12 Mart 2019

,

Sola Dair Yalanlar ve Hileler: İntihar Siyaseti

Çipras F-16 savaş uçağında.

Giriş

Geçen yıl içerisinde solcu hükümetlerin, sağcı, ABD yanlısı rejimlere karşı güçlü birer seçenek olarak gündeme gelişiyle birlikte umut verici işaretler alınmıştı ama bu süreç, tarihsel bozguna doğru evrildi ve bu solcu hükümetler, birkaç yıl içerisinde muhtemelen tarihin çöplüğüne atılacaklar.

Fransa, Yunanistan ve Brezilya’da sol hükümetlerin yaşadığı hızlı çürüme, askerî darbenin ya da CIA entrikalarının bir sonucu değil. Bu, sol hükümetlerin bile isteye aldıkları politik kararların sonucunda yaşadıkları bir felâket aslında. Bu hükümetler, kendilerine oy veren işçi kitlelerine ve orta sınıf seçmenlere sundukları ilerici programlardan, vaatlerden ve taahhütlerden uzaklaştılar.

Seçmen, solcu yöneticileri artık birer hain olarak görüyor, onların kendilerini sırtlarından bıçakladığını düşünüyor, hatta en azılı sınıf düşmanlarına, bankacılara, kapitalistlere ve neoliberal ideologlara kul köle olduklarına inanıyor.

Solcu Hükümetler İntihar Ediyor

Solun kendi kendisini imha etmesi, neoliberal politik güçlerin beklenmedik bir zaferi olarak değerlendirilebilir. Bu güçler, sosyal yardım sistemini yok etmeye, kendi yönetimlerini seçimle işbaşına gelmemiş görevliler eliyle dayatmaya, eşitsizlikleri derinleştirip genişletmeye, işçi haklarını ortadan kaldırmaya, ekonominin en kârlı sektörlerini özelleştirip gayrimilli kılmaya çalıştı.

Bu süreç, üç sol hükümetin ihanetiyle gün ışığına çıktı. Fransa’da cumhurbaşkanı Francois Hollande liderliğinde kurulan Sosyalist Parti hükümeti, Avrupa’daki en önemli ikinci güçtü (2012-2015); 25 Ocak 2015’te seçilen Syriza, para babalarının dayattığı tasarruf tedbirlerine yönelik alternatif bir politikanın hakiki savunucusu olarak takdim etti kendisini; Latin Amerika’daki en büyük ülkeyi yöneten Brezilya İşçi Partisi (2003-2015), BRICS’in önde gelen üyelerinden birinde hükümet kurdu.

Fransız “Sosyalizm”i: Geriye Doğru Büyük Atılım

Yürüttüğü cumhurbaşkanlığı kampanyasında Francois Hollande, zenginlerden alınan vergileri yüzde 75’e çıkartmayı ve emeklilik yaşını 62’den 60’a çekmeyi, işsizlik oranını düşürmek için kapsamlı bir kamusal yatırım programını yürürlüğe sokmayı, eğitim, sağlık ve barınma ile ilgili kamu harcamalarını artırmayı (60.000 yeni öğretmen almayı) ve Paris’in emperyalist bir işbirlikçi olarak oynadığı rolü terk etmeye yönelik ilk adım olarak Fransız askerlerini Afganistan’dan çekmeyi vaat etti.

2012’de cumhurbaşkanı seçildiği günden bugüne (Mart 2015) geçen sürede Francois Hollande, tüm politik vaatlerine ihanet etti. Kamu yatırımları gerçekleşmezken, işsizlerin sayısı üç milyonu geçti. Yeni atanan ekonomi bakanı, Rothschild Bankası’nın eski ortağı Emmanuel Macron, patronlardan alınan vergilerin tutarını 50 milyar avro aşağıya çekti. Yeni göreve başlayan, neoliberalizme bağnaz bir biçimde bağlı bir isim olan Başbakan Manuel Valls, sosyal programlarda ciddi kesintilere gitti, iş dünyası ve bankalar üzerindeki resmi kısıtlamaları önemli oranda kaldırdı, işçilerin sahip oldukları iş güvencelerini büyük ölçüde yürürlükten kaldırdı. Başbakan, Hollande Bank of America’da çalışan Laurence Boone’yi baş ekonomi danışmanı yaptı.

