

---. 1886d [2011]. 'Ludwig Feuerbach und der Ausgang der klassischen deutschen Philosophie'. Marx Engels Gesamtausgabe, Cilt. I:30, 122-62. Berlin: Akademie Verlag.

---. 1887-1888a [1990]. 'Plan of Chapter Four of the Pamphlet The Role of Force in History'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 26, 578. Moskova: Progress Publishers.

---. 1887-1888b [2002]. 'Gliederung des Kapitels IV der Broschüre "Die Rolle der Gewalt in der Geschichte"'. Marx Engels Gesamtausgabe içinde, Cilt. I.31, 58. Berlin: Akademie Verlag.

---. 1887-1888c [1990]. 'Plan of the Final Section of Chapter Four of the Pamphlet The Role of Force in History'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 26, 579-80. Moskova: Progress Publishers.

---. 1887-1888d [2002]. 'Gliederung für den Schlußteil des Kapitels IV der Broschüre "Die Rolle der Gewalt in der Geschichte"'. Marx Engels Gesamtausgabe içinde, Cilt. I.31, 60-63. Berlin: Akademie Verlag.

---. 1887-1888e [1990]. 'The Role of Force in History'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 26, 453-510. Moskova: Progress Publishers.

---. 1887-1888f [2002]. 'Entwurf des Kapitels IV der Broschüre "Die Rolle der Gewalt in der Geschichte"'. Marx Engels Gesamtausgabe içinde, Cilt. I.31, 66-116. Berlin: Akademie Verlag.

---. 1887-1888g [1990]. 'Rough Draft of the Preface to The Role of Force in History'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 26, 511. Moskova: Progress Publishers.

---. 1887-1888h [2002]. 'Entwurf des Vorworts zur Broschüre "Die Rolle der Gewalt in der Geschichte"'. Marx Engels Gesamtausgabe içinde, Cilt. I.31, 57. Berlin: Akademie Verlag.

---. 1887-1888i [2002]. 'Notizen für das Kapitel IV der Broschüre "Die Rolle der Gewalt in der Geschichte." I'. Marx Engels Gesamtausgabe içinde, Cilt. I.31, 59. Berlin: Akademie Verlag.

---. 1887-1888j [2002]. 'Notizen für das Kapitel IV der Broschüre "Die Rolle der Gewalt in der Geschichte." II'. Marx Engels Gesamtausgabe içinde, Cilt. I.31, 64-65. Berlin: Akademie Verlag.

---. 1887a [2001]. 'Engels to Hermann Schlütter in Hottingen-Zurich, 7 December 1887'. Marx Engels Collected Works içinde, Cilt. 48, 125-26. Moskova: Progress Publishers.

---. 1887b [1973]. 'Engels an Hermann Schlüter in Hottingen-Zürich. 7.Dezember 1887'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 36, 730-31. Berlin: Dietz.

---. 1887c [1990]. 'Introduction to Sigismund Borkheim's Pamphlet, In Memory of the German Blood-and-Thunder Patriots. 1806-1807'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 26, 446-51. Moskova: Progress Publishers.

---. 1887d [2002]. 'Einleitung zu Sigismund Borkheims Broschüre "Zur Erinnerung für die deutschen Mordspatrioten. 1806-1807"'. Marx Engels Gesamtaugabe içinde, Cilt. I.31, 49-54. Berlin: Akademie Verlag.

---. 1888a [2001]. 'Engels to Hermann Schlüter in Hottingen-Zurich, 10 January 1888'. Marx Engels Collected Works içinde, Cilt. 48, 142-43. Moskova: Progress Publishers.

---. 1888b [1973]. 'Engels an Hermann Schlüter in Hottingen-Zürich. 10.Januar 1888'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 37, 15-16. Berlin: Dietz.

---. 1888c [2001]. 'Engels to Hermann Schlüter in Hottingen-Zurich, 23 January 1888'. Marx Engels Collected Works içinde, Cilt. 48, 144-45. Moskova: Progress Publishers.

---. 1888d [1973]. 'Engels an Hermann Schlüter in Hottingen-Zürich. 23.Januar 1888'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 37, 19. Berlin: Dietz.

---. 1888e [2001]. 'Engels to Hermann Schlüter in Hottingen-Zurich, 12 February 1888'. Marx Engels Collected Works içinde, Cilt. 48, 147-48. Moskova: Progress Publishers.

---. 1888f [1973]. 'Engels an Hermann Schlüter in Hottingen-Zürich. 12.Februar 1888'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 37, 22. Berlin: Dietz.

---. 1888g [2001]. 'Engels to Hermann Schlüter in Hottingen-Zurich, 19 February 1888'. Marx Engels Collected Works içinde, Cilt. 48, 148-49. Moskova: Progress Publishers.

---. 1888h [1973]. 'Engels an Hermann Schlüter in Hottingen-Zürich. 19.Februar 1888'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 37, 23. Berlin: Dietz.

--- 1888i [2001]. 'Engels to Hermann Schlüter in Hottingen-Zurich, 17 March 1888'. Marx Engels Collected Works içinde, Cilt. 48, 163-64. Moskova: Progress Publishers.

---. 1888j [1973]. 'Engels an Hermann Schlüter in Hottingen-Zürich. 17.März 1888'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 37, 38. Berlin: Dietz.

---. 1890a [2002]. 'The German Social Democrats'. Marx Engels Gesamtausgabe içinde, Cilt. I.31, 210-12. Berlin: Akademie Verlag.

---. 1890b [1990]. 'What Now?' Marx and Engels Collected Works, Cilt. 27, 7-10. Moskova: Progress Publishers.

---. 1890c [2002]. 'Was nun?' Marx Engels Gesamtausgabe içinde, Cilt. I.31, 213-16. Berlin: Akademie Verlag.

---. 1946. Über der Gewaltstheorie: Gewalt und Ökonomie bei der Herstellung der neuen Deutschen Reichs. Berlin: Dietz.

---. 1968. The Role of Force in History: A Study of Bismarck's Policy of Blood and Iron. Çev. Jack Cohen. Londra: Lawrence & Wishart.

Engels, Friedrich ve Karl Kautsky. 1887a [1990]. 'Lawyers' Socialism'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 26, 597-616. Moskova: Progress Publishers.

---. 1887b [1973]. 'Juristen-Sozialismus'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 21, 491-509. Berlin: Dietz.

Esping-Andersen, Gøsta. 1990. The Three Worlds of Welfare Capitalism. Cambridge: Polity.

Esping-Andersen, Gøsta, Roger Friedland ve Eric Olin Wright. 1976. 'Modes of Class Struggle and the Capitalist State'. Kapitalistate 4-5:186-220.

Evans, Peter. 1995. Embedded Autonomy: States and Industrial Transformation. Princeton: Princeton University Press.

Evans, Peter, Dietrich Rueschemeyer ve Theda Skocpol. 1985. Bringing the State Back In. Cambridge: Cambridge University Press.

Held, David. 1989. Political Theory and the Modern State: Essays on State, Power, and Democracy. Cambridge: Polity.

Held, David ve Joel Krieger. 1984. 'Theories of the State: Some Competing Claims'. The State in Capitalist Europe içinde, yayına haz. Stephen Bornstein, David Held ve Joel Krieger, 1-20. Boston: George Allen and Unwin.

Holloway, John ve Sol Picciotto. 1978. State and Capital: A Marxist Debate. Austin: University of Texas Press.

Jessop, Bob. 1982. The Capitalist State: Marxist Theories and Methods. New York: New York University Press.

---. 1990. State Theory: Putting Capitalist States in Their Place. Cambridge: Polity.

Lenin, V.I. 1917 [1964]. 'The State and Revolution'. Collected Works içinde, Cilt. 25, 385-497. Moskova: Progress Publishers.

---. 1917 [1969]. 'Gosudarstvo i revoliutsiia. Uchenie marksizma o gosudarstve i zadachi proletariata v revoliutsii. Аvgust–sentiabrʹ 1917 g.; ranee 17 dekabria 1918 g'. Polnoe sobranie sochinenii içinde, Cilt. 33, 1-120. Moskova: Izdatel’stvo politicheskoi literatury.

Mandel, Ernest. 1975. Late Capitalism. Çev. Joris De Bres. Londra: NLB.

Mann, Michael. 1986-2013. The Sources of Social Power. 4 cilt. Cambridge: Cambridge University Press.

Marx, Karl. 1871 [1986]. 'The Civil War in France'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 22, 307-59. Moskova: Progress Publishers.

---. 1872a [1988]. 'Declaration of the General Council of the International Working Men's Association Concerning Cochrane's Speech in the House of Commons'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 23, 140-45. Moskova: Progress Publishers.

---. 1872b [1973]. 'Erklärung des Generalrats der Internationalen Arbeiterassoziation zum Auftreten Cochranes im Unterhaus'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 18, 66-71. Berlin: Dietz.

---. 1872c [1988]. 'On the Hague Congress: A Correspondent's Report of a Speech Made at a Meeting in Amsterdam on September 8, 1872'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 23, 254-56. Moskova: Progress Publishers.

---. 1872d [1973]. 'Rede über den Haager Kongreß'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 18, 159-61. Berlin: Dietz.

---. 1872e [1988]. 'Report of the General Council to the Fifth Annual Congress of the International Working Men's Association Held at The Hague, from the 2nd to the 7th September 1872'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 23, 218-27. Moskova: Progress Publishers.

---. 1872f [1973]. 'Offizieller Bericht des Londoner Generalrats, verlesen in öffentlicher Sitzung des Internationalen Kongresses zu Haag'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 18, 129-37. Berlin: Dietz.

---. 1872g [1988]. 'Stefanoni and the International Again (Letter to the Editors of the Gazzettino Rosa)'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 23, 160-63. Moskova: Progress Publishers.

---. 1872h [1973]. 'Noch einmal Stefanoni und die Internationale (Brief an die Redaktion des 'Gazzettino Rosa')'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 18, 85-88. Berlin: Dietz.

---. 1875a [1989]. 'Epilogue to Revelations Concerning the Communist Trial in Cologne'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 24, 51-54. Moskova: Progress Publishers.

---. 1875b [1973]. 'Nachwort [zu "Enthüllungen über den Kommunisten-Prozeß zu Köln"]'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 18, 568-71. Berlin: Dietz.

Marx, Karl, and Friedrich Engels. 1872a [1988]. 'Fictitious Splits in the International. Private Circular from the General Council of the International Working Men's Association'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 23, 79-123. Moskova: Progress Publishers.

---. 1872b [1973]. 'Die angeblichen Spaltungen in der Internationale'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 18, 3-51. Berlin: Dietz.

---. 1872c [1988]. 'Preface to the 1972 German Edition of The Manifesto of the Communist Party'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 23, 174-75. Moskova: Progress Publishers.

---. 1872d [1973]. 'Vorwort [zum "Manifest der Kommunistischen Partei" (deutsche Ausgabe 1872)]'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 18, 95-96. Berlin: Dietz.

---. 1873a [1988]. 'The Alliance of Socialist Democracy and the International Working Men's Association. Report and Documents Published by Decision of The Hague Congress of the International'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 23, 454-580. Moskova: Progress Publishers.

---. 1873b [1984]. 'L'Alliance de la Démocratie Socialiste et l'Association Internationale des Travailleurs. Rapport et Documents publiés par ordre du Congrès Internationale de la Haye'. Marx Engels Gesamtausgabe içinde, 163-283. Berlin: Dietz.

---. 1874 [1973]. 'Ein Komplot gegen die Internationale Arbeiterassoziation. Im Auftrage des Haager Kongresses verfaßter Bericht über das Trieben Bakunins und der Allianz der sozialistichen Demokratie'. Marx Engels Werke içinde, Cilt. 18, 327-471. Berlin: Dietz.

---. 1879a [1989]. 'Circular Letter to August Bebel, Wilhelm Liebknecht, Wilhelm Bracke and Others'. Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 24, 253-69. Moskova: Progress Publishers.

---. 1879b [1985]. 'Zirkularbrief an Bebel, Liebknecht, Bracke und andere Führer der Sozialistischen Arbeiterpartei Deutschlands'. Marx Engels Gesamtaugabe içinde, Cilt. I.25, 171-85. Berlin: Dietz.

Miliband, Ralph. 1969. The State in Capitalist Society. New York: Basic Books.

Morfino, Vittorio. 2009. 'The Syntax of Violence. Between Hegel and Marx'. Historical Materialism 17:81-100.

Offe, Claus. 1974. 'Structural Problems of the Capitalist State: Class Rule and the Political System. On the Selectiveness of Political Institutions'. German Political Studies, Cilt. 1, yayına haz. Klaus von Beyme, 31-54. Beverley Hills: Sage.

---. 1984. Contradictions of the Welfare State. Cambridge: MIT.

Poulantzas, Nicos. 1978. Political Power and Social Classes. Londra: Verso.

---. 1980. State, Power, Socialism. Londra: Verso.

Przeworski, Adam. 1985. Capitalism and Social Democracy. Cambridge: Cambridge University Press.

Retallack, James. 2011. 'Bismarck, Engels, and The Role of Force in History. Friedrich Engels, Die Rolle der Gewalt in der Geschichte'. Gewalt und Gesellschaft. Klassiker modernen Denkens neu gelesen içinde, yayına hz. Uffa Jensen, Habbo Knoch, Daniel Morat ve Miriam Rürup, 47-56. Göttingen: Wallstein.

Skocpol, Theda. 1979. States and Social Revolution. Cambridge: Cambridge University Press.

Sweezy, Paul. 1942. The Theory of Capitalist Development. New York: Monthly Review Press.

Therborn, Göran. 1978. What Does the Ruling Class Do When It Rules? State Apparatuses and State Power Under Feudalism, Capitalism and Socialism. Londra: NLB.

Tilly, Charles. 1985. 'War Making and State Making as Organized Crime'. Bringing the State Back In içinde, yayına hz. Peter Evans, Dietrich Rueschemeyer ve Theda Skocpol, 169-91. Cambridge: Cambridge University Press.

---. 1990. Coercion, Capital, and European States, AD 990-1990. Oxford: Blackwell.

Wallerstein, Immanuel. 2011 [1974]. The Modern World-System I: Capitalist Agriculture and the Origins of the European World-Economy in the Sixteenth Century. Berkeley: University of California Press.

Weber, Max. 2004. The Vocation Lectures. Çev. Rodney Livingstone. Indianapolis: Hackett.

---. 1919. Politik als Beruf. Stuttgart: Reclam.

Woo-Cumings, Meredith. 1999. The Developmental State. Ithaca: Cornell University Press.

Wright, Eric Olin. 1978. Class, Crisis and the State. Londra: New Left Books.

