Sonuçta devlet iktidarı, bir sınıf iktidarı
biçimidir. Yani esasında iki iktidar biçimi arasındaki ilişki, dışsa değil
içsel bir ilişkidir. Devlet iktidarı, sosyalizm öncesi tüm sınıflı toplumlarda
sömürücü sınıfların elinde bulundurdukları iktidardır. Kapitalist sınıf, üretim
araçlarını ve artı-değeri kontrol eder, işçi sınıfının komutasından daha çok,
değişim değerinin kontrolü onun elindedir, o aynı zamanda siyasi iktidarı
kontrol eden sınıftır. Madalyonun diğer yüzünde ise proleter sınıfın mülkiyet,
artı-değer hatta emek süreci üzerinde kontrol sahibi olamadığı gerçeği durur.
Proleter sınıf, aynı zamanda devlet iktidarından da mahrumdur (dolayısıyla o,
kendisi için, toplumdaki sınıfsal yapının ekonomik yönleri üzerinde kontrol
sahibi olabilmek adına, devlet iktidarını ele geçirmelidir). Ekonomik üretim
araçları üzerindeki kontrolden mahrum olan proletarya, nispi bir
iktidarsızlıkla maluldür. İktidarsızlık veya iktidardan mahrum olma hâli,
proletaryanın sınıfsallığının ayırıcı özelliğidir. Proletarya, sadece ekonomik
açıdan sömürülen bir sınıf değil, aynı zamanda politik düzlemde zulme
uğrayan/hâkimiyet altına alınan bir sınıftır da. Bu politik zulüm/hâkimiyet,
sadece mübadele ilişkileri sahasında (örneğin emek piyasasında) ve iş ilişkisi
sahasında değil, ayrıca bir bütün olarak toplum düzeyinde de gözlemlenir. Bu
noktada Lenin’in Devlet ve Devrim’de
dile getirdiği şu hususu hatırlamakta fayda vardır:
“Marx
sınıf mücadelesi teorisini sürekli genişleterek, bir politik iktidar teorisini,
bir devlet teorisini içerecek bir kapsama kavuşturdu.”[1]
Dolayısıyla belirtmek gerekir ki sınıf teorisi,
devlet teorisinin temel yönlerini bir biçimde içermek zorundadır.
Kapitalist sınıfsal ilişkinin ortaya çıkarttığı
sefalet koşulları, kitlelerin siyasete katılımının imkânsızlaşmasını sağlar.
Böylesi bir katılımın gerçekleşmemesi, kitlelerin katılımını etkisizleştiren
bürokratizmi koşullar. Oysa kitleleri kurtuluş mücadelesine iştirak etme,
siyasete katılım hazırlar. Buna karşın insanlar, genelde etkin siyasî katılımın
dışında tutulurlar, katılmaya çalıştıklarında ise devlet hukukî açıdan onları
bıkıp usandırır, fizikî şiddete başvurur veya parasal açıdan kimi kısıtlamalar
getirir. Tüm bu müdahaleler, sonuçta “cesareti kırılmış işçiler” çıkartır
ortaya. Aynı şekilde işçinin cesareti, emek piyasasında da kırılır. İşçi iş
bulamayınca iş aramayı bırakır. Geçim araçlarından mahrum bırakılan işçiler
baskı gücüne de erişemezler. Güvenli istihdam, düzgün ücretler, sağlık
hizmetleri, eğitim hakkı ve diğer kültürel kaynaklar ile ilgili mücadeleye
katılım sürekli engellenir. İşçilerin dışında hep bir bürokratik ekip bulunur
ve bu ekip, işçilere baskı uygular ve onları yönetir. İşçilerin seçmediği
bürokrasi, kontrol edilemeyen bir güçtür. Bürokrat elitler, sıradan işçilerden
daha iyi yaşarlar ve işçi sınıfıyla ortak dünya görüşüne ve çıkarlara sahip
değildirler.
Üretim araçlarına, artığa erişim ve politik
iktidar, devletin tekelindedir. Dolayısıyla sınıf teorisi ile devlet teorisini
ayrıştırmak mümkün değildir. Kapitalist sınıfsal ilişki ile devlet arasında
simetrik-içsel bir ilişki mevcuttur: biri yoksa diğeri de yoktur. Bu düşünce,
düşünsel ve politik düzlemde muhtelif sonuçlara ulaşmamızı sağlayacaktır.
İlk sonuç şudur: devlet, kapitalist sınıfsal
ilişkinin kurucu unsurudur. Sınıfsal ilişkileri hukukî ilişkiler dâhilinde
sistemleştiren odur. Devlet, sınıfsal ilişkileri yeniden üretir ve bu üretim
işçilerin direnişi hilafına gerçekleşir. Kapitalistlerin elindeki toplumsal
gücün muhtevası, devlet iktidarı formunda dil bulur: devlet = sınıfın politik
biçimi. Kapitalist devletle kapitalist sınıf, sınıf adı verilen toplumsal
ilişkinin iki koludur. Kollardan biri, çoğunluğun sömürülmesine/dışlanmasına,
diğeri ise devletin politik baskısına ve zulmüne dair bir göstergedir. Modern
toplumda devlet, kapitalist sınıfın politik işlerinin görüldüğü departmandır.