Fransız Sosyalist Partisi üyesi cumhurbaşkanı, Mali’ye asker, Libya’ya bombardıman uçakları, Ukrayna cuntasına askerî danışmanlar, Suriye’deki isyancılara (ki çok büyük bölümü cihadcı paralı asker) yardım gönderdi. Suudi Arabistan’ın başındaki monarşik diktatörlükle milyon avroluk satış anlaşmaları imzaladı, ayrıca Rusya’ya savaş gemisi satışı ile ilgili anlaşmadan çekildi.

Hollande, Almanya’yla birlikte Yunan hükümetinden özel bankalara borçların tamamının derhal ödenmesi ile ilgili anlaşma hükmüne uymasını ve halkın ağır bedeller ödemesine neden olan tasarruf tedbirleri programını sürdürmesini istedi.

Fransız seçmenlerin kandırıldığı, emeğe ihanet edildiği, bankacıların, büyük iş dünyasının ve militarizm yanlılarının kucaklandığı bu süreçte sosyalist hükümete destek verenlerin oranı yüzde 19’un altına indi, böylelikle parti üçüncü sıraya geriledi. Hollande’ın İsrail yanlısı politikaları ve ABD-İran arasında süren barış görüşmelerine karşı takındığı sert tavır, başbakan Valls’ın banliyölerdeki Müslümanlara yönelik İslamofobik saldırıları, ayrıca İslamî hareketlere karşı düzenlenen askerî müdahalelere verdiği destek, Fransız toplumunu iyice kutuplaştırdı ve ülkedeki etnik-dinî şiddeti tırmandırdı.

Yunanistan: Syriza’nın Ani Dönüşümü

Syriza’nın 25 Ocak 2015’te seçimden zaferle çıktığı günden Mart ayının ortalarına dek uzanan süreçte Başbakan Aleksis Çipras ve Maliye Bakanı Yanis Varufaki, azami ve asgari seçim programının öngördüğü hedeflerden tek tek vazgeçti. Yeni hükümet en berbat tedbirleri aldı, prosedürleri uygulamaya soktu, hatta kısa süre önce Selanik programında mahkûm ettiği Troyka’yla (IMF, Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası) ilişkileri sürdürdü.

Çipras ve Varufaki, Troyka’nın talimatlarına karşı koyacaklarına dair vaatlerine sırtlarını döndü. Başka bir ifadeyle bu isimler, sömürge idaresini ve zaten devam etmekte olan vasallık ilişkisini kabul ettiler.

Hile ve demagoji yoluyla herkesin nefret ettiği Troyka’ya teslim olduklarını gizlemeye çalıştılar. Bu noktada ona “Kurum” adını verdiler, böylelikle başkalarını değil kendilerini kandırmış oldular. AB’den gelen denetçiler onları alaycı gülüşleriyle karşıladılar.

Yürüttüğü kampanya boyunca Syriza, Yunanistan’ın borçlarının büyük bir bölümünü silmeyi vaat etmişti. Ama hükümette iken Çipras ve Varufaki, Troyka’ya borçlarla ilgili tüm yükümlülüklerini kabul ettiklerini söyledi ve borçları ödeyeceklerine dair güvence verdi.

Syriza’nın diğer bir vaadi de tasarruf tedbirlerini uygulamayıp insana harcama yapmaktı. Bu noktada asgari ücret artırılacak, sağlık ve eğitim alanında yeni istihdam imkânları yaratılacak, ayrıca emeklilik maaşları yükseltilecekti. İki hafta boyunca egemenler karşısında el pençe divan duran hükümet, tasarruf tedbirlerini gündemine aldı, borçları ödedi, yoksullukla mücadele konusunda gelmiş geçmiş en düşük harcamayı gerçekleştirdi. “Aç halkın karnı doysun bari” diyen Troyka Syriza’ya 2 milyar dolar verince parti, denetçileri övgülere boğdu ve reformların uygulanması için birkaç milyar avronun harcanmasını gerekli kılan bir reform listesini Troyka’nın masasına sundu.

Syriza’nın diğer bir vaadi de önceki sağcı hükümetlerin kârlı kamu işletmelerini şüpheli bir biçimde özelleştirmiş oldukları süreçleri incelemek ve devam eden, ileride gerçekleştirilmesi planlanan özelleştirme uygulamalarını durdurmaktı. Ama hükümetteyken bu parti söz konusu vaadinden vazgeçti. Tüm yapılmış, yapılan ve yapılacak özelleştirme işlemlerini onayladı. Hatta yeni özelleştirmeler için ortaklar bulmaya çalıştı, bu noktada daha fazla kamu şirketinin satılabilmesi için vergi konusunda kârlı kimi tekliflerde bulundu.

Syriza, hükümet olmazdan önce kamu harcamaları ve borçların azaltılması üzerinden işsizlik oranını (ülke genelinde yüzde 26, gençlikte yüzde 55) aşağı çekmeyi vaat etmişti. Ama hükümet olunca borçları ödedi ve iş imkânlarının oluşturulması için tek bir fon bile tahsis etmedi.

Syriza, ayrıca önceki sağcı hükümetlerin politikalarını uygulamaya devam etmekle kalmadı, bu politikaların içeriğini ve biçimini alabildiğine yavanlaştırdı. Bu noktada tuhaf ve anlamsız pozlar verildi, demagojik mantıksız hareketlerde bulunuldu.

Örneğin bir seferinde Çipras, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin katlettiği 200 Yunan partizanın mezarlarına çelenk bıraktı. Ama bir başka gün Alman bankacıların önünde diz çöküp bütçede kısıtlama yapılması ve iki milyon Yunan’a verilen kamu yardımlarının kesilmesi ile ilgili taleplerini yerine getireceğini söyledi.

Bir gün, öğleden sonra, Maliye Bakanı Varufaki, Paris Match’e Akropol manzaralı çatı katındaki terasta, kendisini elinde kokteyliyle gösteren resimler verirken birkaç saat sonra yoksul kitleler adına konuştuğunu iddia edebiliyordu!

Görevde olduğu ilk iki ay boyunca halka ihanet eden, onu aldatan, demagojilerle kandırmaya çalışan Syriza, kemer sıkma politikalarına karşı çıkan bir solcu parti iken zamanla konformist bir AB uşağına dönüştü.

Çipras’ın Almanya’dan İkinci Dünya Savaşı’nda Yunanistan’a verdiği zararların karşılığını ödemesini istemesi ki bu, haklı bir talepti, esasen yoksul Yunanlıların hükümetin Almanya’nın kemer sıkma politikalarıyla ilgili taleplerine teslim olduklarını gizleme amacını güdüyordu. Yunan hükümetiyle her fırsatta alay eden bir AB yetkilisi, o günlerde Financial Times’a (3.12. 15, s. 6), “Çipras Syriza’daki militanların önüne kemirecekleri bir kemik atıyor” diyordu.

Alman liderlerin geçmişteki zulüm ve adaletsizliklerle ilgili sert tavrını değiştirmesi mümkün değil, karşılarında diz çökmüş muhataplar buluyorlar çünkü. AB’de kimse Çipras’ın talebini ciddiye almıyor. Herkes bu talebi, ülke içerisinde tüketilecek, boş ama alabildiğine radikal bir retorik olarak görüyor.