04 Ağustos 2021

Kültürel Elitizm ve Kimlikçi Sol

Britanya solunun birçok üyesi bir miktar tuhaflaştığı için, bu solun başarısından istifade edenlerin sayısı, ciddi ölçüde azaldı. Halkın büyük bir kısmını temsil etme ve harekete geçirme niyetinde olan bir harekette öne çıkan solcu liderler ve aktivistler, eskiden de özel çıkarlara ve kendilerine has ilgi alanlarına sahip olurlardı. Ama bugün bu özellik iyice belirginleşti, zira sendika ve yerel yönetim sahasındaki çöküşle birlikte işçi hareketinin üst kademelerindeki “sıradan insan” sayısı iyice azalırken, kimlikçi soldaki yükselişle birlikte hobici sol, yüksek mertebelerdeki koltuklara oturdu.

Larry Whitty’nin de hatırlattığı biçimiyle, eskiden meclisteki İşçi Partisi koltuklarında çok farklı kesimlerden insanlar olurdu. Artık böylesi bir durum söz konusu değil. Siyasetin bir uzmanlık alanına dönüşmesi, her şeyi değiştirdi. Bugün elimizde, tek derdi milletvekili olmak isteyen bir avuç insan kaldı.[1] Bu da eskiden karizmatik kampanyacı isimlere ev sahipliği yapan siyasete, insanı boğacak ölçüde kariyerist olan insanların egemen olmasını sağladı. Bir yandan da bu süreç, pek o kadar kariyerist olmayan, ama boş zaman meraklarına ve kişisel kimi kabahatlere sahip, birçok Britanyalıya yabancı kişilerin ortalığı sarmasına neden oldu.

Yüz yılı aşkın bir zaman önce Lenin “işçi aristokrasisi” terimine başvuruyor, buradan varlıklı, iyi maaş alan, sonuçta proletaryaya karşı burjuvazinin yanında saf tutan işçileri eleştiriyordu. Lenin’e göre bu işçiler, Britanya gibi ülkelerde devrime mani olmaktaydı.

Esasında işçi aristokrasisi, işleri güvence altında olan ve ehliyet gerektiren işlerde çalışan insanlar olarak, büyük ölçüde sendikalarda faaliyet yürütüyor ve İşçi Partisi’ne oy veriyordu. Ama öte yandan vasıfsız ve yevmiyeli işçiler arasında sendikalaşma oranı düşüktü ve bunlar, ya Liberal Parti’ye ya Muhafazakâr Parti’ye oy veriyor ya da sandığa hiç gitmiyorlardı.

Bugün sahnede yeni işçi aristokratları var ve bunlar, solun doğal destekçileri arasında sahip olduğu imaja zarar veriyorlar ve sosyalizm davasına köstek oluyorlar. Bu yeni aristokrasi, madencilerden ve mühendislerden değil, hobici solculardan oluşuyor. Hobici sol ise elit kültürüyle ve kendisine has ilgi alanlarıyla övünüyor ve ayaktakımının boş zaman meraklarını ve değerlerini horgörüyor.

Ülkenin en gözde sporunu ele aldığı yazısında Laurie Penny, şunları söylüyor: “Şu halkın sporu denilen şeyde şüpheli bir yan var. Sonuçta bu spor, halkın yarısını dışlıyor.” Penny, aslında bu tespitiyle cinsiyetçi bir laf etmiş oluyor ve kadınların futboldan hoşlanmadıklarını iddia ediyor. Bu cümle, Jeremy Corbyn’in tümüyle yanlış olan, kadınların işten sonra içmeye gitmeyi sevmediklerine ilişkin tespitine benziyor.[2] Diğer yandan, George Monbiot ise küçümseyici bir dille, artık tarih olmuş bir video kiralama dükkânındaki bir deneyimini paylaşıyor: “Bir hata yapıp dükkâna girdim. Bir baktım ki her yerde Hollywood filmleri var.” Ağustos 2017’de Guardian’da çıkan başka bir makalesinde ise daha da ileri gidiyor ve gazete yazarlarının en sevdikleri dizilerin Seinfeld, Simpsons ve Sex and the City olduklarını söylemelerinin sorunlu olduğunu söylüyor.[3]

Gazeteci-yazar Afua Hirsch bir yazısında, ileride evleneceği, işçi ve siyah olan sevgilisini Oxford’dan arkadaşlarıyla ilk kez tanıştırdığı akşamı anlatıyor. Aktardığı kadarıyla adamcağız, bacak bacak üstüne atmış, birbiriyle alakası olmayan bu Oxford mezunları karşısında şaşkına dönüyor. “Hayatı boyunca böylesi bir sahneyle karşılaşmamış olan” adam, ağır bir ciddiyetle, ne söyleyeceğini önceden planlayarak, alçak bir ses tonuyla konuşan, hatta bir yandan da küçük tabaklarla servis edilen tuhaf bir dizi otu mideye indiren, vegan beslenen bu kişileri seyrediyor. Sonrasında Hirsch, sevgilisinin arkadaşlarının yanında elinde bitki çayıyla oturmasına epey şaşırdığını söylüyor.[4]

Burada mesele, ırkla ilgili değil. Hirsch, anne tarafından Ganalı ve farklı etnik kimliklerden arkadaşları var. Mesele eğitim de değil. Hirsch’ün kocası, hukuk eğitimi almış, hatta o günlerde avukatlık stajını yapıyormuş.

Mesele, aslında sınıf kültürleri arasındaki fark. Sınıf kültürü, hobici solu çoğunluktan ayıran temel ayrım çizgisi. Mesele, ne kadar para kazandığınız, onu nasıl kazandığınız değil, o parayı harcama biçiminiz. Paket servisten sipariş de verebilirsiniz, evde vegan yemek de yapabilirsiniz; tatile gidip güneş altında yatabilirsiniz veya doğayı incitmeden, bir yürüyüşe de çıkabilirsiniz. Büyük ekran bir televizyon alabilir, futbol paketi satın alabilir veya raflarınızı kitaplarla doldurabilirsiniz.[5]

Gerçeklik, ikiliklerden daha karmaşıktır. Bu saydıklarımızı birçok insan sever. Sonuçta kültürel farklılıklar, hiç de anlamsız değildirler. Örneğin referandumda Avrupa Birliği’nden ayrılma kararının çıkacağını önceden, sınıf değil, ölüm cezasına verilen destekten anlayabilirsiniz. Diğer bir gösterge ise seçmenlerin televizyonda yayınlanan Bayan Brown’un Evlatları isimli komedi dizisiyle ilgili görüşleridir.

Hobici solun kültürel değerleri, bu kesimin temsil ettiklerini düşündükleri halka yabancılaştığını ortaya koyuyor. Bu sol, müzik, giyim kuşam, moda, gençlik kültürü ve akademi noktasında halktan farklı düşünüyor.

Hobici solla halk arasındaki uyumsuzluğun İşçi Partisi’nin seçim başarısını etkilediğini söylemek, elbette ki mümkün değil. Ama şu söylenebilir: Hobici sol, halkın değerlerini ve meşgalelerini hiç anlamıyor veya bunlara kibirli bir elitizmle yaklaşıyor. Onun genel anlamda popüler kültüre yönelik yaklaşımı ve tavrı, solun altını oyuyor ve bizim temsiliyetini üstlenmek istediğimiz insanlara ulaşmamıza mani oluyor.

David Swift

[Kaynak: A Left For Itself: Left-Wing Hobbyists and Performative Radicalism, Zero Books, 2019.]

Dipnotlar:
[1] Larry Whitty ile söyleşi.

[2] Laurie Penny, “Why I Despise the World Cup”, New Statesman, 11 Haziran 2010 ve Harriet Agerholm, “Jeremy Corbyn claims drinks after work are unfair on mothers”, The Independent, 2 Eylül 2016.

[3] George Monbiot, “Only America can end Britain’s Trident folly”, The Guardian, 22 Mart 2010 ve “Why your favourite TV show is problematic”, The Guardian, 3 Ağustos 2017.

[4] Afua Hirsch, Brit(ish). On Race, Identity and Belonging, Londra: Jonathan Cape, 2018, s. 3-5.

[5] Hannah Richardson, “England ‘divided into readers and watchers’”, 11 Mart 2014, BBC.

03 Ağustos 2021

,

İnisiyasyon


Bugün solu, az çok bilgisi olan, kitap okumuş bir yoksula, işçiye tahammül edemeyenler yönetiyor. Sol, o küçük burjuva hâliyle, hep egemenlere, burjuvaziye yaranmaya çalışıyor. Küçük burjuva sol, kendisinin yegâne görevinin, kendisine verilen işin, yoksulun ve işçinin öfkesini silmek, derdini unutturmak olduğunu çok iyi biliyor. Buna rağmen, eleştiriye asla tahammül edemiyor!

O, “sınıfsal imtiyazlarını bireysel erdem hâline getirip toplumsal hâkimiyete destek sunuyor.”[1] İmtiyazlı kesim, “kapitalistlerin masasındaki kırıntılara gözünü dikiyor, yoksul emekçi kitlelerden uzaklaşıyor.”[2] Bireysel erdemini yüceltmek, kırıntılardan pay almak için kolektif olana düşmanlık ediyor. İşçinin, halkın, ezilenin tüm kudret imkânlarını yok etmek için uğraşıyor. Hâsılı küçük burjuva, işini yapıyor.

* * *

Aşı şirketleri, paranın dönmesi, piyasanın canlanması ve elde kalan aşıların çöpe gitmemesi için çocukların da aşılanması emrini verdiler. Bu emir uyarınca çocukların aşılanması fikrini yaymak, Eğitim-Sen’e ve Gençlik Komiteleri'ne düştü. Konuşan, o masadaki kırıntılar, imtiyazlar ve çıkarlardı.

Bu düzlemde “aşı karşıtlığı” diye bir laf üretildi. Tıpkı Erdoğan’ın “bunlar köprüye, ilerlemeye, ülkenin büyümesine karşı” deyip köprüyle ilgili eleştirileri ezmeye çalışmasında olduğu gibi, bu laf üzerinden de aşının ardındaki sömürü ve zulüm gizlenmeye çalışılıyor. DİSK, TTB, KESK ve TMMOB, solu burjuvazinin eşiğine bağlamak için var. Bu STK'ların başka bir anlamı ve değeri bulunmuyor.

* * *

Eski bir TKP’li, Rasih Nuri İleri’yi ziyarete gider. Çalışma odasında sohbet ederken masanın üzerindeki kafatasına takılır gözü. Nereden geldiğini sorunca, bir dönem “aristokrat sosyalist”[3] olarak anılan İleri, şu cevabı verir: “Babamın emrinde köylüler çalışırdı. Bir gün birisine sinirlenmiş, elindeki sopayla adamı öldürmüş. Sonra ibret olsun diye başını kestirmiş. Bu, o adamcağızın kafası. Ben de babama hürmetten atamadım.” Bu hikâyeyi anlatan, geçmişte sosyalist hareketi yöneten bir isim. Herkesten feodal değerlerden kopmalarını isteyen bir solcu, nedense babasının miras bıraktığı, bizzat öldürdüğü köylünün kafatasını atamamaktadır.

Bir başka genç TKP’li, bir sohbet esnasında abilerinin ablalarının Türkiye’ye ilk bilgisayarı getiren kişiler olmasıyla övünüyordu. Bugünse Avrupa’da komünizm var zannediyor, oraya gitme hayalleri kuruyor. O bilgisayarı ve Avrupa’yı sınıfsal anlamda analize tabi tutamıyor. Tutanlara düşman kesiliyor.

Balığın başı, kokuyor. Kadrolar, emeğe, derde, öfkeye, mücadeleye değil, kariyerist hesaplara, kişisel imtiyazlara, gelecek planlarına, bireysel kurtuluş gayretlerine göre şekil alıyor.

Yine bir (eski) TKP’li genç, İsviçre’de aldığı pazarlama dersini sosyalistlere öneriyor, konuşmanın sonunda da “üç yıl içerisinde devrim oldu oldu, olmazsa ben kendi çıkarıma bakarım, zengin olacağım ben!” diyor. Bu tür kadroların, işçi sınıfını, emekçi halkı, ezilenleri düşünmesi, onlar için bir şey yapması mümkün değil.

* * *

Sedat Peker meselesi de bu bireysel başarı, güç ve imtiyaz üzerinden okunuyor. Sınıf için, sınıf içre, sınıf içinden yapılacak bir değerlendirmenin konusu olamıyor. Peker, bireysel hınç, kin ve güç arayışına ait bir imge olarak önemseniyor. Dipten derinden, perde gerisinde Peker’in sahip olduğu güçten haz duyuluyor, videolar belirli bir esriklikle izleniyor. Eskiden Fuat Avni’nin düdüğüne üfleyenler, bugün Sedat Peker’in düdüğüne üflüyorlar.

Her tür mesele, birey süzgecinden geçiriliyor. Lenin, “oportünizmin bireylere mahsus bir rastlantı, günah, dil sürçmesi veya ihanet değil, tüm bir tarihsel dönemin toplumsal ürünü” olduğunu söylüyor. Başka bir yerde, “meseleler, bireysel, öznel değil, nesnel kolektif bir yerden analiz edilmelidir” diyor. Ama bizim solumuz, her şeyi ve herkesi, kendi bireyliğini ve öznelliğini yüceltmek, birilerine hoş göstermek adına, birey ve özne üzerinden analiz ediyor. Peker’in videoları ile birey olarak ilişki kuruyor.

Bir yerde Gramsci, “aydınlar birey olarak devrimci olabilirler. Sınıf olarak devrimci olma vasfı, sadece proletaryaya aittir” diyor.[4] Aydınların genel anlamda burjuvaziye hizmet ettiğini söylüyor. İşte o aydınlar, küçük burjuvazi, bireysel varlığını burjuvazi aynasında büyütüyor, işçileri o imaj önünde eğip bükmeye çalışıyor. Sınıf, meseleyi sınıf ölçüsünde, sınıf olarak anlarken aydın, meseleleri birey (kendi) ölçüsüne vurup, ona zarar verecek yanları buduyor.

Bu anlamda bireysel geçimi, varlığı için geçmişten bugüne Fethullah’ın veya mafyanın elini tutmuş kimi örgüt şeflerinin sınıf adına, sınıf içi ve sınıf için bir şeyler yapması mümkün olmuyor. Hepsi de döne dolaşa, Fethullah ve mafya eliyle örgütlenen, işlerini gören devlete ve sermayeye hizmet ediyor.

* * *

Yoksulun, işçinin okuduğu kitabın, edindiği, süzdüğü bilginin bir önemi yok. Çünkü, o kitap ve bilgi, işe yararlılık, faydacılık ölçütüne vuruluyor. “Okumuş ama bir işe yaramamış, adam hâlâ fakir!” deniliyor. Böylece vahiy indirse, hayatın sırrını da söylese, o kişi değer görmüyor, çünkü para ve güç üretmiyor. Dolayısıyla kitap ve bilgi, sadece burjuvazinin malı kabul ediliyor. Daha da düşme, eksilme, fakirleşme ihtimalini anlattığı için işçiden, yoksuldan tiksiniliyor. Zaten sol; işçi, ezilen ve yoksul olmama ihtimali olarak örgütleniyor, varoluyor, bu anlamda işçiye, ezilene ve yoksula karşı tiksinti ve nefreti kendisinde somutluyor.

Bugün örgüt, bir şirket gibi yönetiliyor, yönetilmeye çalışılıyor. “Bu pisliği devrim temizler” diyenler, kendi şirketlerinin ne tür pisliklere bulaştığından söz etmiyorlar. Dolayısıyla o devrime de izin ve imkân vermiyorlar. Gezi’de olduğu gibi, kitlenin ayaklanmasından ve devrimden en çok sol örgütler korkuyor.

* * *

Youtube, Netflix gibi ortamlarda burjuvazinin dişine uygun bireyler yetiştiriliyor. Her bir ortamda burjuvazi için bireyler, belirli bir tarikata kabul törenine alınıyorlar. İnisiye edilen kişiler, bir ot gibi yetiştiriliyorlar, kıvama getiriliyorlar, özel cemaatin parçası kılınıyorlar.

Tüm bu ayinlerde aslolan, kitlesel, kolektif, avâmî olandan kopmak. Herkes tek tek bu kopuşu tescillemek, kayıt altına almak zorunda. Ayinlerin kurbanı da işçiler, yoksullar, ezilenler. Kimse, o üstadlar önünde geri yanlarını gösteremez, herkes, bir biçimde aforoz ve hadım edileceğini düşünür. Gündelik hayat içerisinde bu cemaat, kendi dilini ve yaşam tarzını üretir. O üstatlar, her fırsatta kutsal olanı göstermekle yükümlüdür.

Kutsal olan, burjuvazinin mülküdür. O cemaate girmek istiyorsanız, burjuvazinin eşiğine yüz sürmek zorundasınız. Bu da yoksulu, emekçiyi aşağılamayı, ezmeyi gerekli kılar. "BİM çiğ köftesi yiyen kişiler", her zaman ezilmelidir. Ezen kimse, ona yoldaş olunmalıdır. 

Sol, katıldığı inisiyasyon töreninde gerçek yoldaşını bulmuştur. AKP’ye itirazı, o yoksulla, avamla, ezilenle ilişkilidir. AKP’ye değil, o yoksulun, avamın, ezilenin (güya) konuşma imkânı bulmasına karşıdır.

Geçmişte, 1920 civarı, Fransız sosyalistlerinin Komintern’e giriş sürecinde bir sorunla karşılaşıldı. Komintern, Fransız sosyalizminin hür masonlarla kurduğu bağı kopartmasını istiyordu. Çünkü o bağ, aslında reformizmle kurulmuş bir bağdı. Masonlarla iç içe geçmiş olan sosyalistler, Komintern’in bu kararına itiraz ettiler.[5] İşte bugün sol, o bağı, bağın kopartılması kararını ve o karara yönelik itirazın sebebini anlayamayacak durumdadır. Çünkü o, bu dönemin mason localarını örgütlemekle meşguldür. Demek ki Komintern’in yüz yıl önceki kararı, bugün için de geçerlidir.

Eren Balkır
4 Temmuz 2021

Dipnotlar:
[1] Jason Tebbe, “Yirmi Birinci Yüzyıl Viktoryenleri”, 31 Ekim 2016, İştiraki.

[2] V. I. Lenin, “II. Enternasyonal’in Çöküşü-VII”, Haziran 1915, İştiraki.

[3] Attila Aşut, “Rasih Nuri İleri”, 22 Aralık 2014, Birgün.

[4] Antonio Gramsci, “Il Partito si rafforza combattendo le deviazioni antileniniste”, 5 Temmuz 1925, BM. Türkçesi: İştiraki.

[5] José Carlos Mariátegui, “El Partido Comunista Frances”, 1925, MIA. Türkçesi: İştiraki.

02 Ağustos 2021

, ,

D'Annunzio ve Faşizm


D’Annunzio faşist değil, ama faşizm D’Annunzio’dur. Faşizm, genelde D’Annunzio’nun retoriğini, tekniğini ve duruşunu kullanır. “Eia, eia, alala!” faşistlerin attığı bir slogandır ve D’Annunzio’dan alınmadır. Faşizm, manevi köklerini D’Annunzio’nun yazdıklarında ve hayatında bulur. Gelgelelim D’annunzio, faşizmi reddeder. Ama faşizmin D’Annunzio’yu reddetmesi ise mümkün değildir. O, faşizmin döllendiği ve belirli bir biçim aldığı rahimdir. D’Annunzio, faşizmin yaratıcılarından ve mimarlarından biridir.

Hatta daha fazlasıdır. İtalyan tarihinin son bölümleri, Danunziyoculukla yoğrulmuştur. Felsefeci Adriano Tilgher, bir makalesinde 1905-1915 arası dönemi D’Annunzio’nun fikirlerinin hükümranlık dönemi olarak tarif ediyor. Roma İmparatorluğu’na ve Ortaçağ’daki İtalyan komünlerine dair hatıralar bu dönemi beslemiştir.

Pagan natüralizmi üzerinden biçimlenmiş olan bu komünler, Hristiyan ve insanî duygusallıktan nefret eden yapılardı. Kahraman isimlerin uyguladığı şiddete tapan bu komünlerin insanları, kölelerden nefret eder, büyük laflar edip kendi duygularını dayatmayı severlerdi. Tilgher’in ifadesiyle, bu dönemde İtalyan küçük ve orta burjuvazisi, hiçbir işe yaramayan sözlerden ve yazılardan bıkmış, tümüyle yüzünü Danunziyoculuğa ve imparatorluk nostaljisine çevirmişti.

Avusturya’yla yapılan savaşta faşizmle birlikte Danunziyoculuk da sahneye çıktı. Faşizmin tüm liderleri ve reisleri, Giolitti’nin “tarafsız kalalım” deyip İtalya’yı savaşa sürükleyen hizbin içinden çıkmışlardı. Faşist tugaylara ilk başta “savaşçı birlikleri” adı verilmişti.

Faşizm, savaşın içinden südur etti. Fiume macerası ile faşist birliklerin örgütlenmesi, aynı madalyonun iki yüzüdür. Mussolini’ye bağlı faşistler ile D’Annunzio’nun şok birlikleri kardeştirler. Her yerde bu birlikler, savaş tanrılarına selam durmak ve coşku yaratmak adına “Eia, eia, alala!” diye bağırıyorlar.

Faşizm ve hümanizm, tıpkı Romulus ve Remus gibi, aynı kurdun memesini emmiştir. Ama kader, bu yeni Romulus ve Remus’tan da birbirlerini öldürmelerini istemiştir. Fiumecilik, kendi geliştirdiği söylem ve şiir içinde boğulmuş, naaşı Fiume’ye gömülmüştür. Temelde faşizm, benzer hareketlerden farklı düşüncelerle birlikte gelişmiş, ama bu gelişim, kan ve kurbanlar pahasına gerçekleşmiştir.

Fiumecilik, tanrılar katından, tesadüflerle dolu, tehlikeli ve yavan bir gerçekliğe düşmeye karşı direnmiştir. Kendisini sınıflar mücadelesinin, bireyci düşünce ile sosyalist düşüncenin arasındaki çelişkinin, ekonomiyle ilgili sorunların üzerine yerleştirmiştir. Yeryüzünden kendisini soyutlamış, bulutların arasında kaybolmuş olan hümanizmse buharlaşıp ölmeye mahkûmdur. Orta sınıfın proletaryaya yönelik öfkesini istismar eden Fiumecilik, kitlesini belirli bir kalıba dökmüş, onu devrime ve sosyalizme karşı silâhlandırıp cepheye göndermiştir. Tüm gerici, muhafazakâr unsurlar, devrimle barış yapmaya meyilli bir siyasetçiden çok onunla dövüşmeye kararlı bir başbuğu başında görmek istemiş, dolayısıyla faşizm saflarına katılmışlardır.

Görünüm itibarıyla faşizm, Danunziyoculuğu muhafaza etmiş, ama kendi içinde yeni bir toplumsal içeriğe ve yeni bir toplumsal yapıya kavuşmuş, artık hafif bulduğu Danunziyocu ideolojinin alanını daraltıp onu tasfiye etmiştir. Faşizm, esasen Danunziyocu bir hareket değil, gerici bir hareket olarak gelişip serpilmiş ve bu şekilde muzaffer olmuştur. O, özünde savaşan sınıflardan birinin çıkarı değil, sınıf mücadelesinin üzerinde görülen bir çıkar adına hareket etmiştir.

Fiumecilik, politik bir olgudan çok edebi bir olgudur. Öte yandan, faşizmse başlı başına politik bir olgudur. Onun lideri, coşkulu, halkın nabzını bilen, demagojiyi seven bir siyasetçi olmalıdır. Süreç içerisinde faşizm duçesini, başbuğunu buldu. Ona gerekli itkiyi Gabriel D’Annunzio değil, Benito Mussolini verdi. Faşizm, sosyalist proletaryaya karşı hemen kullanabileceği bir lidere, bir tabancaya, bir sopaya ve hintyağına ihtiyaç duyuyor. Şiir ve hintyağı, birbiriyle uzlaşması mümkün olmayan ve birbirine hiç benzemeyen şeylerdir.

D'Annunzio’nun kişiliği, parti için uygun olmayan, keyfiliği seven, çok yönlü bir kişiliktir. O, ideolojik disiplini ve herhangi bir şeye bağlılığı olmayan bir insandır. D’Annunzio, tarihteki en önemli aktörlerden birisi olmak ister. D’Annunzio, belirli bir rol oynamakla değil, mükemmel oluşuyla, kendi önerdiği çareyle ve bizzat geliştirdiği estetikle ilgilidir. O, kendisindeki o bahtsız elitizmin ve aristokrasi yanlılığının sola ve devrime karşı içgüdüsel olarak geliştirilmiş, sık sık kendisini gösteren bir eğilim olduğunu ortaya koymuştur.

D’Annunzio’da ne teori, ne öğreti ne de bir anlayış vardır. Her şeyin ötesinde o bir ritme, müziğe ve biçime sahiptir. Fakat bu ritim, müzik ve biçim, tarihin en tantanalı dönemlerinde büyük şairlerde de görüldüğü üzere, devrimci bir detaya ve anlama sahiptir. Bu ise ondaki geçmiş sevgisiyle alakalıdır. Ama o, aslında bugünü daha çok sever. Geçmiş, ona süslemek için gerekli malzemeleri, eski çağlara ait vitrayları, nadir bulunan boyaları ve gizemli yazıları temin eder. Oysa bugün, hayatın ta kendisidir. O, hayallerin ve sanatın kaynağıdır. Gösterilen tepki, insanın kendisini koruma içgüdüsü, geçmişin ölüm öncesi çıkarttığı ses iken, devrim, bugünün doğduğu o kanlı doğumda çekilen acıdır.

1900 yılında D’Annunzio İtalya meclisine girdi, herhangi bir partiye bağlı olmaması ve ideolojisiz oluşu, onu muhafazakârların sıralarına itti. Burjuvazi ile kral yanlısı çoğunluğun sosyalist ve devrimci solla çatışma içine girdiği bir dönemde D’Annunzio, tartışmanın teorik boyutundan bihaber olmasına karşın, kalbinin sesini ve duygularını dinleyerek, tüm varlığının o çoğunluğa doğru çekildiğini hissetti. Yalnız şu cümleleri sarf ederken aşırı solcu biriymiş gibi konuşmaktadır:

“Bugünkü gösteride ben, bir yanda çığlık atan bir yığın ölü insan, bir yanda da bir avuç canlı kanlı ve nazik insan gördüm. Zeki bir insan olarak ben hayata doğru atıyorum adımlarımı.”

D’Annunzio, o adımları sosyalizme doğru atmadı, yüzünü devrime çevirmedi. Teoriler ve öğretiler hakkında bir şey bilmiyor, bilmek de istemiyordu. O sadece hayata çevirmişti yüzünü. Devrim, onda sadece deniz, köy, kadınlar, gençler ve mücadele gibi doğal ve gerçek bir etki bırakmıştı.

Savaştan sonra D’Annunzio, birkaç kez devrime yakınlaştı. Fiume’yi işgal ettiğinde Fiumeciliğin tüm ezilen halkların, cehennemlik olduğu düşünülen tüm insanların davası olduğunu söyledi. Lenin’e bir telgraf çekti. Anladığımız kadarıyla Lenin, ona cevap vermek istedi. Ama İtalyan sosyalistler, Sovyetler’in şairimizin bu yaklaşımını ciddiye almasına karşı çıktılar.

D’Annunzio, tüm sendikaları Fiume kentine davet etti ve onların insanî bir anayasanın üretim sürecinde kendisiyle işbirliği yapmalarını istedi. Devrimci dürtülerle hareket eden kimi solcular, D’Annunzio’nun anlayışını savundular. Ama sol bürokrasi ve sendikalar, bir sapkının önerisini reddedeceklerini söylediler ve onun boş hevesler peşinde koşan bir maceracı olduğu üzerinde durdular.

Neticede şairdeki kitap dışılık ve bireycilik, devrimci hissiyat ve fikriyatla çelişiyordu. D’Annunzio, gerekli fikri desteği alamadı ve sırf retorik üzerine kurulu bir anayasa metni kaleme aldı. Destanlara has bir dili olan metin, hiç şüphe yok ki, kendi döneminde yazılmış politik yazılar içerisinde en ilginç olanlarından biriydi.

Fiume’de kurulan Karnaro Naipliği için kaleme alınan anayasasının kapağında şu cümle yazılıydı: “Hayat güzeldir ve muhteşem bir şekilde yaşanmayı hak etmektedir.” Alt bölümlerinde ve bentlerinde Fiume anayasası, naiplikteki yurttaşlarına, bedenlerine, ruhlarına, hayal güçlerine ve kaslarına en cömert ve bitimsiz yardımı sunma vaadinde bulunuyordu.

Fiume anayasasında komünizmin izlerine de rastlamak mümkündü. Bu izler, Marx ve Lenin’in modern, bilimsel ve diyalektik komünizmine değil, Platon’un Cumhuriyet’inde, Campanella’nın Güneşkent’inde ve John Ruskin’in San Rafael Şehri’nde karşımıza çıkan ütopyacı ve arkaik komünizme aitti.

Fiume macerasının tozu dumanı dağıldıktan sonra D’Annunzio, bir süre proletaryanın kimi liderleriyle temas kurup müzakereler yürüttü. Gardone’daki villasında Genel İşçi Konfederasyonu sekreterleri D'Aragona ve Baldesi ile bir araya geldi. Aynı zamanda Cenova’dan Rusya’ya dönen Çiçerin’le de görüştü. Anladığımız kadarıyla, o dönemde D’Annunzio, sendikalarla ve sosyalist hareketle anlaşmıştı. Bu dönem, sosyalistlerin komünistlerden ayrıştığı dönemdi ve sosyalistler, bakanlık konusunda işbirliğine yakın duruyorlardı. Ama öte yandan faşist diktatörlük de kendisini iyiden iyiye hissettiriyordu. Neticede o ebedi kenti D’Annunzio ve sosyalistler değil, Mussolini ve “kara gömlekliler” fethetti.

