12 Şubat 2021

,

Ebola Salgını


Mart 2014’te Dünya Sağlık Örgütü, Ebola olarak da adlandırılan bir tür viral hemorajik ateş salgınının görüldüğünü duyurdu. Daha önce görülmediği yerlerde açığa çıkan hastalık, Gine, Liberya, Sierra Leone gibi Batı Afrika ülkelerini etkiledi.

Mali ve Nijerya gibi diğer Afrika ülkelerine yayılan salgın, tüm dünyayı paniğe sürükledi, panik, medyada çıkan haberlerle körüklendi, bu haberlere bir de sosyal medyadaki çılgınlık eklendi. Tüm dünya genelinde kontrol edilemeyen bir salgınla ilgili tahminler havada uçuştu ve hepsi de felâketin eşiğinde olduğumuzu söylüyordu. Oysa Amerikalılar, normal koşullarda Afrika kaynaklı hastalıkların bu denli paniğe sebep olmasına bir anlam veremez, bu konuyu pek kafaya takmazlardı.

Ekim 2014’te her üç Amerikalıdan ikisi, Ebola salgınının ABD’ye ulaşacağı konusunda endişeli olduğunu söylüyordu. Ebola salgınıyla bağlantı olarak göçmenlere kısıtlama getirilmesi önerisine destek verenlerin oranı, birden yüzde 91’e çıktı.

Bir yıl sonra, salgının görüldüğü tüm ülkelerde ölümlerin ve yeni teşhis edilen hastaların sayısı düştü, sonuçta da salgın kontrol altına alındı. Aslında ölü sayısı epey yüksekti: 25 Mart 2015’te kayıt alınan ölü sayısı, on binin üzerindeydi. Ama bir açıdan bakıldığında Ebola, insan sağlığı için ufak bir tehdit gibi görünmekteydi. Aynı yıl içerisinde HIV’den ölenlerin sayısı 1,5 milyon civarında iken ishalli hastalıklardan 1,5 milyon, yol kazalarından 1,3 milyon insan ölmüştü.

Aslında Ebola, kendisi ile ilgili yayılan korku üzerinden elde ettiği itibarın aksine o kadar da bulaşıcı ve öldürücü değildi. Virüs, insana çatlamış deri veya mukoz zarı üzerinden akan vücut sıvılarıyla doğrudan temas kurulduğu noktada bulaşıyordu. Hıyarcıklı veba türünden taşıyıcı yoluyla veya grip ya da SARS’ta olduğu gibi öksürük ve hapşırık yoluyla yayılmıyordu.

Virüsün kurbanlarının yüzde doksanını öldürdüğünü söyleyen ilk bulguların abartılı olduğu sonradan görüldü. DSÖ, bugün ölüm oranının yüzde elli civarında olduğunu söylüyor. Uzman elinden çıkma bir çalışma ise yeterli tedavinin uygulanması durumunda hayatta kalma oranının yüzde doksanı bulduğunu ortaya koyuyor. 2014’teki salgın öncesinde hastalık sebebiyle ölenlerin sayısı sadece 1.548’di.

Ebola, Batı’da ilkin Richard Preston’ın 1992’de New Yorker’da çıkan “Sıcak Kuşaktaki Kriz” isimli makalesi ile birlikte ünlendi. Sonrasında bu ün, Preston’ın 3,5 milyon satan Sıcak Kuşak: Ürkütücü Bir Gerçek Hikâye isimli kitabıyla perçinlendi. Hikâyesini abartarak anlatan Preston kitabında, Ebolavirüs ailesinde yer alan beş virüsten biri olan Reston virüsünün 1989’da görüldüğü bir vakadan söz ediyordu. Virüs, biyolojik savaş araştırmaları yürüten, orduya bağlı USAMRIID’e bağlı bir tesiste görülüyordu. 1969’da sonlandırıldığı söylenen biyolojik savaş programlarında bu tür araştırmalar, sonrasında biyolojik savunma veya biyolojik güvenlik adını almışlardı.