“Almanlar yetmiş yıllık tazminatı ödesin” lafını edenler, Merkel’in talimatlarını reddetme, Alman bankalarına o gayrimeşru borçları ödememe ya da en azından borç tutarını aşağıya çekme konusunda kıllarını kıpırdatmıyorlar. Yoksul Yunan halkına verdikleri en temel vaatlere açıktan ihanet etmiş olması sebebiyle süreçte Syriza bölündü. Aralarında meclis başkanının da bulunduğu merkez komitesinin yüzde kırktan fazlası Çipras ve Varufaki’nin Troyka ile yaptığı anlaşmaları reddetti.

Syriza’ya oy vermiş olan Yunanlıların büyük bir çoğunluğu, seçim sonrasında durumun hızla düzeleceğini ve kimi reformların yapılacağını umuyordu. Ama halk artık partiye inancını yitirmiş durumda. Çipras’ın yolsuzluklara bulaşmış, neoliberalizm yanlısı PASOK lideri George Papandreou’nun kabinesinde maliye bakanlığı yapan Yanis Varufaki’yi göreve getirmesini hiç kimse beklemiyordu. Öte yandan son beş yıl içerisinde PASOK saflarından ayrılan birçok seçmen, aynı kleptokratların ve ahlâksız oportünistlerin Çipras sayesinde parti üst yönetimini işgal edeceğini aklına hiç getirmemişti.

Seçmen, ayrıca Çipras’ın göreve getirdiği, gurbetteki İngiliz-Yunan profesörlerin Troyka’dan kopma konusunda bir kavga, direniş veya irade ortaya koymasını da beklemiyordu. Bu koltuk solcularının (“Marksist seminercilerin”) ne kitle mücadeleleriyle bir bağı vardı ne de uzun soluklu depresyonun yol açtığı sonuçların çilesini çekmişlerdi.

Syriza, toplumsal hiyerarşide basamakları tırmanan, varlıklı profesyonellerin, akademisyenlerin ve entelektüellerin partisi. Bu insanlar, yoksul işçiler ve ücretli alt orta sınıf adına ama Yunan bankacıların ve Alman bankacıların çıkarına uygun şekilde yönetiyorlar ülkeyi.

Bunlara göre AB üyeliği, bağımsız ulusal ekonomi politikasına kıyasla daha önemli ve öncelikli. NATO’ya bağlılar, öyle ki Ukrayna’daki Kiev cuntasına, Rusya’ya yönelik AB yaptırımlarına, NATO’nun Suriye ve Irak’a yönelik müdahalelerine destek veriyorlar ama öte yandan ABD ordusunun Venezuela’ya dönük tehditleri karşısında derin bir sessizliğe bürünüyorlar!

Brezilya: Bütçe Kesintileri, Yolsuzluk ve Kitlelerin İsyanı

Brezilya’da kurulan ve kendisine has bir tarzı olan İşçi Partisi hükümeti, 13 yıldır iş başında. Bu hükümet, Latin Amerika’da yolsuzlukların ve çürümenin yön verdiği rejimlerden biri aynı zamanda. Büyük işçi konfederasyonlarının, bir dizi topraksız tarım işçisi örgütünün destek verdiği, iktidarı ortanın soluna ve ortanın sağına mensup partilerle paylaşan hükümet, madencilik, finans, tarım gibi alanlarda faal olan çok sayıda şirketin on milyarlarca dolarını ülkeye akıtmayı bildi. Madencilik ve tarım kaynaklı emtia alanında on yıl süren canlılık, kolayca temin edilen krediler ve düşük faiz oranları sayesinde gelirler, tüketim ve asgari ücret arttı ama öte yandan da ekonomi sahasında muktedir olan elitler kârlarını katlayıp durdular.