D'Annunzio, faşizmle iyi ilişkiler kurdu. Kara gömleklilerin diktatörlüğü, şairle arasını hep sıcak tuttu. Emekliye ayrılıp Gardone’deki villasına çekildikten sonra D’Annunzio da iktidara kinle ve antipatiyle yaklaşmadı. Ama her türlü ilişkisinde huysuzluk etmeye ve zor adamı oynamaya devam etti. Mussolini, halk denizinin babası gördüğü şairi destekledi. O denizin işçileri, gönüllü olarak Mussolini saflarına katıldılar. İmparatorluğuna hizmet ettiler. Kendi donanmasının başında şairimiz, faşistlerin üzerinde din adamlarına has, saygı duyulan bir otoriteye kavuştu. Kara için kanun yapmasına yasak getirilmiş olan D’Annunzio, denizin kanununu yapmaya razı geldi. Deniz, onu karadan daha iyi anlamıştı.

Gelgelelim hikâye, ne karada ne de denizde yazılıyordu. Onun ana meselesi siyasetti, şiir değil. Siyaset aktörlerinden, şairlerdeki megalomaninin görmezden gelip aşağıladığı her şeyi, bilimi, ekonomiyi, gerçekle sürekli yöntem üzerinden temas kurmayı talep etmekteydi.

Tarih, olağan ve sakin bir dönemden geçmiş olsaydı, muhtemelen D’Annunzio, siyasetin önemli isimlerinden biri olacaktı. Çünkü olağan ve sakin zamanlarda siyaset, esasen idareye ve bürokrasiye dair bir işti. Ama yeni romantizmin güçlü olduğu, kahramanın, efsanenin ve aksiyonun yeniden doğduğu bir dönemde siyaset, bürokrasinin ve bilimin belirli bir sistem üzerinden ifa ettiği bir görev olmaktan çıkıyordu.

Bu anlamda D’Annunzio, günümüz siyasetinde belirli bir yere sahiptir. İniş çıkışları bol, keyfi hareket eden biri olarak D’Annunzio, bir partinin adamı olamazdı, belirli bir yere örgütlenemezdi. O, ne gericilikle ne de devrimle yürüyebilirdi. Demokrasi ve reform arasında uzanan, tilkilerin gezindiği, farklı görüşlerin iç içe geçtiği alanda da yapamazdı o.

Demek ki D’Annunzio bilhassa, bilinçli olarak gidip gerici olmamıştı, gericilik, tüm çelişkili yapısı ile göstere göstere gelip Danunziyocu olmuştu. İtalya’da gericilik, Danunziyoculuktan ihtiyaç duyduğu duruşu, pozu ve dili aldı. Diğer ülkelerde gericilik daha sade, daha kaba ve daha çıplak iken nezaketin ve retoriğin ülkesi olan İtalya’da gericilik, Danunziyocu literatürün temin ettiği süslerle, yarım kabartmalarla ve bezeme kıvrımlarıyla şatafatlı bir biçimde süslenmiş heykel kaidesinin üzerine yerleştirilme ihtiyacı duydu.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

Kitap PDF

01 Ağustos 2021

Halkıma


Hem teyzesi hem de avukatı olan Evelyn Williams, hapisteyken Assata Shakur’a bir kayıt cihazı getirir. Bu cihaza Assata aşağıdaki konuşmasını kaydeder. Sonrasında kayıt, birçok radyo istasyonunda yayınlanır.

● ● ●

 

Siyah kardeşlerim, sizi sevdiğimi bilmenizi isterim, umarım kalbinizde bir damla da olsa bana dair bir sevgi vardır. Adım Assata Shakur (köle adım Joanne Chesimard) ve ben bir devrimciyim. Siyahî bir devrimciyim. Yani ben, kadınlarımıza tecavüz eden, erkeklerimizi hadım eden, bebeklerimizi aç bırakan tüm güçlere savaş açan kişiyim.

Yoksulluğumuz üzerinden enseleri yağ bağlayan zenginlere, gülümseyen yüzlerle bize yalan söyleyen siyasetçilere ve onları mülkleriyle birlikte koruyan tüm o akılsız ve kalpsiz robotlara savaş açtım.

Ben Siyahî bir devrimciyim, hâliyle ben Amerika’nın tüm gazabının, nefretinin ve hakaretlerinin birinci elden mağduruyum. Amerika, diğer tüm Siyahî devrimciler gibi beni de linç etmeye çalışıyor.

Ben Siyahî bir devrimci kadınım, tam da bu sebeple esasen bir kadının işleyebileceği düşünülen her bir suç bana isnat edildi, bu tür olaylar yüzünden hep ben suçlandım. Sadece erkeklerin işleyebileceği düşünülen suçlar konusunda ise benim planlama işinde olduğum söylendi. Postanelere, havalimanlarına, otellere, polis arabalarına, metrolara, bankalara benim resimlerim asıldı, televizyon ve gazeteler, benim resimlerime yer verdi. Beni yakalayana elli bin dolar ödül vaat ettiler, görüldüğüm yerde vurulmam, vurulup öldürülmem emri verildi.

Ben Siyahî bir devrimciyim, dolayısıyla Siyah Kurtuluş Ordusu’nun bir parçasıyım. Domuzlar, kendi televizyonlarını ve gazetelerini kullanıp Siyah Kurtuluş Ordusu’nu saldırgan, cani ve ağzından salyalar akan suçlulardan müteşekkil bir yapıymış gibi göstermeye çalıştılar. Bize “gangster” dediler, üstelik bizi John Dillinger ve M. A. Barker gibi isimlerle kıyasladılar. Düşünebilen, kulağı işiten herkes şunu çok net anlamalı ki asıl mağdur olan bizleriz. Biz suçlu değil, mağduruz.

Gerçek suçluların kim olduğu artık görülmelidir. Vietnam’da, Kamboçya’da, Mozambik’te, Angola’da ve Güney Afrika’da binlerce Üçüncü Dünyalı kardeşimizi Nixon ve suç ortakları öldürmüştür. Watergate Skandalı’nın da kanıtladığı biçimiyle bu ülkedeki üst düzey isimler, yalan söyleyen bir avuç suçludur. Başkan, iki başsavcı, FBI başkanı, CIA başkanı ve Beyaz Saray personelinin yarısı, Watergate Skandalı kapsamında işlenen suçlara karışmıştır.

Bunlar bize “katil” diyorlar, oysa altmışlar boyunca kışkırttıkları isyanlarda iki yüz elliden fazla Siyah erkeği, kadını ve çocuğu onlar öldürdü, binlercesini onlar yaraladı. Bu ülkenin başındaki isimler, mülklerini bizim canımızdan daha önemli görüyorlar. Bize “katil” diyorlar, gelgelelim Attica Hapishanesi’de yirmi sekiz mahkûmun ve dokuz rehinenin öldürülmesinden biz sorumlu değiliz. Bize “katil” diyorlar, fakat Jackson Eyalet Üniversitesi’de veya Güney Eyalet Üniversitesi’nde silâhsız otuz Siyahî öğrenciyi biz öldürmedik.

Bize “katil” diyorlar, fakat Martin Luther King, Jr.’ı, Emmett Till’i, Medgar Evers’ı, Malcolm X’i, George Jackson’ı, Nat Turner’ı, James Chaney’yi ve sayısız başka ismi biz öldürmedik. On altı yaşındaki Rita Lloyd’u, on bir yaşındaki Rickie Bodden’ı veya on yaşındaki Clifford Glover’ı sırtından vurup öldüren biz değiliz. Bize “katil” diyorlar da Siyahları ve Üçüncü Dünya halklarını sistematik olarak katleden ırkçılık ve zulüm üzerine kurulu sistemi kontrol eden veya onun işlemesini sağlayan biz değiliz. Her ne kadar Siyahî halk, toplam Amerikan nüfusunun yaklaşık yüzde on beşini oluşturuyor olsa da cinayete kurban giden insanların en az yüzde altmışı Siyahîdir. Görev esnasında öldürülen her bir domuza, polis eliyle katledilen en az on beş Siyah düşmektedir.

Siyahlardaki ortalama yaşam süresi beyazlardakinden daha düşüktür, hatta biz daha doğar doğmaz öldürülüyoruz, bunun için ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlar. Evlerimiz kundaklandı, diri diri yakıldık. Bazı kardeşlerimiz eroinden ve metadondan öldü. Bebeklerimizi kurşun zehirlenmesinden kaybettik. Milyonlarca Siyah, doğru düzgün sağlık hizmeti alamadığı için öldü. Bunun adı cinayettir. Ama onlar nasıl oluyorsa bize “katil” deme cüretini kendilerinde bulabiliyorlar.

Bizim insan kaçırıp alıkoyduğumuzu söylüyorlar, oysa (benimle birlikte bir New Jersey eyalet polisini öldürmekle suçlanan) Clark Squire kardeş, 2 Nisan 1969’da oturduğu Siyah mahallesinden kaçırıldı ve New York’ta görülen 21 Panter isimli komplo davasında yargılandı. Kendisinin bir milyon dolar fidye aldığı iddia edildi. Ama Squire, 13 Mayıs 1971 günü diğer tüm isimlerle birlikte beraat etti. Hâkimin 156 suçlama konusunda yargıda bulunması iki saat sürmedi. Çünkü Squire kardeş masumdu. Buna karşın kendisini kendi insanının içinden, ailesinin gözü önünde kaçırmışlardı. Onun hayatından iki yılı çalanlar, bugün nasıl oluyorsa bizim “insan kaçırdığımızı” söylüyorlar. Oysa Amerika’daki toplama kamplarında esir olarak tutulan binlerce kardeşimizi kaçırıp alıkoyan biz değiliz. Bu ülkedeki hapishane nüfusunun yüzde doksanı Siyahlardan veya avukata, kefalete verecek parası olmayan Üçüncü Dünya’ya mensup insanlardan oluşmaktadır.

Bize “hırsız” ve “eşkıya” diyorlar. Bizim hırsızlık yaptığımızı söylüyorlar. Oysa milyonlarca Siyahı Afrika kıtasından çalıp buraya getirenler biz değiliz. Dilimizi, tanrılarımızı, kültürlerimizi, insanlık onurumuzu, emeğimizi, hayatımızı biz çalmadık. Bize “hırsız” diyorlar, gelgelelim her yıl vergi indirimleriyle, yasadışı fiyat sabitleme girişimleriyle, yolsuzlukla, tüketim maddelerindeki hilelerle, rüşvetle, komisyonlarla ve üçkâğıtlarla milyarlarca doları cebe indiren biz değiliz. Bize “eşkıya” diyorlar, oysa birçok Siyah, ne vakit eline maaş çekini alsa soyulan biz oluyoruz. Mahallemizde bir dükkâna girdiğimizde biz kazıklanıyoruz. Ne vakit ev sahibine kiramızı ödesek, böğrümüze bir silâh dayanıyor.

Bize “hırsız” diyorlar, öte yandan bunu diyenler, milyonlarca Kızılderiliyi vatansız bırakıp mallarını ellerinden aldıklarını, kendilerine bir de “öncü” dediklerini unutuyorlar. Bize “eşkıya” diyorlar, iyi ama Afrika’nın, Asya’nın, Latin Amerika’nın doğal kaynaklarını ve özgürlüğünü çalan, insanları hastalıkların ve açlığın pençesine fırlatıp atan biz değiliz ki. Bu ülkenin başındakiler ve onların uşakları, tarihin gördüğü en acımasız ve en ağır suçlarını işlediler. Bir de bize “katil” diyorlar. Asıl katil muamelesi görmesi gerekenler onlar. Bu manyaklar, Amerika’daki hiçbir mahkemede beni, Clark’ı veya başka bir Siyahı yargılayamazlar. Siyahları kendi kaderlerini tayin etmeleri kaçınılmazdır, zaruridir.

Söz de gerekli elbette ama bilinmelidir ki tarihte her devrim eylemle yapılmıştır. Bizim düşmanımızın bağrına saplanacak mızraklara ve bizi koruyacak zırhlara ihtiyacımız vardır. Siyahlar, mücadele etmeyi mücadele ederek öğrenmelidirler. Yanlışlarımızdan öğrenmeyi bilmeliyiz.

Siyah kardeşlerim, o gün o New Jersey Otoyolu’nda bulunduğum için sizden özür dilerim. Bunların olacağını bilmeliydim. Otoyol, Siyahların durdurulduğu, arandığı, taciz edildiği, saldırıya uğradığı bir kontrol noktası. Devrimciler acele etmemeli, dikkatsizce kararlar almamalı. Güneş yokken koşmaya çalışan, illaki tökezler.

Ne vakit bir Siyah özgürlük savaşçısı öldürülse veya yakalansa, domuzlar hareketi ezdiklerine, güçlerimizi yok ettiklerine ve siyah devrimi bastırdıklarına dair bir izlenim yaratmaya çalışıyorlar. Domuzlar, bir de Amerika’da yapılan her devrimci eylemden beş ilâ on gerillanın sorumlu olduğuna dair bir fikrin oluşması için uğraşıyorlar. Bu, çok saçma bir fikir. Tümüyle anlamsız. Siyah devrimciler aydan gelmediler. Biz, kendi şartlarımızın ürünüyüz. Bizi, maruz kaldığımız zulüm şekillendirdi. Getto sokakları, Attica Hapishanesi, San Quentin, Bedford Hills, Leavenworth ve Sing Sing gibi yerler bizi kütleler hâlinde üretiyor. Binler, yüzlerini bize dönüyor. Birçok işsiz, yaşını almış Siyahî ve sosyal yardıma muhtaç analar saflarımıza katılıyor. Siyah Kurtuluş Ordusu, eli kolu bağlı olan ama çektiği çilelerden artık bıkıp usanmış, her kesimden kardeşlerimizle varoluyor.

Her bir Siyahî erkek, kadın ve çocuk özgür olana dek bir Siyah Kurtuluş Ordusu hep olacaktır. Bu dönemde Siyah Kurtuluş Ordusu’nun ana görevi, iyi bir örneklik sunmak, Siyahların özgürlüğü için mücadele etmek ve gelecek için hazırlanmaktır. Biz kendimizi savunmalı, kimsenin bize saygısızlık etmesine izin vermemeliyiz. Biz her türlü yola başvurarak kurtuluşa ermeliyiz.

Bizim görevimiz özgürlük için dövüşmektir.

Bizim görevimiz kazanmaktır.

Birbirimizi sevmeli, birbirimize destek olmalıyız.

Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok:

Aşağıdaki kardeşlerimizin anısıyla saygıyla:

Ronald Carter
William Christmas
Mark Clark
Mark Essex
Frank “Heavy” Fields
Woodie Chang a Olugbala Green
Fred Hampton
Lil' Bobby Hutton
George Jackson
Jonathan Jackson
James McClain
Harold Russell
Zeyd Malik Shakur
Anthony Kumu Olugbala White

Kavgaya devam etmeliyiz.

Assata Shakur
4 Temmuz 1973

[Kaynak: An Autobiography, Lawrence Hill & Co., 2001, s. 49-53.]