Batılı yurttaşlar olarak “bizler”in bugüne nasıl
geldiğimizle ilgili tüm gerçeklerin üzerini bile bile örtüyorlar. Popülizm ve
ekonomik kaygı gibi açıklama amaçlı terimler, esasen acımasız gerçekleri
gizlemek için devreye sokuluyorlar. Kurtuluşun dili ve sahip olduğu toplumsal
boyutlar, sınıf savaşında karşı tarafın elinde bir tür silâha dönüşüyor.
Kapitalizme karşıymış gibi görünen özgürlük hareketleri, kapitalizmin
sınırlarına mahkûm oluyorlar ve uygun bir kıvam kazanıyorlar. Söz konusu
hareketler, oligarkların insanlık tarihinde görülebilecek en büyük hırsızlık
dâhilinde servetin büyük bir bölümünü cebe indirdikleri bir dönemde, dikkatleri
başka yöne çekmek gibi bir işlev görüyorlar.
Altmışlardaki kadınların özgürlüğü hareketleri
ardından kadına ve erkeğe eşit ücret verilmesi talebi, onu salt “kadının
meselesi” hâline getirmek adına, sınıf mücadelesinden kopartıldı. ABD’de kadın
işçiler, uzun zamandan beri denk işler yapmalarına karşın, erkeklerden daha az
para alıyorlardı. Yetmişlerde kadınların yoğun biçimde (ücretli) işgücü piyasasına
yeniden girmeye başlamasıyla birlikte bu cinsiyetler arası ücret açığını
kapatmaya dönük liberal çabalar ortaya konuldu. Fakat liberalizmin verili
çerçevesi, emeğin sınıfsal açıdan sahip olduğu nispi konumun veya işçi sınıfına
mensup kadınların yaşam standartlarının yükseltilmesi meselesini asla
kapsamıyordu.
Grafik: Kadınlar, emek piyasalarında erkeklerle
rekabet ederlerken, kapitalistler ve şirket yöneticileri, tarihin diğer tüm
dönemlerine kıyasla daha fazla kârı cukka ettiler. Ama burada ekonomiden çok
hayatla ilgili bir yan var: (1) Gıda ve barınma politik mücadeleler için birer
önkoşul; (2) Politikayı ve ekonomiyi kontrol eden insanlar, işçilerin
ürettikleri şeylerde giderek azalan payları konusunda kendi aralarında
dövüşmelerine izin veriyorlar. Başka bir ifadeyle, o paylar için dövüşüp
durmak, pek de sağlam bir strateji değil aslında.
Patriyarka terimi, sündürülüp her şeyi izah eden
bir içeriğe kavuşturulduğu ölçüde emekle ilgili meselelerin ötesine uzanıyor.
Dolayısıyla özgürlük mücadelesinin üzerinde durduğu asıl soru şu oluyor:
ekonomik iktidarın dışında güç, patriyarkanın ötesinde nasıl yeniden
dağıtılabilir? Ücretli emek, kapitalist şemada nispeten düşük bir mevkie sahip.
Eldeki kanıtların da ortaya koyduğu biçimiyle, eşit işe eşit ücret mücadelesi,
oligarkların ve şirket yöneticilerin yüklü miktarda zenginliğe el koyduğu bir
dönemde sahneye çıktı. Sınıfsal konumları üzerinden birçok kadın, ekonomideki
paylarının servetin yukarıdakilerin elinde toplaşmasıyla azaldığını gördü.
Bu gelişmenin sistemle alakalı niteliğini bir analoji
üzerinden görmek mümkün. Büyük bölümü erkek olan imalat sektörü işçilerinin
yerine düşük ücret ödenen veya ödenmeyen yabancı işçilerin çalıştırılmasını
sağlamak suretiyle NAFTA ve onu takip eden “ticaret” anlaşmaları, imalat
sektörü işçileri bağlamında ücretleri düşürdüler, pazarlık gücünü kırdılar, iş
güvencesinin zeminini ortadan kaldırdılar ve yaşam standartlarını aşağıya
çektiler. Çalışma yaşındaki erkekler işyerlerini terk ederlerken onların yerini
kadınlar aldı. Erkeklere verilen ücretlerin dondurulduğu veya düşürüldüğü bir
dönemde kadınlara verilen ücretler arttı (aşağıdaki grafik). Cinsiyet
mücadelesi çerçevesi dâhilinde kadınlar ciddi bir ilerleme sağlarlarken
erkekler çok şey yitirdiler. Bunun dışında, daha genel bir değerlendirme
dâhilinde Amerikan işçi sınıfının ekonomik açıdan yıkıma uğradığını söylemek
lazım.
