Mart 2014’te Dünya Sağlık Örgütü, Ebola olarak da
adlandırılan bir tür viral hemorajik ateş salgınının görüldüğünü duyurdu. Daha
önce görülmediği yerlerde açığa çıkan hastalık, Gine, Liberya, Sierra Leone
gibi Batı Afrika ülkelerini etkiledi.
Mali ve Nijerya gibi diğer Afrika ülkelerine
yayılan salgın, tüm dünyayı paniğe sürükledi, panik, medyada çıkan haberlerle
körüklendi, bu haberlere bir de sosyal medyadaki çılgınlık eklendi. Tüm dünya
genelinde kontrol edilemeyen bir salgınla ilgili tahminler havada uçuştu ve
hepsi de felâketin eşiğinde olduğumuzu söylüyordu. Oysa Amerikalılar, normal
koşullarda Afrika kaynaklı hastalıkların bu denli paniğe sebep olmasına bir
anlam veremez, bu konuyu pek kafaya takmazlardı.
Ekim 2014’te her üç Amerikalıdan ikisi, Ebola
salgınının ABD’ye ulaşacağı konusunda endişeli olduğunu söylüyordu. Ebola
salgınıyla bağlantı olarak göçmenlere kısıtlama getirilmesi önerisine destek
verenlerin oranı, birden yüzde 91’e çıktı.
Bir yıl sonra, salgının görüldüğü tüm ülkelerde
ölümlerin ve yeni teşhis edilen hastaların sayısı düştü, sonuçta da salgın
kontrol altına alındı. Aslında ölü sayısı epey yüksekti: 25 Mart 2015’te kayıt
alınan ölü sayısı, on binin üzerindeydi. Ama bir açıdan bakıldığında Ebola,
insan sağlığı için ufak bir tehdit gibi görünmekteydi. Aynı yıl içerisinde
HIV’den ölenlerin sayısı 1,5 milyon civarında iken ishalli hastalıklardan 1,5
milyon, yol kazalarından 1,3 milyon insan ölmüştü.
Aslında Ebola, kendisi ile ilgili yayılan korku
üzerinden elde ettiği itibarın aksine o kadar da bulaşıcı ve öldürücü değildi.
Virüs, insana çatlamış deri veya mukoz zarı üzerinden akan vücut sıvılarıyla
doğrudan temas kurulduğu noktada bulaşıyordu. Hıyarcıklı veba türünden taşıyıcı
yoluyla veya grip ya da SARS’ta olduğu gibi öksürük ve hapşırık yoluyla
yayılmıyordu.
Virüsün kurbanlarının yüzde doksanını öldürdüğünü
söyleyen ilk bulguların abartılı olduğu sonradan görüldü. DSÖ, bugün ölüm
oranının yüzde elli civarında olduğunu söylüyor. Uzman elinden çıkma bir
çalışma ise yeterli tedavinin uygulanması durumunda hayatta kalma oranının
yüzde doksanı bulduğunu ortaya koyuyor. 2014’teki salgın öncesinde hastalık
sebebiyle ölenlerin sayısı sadece 1.548’di.
Ebola, Batı’da ilkin Richard Preston’ın 1992’de New Yorker’da çıkan “Sıcak Kuşaktaki
Kriz” isimli makalesi ile birlikte ünlendi. Sonrasında bu ün, Preston’ın 3,5
milyon satan Sıcak Kuşak: Ürkütücü Bir
Gerçek Hikâye isimli kitabıyla perçinlendi. Hikâyesini abartarak anlatan
Preston kitabında, Ebolavirüs ailesinde yer alan beş virüsten biri olan Reston
virüsünün 1989’da görüldüğü bir vakadan söz ediyordu. Virüs, biyolojik savaş
araştırmaları yürüten, orduya bağlı USAMRIID’e bağlı bir tesiste görülüyordu.
1969’da sonlandırıldığı söylenen biyolojik savaş programlarında bu tür
araştırmalar, sonrasında biyolojik savunma veya biyolojik güvenlik adını
almışlardı.
Preston’ın kitabı, yanlış değerlendirmeler
üzerinden virüsün her daim hava yoluyla bulaşabileceğine dair bir şüpheye
sebebiyet veriyor ve hastalarda görülen semptomları kasten yanlış aktarıyordu.
Örneğin kitap, hastaların ağzından ve gözlerinden kan geldiğini, ayrıca iç
organlarının eridiğini söylemekteydi. O dönemde bir epidemiyolog, kitaptaki
abartılı ifadelerin sıkıntılı olduğunu, epidemiyoloji ve bulaşıcı hastalıklar
sahasında çalışan insanları çileden çıkarttığını dile getirdi.
Preston’ın kitabı, Hollywood tarafından sinemaya
uyarlandı. Salgın adı verilen film,
Ebola efsanesini iyice pekiştirdi. Hem film hem de kitap, virüsü ırkçı bir
yaklaşımla ele almaktaydı. Her ikisinde de Ebola karşımıza, Afrika’nın balta
girmemiş ormanlarında dolaşan bir öcü gibi resmediliyor, dahası, ilkel
bölgelerden kaçıp “medeni” dünyaya bulaşacak ve onu yok edecek bir tehdit
olarak sunuluyordu.
Lisa Lynch’in de gözlemlediği gibi Preston’ın
kitabı türünden çalışmalar, “biyolojik açıdan kirli olan yerlilerle ilgili
olarak sömürgecilerin başvurdukları ırkçı dilin ürettiği pandemi hikâyelerinin
varlığını koruduğunu” ispatlamaktaydı. “Bu tür hikâyelerde esas olarak,
vahşilerin medeni dünyaya sızıp ona nüfuz edeceklerinden korkan yabancı düşmanı
kişilerin korkularından” bahsedilmekteydi.[1]
Sömürgecinin geçmişten bugüne ayakta kalmayı
bilmiş olan mitler üzerine kurulu dünya görüşü, 2014’teki salgın konusunda
Batı’da yapılan birçok değerlendirmeyi biçimlendirdi. Her zaman olduğu gibi o
gün de birçok haberde Ebola, “ormanda gizlenen katil”, “her an her yerde patlak
vermeye hazır yabani bir Afrika hastalığı” veya “Batı Afrika ormanlarından
fırlamış bir canavar” olarak takdim edildi. Laurie Garrett’ın 2014’te çıkan ve
çok satan Ebola: Bir Salgının Hikâyesi
isimli kitabının başında, on dokuzuncu yüzyıl sömürgecilerinin macera
romanlarından fırlamış ırkçı bir hikâyeye yer veriliyordu:
“Tümüyle
irileşmiş gözbebekleri zifiri karanlıkta şekilleri belirlemek için mücadele
veriyor, dans eden milyonlarca ateşböceğinin yaydığı ışığı seyrediyordu. Attığı
o sessiz adımlar, aysız gecede gözün göremediği her şeye bir biçimde ihanet
ediyordu. Karanlık gecede kara derilerinin ardına gizlenmiş insanlar, sürekli
bir hareketlilik içerisindeydi. […] Atalardan kalma eski törenlerden birinde
kötü ruhlar defedilmekteydi. Ellerindeki hayvan kuyruklarını havaya
kaldırıyorlardı genelde. Ama bu sefer gerek duymadılar. Büyü çok güçlüydü
çünkü.”[2]
ABD emperyalizmine hizmet eden propagandacılar,
Ebola üzerinden gündeme gelen bu sömürgeci söylemden istifade ederek “isyancı”
virüsü Washington’ın düşman bellediği güçlerle kıyasladılar.
O günlerde Financial
Post’ta “Ebola, IŞİD ve Putin Birer Bulaşıcı Hastalık, Kontrol Altına
Alınsın” başlıklı bir yazı yayımlanıyordu. Forbes
ise Ebola, IŞİD ve Putin’i “yirmi birinci yüzyıla karşı gerçekleştirilen
isyan”ın tehlikeli birer semptomu olarak görüyordu. Düzmece olduğu belli olan
bir raporda IŞİD savaşçılarının virüsü silâh olarak kullandığından söz
ediliyor, bu rapor, medyanın yaygın ilgisine mazhar oluyordu. Dış İlişkiler
Konseyi (CFR) için kalem oynatan ABD Hava Kuvvetleri mensubu Albay Clint Hinote
virüsü, ideolojik kirlenmeye benzetiyor, halk sağlığı çalışanlarının
kontrgerilla taktiklerini devreye sokmalarını talep ediyordu.
Halk sağlığı uzmanları ve yardım kuruluşları, bu
türden siyasi anlamlarla yüklü dilden uzak dursalar da Ebola’nın yol açtığı
paniği kendi ajandalarını uygulamaya koymak için kullanmaktan imtina etmediler.
Dünya Sağlık Örgütü genel direktörü Margaret Chan, 2014 salgınının “o güne dek
görülmüş en büyük, en şiddetli ve en karmaşık salgını” olduğunu, bunun “acilen
eyleme geçilmesini gerekli kılan küresel bir tehdit” olarak görülmesi
gerektiğini söyledi. Uluslararası sivil toplum kuruluşlarından olan Sınır
Tanımayan Doktorlar’ın başkanı Joan Liu, Eylül ayında toplanan Birleşmiş
Milletler’de benzer bir oyunu sahneye koydu:
“Tarihte
görülmüş en kötü Ebola salgınının başlamasının üzerinden altı ay geçti, buna
karşın dünya, bu hastalığı kontrol altına almak için verdiği savaşı kaybediyor.
[…] Sierra Leone’de virüsün bulaştığı cesetler sokaklarda çürümeye terk edilmiş.
Liberya’da yeni Ebola bakım merkezleri inşa etmek yerine krematoryum inşa etmek
zorunda kaldık. […] Bu, ulusları aşan bir kriz ve Afrika kıtası için toplumsal,
ekonomik ve güvenlikle alakalı sonuçları olacak. Harekete geçmek, sizin
tarihsel sorumluluğunuz.”[3]
Salgının şiddeti azalsa bile Batı medyası,
genelinde insanların konuya yönelik hassasiyeti iyice arttı. Artık tehdidin eşi
benzeri olmadığını düşünen insanlar, onun felâkete yol açabilecek bir şey
olduğuna ikna olmuşlardı. Dolayısıyla herkes, en kısa süre içerisinde bir
yerlerde birilerinin bir şeyler yapması gerektiğini söyleyecek kıvama
getirilmişti.
Bu aşamada ulusların sağlık sistemlerinin bu
görevi yerine getirme noktasında verimsiz ve yetersiz oldukları söylendi. Ama
salgına yönelik tepkilerin etkisini azaltanın sömürü ve bağımlılık üzerine
kurulu tarih olduğundan kimse bahsetmedi. Hatta Batı’nın özel şirketleri,
felâket karşısında gösterdikleri beceri üzerinden övgülerle karşılandılar.
Örneğin Liberya’nın başkenti Monrovia yakınlarında
bulunan ve dünyanın en büyük kauçuk plantasyonunun hem sahibi hem işletmecisi
olan Firestone Lastik ve Kauçuk Şirketi, salgın karşısında ortaya koyduğu tepki
sebebiyle basında epey bir ilgi gördü. Oysa Liberya’da Ebola’nın tespit edilmesinden
hemen sonra şirket, varlıklarını korumak için harekete geçmiş, elindeki parayı
ve politik gücü ülkenin diğer yerlerinde temin edilemeyen, tehlikeli maddelere
karşı koruyucu elbise ve eğitimli sağlık personeli gibi kaynaklara el koymak
için kullanmıştı.
Gene Liberya’da, Firestone’un kurucusunun adını
almış olan Harbel şehrinde seksen bin işçi, modern kölelik şartlarında istihdam
edildi ve şirketin ulusal egemenliğe ya da insan haklarına pek saygı
göstermeyen otoriter rejimine tabi olarak çalıştırıldı.[4]
Tam da bu bağlamda Firestone şirketinin
plantasyonu kapatması, hastaları izole etmesi, aileleri karantina altına alması
kolay oldu. Böylelikle pratikte yoksul Liberya’nın orta yerinde Ebola’dan
arındırılmış özel bir ada meydana getirildi. O günlerde devletin radyosu büyük
bir coşkuyla şunu söylüyordu: “Firestone, hükümetlerin yapamadığını yaptı.
Ebola’nın yoluna taş koydu.”