Ulaşacağımız ikinci sonuç, devletin azınlığı teşkil
eden para babalarını çoğunluğa hizmet etmeye zorlamak adına baskı aygıtlarına
sahip olması ile alakalıdır. Bu görev, sermayenin hareket imkânlarını
kısıtlamayı da içerir fakat devlet bu topa pek girmez. Bunun sebebi, devletin
yüzleştiği muhtelif ekonomik sınırlar değildir. Devletin varolmak için
kapitalist sınıfa bel bağlamak zorunda oluşundan da söz edilemez. Zira kurumsal
açıdan devletin ayrı bir olgu olduğu görüşü, abartılı bir görüştür. Mesele,
devletin kapitalistlerin veya onların ideolojik destekçilerinin elinde olması
da değildir. Devletin kapitalist sınıfın omzuna yüklediği “yükler” veya
devletin kapitalist sınıf eliyle kısıtlanma yolları, sınıfsal ilişkilerin
niteliğinden kaynaklanır. Dolayısıyla Polanyi’nin sosyal demokrasiyi temel alan
argümanı sorunludur. Buradan kapitalizm içerisinde reformlar gerçekleştirilmesi
önünde doğal kimi engellerin olduğu görüşünün de yanlış olduğunu belirtmek
gerekmektedir. Engeller, temelde kapitalist sınıfsal ilişkiden kaynaklanır. O
engeller, kapitalist sınıfsal ilişki varolduğu sürece varlığını muhafaza
edecektir. Dolayısıyla Panitch ve Gindin’in şu tespiti, bence yanlıştır:
“Kapitalist
devletler, vergi gelirlerini ve meşruiyetlerini güvence altına alma noktasında
sermaye birikimine tabidirler. […] Devlet iktidarı ile sınıf iktidarı aynı şey
değildir.”[2]
Dünyadaki tüm baskı araçlarına ve güce sahip olan
devlet, kapitalist birikime bağımlılığını ortadan kaldırmak adına
kapitalistlerin mallarına neden el koymuyor? Çünkü bu mümkün değildir: ne tür
bir biçim alırsa alsın, devlet iktidarı sınıf iktidarının bir biçimidir.
Kanaatimce, devletin birikim meselesinden ayrı olduğunu söyleyen kurumsalcı
görüş, (a) devletle kapitalist sınıfsal ilişki arasındaki ilişkiyi
dışsallaştırmakta; (b) devletin kitleler için yapabilecekleri noktasında
yüzleştiği her türden engelin kapitalist ilişki için önem arz etmediğini
düşünmeye sevketmekte, dolayısıyla işçi sınıfı partisinin örgütlediği, aşağıdan
uygulanan, yeterli yoğunluktaki basınçla kitlelerin ekonomik kurtuluşunun
gerçekleşebileceğini düşünmemize neden olmaktadır.
Üçüncü sonuçsa şu şekildedir: Eğer sınıf, küçük
bir azınlığın çoğunluğu ekonomik düzeyde sömürmesi ise, çoğunluğa karşı azınlık
sınıfın verdiği mücadele, sınıfsal ilişkilere ait yapıyı daraltacak, hatta
ortadan kaldıracaktır. İster analitik marksizm isterse postyapısalcı marksizm
bünyesinde geliştirilmiş olsun, sınıf ve devletle alakalı düşüncelerin
merkezinde duran asli inanç bu yöndedir.
Dördüncü sonuç: sınıfsal sistemin ilgası ve
çoğunluğa ait bir devletin oluşturulması için devletin “paramparça edilmesi”,
aynı madalyonun iki yüzüdür. Politik iktidarı ele geçiren kapitalist sınıf,
iktidarını ebedi görür. Kapitalist sınıfın istifade ettiği böylesi bir lüks
işçi sınıfına yasaklanır. Eğer işçi sınıfı, hazırda mevcut olan devlet
mekanizmasını ele geçiremezse, sömürü ve mübadele üzerine kurulu kapitalist
ilişkiler reforma tabi tutulamaz, yani işçi sınıfı sömürülmekle kalmaz aynı
zamanda zulme maruz kalır. Dolayısıyla kapitalistlerin devleti gibi kapitalist
mübadele ve üretim ilişkileri de altüst edilmelidir.
Sınıfı kabul edip şu
hususları kabul etmemek teorik açıdan iflas etmiş olan bir yaklaşımın sonucudur
ve politik düzlemde oportünizme işaret eder: (a) demokratik ya da değil, tüm
devletlerin işçi sınıfını ezme noktasında oynadığı asli rol; (b) düzene
sokulması mümkün olmayan bir olgu olarak sınıfın ortadan kaldırılmasının zaruri
oluşu ve (c) sınıfların olmadığı koşullara uzanan süreçte zaruri bir ara dönem
olarak, kapitalist yönetimin yıkılması üzerinden işçi sınığının politik
hegemonyasının tesis edilmesinin gerekliliği.
Raju
J. Das
[Kaynak:
Marxist Class Theory for a Skeptical
World, Brill, 2017, s. 613-616.]
Dipnotlar
[1] Lenin, V. The
State and Revolution, 1977, Moscow: Progress Publishers, s 27.
[2] Panitch, L. ve Gindin, S. “Marxist Theory and
Strategy: Getting Somewhere Better”, Historical
Materialism Cilt. 23, Sayı. 2, s. 10.
0 Yorum:
Yorum Gönder