2009’daki finansal krizlerin ve emtia fiyatlarında yaşanan düşüşün peşi sıra ekonomi durağanlaştı ve Dilma Rousseff tam da bu dönemde cumhurbaşkanı seçildi. Rousseff hükümeti, halefi Lula Da Silva gibi topraksız tarım işçilerine değil, tarım sektöründe faal olan şirketlere omuz verdi. O işçilerin toprak reformu güme gitti. Rousseff’in tesis ettiği rejim, kereste baronlarını ve soya yetiştiricilerini besledi. Amazon yağmur ormanlarını ve yerli topluluklarını mahveden, işte bunlardı.

Bir sonraki seçimde de cumhurbaşkanı olan Rousseff, bu sefer büyük bir politik ve ekonomik krizle yüzleşti: bu dönemde ekonomideki resesyon derinleşti, mali açık büyüdü, yolsuzluklara bulaşan İşçi Partililer, partinin kongredeki müttefiki olan vekiller ve yarısı devlete ait petrol şirketi Petrobras’ın yöneticileri tutuklanıp sorgulandılar.

İşçi Partisi liderlerine ve partinin kampanya bütçesine yarı hissesi devlete ait olan devasa petrol şirketiyle sözleşmeler imzalanması karşılığı inşaat şirketlerinden milyonlarca dolarlık rüşvet aktı. Cumhurbaşkanı Rousseff, seçim kampanyası süresince halka yönelik toplumsal programları destekleme ve yolsuzlukların kökünü kazıma sözü vermeyi sürdürdü. Ancak seçimden hemen sonra neoliberal politikaları yürürlüğe soktu ve Bradesco bankası yöneticisi Joaquin Levy’nin maliye bakanı yapılmasında görüldüğü üzere, sağcı liberalleri kabineye aldı. Levy, kendisine işsizlik ödemelerini, emekli maaşlarını ve memur maaşlarını düşürmeyi önerdi. Bankalar üzerindeki kontrol ve kısıtlamaların kaldırılmasını istedi. Sermayenin ülkeye çekilmesi amacıyla iş güvencesiyle ilgili kanunların nüfuzunun kırılmasını talep etti. Bu politikalarla bütçe fazlası oluşacağını düşünen bakanın amacı, emek hilafına ülkeye yabancı yatırımlarının artmasını sağlamaktı.

Neoliberal çizgiyle uyumlu hareket eden Rousseff, ömrü boyunca tarım sektöründe faal olan şirketlerin çıkarlarını savunmuş olan, toprak reformunun yeminli düşmanı sağcı senatör Katia Abreu’yu tarım bakanı yaptı. Ormansızlaştırma faaliyetleri üzerinden kendisine Greenpeace’in eleştirel ve alaycı bir yaklaşımla “Bayan Ormansızlaştırma” lakabını taktığı Senatör Abreu’nun bakan oluşuna Topraksız Tarım İşçileri Hareketi (MST) şiddetle karşı çıktı. İşçi konfederasyonunun itirazı da bir işe yaramadı. Rousseff’in tam desteğini arkasına alan Abreu, ilk döneminde Rousseff’in oldukça kısıtlı bir düzeyde gerçekleştirdiği (topraksız insanların izinsiz olarak kullandıkları devlet arazilerinin yüzde onundan düşük bir kısmından istifade edenlere bir miktar toprak verilmesini öngören) toprak dağıtımına son verdi. Abreu, genetiği değiştirilmiş ürünlerin yaygınlaşmasını hızlandıracak mevzuata gerekli desteği sundu, ayrıca geniş ölçekli tarım şirketleri lehine olacak şekilde, bereketli toprakların işgal edilmesi noktasında Amazon yerlilerini zorla topraklarından çıkartma sözü verdi. Söz verdiği diğer bir konu da topraksız tarım işçilerinin toprak işgallerine karşı toprak ağalarını güçlü bir biçimde savunmaktı.