Ama bu tür yayınlarda Firestone’da günde beş dolar
kazanan işçilerden, Ebola’ya kurban verilmiş, Harbel’da tek seferlik olmak
kaydıyla ileride alacakları 1.900 dolarlık emekli maaşı karşılığında evlerinden
tahliye edilen ailelerden hiç söz edilmiyordu. Bu ailelere bir de ayrıca bir
torba pirinç verilmişti.
Süreci devlet kurumları ve şirketler, uzun
zamandır rafta tuttukları ajandalarını uygulamak için bir fırsat olarak gördüler
ve hemen harekete geçtiler. Sağlık alanında çalışan STK’lar, Ebola’nın yol
açtığı histeri sayesinde, tıpkı Sandy Kasırgası sonrası tonla para toplayan ama
bu paraları halkla ilişkiler sahasında harcayan, yöneticilerine yediren
Amerikan Kızılhaçı gibi, felâketten istifade ederek para toplama işine
soyundular.
Sınır Tanımayan Doktorlar, bu süreçte 47 milyon
dolar topladı ki bu, yıllık bütçesinin iki katına yakın bir tutardı. Afet Acil
Durum Komitesi, Naomi Campbell gibi modellerle “Ebola’ya Karşı Moda” türünden
etkinlikler örgütledi. Campbell, bu etkinlikte kullanmadığı kıyafetlerini
Londra Moda Haftası’nda açık artırmaya çıkarttı. Aşırı zenginler, o
eleştirilere ve incelemelere maruz kalan yüzde birlik kesim, kesenin ağzını
açıp basında kendilerine övgüler düzen haberler yaptırdı. Facebook’un multi-milyarder
sahibi Mark Zuckerberg, 25 milyon dolar yardım yaparken Microsoft’un
kurucularından Paul Allen, NBA takımlarından, kendisine ait Portland
Trailblazers oyuncuları ile birlikte Twitter’da “Ebolaylamücadele” başlıklı bir
etiket çalışması başlattı ve ünlülerden para topladı.
Zuckerberg ve Allen’ın topladığı bu paralar,
öncelikle Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi Vakfı’na gitti. Bu vakıf, önleme
merkezinin (CDC’nin) para kaynaklarını beslemek amacıyla Kongre tarafından kurulmuş,
pek fazla insanın bilmediği, yarı özel bir şirketti. Vakfın devletle bağları,
yatırım imkânları arayışı içinde olan müteşebbislerin ağzını sulandıracak
cinstendi. Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde bulunan Hayır Kurumları ve Kamu
Politikası Merkezi direktörü James M. Ferris’in dediğine göre devletle
bağlantılı vakıfların zenginlere ait hayır kurumlarının ilgisini çekmesinin
asıl sebebi, bu vakıflar sayesinde bağışların miktarının epey artırılabiliyor
olmasıydı.
Zenginler, toplumsal etkilerini daha da artırmak
istiyorlardı. Neticede yardım kuruluşları şirketlerin daha uzak menzile
erişmelerini sağlıyordu. Tam da bu sebeple kamu politikasına nüfuz edebilmek
için hükümetle ortak oluyorlardı.
Tüm bunlar olurken, ABD’nin Mısır hariç tüm Afrika
ülkelerinden sorumlu olan askerî komutanlığı AFRICOM, kıta genelinde ABD’nin
çıkarlarını güvence altına almak için faaliyet alanını hızla genişletti.
2007’de felâketlere yardım sürecinin hızlandırılması ve savaşların önlenmesi
bahanesiyle kurulan komutanlık, ABD’deki plancılar tarafından genelde stratejik
kaynaklar açısından zengin olan bölgede Çin’in artan nüfuzunu kırmak için bir
araç olarak görülüyordu.
2013 yılında AFRICOM’un faal olduğu ülke sayısı
49’du. Komutanlık, ayrıca kıta genelinde ortak askerî tatbikatlar ve gizli özel
operasyonlar düzenliyordu. Ama egemen devletlerin onayını alma ihtiyacı üzerine
ABD, bu komutanlık üzerinden, 2012 yılında Afrika’ya iki bin asker
konuşlandırdı.
Bu noktada ABD askerinin sayısının artırılması
için gerekli kılıfı Ebola krizi sağladı. Ebola’yı “ABD’nin ulusal güvenliği
açısından birinci öncelik” kabul eden Beyaz Saray, Eylül 2014’te AFRICOM’a
Gine’ye, Liberya’ya, Sierra Leone’ye, Nijerya’ya ve Senegal’e üç bin asker
konuşlandırma yetkisi verdi. Bu sayede Amerikan askeri sayısı iki katına çıktı.
Buna ek olarak Monrovia’da yeni bir askerî üs kuruldu. ABD askerleri, medyanın
koparttığı alkış tufanı eşliğinde Batı Afrika’ya ulaştı. Bu askerler gidip
Ebola Tedavi Birimleri kurdular. Bu birimler, esasen içinde ucuz plastik
yataklar bulunan büyük çadırlardan ibaretti, çadırların önemli bir bölümü boştu.
Nisan 2015’te ABD ordusunun kurduğu 11 tedavi
biriminde sadece 28 Ebola hastası tedavi edildi. Washington Post’ın dediğine göre, “ilk tedavi merkezi kurulmadan
çok önce hastalık zaten kontrol altına alınmıştı.” Bu, aslında ABD’nin sert
cevabını tetikleyen o “endişe verici epidemiyolojik tahminler”le çelişen bir
haberdi.
2015 yılının başlarında Ebola operasyonu için
tahsis edilen 2,6 milyar dolar paranın nasıl harcandığını kimse bilmiyordu. Bu
paranın tamamının sağlık hizmetlerine harcanmadığı açıktı.
Salgının hızı kesilince bazı askerler bölgeden
çekilse de geride önemli sayıda asker kaldı. Daha önceleri AFRICOM’a karşı
çıkmış olan Afrika ülkeleri baskılara dayanamadı ve çok sayıda askerin
topraklarına konuşlanmasına izin verdi. Pentagon, artık ileride sağlık
konusunda yaşanacak krizlere müdahale etmeyi düşünebileceği bir konuma gelmişti.
Bu süreçte ayrıca STK’lar ve ulusal egemenlik
meselesinin yol açtığı sorunların üstesinden gelmeye başlayan Pentagon arasında
askerî zemini olan işbirliklerinin kurulması için gerekli çerçeve oluşturuldu.
Mart 2015’te AFRICOM, hiç vakit kaybetmeden, ilk Tıbbi Destek Operasyonları
konferansını toplayacağını duyurdu ve konferansa Britanya Kızılhaçı ve
Çocukları Kurtarın türünden STK’lardan NATO ve İspanya Silâhlı Kuvvetleri’ne kadar
birçok kuruluşu davet etti.
Muhtemelen askerî sahada yaşanan en önemli
gelişme, “insanî müdahale” ifadesinin her yana çekiştirilebilecek yeni bir
kavram olarak “insanî güvenlik” örtüsü altında Libya’da yaşanan katliamı
cilâlayıp satmak için kullanılan bir tabir hâline getirilmesi idi.
Sera gazı literatürü dâhilinde gündeme gelmiş olan
ve Obama tarafından kullanılan bu “insanî güvenlik” kavramı, süreç içerisinde
AFRICOM’un bölgeye konuşlandırılması için gerekli kılıf olarak kullanılmaya
başlandı. Ayrıca bu ifade, BM Güvenlik Konseyi’ne “yüz binlerce insanı
öldürebilecek, korkunç çilelere yol açacak, ekonomileri istikrarsızlaştıracak,
sınırları hızla aşabilecek bir hastalığı durdurmak için daha fazla çaba ortaya
koyması yönünde çağrıda bulunmanın” gerekçesi olarak devreye sokuldu.
Bu çağrıya cevaben BM, Ebola yardımlarıyla ilgili
2177 sayılı kararını aldı. Kararda “uluslararası barışa ve güvenliğe yönelik
yeni tehditlerle ilgili bir dilin oluşturulması gerektiğinden” söz
edilmekteydi.
Bu “insanî güvenlik” meselesini Washington Post şu şekilde açıklıyordu:
“Her
zaman güvenlik tehdidi denilince akla bir ülkenin ulusal çıkarlarına yönelik
tehditler gelir. İnsanî güvenlik kavramı, güvenlik anlayışının kapsamını
genişleten, buradan da bireye odaklanan bir kavram. Böylelikle yoksulluk,
küresel salgınlar ve iklimle bağlantılı afetler, güvenlik tehditleri olarak
görülmekte. […] İnsanî müdahaleler, çatışmalara çözüm bulmak için yapılıyor. Bu
süreçte çoğunlukla dışarıdan gelen aktörler, sadece kendi ulusal çıkarları
tehlike altında ise müdahil oluyorlar. […] Ebola krizini insanî güvenlik olarak
tanımladığımızda oyunun gidişatını da değiştirmiş olacağız. Ebola’dan etkilenen
Batı Afrika ülkelerinde (en azından şimdilik) savaştan eser yok, dolayısıyla Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi’nin üzerinde durduğu güvenlik tehdidi, esasen
insanlara ve insanlığa, onurlu bir hayat yaşama hakkına yönelik bir tehdit
olarak görülüyor.”
BM’nin bu “insanî güvenlik” kavramını benimsemesi,
Sınır Tanımayan Doktorlar türünden önemli STK’lara krizlere yönelik gizli
askerî müdahale yapılması çağrıları karşısında tarafsız kalmakla ilgili ahlakî
yükümlülüklerinden kurtulma konusunda gerekli kılıfı temin etti. Daha fazla kaygıya
yol açan gelişme ise yeni öğretinin herhangi bir sınır tanımıyor oluşu idi.
Madem yoksulluk, hastalıklar veya iklim değişikliği askerî eylemler için
gerekli zemini sunuyor, o vakit artık Afrika’da her türden müdahale meşru idi.
Pratikte Batı, ileride gelişmekte olan ülkelerde
düzenleyeceği askerî operasyonlar için gerekli bahaneye kavuşmuştu. Bu noktada
Ebola salgını, gerek duyulan bahaneden başka bir şey değildi. Böylelikle
askerîleştirilmiş “küresel sağlık yönetimi”nin oluşturulması için yarı hukukî
çerçeve hazırlandı. Artık insanî yardım kılıfı altında gelişmekte olan ülkelere
istenildiği vakit müdahale edilebilecekti.
Sonuçta Amerikan ordusu, salgının kontrolüne zerre
katkı sunmadı. Buna karşılık Küba’nın sağladığı yardım daha etkili oldu. Küba,
Sierra Leone, Liberya ve Gine’de yaklaşık 500 sağlık uzmanını konuşlandırdı. Üç
Afrika ülkesinde, Nijerya, Senegal ve Mali’de salgınla mücadele daha hızlı
gerçekleştirildi ve daha başarılı oldu. Çünkü bu üç ülke, yeterince para temin
edebilen ulusal sağlık sistemlerine ait kaynaklardan istifade edebilmişti.
Bill Gates bile Ebola salgınının “dünyanın en
yoksul ülkelerindeki sağlık sistemlerinin acilen güçlendirilmesi gerektiğini
ortaya koyduğunu” kabul etmek zorunda kalmıştı. Oysa BMGV’nin onca yaygarası
kopartılmış Ebola ile ilgili müdahalelerine yakından bakıldığında vakfın yardım
işlerinin, ülkelerin sağlık sistemlerine katkıda bulunmak değil, vakfın
kapsamlı ajandasını uygulamak amacıyla yürütüldüğü görülüyordu.
Jacob Levich
[Kaynak:
American Journal of Economics and
Sociology, Cilt 74, Sayı 4 (Eylül 2015), s. 720-727.]
Dipnotlar
[1] Lynch, Lisa. (1998). “The Neo/Bio/Colonial Hot
Zone: African Viruses, American Fairytales.” International Journal of Cultural Studies 1(2): s. 235.
[2] Garrett, Laurie. (2014.) Ebola: Story of an Outbreak. New York: Hachette 2014, s. 105–107,
120–121.
[3] United Nations. (2014). Special Briefing on Ebola 2 Eylül. DWB.
[4] Verite. (2012). Rubber Production in Liberia: An Exploratory Assessment of Living and Working Conditions, With Special Attention to Forced Labor, s. 16. PDF.
0 Yorum:
Yorum Gönder