Grafik: Yetmişlerden beri çalışan kadınların
yüzdesi artarken erkeklerin yüzdesi düşmüş. Grafikte erkeklerin oranı
kadınların oranına bölünüyor. Öte yandan kadın işlerine karşı erkek işleri gibi
sektörel farklılıklar önemli bir faktör olarak alınsalar da mevcut
farklılaşmayı izah etmiyor. Kadına ve erkeğe verilen ücretlerdeki bu eğilim
istihdamdaki eğilimle de örtüşüyor (aşağıdaki grafik), buna göre kapitalistler,
işçinin üretkenliği ölçüsünde ücretlerin düşürülmesi stratejisinin bir parçası
olarak erkek yerine kadın çalıştırıyor. Bu yazının yazıldığı dönem göz önüne
alındığında eşit iş karşılığında erkeğe kadına göre daha az ücret veriliyor.
[Kaynak: St. Louis Eyaleti Federal Rezervi]
Merkezde duran, erkek emeği idi, bu sebeple eşit
işe eşit ücret talebi gündeme geldi. Oysa bu talep, tümüyle kapitalist
toplumsal ilişkiler çerçevesinde biçimlenmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD
hükümeti savaşa yönelik çalışmalar kapsamında fabrikalara doluşturulan
kadınları iş bırakmaya zorladı, zira cepheden dönecek askerlere iş sahası açmak
istiyordu. Yani savaş faaliyetleri durma noktasına geldikçe işgücü fazlası
oluşmuştu. Yetmişlerde kadınların işgücü piyasasına yeniden girdiği dönemde
kapitalizm, yetki ve güçten mahrum işçilerin sırtından elde ettiği kârları
artıracak bir hamle yaptı. Mevcut işgücü fazlası karşısında işgücü arzında
yaşanan artış, işçi sendikalarının ezilmesi noktasında çok önemli bir rol
oynadı.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği dönemden
kadınların işgücü piyasasına girdiği yıllara dek uzanan dönem, daha net bir
ifadeyle, 1953-1974 arası dönemde aile geliri yüzde 70 arttı (aşağıdaki
grafik). 1975-2017 arası dönemde ise birkaç yıl boyunca ikiden fazla kişinin
gelir getirdiği ailelerin oranı yüzde 33’e çıktı. Bu dönemde işçilerin eline
geçenlerde ciddi bir düşüş yaşandı. Söz konusu düşüşün sebebi, erkeklerden daha
az üreten kadınlar değildi, bugün olduğu gibi o gün de kadınlar erkekler kadar
üretkendi. 1975’ten sonra kapitalistler, Amerikalı işçilere ürettiklerine
kıyasla daha düşük ücret vermek amacıyla bir dizi stratejiyi devreye soktular.
Erkek işçilerle kadın işçileri karşı karşıya getirmek suretiyle, işgücü arzını
artırmak, bu stratejilerden birisiydi.
Grafik: 1953-1974 arası dönemde aile başına düşen
1,25 işçinin eline geçen enflasyona ayarlı aile geliri, yüzde 70 arttı.
1975-2017 arası dönemde ise aile başına düşen 1,65 işçinin aile geliri yüzde 33
arttı. Kadınların ücretli işgücü piyasasına girmeden önce büyük ölçüde ücretsiz
çalışmak suretiyle aile üretimine katkı yaptığı düşünülürse, eşit işe eşit
ücret konusunda elde edilen kazanımlara rağmen, son kırk yıl boyunca işçi
aileleri tam bir felâketle yüzleştiler. [Kaynak: St. Louis Federal Rezervi. ]
Yetmişlerdeki kapitalist darbenin amacı, emeği
güçsüzleştirmek, o gücü zenginlere vermek, böylelikle zenginlerin emeğin
ürünlerinin önemli bir kısmı konusunda hak talep etmesini sağlamaktı. Zenginler
bu noktada başarılı olmuşlardı. Kadınların işgücüne yeniden dâhil olduğu
dönemde emeğin üretkenliği artmaya devam etti (aşağıdaki grafik). Fakat
kapitalist sınıf ve şirket yöneticileri, tüm bu artışları kendi ceplerine
indirmeyi bildiler. Kapitalizm açısından kadının sınıfsal konumu ve aldığı
nispi ücretti kadınları cazip kılan, sahip oldukları cinsiyet değil.
Bu, önemle üzerinde durulması gereken bir ayrım
aslında. Dolayısıyla günümüzde sürmekte olan, ırka, cinsiyete ve kimliğe dair
meselelerin sınıf mücadelesince bütünüyle kapsanamayacağını dolayısıyla tam
olarak ele alınamayacağını söyleyen sınıf indirgemeciliği ile ilgili görüş,
anti-politik bir görüştür. Bu anlamda, bünyesinde geliştiği liberal çerçeve
dâhilinde haklı ve doğru olan eşit işe eşit ücret mücadelesinin, kadınla erkeğe
aynı ücretin verilmesi ile ilgili mücadelenin, işçi sınıfının ekonomik çıkarlarını
etkileyen gelir ve servetin dağılımı meselesiyle bir alakası yoktur. Kapitalist
politik ekonomi dâhilinde lokalize edilmiş olan eşitliğe ulaşma mücadelesi ve
bu temelde yürütülen özgürlük mücadelesi, bugüne dek oligarşinin politik ve
ekonomik iktidarı ele geçirmesini kolaylaştırmak, süreci hızlandırmak için
kullanılmıştır. Sonuçta oligarşi, ulaşamadığı gücü ancak kendi çıkarları ile
ilişkisi dâhilinde ele almaktadır.
Grafik: Emeğin üretkenliği, işçilerin belirli bir
dönemde ürettiklerine ilişkin bir ölçüdür. Kapitalist teoriye göre işçilere
ücretleri ürettiklerine göre verilmektedir. Yetmişlerin ortalarından başlayan
süreçte kadınların işgücü piyasasına girişleri de artmış, ücretler ise
sabitlenmiştir. İşçiler daha fazla üretmeyi sürdürseler de artık onların
emeklerinin ürünlerine gereken ücreti ödenmesini talep etmeleri mümkün
değildir. Konuyla ilgisi bağlamında şu söylenmeli: eşit işe eşit ücret talebi
üzerinden ilerleyen hareket, birçok işçinin yüzleştiği eşitsizliklerin hızla
arttığı bir dönemde gündeme gelmiştir.
Kapitalist istihdamın özgürleştirme becerisine
sahip olduğuna dair burjuva fantezileri, refah teolojisinin fantezilerine
benzer. Sonuçta refah teolojisi de toplumsal tarihi bir kenara atıp ekonomik
sınıfın yerine kişiyle yüce güç arasındaki şahsî ilişkiyi koyar. Bir bilim
insanı veya bir avukata dokuz işçi düşer, bunlar da fast food restoranlarının
patates kızartması reyonlarında veya eczane zincirlerinde kasiyer olarak
çalışırlar. Birçok insan, sırf çalışmak zorunda olduğu için çalışmaktadır. Bu,
ücretli işgücü piyasasına giren birçok kadın için de geçerlidir.
Bir şok yaşamasınlar diye kadınlar, ücretli işgücü
piyasasına girmezden önce işlere girmişlerdir. Ücretli ve ücretsiz emek
arasındaki ayrım, esasında kapitalist emek ve diğer emek biçimleri arasındadır.
Asıl mesele, “iş”in liberallerin iddiasının aksine özgürleştirici olmamasıdır.
Para, düzenli yemek yemek, evde yaşamak ve sosyal katılım için bir önkoşul
hâline geldiği noktada iş için ücret ödenmektedir. Sistem bağlamında
kapitalistler, kontrol ettikleri, gerekli şartları yerine getirecek toplumsal mücadeleyi
tanımladıkları bir dünya inşa etmişlerdir. Eşit işe eşit ücret talebi, tümüyle
kapitalist toplumsal ilişkiler bağlamında şekillenmiştir.
Bir analojiye başvuracak olursak; yardımsever
kapitalistler, çiftçilerin yaşam standartlarını yükseltiyorlar ama diğer yandan
da onların rızıklarını yarıya indiriyorlar. Ücretlendirilmiş işin ona ödenen
tutara yaptığı katkı üzerinden bir ailenin beslenmesi için gerekli paranın
yarısı kazanıldığında, bir ailenin boğazından lokma geçsin diye yeterli ürün
yetiştirme pratiğinin gayrisafi yurtiçi hâsılaya hiçbir katkısı olmuyor (GSYİH
için gelir ölçüsü). Neoliberalizmin ve küreselleşmenin “gelişmekte olan ülkeler”de
yaşam standartlarını yükselttiğine ilişkin sürekli dillendirilen iddialar,
esasen ekonomiyle alakalı bu türden zırvalara dayanıyor. Politik bir anlama
sahip bu türden bir ayrım, temelde “gelişmiş ülkeler” için de geçerli.
Grafik: Kadın ve erkek arasındaki ücret
farklarının kapanması ardından erkeklere kıyasla daha fazla kadın işe alınıyor.
Kadınların kapitalist üretimde erkeklerden daha az becerikli olduğuna
inanmadığı sürece işinin ehli olan tüm şirket müdürleri en düşük maliyetli
işçileri çalıştırıyorlar. İşçi erkekler, kadın işçilere kıyasla rekabet
düzleminde daha dezavantajlılar; bu, kapitalistlerin ve onların yaptıklarını
akademide izah edenlerin belirlediği yollar üzerinden işleyen bir süreç. Not:
mavi sol, turuncu sağ tarafa ait. [Kaynak: St. Louis Federal Rezervi.]
Kadınların ücretli işgücü piyasasına girmek
isteyip istemedikleri sorusu, ancak çalışma zorunluluğu ortadan kaldırıldığında
cevaplanabilir. Aksi takdirde bu soru, “bıçakla mı yoksa tabancayla mı
öldürülmek istersin?” sorusuna benzeyecektir. Çalışmayla ilgili soru,
cevaplanması mümkün olan bir sorudur, bu noktada birçok insan iyimser bir
yaklaşım içindedir.
1970’ten beri Batı’da politik ekonominin
yaslandığı felsefeyi üreten ve biçimlendiren kapitalizmdir. Oligarklara ve
şirket yöneticilerine toplumu uygun gördükleri şekilde organize edebilmeleri
noktasında belirli bir serbestiyet bahşedilmiştir. Sonuçta bu insanlar,
kendilerine verilen yetki ve gücü, her şeyi cebe indirmek için kullanmışlardır.
Daha kapsamlı bir ifadeyle, bunlar, Hannah
Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” dediği süreç üzerinden, dünyayı kendilerine
benzetmişlerdir. Amazon’un sahibi Jeff Bezos’un dünyası, onun gibi bir
dünyadır.
Sosyalizmden dem vuralım, yetmişlerde yanlış yola
giren otomobili tekrar doğru yola sokma imkânı konusunda iyimserliğimizi
besleyip duralım ama şunu da bilelim: meselenin özünde değişen hiçbir şey yok.
Savaş hâlâ kâr getiren bir
iştir, çevre hâlen daha krizdedir, hâlâ daha aynı insanlar işbaşındadır ve
sınıf savaşı bugün de iki parti üzerinden yürütülmektedir. Yalvarıp durmak
kimseyi politik kurtuluşa götürmez. Güç, karşısında bir güç bulmak ister.
Gerisi hüsnükuruntudan ibarettir.
Rob Urie
8 Mart 2019
8 Mart 2019
0 Yorum:
Yorum Gönder