Rousseff’in İşçi Partisi saymanını kovup soruşturulmasına izin verememesi veya bunu pek istememesi, esasen on yıl boyunca partiye gelen milyarlarca dolarlık rüşvet ve desteklerle ilgiliydi. Süreç içerisinde bu skandal patlak verdi, bu da partiye yönelik kitlesel muhalefeti derinleştirdi, bu muhalefetin kapsamını genişletti.

15 Mart 2015’te ülke genelinde bir milyonu aşkın Brezilyalı sokaklara döküldü. Sağcı partilerin başını çektiği bu hareket, halk sınıflarından da destek gördü. Halk, yolsuzlukların derhal mahkemelerde yargılanmasını ve bu işe bulaşanların ağır bir biçimde yargılanmasını, ayrıca Levy’nin sosyal harcamalarda yaptığı kesintilerin iptal edilmesini istiyordu.

İşçi konfederasyonu (CUT) ve MST, Rousseff’i destekleyen gösteriler düzenledi ama bu gösterilere yüz bin civarında insan katıldı.

Rousseff, tepkilere diyalog çağrısı yaparak karşılık verdi ve yolsuzluk meselesini gündemine alacağını söylemedi ama maliye politikasından, neoliberalizm yanlısı isimleri kabinesinde tutmaktan ve tarım-madencilik sahası ile ilgili ajandasından asla geri adım atmayacağını açık bir dille ifade etti.

İki ay bile geçmeden İşçi Partisi ve cumhurbaşkanı liderlerinin, politikalarının ve destekçilerinin alnına yolsuzluk boyasını ve toplumu gerileten politikaların lekesini çaldı.

Halk desteği hızla azaldı. Sağ iyice güçlendi. Kitle gösterilerine askerî darbe yanlısı, otoritenin tesis edilmesini isteyen eylemciler katılmaya başladı. Bu insanların ellerinde cumhurbaşkanının yargılanmasını, askerî idareye geri dönülmesini isteyen dövizler bulunmaktaydı.

Birçok Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi Brezilya’da da otoriter sağ güçleniyor, merkez sol, bölge genelinde neoliberal ajandayı benimsediği ölçüde sağ da iktidarı alacak güç ve imkâna kavuşuyor. Arjantin’de hükümet yanlısı Zafer İçin Parti, Uruguay’da Geniş Cephe gibi merkez solmuş gibi hareket eden partiler, tarım-madencilik sektöründe faal olan şirketlerle bağlarını giderek güçlendiriyorlar.

Olan bitenden habersiz, Noam Chomsky gibi ABD’li solcu yazarların Latin Amerika’nın neoliberalizme karşı mücadelenin öncüsü olduğuna dair iddiaları, en azından son on yıllık süreçte yanlışlandı ve bu iddiaların somutta hiçbir karşılığının olmadığı görüldü. Bu insanları asıl aldatan, popülist politikaya dair açıklamalar. Chomksy gibi isimler, merkez sol rejimlerdeki çürümeyi kabule hiç yanaşmıyorlar, dolayısıyla bu rejimlerin neoliberalizm yanlısı politik eylemlerinin kitlelerdeki hoşnutsuzluğu beslediği gerçeğini kabul etmek istemiyorlar. Gerici sosyo-ekonomik politikaları benimsemiş olan rejimler, toplumsal kurtuluş için gerekli öncü gücü asla teşkil edemiyorlar.

Sonuç

Avrupa ve Latin Amerika’da kısa süre önce iktidara gelmiş “sol partiler”de yaşanan ani geri dönüşlerin ve vaatlerin yerine getirilememesinin sebebi nedir?

Bu tür davranışlar, genelde Kuzey Amerika’daki Obamacı Demokratlardan veya Kanada’daki Yeni Demokrat Parti’den beklenir. Ama geçmişte bizler, Fransa’da o kızıl cumhuriyetçi geleneği ile sosyalist rejimin (“eleştirel düzlemde”) antikapitalist solcularca desteklendiğine inandırıldık: bu iktidarın en azından kimi ilerici sosyal reformları uygulayacağına ikna edildik. Bize ilerici blog yazarları ordusu tarafından, o karizmatik lideri ve radikal retoriği ile Syriza’nın en azından temel kimi vaatlerini yerine getireceği söylendi. Güya Syriza, Troyka’nın hâkimiyetine ait o boyunduruğu kırıp atacak, yoksulluğa son verecek, üç yüz bin civarında mumla aydınlatılan eve elektrik sağlayacaktı. “İlericiler” bize hep İşçi Partisi’nin otuz milyon insanı sefaletten kurtaracağını söyleyip durdular. Bunların iddiasına göre, geçmişte “dürüst otomobil işçisi” olarak yaşamış insan (Lula Da Silva), İşçi Partisi’nin neoliberal bütçe kesintilerine yeniden başvurulmasına asla izin vermeyecek ve “sınıf düşmanları”yla asla uzlaşmayacaktı. ABD’li solcu profesörler de iki İşçi Partisi mensubu cumhurbaşkanının idaresi altındaki Brezilya Ulusal Hazinesi’nden milyarlarca dolar çalınmasına asla fırsat vermeyeceklerdi.

Bu politik ihanetler zincirine dair bir dizi açıklama yapılabilir. İlk olarak halkçı veya “işçici” iddialarına karşın bu partilerin başında orta sınıfa mensup avukatlar, uzmanlar ve sendika bürokratları var. Bu isimlerin kitleyle organik hiçbir ilişkisi yok. Seçim kampanyaları esnasında oy peşinde koşarlarken, işçilerle ve yoksullarla kucaklaşıyorlar, ardından da geri kalan zamanlarını pahalı restoranlarda bankacılarla “anlaşmalar” yapmak, iş dünyasına mensup rüşvetçi bağışçılarla, denizaşırı yatırımcılarla bir sonraki seçimi finanse etmek amacıyla iş tutmak ve çocuklarının özel okullarıyla metreslerinin lüks dairelerinin giderlerini çıkarmak için harcıyorlar.

Ekonomide önemli bir canlılığın yaşandığı, şirketlerin ciddi kâr elde ettiği belirli bir süre boyunca yüksek ödemelere ve rüşvetlere ücret artışları ve yoksulluk programları eşlik etti. Ama kriz patlak verdiğinde “halkçı” liderler, parti gömleklerini çıkartıp “mali açıdan kemer sıkma politikası kaçınılmaz” demeye başladılar, bir yandan da uluslararası finans beylerinin huzuruna çıkıp onlara avuç açtılar.

Çeşitli güçlüklerle yüzleşen tüm bu ülkelerde solun orta sınıf liderleri, yaşanan sorundan (kapitalist krizden) ve gerçek çözümden (radikal dönüşümden) ürktüler. Kendilerince “tek çözüm yolu” olarak gördükleri seçeneğe yüzlerini çevirdiler: bu liderler, kapitalist liderlere yanaştılar ve iş derneklerini, her şeyin ötesinde finans beylerini ikna etmeye kalkıştılar. Bir de bunun üzerine “ciddi ve sorumlu siyasetçiler” olduklarını iddia ederek, toplumsal ajandalarını terk edip mali disiplini benimseme yoluna gittiler. Oysa iktidara gelmeden önce ülke içerisindeki tüketim konusunda elitleri lanetleyip tehdit eden bu siyasetçiler, teslimiyetten önce elitlere plebyen destekçilerine çok az ikramda bulundukları için kızıyorlardı.

Yüzünü sola dönmüş akademi kökenli liderlerin hiçbirisinde kitlesel mücadelelerle kalıcı ve derin tek bir bağ bile mevcut değil. Bunların “aktivizm”i, “sosyal forumlar”da tebliğ okuyup bunları “özgürleşme ve eşitlik”le ilgili konferanslara sunmaktan ibaret. Zaten politik ihanetler ve mali açıdan kemer sıkma önlemleri, bu isimlerin ekonomik konumlarını riske atmıyor. Eğer bunların yönettiği sol partiler, öfkeli seçmenler ve radikal toplumsal hareketler eliyle görevden uzaklaştırılır ise sol liderler bavullarını toplayıp o rahat bordrolu işlerine geri dönecek veya hukuk bürolarının yolunu tutacaklardır. Bunların kitlesel işten çıkarmalar veya azalan emeklilik maaşları ile bir dertleri yoktur. Bu sefer bu boş zaman sayesinde oturup “kapitalizmin krizi”nin gayet iyi niyetli toplumsal ajandanın altını nasıl oyduğuna veya kendilerinin “solun krizi”ni nasıl tecrübe ettiğine dair başka bir tebliğ kaleme alma imkânı bulacaklardır.

Yoksul, işsiz seçmenlerin çilesiyle hiçbir ilişkilerinin olmaması sebebiyle orta sınıf solcular, sistemden kopuşun gerekliliğine karşı kördürler. Gerçekte bu siyasetçiler, muhafazakâr hasımlarının dünya görüşünü paylaşmaktadırlar: onlar da “ya kapitalizm ya kaos!” doktrinine bağlıdırlar. Bu ödünç alınmış klişe, demokratik sosyalistlerin içine düştükleri muammaya dair derin bir görüş olarak ortaya çıkmaktadır. Orta sınıf solcusu memurlar ve danışmanlar, her daim şu bahaneye sarılmaktadırlar: “kurumsal sınırlar”. Bu sayede sözkonusu kişiler, politik acizliklerini teorize etmekte, örgütlü sınıf hareketlerinin kudretini asla tanımamaktadırlar.

Bunlarda politik korkaklık yapısaldır ve bu özellikleri onları ahlâkî ihanete kolayca sürükleyebilmektedir: bu siyasetçiler, hep “kriz, sistemi tamir etmek için uygun bir zaman değildir” deyip dururlar.

Orta sınıf için “zaman”, politik bir bahaneden ibarettir. Halkçı hareketlerin orta sınıf liderleri, mücadele konusunda herhangi bir cesaret örneği ya da program ortaya koymaksızın, sürekli değişimden söz ederler. Bu değişimse tabii ki gelecekte gerçekleşecektir.

Kitlesel mücadele yerine bu isimler, finans iktidarı ile onların merkez komiteleri arasında bir o yana bir bu yana koşturup dururlar ve teslimiyetle sonuçlanan “diyaloglar”la bu sürecin doğal sonucu olan direnişi birbirine karıştırırlar.

Sonuçta halk, onlara sırtlarını dönüp, kendilerine “yeniden şans” vermelerine dönük ricalarını elinin tersiyle çevirerek, yaptıklarının hesabını sormasını bilecektir.

Bu liderlere başka bir şans verilmeyecek. Bu “sol”, kendisine güvenen ama ihanete uğrayan insanların gözünde itibarsızlaşacak.

Buradaki trajedi, tüm solun lekelenecek olmasıdır. Artık “kurtuluş”, “umut etme iradesi” ve “egemenlik haklarının iadesi” gibi güzel kelimelere onca yılın olumsuz deneyimleri ardından kim inanır?

Sol siyaset, en azından Brezilya, Fransa ve Yunanistan’da, tüm bir kuşağı kaybedecektir.

Sağ ise Hollande’ın açık kalan fermuarıyla; Rousseff’teki o sahte tevazuuyla; Çipras’ın boş mimikleri ile Varufaki’nin palyaçoluğu ile alay edip duracaktır.

Halk da bunların o asil davaya ihanet edişlerine ve geride bıraktıkları hafızaya lanet okuyacaktır.

James Petras
22 Mart 2015
Kaynak

0 Yorum: