05 Mart 2019

Yukarının Feminizmi



Aşağıda belirtilen bir dizi farklı gelişmenin yaşandığı konjonktürde, çalışanların gücü muazzam ölçüde azaldı:

1. 1947’de yürürlüğe giren Taft-Hartley Kanunu ile başlayan ama esasen yetmişlerde ve seksenlerde hızlanan, sendikalardaki güce karşı verilen karşı-devrimci mücadele;

2. Kadınların asli ekonomik güvence kaynağı olarak evlilik yerine piyasaya yüzlerini dönmeleriyle birlikte, aile ücreti sisteminden geri kalanlar da un ufak edildi;

3. Ekonomideki yeniden yapılandırma süreci, toplam işçilerin dörtte birini teşkil eden düşük ücretliler sektörünü meydana getirdi.

Hükümet müdahalesi (esasen Jimmy Carter’ın başkan olduğu 1976-1980 arası dönemde başlayan) pozitif ayrımcılığın baskın olduğu dönemde, bir anlamda bir oyun sahasının, kum havuzunun oluşturulmasına katkı sunsa da, söz konusu güç, 1981’de Reagan dönemiyle birlikte azaldı.

Şirketlerle anaakım kadın hareketi arasında bir tür kutsal evliliğin gerçekleştiğinden söz etsek abartmış mı oluruz?

Kırklı ve ellili yıllarda, hizmet sektörünün imalat sektörüyle birlikte hızla büyümesiyle birlikte evli kadınlar, patronların yere göğe sığdıramadıkları bir rezerv işçi ordusu meydana getirdiler. Hizmet sektörü istihdam alanı açısından imalat sektöründen kopunca, evli veya bekâr, tüm kadın işçileri içinde barındıran havuz, ekonominin çok önemli bir parçası hâline geldi. Takip eden süreçte feminist aktivizmdeki patlama ve feminizme yönelik tavırdaki değişiklikler, bu pazarı ana üs hâline getirdi. Sonuçta kadının rolüne dair yeni bir anlayış geliştirildi. Buna göre, kadın bağımlı eşler değil bağımsız birer finansal aktördü artık. Bu gelişme, tam da sendikaların ücret düzeylerini koruma becerisinin azaldığı, çalışma koşullarının istikrarlı bir biçimde kötüleştiği bir dönemde yaşandı.

Peki ben, “aile ücreti sisteminin kadınlara dayattığı sınırlara geri dönülsün” mü diyorum? Tabii ki hayır.

Bu, esasen işçi aristokrasisinin önemli imtiyazlardan istifade ettiği bir dönemdi. İşçilerin çoğu, bu türden bir korumadan mahrumdu. Kaldı ki İkinci Dünya Savaşı’ndan altmışlara dek uzanan dönem boyunca ücretlerde yaşanan artış durdu ve ücretler hızla azalmaya başladı.

Feminist hareketin bu düşüşe mani olması mümkün değildi. O, tüm enerjisini cinsiyet ayrımı ile ilgili engellerin aşılması için harcadı ve işçinin sahip olduğu güç ve imkânlarda yaşanan kaybı telafi eden bir çalışma ortaya koymadı. Bilâkis feminizm, işverenlerin işçi maliyetlerini düşürmek için kullanacakları yeni bir işçi havuzunun oluşmasına katkı sundu.

Şu soruyu aklî bir işlem dâhilinde sormak mümkün: Peki ya anaakım kadın hareketi, tüm kadın işçilerin asgari gelir düzeyine sahip olması meselesine yoğunlaşsaydı, ne olurdu? Kadın hareketinin başını çeken liderler, hukuk, tıp, siyaset gibi profesyonel iş sahalarında üst düzey konumlara gelme meselesine değil de yoksul kadınların ekonomik ihtiyaçlarına odaklansalardı, ne olurdu?

Meseleyi abartıyor, düşük ücretlerin verildiği, kadınların istihdam edildiği işlerde eşit ücret kampanyalarını veya madencilik, inşaat gibi sektörlerin kadınlara açılması konusunda pozitif ayrımcılığı esas alan çalışmaları göz ardı ediyor olabilirim.

Lâkin Heather Booth’un ifadesiyle, bir bütün olarak feminist hareketin yaptığı yanlışlardan biri üzerinde durmak lazım: “[Feminist hareket] her daim yoksul kadınların bulunduğu aşağıyı değil, yukarıyı hedefledi”.[1]

Hester Eisenstein

[Kaynak: Feminism Seduced: How Global Elites Use Women’s Labor and Ideas to Exploit the World, Paradigm Publishers, Londra, 2009, s. 132.]

Dipnot:
[1] Booth, Heather. Remarks, Meeting of the Veteran Feminists of America, Columbia University Faculty House, New York City, 13 Kasım.

0 Yorum: