Terörizmle mücadelenin kurucu unsurları
nelerdir?[1] İlki, Ekim 2001’de Afganistan’ın, Mart 2003’te de Irak’ın işgali
türünden askerî operasyonlardır. Bu kurucu unsur, bir biçimde İran ve Suriye’ye
yönelik askerî harekât tehdidini de içermektedir. Buna bir de son zamanlarda
Ocak 2007’de ABD hava kuvvetlerinin Somali’ye düzenlediği saldırıları ve hâlen
Pakistan’da devam eden operasyonları ayrıca ABD’nin Ocak 2009’da Gazze’ye,
Temmuz 2006’da da Lübnan’a yönelik olarak İsrail’in düzenlediği işgal
harekâtlarına sunduğu destekleri de eklemek gerekmektedir.
Bu askerî operasyonların yanı sıra ABD üslerinden
oluşan o devasa ağ da genişledi. Bugün söz konusu ağ, Çin sınırlarına dayanmış
durumda. ABD, Ortadoğu ile Basra Körfezi’ni birleştirdi. Basra Körfezi’ndeki ve
Hint Okyanusu’ndaki askerî üsler, şekil olarak “Irak, Afganistan ve Orta
Asya’yı içine alan bir kolyeye benziyorlar”[2] Ayrıca 2007’de Bush yönetimi AFRICOM
adında, tüm Afrika kıtası kuşatan, Pentagon’a bağlı yeni bir komutanlık
oluşturduğunu duyurdu.[3]
Terörle mücadelenin ikinci bileşeni, temel haklara
yönelik saldırılardan oluşuyor. 26 Ekim 2001’de imzalanan ve 9 Mart 2006’da
yeniden yürürlüğe konulan PATRIOT Kanunu’ndan muharip unsurların hâkim önüne
çıkartılması hakkını ortadan kaldıran 2006 tarihli Askerî Komisyonlar Kanunu’na
dek uzanan süreçte ABD hükümeti terörle mücadeleyi anayasal hakları hükümsüz
kılmanın bir aracı olarak kullandı. Bu sayede gizli kimi kısıtlamalar
getirilmesini mümkün kılmakla kalmadı, ayrıca devletin gücünü muazzam ölçülerde
artırdı. İlgili süreçte kendi yurttaşlarını gizlice dinledi, gözetledi,
göçmenleri tutuklayıp sınır dışı etti.[4] Terörle mücadele, yürütme yetkilerinin
artırılması için bir bahane hâline geldi. Devlet, böylelikle “teröristleri” ve
yabancıları, kendi yurttaşlarını yardım-yataklık suçuyla suçlamak için birer
bahane olarak kullandı.
Terörle mücadelenin üçüncü bileşeni, “yasadışı”
göçmenlerle teröristlerin ideolojik açıdan yan yana getirilmesi. Bu, esasen
2006 ve 2007’de kamusal açıdan görünürlük imkânı bulan göçmen hakları
hareketinin yükselişine yönelik bir tepki olarak atılmış bir adımdı. Yabancı
düşmanlığının yeniden güçlendiği süreçte sınır dışı etmeye dönük adımların
sayısında da ciddi bir patlama yaşandı. 11 Eylül ile birlikte başlayan bu
süreçte Güney Asyalı Müslümanlar, keyfi ve çoğunlukla gizli yollardan sınır
dışı edildiler. Son dönemde ise Meksika sınırının kapatılmasını içeren,
“yasadışı” göçmen işçilere karşı ideolojik bir kampanya yürütülüyor ve bu
kampanya bir biçimde terörle mücadeleye bağlanıyor.
Göçmen işçi çalıştıran şirketlere düzenlenen
baskınlar ve bu işçilerin sınır dışı edilmesi, Ulusal Güvenlik Bakanlığı’na
bağlı Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Müdürlüğü’nün sıklıkla altına imza attığı
işler arasında.[5] Örneğin 12 Aralık 2006’da Kolorado, Greeley’de Swift et
paketleme tesislerine ayrıca Teksas, Iowa, Nebraska, Utah ve Minnesota’da
gerçekleştirilen eşzamanlı baskınların hedefi, iddialara göre, üzerinde çalıntı
kimlikler bulunan işçilerdi. Müdürlüğe bağlı temsilciler tesislere zorla
girdiler, aileleri kuşatıp onları otobüslerle uzaktaki gözaltı merkezlerine
götürdüler, çocukların okullarından ayrılmalarına, başkalarının onları
almalarına izin vermediler. Swift şirketi, bu operasyondan hiç ceza almadı. Bu
operasyon, Ulusal Güvenlik Bakanı Michael Chertoff tarafından teröristlerin
bulunmasına, çalıntı kimlikleri olan kişilerin tespit edilmesine ilişkin bir
yöntem olarak görülüp savunuldu. Fakat sendika liderlerinin de ifade ettiği
üzere, asıl amaç, belgesiz göçmen işçilerin sürekli korkmalarını sağlamaktı.[6]
Sonraki yıllarda benzer baskınlara düzenli olarak tanık olundu.
Dördüncü kurucu unsur, terörizmle aktivizmin yan
yana getirilmesi. 11 Eylül’den birkaç ay önce, bilhassa BM’nin başını çektiği
ırkçılık karşıtı konferansın gerçekleştirildiği Ağustos-Eylül aylarında, dünya
genelinde küreselleşme karşıtı hareket zirveye ulaşmıştı. Güney Afrika’nın
Durban kentinde düzenlenen bu konferansta aktivistler, “ırkçılıkla, yabancı
düşmanlığıyla ve başka türden bağlantılı hoşgörüsüzlük biçimleriyle mücadeleyi
küreselleşme karşıtı eleştirinin merkezine koydular.”[7] Terörle küresel
mücadelenin başlatılmasıyla, savaş karşıtı, küreselleşme karşıtı, hayvan hakları
savunucusu, idam cezası karşıtları ve başka kategoriler dâhilinde faal olan
aktivistler, “tehlikeli teröristler” olarak tanımlanma riskiyle karşı karşıya
kaldılar.[8]
Son unsur ise İslamofobi’nin kullanılması. Bu
terim Wikipedia’da da yerini almış durumda: “İslamofobi, İslam, Müslümanlar
veya İslam kültürüne yönelik korkuyu ve/veya nefreti ifade ediyor.
İslamofobi’nin ana niteliğini, tüm Müslümanların veya büyük bir kısmının dindar
fanatik olduğu inancı oluşturur. Müslüman olmayanlara karşı şiddet uygulama
eğiliminde olan bu kişilerin eşitliği, hoşgörüyü ve demokrasiyi redde tabi
tuttukları iddia edilir.”[9] Bush’un ve birçok sözcüsünün İslam’a ve/veya İslam
inancına yönelik genel nefreti onaylamadığını söylemesine rağmen Bush
yönetiminin yürüttüğü terörle mücadelenin başvurduğu dil, genelde “İslamofobik
iddialar”a yaslanmaktadır.[10]
İslamofobi’nin yaygınlaştığı sürece bir de
“medeniyetler çatışması” ideolojisi katkı sundu. İlkin ellilerde Bernard Lewis
tarafından dillendirilen bu ideolojiyi doksanlarda Samuel Huntington
geliştirdi.[11] Medyada geliştirilen, ABD ve Avrupa’da hükümet sözcüleri
aracılığıyla yaygınlaştırılan ifade biçimleri, Huntington’ın tezi üzerinden
geliştirildi, ayrıca Batı ve İslam arasında köklü bir medeniyetler çatışmasının
yaşandığı üzerinde duruldu. Huntington’ın iddiasına göre, Batı’daki ülkeler
“göç sürecini kontrol edemezlerse ve/veya kendi medeniyetinin iç tutarlığını ve
homojenliğini koruyamazlarsa, tehditlerle yüzleşeceklerdir.”[12]
Liz Fekete’in de ifade ettiği üzere, “11 Eylül’de
New York ve Washington’da düzenlenen saldırıları takip eden birkaç gün
içerisinde sağın önemli isimleri, (Yahudi-Hristiyan geleneğine dayanan) Batılı
değerlerin, Avrupalı değerlerin ve Aydınlanma’ya has değerlerin başkalarına
(yani İslam’a) ait değerlerin karşısına konulması suretiyle, Huntington’ın
başvurduğu konu başlıklarını iyiden iyiye popülarize ettiler.”[13] İtalya
başbakanı Silvio Berlusconi ve Danimarkalı parlamenter Pia Kjaersgaard gibi
siyasetçiler, herkesin gözü önünde, Batı medeniyetinin bütünlüğünün ve
üstünlüğünün korunmasından söz ettiler. 2006 Eylül’ünde Papa XVI. Benedict,
medyaya İslam kültürünün doğası gereği şiddete meyilli olduğuna ilişkin bir
dizi açıklama yaptı. Danimarka Halk Partisi’nden Kristian Thulesen Dahl, “eğer
radikal İslam, ülke dışında bir tehdit hâline gelmişse, Batı ülkelerinde
yaşayan Müslüman cemaatlerin sıkı bir biçimde gözetlenmesi gerekecektir. İslam,
komünizmin yıkıldığı günden beri dünya barışına yönelik en büyük tehdit hâline
gelmiştir”[14] yorumunda bulundu ve İslam’ı tımarhanedeki deli olarak niteledi.
Onun toplumu içten içe yiyip bitirdiğini ve istikrarsızlaştırdığını
söyledi.”[15].
Hester Eisenstein
[Kaynak: Feminism Seduced: How Global Elites Use Women’s
Labor and Ideas to Exploit the World, Paradigm Publishers, Londra, 2009,
s. 172-174.]
Dipnotlar
[1] Bu liste sınırlıdır. Hiç şüphe yok, listeye
daha fazla öğe eklenebilir.
[2] Dreyfuss, Robert. 2005. Devils Game: How the United States Helped Unleash Fundamentalist Islam.
New York: Henry Holt, s. 246. ABD dışişleri bakanlığının düzenlediği brifingde
verilen rakama göre, ABD’ye bağlı askerî üslerin sayısı 5.458’dir. “Savunma
bakanlığı yetkilisinin ifadesine göre ‘dünya genelinde ABD’ye ait 230 adet
büyük askerî üs bulunmaktadır ve bunların 202’si ABD’de ve ona ait
topraklardadır. Fakat öte yandan dünya genelinde 5.458 adet özel ve münferit
askerî üs mevcuttur. Bunların büyük bir kısmı kırk hektarlık bir araziye
sahiptir.’ Yetkiliye göre küçük üsler Soğuk Savaş’tan miras kalmıştır. ‘Artık o
küçük arazilere muhtaç değiliz.’ […]” (ABD Dışişleri Bakanlığı, 2004).
[3] Muwakkil, Salim. 2007. “Globalism with Combat
Boots.” In These Times,
31, Sayı. 5 (19 Nisan).
[4] 12 Haziran 2008’de Anayasal Haklar Merkezi
muharip unsurların hâkim huzuruna çıkartılması hakkını ortadan kaldıran Askerî
Komisyonlar Kanunu’na başarıyla karşı çıktı. “Boumediene-Bush Davası’nda,
yüksek mahkeme merkezin savunduğu, Guantanamo’da tutuklu müvekkillerin
gözaltının kanuniliğine karşı çıkan ABD federal mahkemesine çıkartılmaları için
dilekçe sunma hakkına sahip olduğunu söyledi.” (Anayasal Haklar Merkezi, 2008).
Bu hak kişiyi hapse atanların mahkeme huzuruna getirilmesi ile ilgiliydi.
[5] Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Müdürlüğü Mart 2003’te
kuruldu. Kurum bünyesinde eski Göçmenlik ve Doğallaştırma Hizmetleri’ne (INS)
bağlı kolluk kuvvetleriyle ABD Gümrük Hizmetleri bir araya getirildi (bkz. ICE).
[6] Cooper, Marc. 2007. “Lockdown in G reeley: How
Immigration Raids Terrorized a Colorado Town.” The Nation, 26 Şubat, s.11-16.
[7] Beal, Frances M. 2001. “NGOs at Durban Target
Globalization." Alternet, 12
Eylül.
[8] Örneğin 2006’da hayvan hakları savunucularıyla
mücadele etmek için kurulması öngörülen Hayvan İşletmelerinin Korunması Kanunu
ile ilgili tartışmaya bakılabilir. “Terörizmle mücadele ülkenin kapısından
içeri girdi. Şirketler ve siyasetçiler aktivistleri “ekolojik teröristler” ve
“ulusal güvenliğe yönelik tehditler” olarak etiketliyorlar (Potter, Will. 2006.
''Analysis of the Animal Enterprise Terrorism Act." GreenistheNewRed.com.
s. 11). Aynı şekilde Maryland, Takoma Park’ta idam cezasına karşı çıkanların
arasına sızıldı. 2005-2006 arası dönemde Ulusal Güvenlik Bakanlığı ve Maryland
Eyaleti Polis Teşkilâtı bu tür gruplara yönelik casusluk faaliyetleri yürüttü.
Söz kurumlar “tek suçları Irak Savaşı’nı sorgulamak ve Maryland’de idam
cezasının bulunmasına karşı çıkmak olan muhalifleri sindirmek için 300 saat ve
binlerce dolar harcadı” (Zirin 2008).
[9] Aktaran: Ralph, Diana. 2006. "Islamophobia
and the 'War on Terror': The Continuing Pretext for U.S. Imperial
Conquest." s. 282-3,. The Hidden
History o/9-11-2001 içinde, yayına hazırlayan: Paul Zarembka. Research in
Political Economy Series, Cilt. 23. Amsterdam: Elsevier/JAL.
[10] Ralph, Diana, s. 283.
[11] Bkz. Dreyfuss, Robert. 2005. Devils Game: How the United States Helped
Unleash Fundamentalist Islam. New York: Henry Holt, s. 334. “11 Eylül 2001
sonrası süreçte Lewis her ortamı İslam’ın Batı karşıtı olduğunu söylemek için
kullandı. Eski İngiliz istihbaratı ajanı ve Bush’u iktidara getiren yeni
muhafazakâr ittifakına sıkı sıkıya bağlı bir isim olan Princeton fahri
profesörü Bernard Lewis, medeniyetler çatışması terimini 1956’da Middle East Journal’da çıkan makalesinde
gündeme getirdi (Dreyfuss 2005, s. 332, 81]. Ayrıca bkz. Huntington, Samuel s.
1 996. The Clash of Civilizations and the
Remaking of World Order. New York: Simon and Schuster.; Mamdani, Mahmood.
2004. Good Muslim, Bad Muslim: America,
the Cold War, and the Roots of Terror. Johannesburg, South Africa: Jacana
Media, s. 20 ve sonrası.
[12] Fekete, Liz. 2006. "Enlightened
Fundamentalism? Immigration, Feminism, and the Right." Race and Class 48: s. 8.
[13] Fekete, a.g.e.
[14] Fekete, s. 9.
[15] Bkz. Fisher, Ian. 2006. "Pope Calls West
Divorced from Faith, Adding a Blunt Footnote on Jihad." New York Times, 13 Eylül. s. 1. Papa
açıklamalarında “on dördüncü yüzyıl Bizans imparatoru II. Manuel Paleologus’un
Hristiyanlık ve İslam konusunda âlim bir Persli ile yaptığı sohbetten söz
ediyor. İmparator Persliye ‘Muhammed’in getirdiği yeni bir şey varsa söyle.
Onda sadece kötülük ve insanlık dışı şeyler bulacaksın, onun tek emri vaaz
ettiği dini kılıçla yaymayı emrettiğini göreceksin’ diyor.”
0 Yorum:
Yorum Gönder