Preston’ın kitabı, yanlış değerlendirmeler üzerinden virüsün her daim hava yoluyla bulaşabileceğine dair bir şüpheye sebebiyet veriyor ve hastalarda görülen semptomları kasten yanlış aktarıyordu. Örneğin kitap, hastaların ağzından ve gözlerinden kan geldiğini, ayrıca iç organlarının eridiğini söylemekteydi. O dönemde bir epidemiyolog, kitaptaki abartılı ifadelerin sıkıntılı olduğunu, epidemiyoloji ve bulaşıcı hastalıklar sahasında çalışan insanları çileden çıkarttığını dile getirdi.

Preston’ın kitabı, Hollywood tarafından sinemaya uyarlandı. Salgın adı verilen film, Ebola efsanesini iyice pekiştirdi. Hem film hem de kitap, virüsü ırkçı bir yaklaşımla ele almaktaydı. Her ikisinde de Ebola karşımıza, Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında dolaşan bir öcü gibi resmediliyor, dahası, ilkel bölgelerden kaçıp “medeni” dünyaya bulaşacak ve onu yok edecek bir tehdit olarak sunuluyordu.

Lisa Lynch’in de gözlemlediği gibi Preston’ın kitabı türünden çalışmalar, “biyolojik açıdan kirli olan yerlilerle ilgili olarak sömürgecilerin başvurdukları ırkçı dilin ürettiği pandemi hikâyelerinin varlığını koruduğunu” ispatlamaktaydı. “Bu tür hikâyelerde esas olarak, vahşilerin medeni dünyaya sızıp ona nüfuz edeceklerinden korkan yabancı düşmanı kişilerin korkularından” bahsedilmekteydi.[1]

Sömürgecinin geçmişten bugüne ayakta kalmayı bilmiş olan mitler üzerine kurulu dünya görüşü, 2014’teki salgın konusunda Batı’da yapılan birçok değerlendirmeyi biçimlendirdi. Her zaman olduğu gibi o gün de birçok haberde Ebola, “ormanda gizlenen katil”, “her an her yerde patlak vermeye hazır yabani bir Afrika hastalığı” veya “Batı Afrika ormanlarından fırlamış bir canavar” olarak takdim edildi. Laurie Garrett’ın 2014’te çıkan ve çok satan Ebola: Bir Salgının Hikâyesi isimli kitabının başında, on dokuzuncu yüzyıl sömürgecilerinin macera romanlarından fırlamış ırkçı bir hikâyeye yer veriliyordu:

“Tümüyle irileşmiş gözbebekleri zifiri karanlıkta şekilleri belirlemek için mücadele veriyor, dans eden milyonlarca ateşböceğinin yaydığı ışığı seyrediyordu. Attığı o sessiz adımlar, aysız gecede gözün göremediği her şeye bir biçimde ihanet ediyordu. Karanlık gecede kara derilerinin ardına gizlenmiş insanlar, sürekli bir hareketlilik içerisindeydi. […] Atalardan kalma eski törenlerden birinde kötü ruhlar defedilmekteydi. Ellerindeki hayvan kuyruklarını havaya kaldırıyorlardı genelde. Ama bu sefer gerek duymadılar. Büyü çok güçlüydü çünkü.”[2]

ABD emperyalizmine hizmet eden propagandacılar, Ebola üzerinden gündeme gelen bu sömürgeci söylemden istifade ederek “isyancı” virüsü Washington’ın düşman bellediği güçlerle kıyasladılar.

O günlerde Financial Post’ta “Ebola, IŞİD ve Putin Birer Bulaşıcı Hastalık, Kontrol Altına Alınsın” başlıklı bir yazı yayımlanıyordu. Forbes ise Ebola, IŞİD ve Putin’i “yirmi birinci yüzyıla karşı gerçekleştirilen isyan”ın tehlikeli birer semptomu olarak görüyordu. Düzmece olduğu belli olan bir raporda IŞİD savaşçılarının virüsü silâh olarak kullandığından söz ediliyor, bu rapor, medyanın yaygın ilgisine mazhar oluyordu. Dış İlişkiler Konseyi (CFR) için kalem oynatan ABD Hava Kuvvetleri mensubu Albay Clint Hinote virüsü, ideolojik kirlenmeye benzetiyor, halk sağlığı çalışanlarının kontrgerilla taktiklerini devreye sokmalarını talep ediyordu.

Halk sağlığı uzmanları ve yardım kuruluşları, bu türden siyasi anlamlarla yüklü dilden uzak dursalar da Ebola’nın yol açtığı paniği kendi ajandalarını uygulamaya koymak için kullanmaktan imtina etmediler. Dünya Sağlık Örgütü genel direktörü Margaret Chan, 2014 salgınının “o güne dek görülmüş en büyük, en şiddetli ve en karmaşık salgını” olduğunu, bunun “acilen eyleme geçilmesini gerekli kılan küresel bir tehdit” olarak görülmesi gerektiğini söyledi. Uluslararası sivil toplum kuruluşlarından olan Sınır Tanımayan Doktorlar’ın başkanı Joan Liu, Eylül ayında toplanan Birleşmiş Milletler’de benzer bir oyunu sahneye koydu:

“Tarihte görülmüş en kötü Ebola salgınının başlamasının üzerinden altı ay geçti, buna karşın dünya, bu hastalığı kontrol altına almak için verdiği savaşı kaybediyor. […] Sierra Leone’de virüsün bulaştığı cesetler sokaklarda çürümeye terk edilmiş. Liberya’da yeni Ebola bakım merkezleri inşa etmek yerine krematoryum inşa etmek zorunda kaldık. […] Bu, ulusları aşan bir kriz ve Afrika kıtası için toplumsal, ekonomik ve güvenlikle alakalı sonuçları olacak. Harekete geçmek, sizin tarihsel sorumluluğunuz.”[3]

Salgının şiddeti azalsa bile Batı medyası, genelinde insanların konuya yönelik hassasiyeti iyice arttı. Artık tehdidin eşi benzeri olmadığını düşünen insanlar, onun felâkete yol açabilecek bir şey olduğuna ikna olmuşlardı. Dolayısıyla herkes, en kısa süre içerisinde bir yerlerde birilerinin bir şeyler yapması gerektiğini söyleyecek kıvama getirilmişti.

Bu aşamada ulusların sağlık sistemlerinin bu görevi yerine getirme noktasında verimsiz ve yetersiz oldukları söylendi. Ama salgına yönelik tepkilerin etkisini azaltanın sömürü ve bağımlılık üzerine kurulu tarih olduğundan kimse bahsetmedi. Hatta Batı’nın özel şirketleri, felâket karşısında gösterdikleri beceri üzerinden övgülerle karşılandılar.

Örneğin Liberya’nın başkenti Monrovia yakınlarında bulunan ve dünyanın en büyük kauçuk plantasyonunun hem sahibi hem işletmecisi olan Firestone Lastik ve Kauçuk Şirketi, salgın karşısında ortaya koyduğu tepki sebebiyle basında epey bir ilgi gördü. Oysa Liberya’da Ebola’nın tespit edilmesinden hemen sonra şirket, varlıklarını korumak için harekete geçmiş, elindeki parayı ve politik gücü ülkenin diğer yerlerinde temin edilemeyen, tehlikeli maddelere karşı koruyucu elbise ve eğitimli sağlık personeli gibi kaynaklara el koymak için kullanmıştı.

Gene Liberya’da, Firestone’un kurucusunun adını almış olan Harbel şehrinde seksen bin işçi, modern kölelik şartlarında istihdam edildi ve şirketin ulusal egemenliğe ya da insan haklarına pek saygı göstermeyen otoriter rejimine tabi olarak çalıştırıldı.[4]

Tam da bu bağlamda Firestone şirketinin plantasyonu kapatması, hastaları izole etmesi, aileleri karantina altına alması kolay oldu. Böylelikle pratikte yoksul Liberya’nın orta yerinde Ebola’dan arındırılmış özel bir ada meydana getirildi. O günlerde devletin radyosu büyük bir coşkuyla şunu söylüyordu: “Firestone, hükümetlerin yapamadığını yaptı. Ebola’nın yoluna taş koydu.”

Ama bu tür yayınlarda Firestone’da günde beş dolar kazanan işçilerden, Ebola’ya kurban verilmiş, Harbel’da tek seferlik olmak kaydıyla ileride alacakları 1.900 dolarlık emekli maaşı karşılığında evlerinden tahliye edilen ailelerden hiç söz edilmiyordu. Bu ailelere bir de ayrıca bir torba pirinç verilmişti.

Süreci devlet kurumları ve şirketler, uzun zamandır rafta tuttukları ajandalarını uygulamak için bir fırsat olarak gördüler ve hemen harekete geçtiler. Sağlık alanında çalışan STK’lar, Ebola’nın yol açtığı histeri sayesinde, tıpkı Sandy Kasırgası sonrası tonla para toplayan ama bu paraları halkla ilişkiler sahasında harcayan, yöneticilerine yediren Amerikan Kızılhaçı gibi, felâketten istifade ederek para toplama işine soyundular.

Sınır Tanımayan Doktorlar, bu süreçte 47 milyon dolar topladı ki bu, yıllık bütçesinin iki katına yakın bir tutardı. Afet Acil Durum Komitesi, Naomi Campbell gibi modellerle “Ebola’ya Karşı Moda” türünden etkinlikler örgütledi. Campbell, bu etkinlikte kullanmadığı kıyafetlerini Londra Moda Haftası’nda açık artırmaya çıkarttı. Aşırı zenginler, o eleştirilere ve incelemelere maruz kalan yüzde birlik kesim, kesenin ağzını açıp basında kendilerine övgüler düzen haberler yaptırdı. Facebook’un multi-milyarder sahibi Mark Zuckerberg, 25 milyon dolar yardım yaparken Microsoft’un kurucularından Paul Allen, NBA takımlarından, kendisine ait Portland Trailblazers oyuncuları ile birlikte Twitter’da “Ebolaylamücadele” başlıklı bir etiket çalışması başlattı ve ünlülerden para topladı.

Zuckerberg ve Allen’ın topladığı bu paralar, öncelikle Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi Vakfı’na gitti. Bu vakıf, önleme merkezinin (CDC’nin) para kaynaklarını beslemek amacıyla Kongre tarafından kurulmuş, pek fazla insanın bilmediği, yarı özel bir şirketti. Vakfın devletle bağları, yatırım imkânları arayışı içinde olan müteşebbislerin ağzını sulandıracak cinstendi. Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde bulunan Hayır Kurumları ve Kamu Politikası Merkezi direktörü James M. Ferris’in dediğine göre devletle bağlantılı vakıfların zenginlere ait hayır kurumlarının ilgisini çekmesinin asıl sebebi, bu vakıflar sayesinde bağışların miktarının epey artırılabiliyor olmasıydı.

Zenginler, toplumsal etkilerini daha da artırmak istiyorlardı. Neticede yardım kuruluşları şirketlerin daha uzak menzile erişmelerini sağlıyordu. Tam da bu sebeple kamu politikasına nüfuz edebilmek için hükümetle ortak oluyorlardı.

Tüm bunlar olurken, ABD’nin Mısır hariç tüm Afrika ülkelerinden sorumlu olan askerî komutanlığı AFRICOM, kıta genelinde ABD’nin çıkarlarını güvence altına almak için faaliyet alanını hızla genişletti. 2007’de felâketlere yardım sürecinin hızlandırılması ve savaşların önlenmesi bahanesiyle kurulan komutanlık, ABD’deki plancılar tarafından genelde stratejik kaynaklar açısından zengin olan bölgede Çin’in artan nüfuzunu kırmak için bir araç olarak görülüyordu.

2013 yılında AFRICOM’un faal olduğu ülke sayısı 49’du. Komutanlık, ayrıca kıta genelinde ortak askerî tatbikatlar ve gizli özel operasyonlar düzenliyordu. Ama egemen devletlerin onayını alma ihtiyacı üzerine ABD, bu komutanlık üzerinden, 2012 yılında Afrika’ya iki bin asker konuşlandırdı.

Bu noktada ABD askerinin sayısının artırılması için gerekli kılıfı Ebola krizi sağladı. Ebola’yı “ABD’nin ulusal güvenliği açısından birinci öncelik” kabul eden Beyaz Saray, Eylül 2014’te AFRICOM’a Gine’ye, Liberya’ya, Sierra Leone’ye, Nijerya’ya ve Senegal’e üç bin asker konuşlandırma yetkisi verdi. Bu sayede Amerikan askeri sayısı iki katına çıktı. Buna ek olarak Monrovia’da yeni bir askerî üs kuruldu. ABD askerleri, medyanın koparttığı alkış tufanı eşliğinde Batı Afrika’ya ulaştı. Bu askerler gidip Ebola Tedavi Birimleri kurdular. Bu birimler, esasen içinde ucuz plastik yataklar bulunan büyük çadırlardan ibaretti, çadırların önemli bir bölümü boştu.

Nisan 2015’te ABD ordusunun kurduğu 11 tedavi biriminde sadece 28 Ebola hastası tedavi edildi. Washington Post’ın dediğine göre, “ilk tedavi merkezi kurulmadan çok önce hastalık zaten kontrol altına alınmıştı.” Bu, aslında ABD’nin sert cevabını tetikleyen o “endişe verici epidemiyolojik tahminler”le çelişen bir haberdi.

2015 yılının başlarında Ebola operasyonu için tahsis edilen 2,6 milyar dolar paranın nasıl harcandığını kimse bilmiyordu. Bu paranın tamamının sağlık hizmetlerine harcanmadığı açıktı.

Salgının hızı kesilince bazı askerler bölgeden çekilse de geride önemli sayıda asker kaldı. Daha önceleri AFRICOM’a karşı çıkmış olan Afrika ülkeleri baskılara dayanamadı ve çok sayıda askerin topraklarına konuşlanmasına izin verdi. Pentagon, artık ileride sağlık konusunda yaşanacak krizlere müdahale etmeyi düşünebileceği bir konuma gelmişti.

Bu süreçte ayrıca STK’lar ve ulusal egemenlik meselesinin yol açtığı sorunların üstesinden gelmeye başlayan Pentagon arasında askerî zemini olan işbirliklerinin kurulması için gerekli çerçeve oluşturuldu. Mart 2015’te AFRICOM, hiç vakit kaybetmeden, ilk Tıbbi Destek Operasyonları konferansını toplayacağını duyurdu ve konferansa Britanya Kızılhaçı ve Çocukları Kurtarın türünden STK’lardan NATO ve İspanya Silâhlı Kuvvetleri’ne kadar birçok kuruluşu davet etti.

Muhtemelen askerî sahada yaşanan en önemli gelişme, “insanî müdahale” ifadesinin her yana çekiştirilebilecek yeni bir kavram olarak “insanî güvenlik” örtüsü altında Libya’da yaşanan katliamı cilâlayıp satmak için kullanılan bir tabir hâline getirilmesi idi.

Sera gazı literatürü dâhilinde gündeme gelmiş olan ve Obama tarafından kullanılan bu “insanî güvenlik” kavramı, süreç içerisinde AFRICOM’un bölgeye konuşlandırılması için gerekli kılıf olarak kullanılmaya başlandı. Ayrıca bu ifade, BM Güvenlik Konseyi’ne “yüz binlerce insanı öldürebilecek, korkunç çilelere yol açacak, ekonomileri istikrarsızlaştıracak, sınırları hızla aşabilecek bir hastalığı durdurmak için daha fazla çaba ortaya koyması yönünde çağrıda bulunmanın” gerekçesi olarak devreye sokuldu.

Bu çağrıya cevaben BM, Ebola yardımlarıyla ilgili 2177 sayılı kararını aldı. Kararda “uluslararası barışa ve güvenliğe yönelik yeni tehditlerle ilgili bir dilin oluşturulması gerektiğinden” söz edilmekteydi.

Bu “insanî güvenlik” meselesini Washington Post şu şekilde açıklıyordu:

“Her zaman güvenlik tehdidi denilince akla bir ülkenin ulusal çıkarlarına yönelik tehditler gelir. İnsanî güvenlik kavramı, güvenlik anlayışının kapsamını genişleten, buradan da bireye odaklanan bir kavram. Böylelikle yoksulluk, küresel salgınlar ve iklimle bağlantılı afetler, güvenlik tehditleri olarak görülmekte. […] İnsanî müdahaleler, çatışmalara çözüm bulmak için yapılıyor. Bu süreçte çoğunlukla dışarıdan gelen aktörler, sadece kendi ulusal çıkarları tehlike altında ise müdahil oluyorlar. […] Ebola krizini insanî güvenlik olarak tanımladığımızda oyunun gidişatını da değiştirmiş olacağız. Ebola’dan etkilenen Batı Afrika ülkelerinde (en azından şimdilik) savaştan eser yok, dolayısıyla Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin üzerinde durduğu güvenlik tehdidi, esasen insanlara ve insanlığa, onurlu bir hayat yaşama hakkına yönelik bir tehdit olarak görülüyor.”

BM’nin bu “insanî güvenlik” kavramını benimsemesi, Sınır Tanımayan Doktorlar türünden önemli STK’lara krizlere yönelik gizli askerî müdahale yapılması çağrıları karşısında tarafsız kalmakla ilgili ahlakî yükümlülüklerinden kurtulma konusunda gerekli kılıfı temin etti. Daha fazla kaygıya yol açan gelişme ise yeni öğretinin herhangi bir sınır tanımıyor oluşu idi. Madem yoksulluk, hastalıklar veya iklim değişikliği askerî eylemler için gerekli zemini sunuyor, o vakit artık Afrika’da her türden müdahale meşru idi.

Pratikte Batı, ileride gelişmekte olan ülkelerde düzenleyeceği askerî operasyonlar için gerekli bahaneye kavuşmuştu. Bu noktada Ebola salgını, gerek duyulan bahaneden başka bir şey değildi. Böylelikle askerîleştirilmiş “küresel sağlık yönetimi”nin oluşturulması için yarı hukukî çerçeve hazırlandı. Artık insanî yardım kılıfı altında gelişmekte olan ülkelere istenildiği vakit müdahale edilebilecekti.

Sonuçta Amerikan ordusu, salgının kontrolüne zerre katkı sunmadı. Buna karşılık Küba’nın sağladığı yardım daha etkili oldu. Küba, Sierra Leone, Liberya ve Gine’de yaklaşık 500 sağlık uzmanını konuşlandırdı. Üç Afrika ülkesinde, Nijerya, Senegal ve Mali’de salgınla mücadele daha hızlı gerçekleştirildi ve daha başarılı oldu. Çünkü bu üç ülke, yeterince para temin edebilen ulusal sağlık sistemlerine ait kaynaklardan istifade edebilmişti.

Bill Gates bile Ebola salgınının “dünyanın en yoksul ülkelerindeki sağlık sistemlerinin acilen güçlendirilmesi gerektiğini ortaya koyduğunu” kabul etmek zorunda kalmıştı. Oysa BMGV’nin onca yaygarası kopartılmış Ebola ile ilgili müdahalelerine yakından bakıldığında vakfın yardım işlerinin, ülkelerin sağlık sistemlerine katkıda bulunmak değil, vakfın kapsamlı ajandasını uygulamak amacıyla yürütüldüğü görülüyordu.

Jacob Levich

[Kaynak: American Journal of Economics and Sociology, Cilt 74, Sayı 4 (Eylül 2015), s. 720-727.]

Dipnotlar

[1] Lynch, Lisa. (1998). “The Neo/Bio/Colonial Hot Zone: African Viruses, American Fairytales.” International Journal of Cultural Studies 1(2): s. 235.

[2] Garrett, Laurie. (2014.) Ebola: Story of an Outbreak. New York: Hachette 2014, s. 105–107, 120–121.

[3] United Nations. (2014). Special Briefing on Ebola 2 Eylül. DWB.

[4] Verite. (2012). Rubber Production in Liberia: An Exploratory Assessment of Living and Working Conditions, With Special Attention to Forced Labor, s. 16. PDF.

0 Yorum: