08 Nisan 2018

Kurtuluş Ütopyaları


Kurtuluş Ütopyaları:
Huriye Butelca’nın Feminizm, Antisemitizm ve
Dekolonizasyon Siyasetine Dair Görüşleri

Mayıs 1943’te siyahî sürrealist yazar ve aktivist Suzanne Césaire, Fransa’nın Karayipler’deki sömürgesi Martinique adasını idare eden ve savaşın içerisinde olan Vichy hükümetinden kâğıt karnesi talep eder. Césaire bu kâğıda, Karayipler’deki sömürgecilik karşıtı politika ile sürrealizmin kaynaşması amacıyla çıkartılan Tropika isimli derginin yeni sayısını basabilmek için ihtiyaç duymaktadır. Hükümet, talebini reddeder. Lafı ağzında geveleyip durduktan sonra Nazilerle işbirliği içerisinde olan rejim, Césaire’in dergisinin siyahlık ve onun üzerinden Fransız medeniyetine karşı gerçekleştirilen yazınsal isyan meselesiyle kurduğu küstahça ilişki sebebiyle fazla ırkçı ve sekter olduğunu iddia eder. Bugün Huriye Butelca’nın Beyazlar, Yahudiler ve Biz: Devrimci Sevgi Siyasetine Doğru isimli son kitabı ile ilgili olarak aşağı yukarı benzer bir dile başvuruluyor olması, gerçekten tedirgin edici ama bu, aynı zamanda bir şey öğretebilecek bir gelişmedir. Kitap, 2016 yılında Fransa’da yayınlandığında medyada yazara karşı yoğun bir linç kampanyası yürütüldü. Sağcı ve solcu tüm Fransız aydınlar, bu Arap kadını disipline etmeye çalıştılar oysa o, Fransa’nın kendisi hakkında anlattığı masalların büyüsünü bozma cüretini göstermişti. Hakkında çirkin yakıştırmalarda bulunuldu: Butelca’nın ırkçı bir ırkçılık karşıtı ve Neonazi bir homofobik olduğu söylendi. Demek ki Césaire’in Martinique’te kâğıt karnesi istediği günden bugüne pek bir şey değişmemiş. Cumhuriyetin fazla tepki geliştirdiğini söylemek mümkün.

Butelca’nın kısa manifestosu, Césaire’in başvurduğu sürrealist polemik geleneğini, hatta eşi Aimé Césaire’in çığır açıcı kitabı Sömürgecilik Üzerine Söylev’in (1950) dayandığı geleneği bugüne taşıyan bir çalışma. Tüm sanatsal ve duygusal yüküyle Rachel Valinsky tarafından İngilizceye tercüme edilen Beyazlar, Yahudiler ve Biz, imparatorluğu ve onun masum olduğuna dair mitleri hedef alan, tutkulu ve şiirsel bir manifesto olarak çıkıyor karşımıza. Her yönüyle cana can katan ve iyimser bir dile başvuran kitap, emperyalizmin kalbinde başlatılacak bir sömürgecilikten kurtuluş hareketini kurtuluş için gerekli politik güç olarak takdim ediyor ve bu konuda muhteşem bir çağrı metni ortaya koyuyor. Kitapta Butelca, temelde Avrupamerkezcilik, emperyalizm ve küreselleşme meselelerini ele alıyor, ayrıca politik örgütlenme formu kazanmış deneyimler üzerinde duruyor. Yoldaşı Sadri Kiyari’ni ifadesiyle, Butelca bu çalışmasında birlik ve ayrışmayı birlikte ele alıyor, yakınlaşma ve çatışmanın kurtuluşa uzanan paradoksal birer yol olduğunu söylüyor.

Kitabın ilk bölümü, bir çelişki üzerinde duruyor ki esasen bu çelişki, kitabın ele aldığı beyazlar, Yahudiler ve yerlileri kuşatan ana çerçeveyi tayin ediyor. Söz konusu çelişkide başrol Sartre’a ve onun süreç içerisinde tövbe edip başından savmadığı Siyonizm tarafından oynanıyor. Bir yandan Sartre, Cezayir ve Ortadoğu’da sömürgecilik karşıtı militan mücadeleyi savunuyor ama bir yandan da Filistin’de Yahudi ulus-devletinin kurulmasına destek atıyor. Butelca’nın iddiasına göre, Sartre’ın hem sömürgecilik karşıtı hem de Siyonist olmasının sebebi, onun beyaz oluşu. Sartre’ın siyasetindeki kifayetsizlik, temelde beyazlıkla alakalı. Gayet kışkırtıcı olan bir pasajda Butelca şunları yazıyor:

“Yahudi’yi inşa edenin antisemitizm olduğunu söyleyen Sartre, sonrasında antisemitist projesinin Siyonizm formunda geleceğe uzanmasını sağlıyor, üstüne üstlük o, Yahudiler için inşa edilen en büyük hapishanenin inşaatına dâhil oluyor. Auschwitz’i bir an önce yerin dibine sokmak ve beyaz adamın ruhunu kurtarmak için acele eden Sartre, Yahudi’nin mezarını kendi elleriyle kazıyor.”

Başka bir ifadeyle Butelca açısından Sartre, hem antisemitizmi Avrupa’nın geliştirdiği bir dışlama mekanizması olarak anlıyor hem de ayrı bir ulus-devletten yana durarak, Yahudilerin gelecekte Avrupa’da olmamasını sağlayacak aynı mekanizmanın parçası hâline geliyor. Yazara göre, Sartre’daki Siyonizm, simgesel açıdan, hem beyaz solun ulus-devleti terk etme fikrine karşı çıkışını hem de Avrupa’nın masumiyetini inatla yeniden kazanışını ifade ediyor.

Yazar, Sartre’ın karşısında tek bir karakter üzerinden konuşuyor bizlerle: Paris’in yozluğunu dizelere döken beyaz ozan Jean Genet. Genet, Fransa’nın Paris’te, Cezayir’de ve Hintçini’nde yaşadığı yenilgilere kayıtsızlıkla yaklaşmış bir isim. O, “beyaz insana karşı ayağa kalkmış bir yerlinin aynı hareket dâhilinde beyaza kendisini kurtarma şansı bahşettiğinin” farkında. Butelca, devrimci sevginin işte tam da bu karşılaşma ve mücadelenin kavşağında mümkün olduğunu söylüyor. Önce C. L. R. James’in “bunlar benim ecdadım, benim halkım. Onlarsa senin, tabii eğer istersen” sözünü aktaran yazar, “James’in beyaz Avrupalılara kendilerine karşı ayaklanmış ve kendisini kurtarmakla beyazları da kurtarmış olan siyahî atalarının hatırasını teklif ediyor. Özünde James, ulusal kahramanların yattığı anıtın, o kutsal panteonun içeriğini değiştiriyor” diyor. Bunlar, beyaz milliyetçilerin ve neofaşistlerin oluşturdukları ittifakı harekete geçiren, Amerikan panteonunu değiştirmeye dönük bir çaba anlamında, Charlottesville’deki heykelin kaldırılması sonrası okuru gerçekten rahatsız edecek türden sözler. Sonuçta devrimci sevginin de ağır bir bedeli var ve beyazlığa ihanet etmenin yükünü herkesin omuzlaması pek mümkün değil.

Butelca, Genet’den bahsederek, esasen sömürgecilik karşıtlarının yürüyeceği yola da işaret etmiş oluyor. Genet, siyahî Amerikalı Marksist ve aktivist George Jackson’ın toplu hapishane yazılarını içeren Soledad’daki Kardeş (1970) isimli çalışmaya önsöz kaleme almış bir isim. Gardiyanların kendisini katletmesinden bir yıl sonra hücresinde Filistinli şairlerin şiirlerine ait, el yazısıyla yazılmış kopyalar bulunuyor. Butelca, kitabını metinlerin meydana getirdiği bu ulusötesi ağın üzerine kuruyor. Esasen kitabın İngilizce çevirisine Cornel West’in yeni bir önsöz kaleme almış olması, söz konusu ağdaki yeni ve önemli bir başka düğümü temsil ediyor. Butelca’nın siyahî Amerikalı ataları ve Fransızca konuşan ataları öne çıkartması, Amerikan ırkçılığı ile Fransız sömürgeciliği arasındaki sürekliliğin açığa çıkmasını sağlıyor. Siyah Amerikalı oluşa yaktığı ağıtı içeren Yerli Oğul (1940) isimli kitabında Richard Wright da aynı şekilde yoksul kentli siyahın Amerika’nın yerlisi olduğunu söylüyor.

Butelca ise Fransa’nın Yerli Kız’ı. Tesettür tartışmalarıyla Fransız medyasında boy gösterme imkânı bulan Butelca, politik yazıları ve ajitatif çıkışlarıyla, beyaz feminizmden sert eleştiriler alan bir isim. O ise yerli kadınların beyaz patriarka ve yerli patriarka arasında sıkışıp kaldıklarını ve bir biçimde tuzağa düştüklerini söylüyor. Ona göre, ilki sırf o yerli kadınların bedenlerini sömürebilmek ve tüketmek adına, onları kurtarmak istiyor, ikincisi ise yerli erkeğin güçten düşürücü darbelerine dayanmasını sağlamaya çalışıyor. Beyaz erkekse yerli erkeği kadınsı bir figüran olarak tahayyül ediyor ve onu pasif, uysal bir varlık olarak görüyor. Yerli erkek isyan ettiğinde beyaz erkekteki babaç [paternalistik] sözler bir anda boşa düşüyor, yerli erkekteki o beklenmedik mertlik ve erkeklik şoka ve rahatsızlığa neden oluyor, bu nedenle onun gözetim altına alınması ve hadım edilmesi gerektiği üzerinde duruluyor.

Bu dinamiğin sonucunda beyaz erkek ile yerli erkek arasında erkeklik oyunları baş gösteriyor. Bu noktada kadın düşmanı homofobi devreye giriyor ve bu da yerli kadınlarla queer’lere saldırıyor (Butelca’nın analizinde yerli lezbiyenden pek bahsedilmiyor). Yazar, hadım üzerinde duran söylemi dâhilinde, bize Batılı erkeğin fallik erkekliğinin yerli erkekler için de geçerli bir model olduğunu söylüyor. Ona göre, yerli erkekler arasında karşımıza çıkan erkekçe tutumlar tepkisel ama asla kaçınılmaz değiller, dolayısıyla emperyalizmle mücadelede yerli queer’lerin marjinalleştirilmemesi gerek. Siyonistlerin erkeksi, kaslı Yahudi figürünü devreye sokmaları, ezilenin tepkisel erkekliğinin hepimiz için korkunç sonuçlara yol açabileceğinin bir delili.

Butelca kitabında ayrıca romantik yerli feminizmini de eleştiriyor ve onun erkek şiddetini Küresel Güney’e nüfuz etmiş olan Batılı patriarka sistemi içerisine yerleştirmek yerine, onu suçlayıp durmakla yetinmekle eleştiriyor. Yazara göre, feminizm bir lüks ve bu lüks, tecrit edilmiş kadınlıklarını öznelliklerinin tam da merkezinde görebilmek için yeterince Avrupalı, yeterince beyaz ve yeterince Hristiyan olanlara ait. Feminizmin yegâne sorumluluk taşımayı bilen biçimi ise topluma bağlılığı içeren feminizm. Bu noktada yerlilerin direnişi feminizmle uzlaşmalı, Batı’da yerli erkek ve kadınların yüzleştikleri şiddete dair bir anlayış geliştirilmeli.

Böylesi bir konum, modası geçmiş kabul edilebilir ve onun siyah kadınların yüzleştikleri çifte zulmün siyah erkek liderlerin endişelerine tabi kılınmasını öngören, yüzyılın ortasındaki yurttaş hakları hareketlerinin patriarkadan yana siyasetini anımsatabilir. Siyah kadınlar, beyaz feministler ve siyah erkeklerce sahneden siliniyor olmalarını uzun zamandır eleştiriyorlar ve bu husus sıklıkla dillendiriliyor. Bu aşamada Butelca, Siyah Kurtuluş Ordusu üyesi Assata Şakur’un “erkeklerimize zulmedilirken bizler özgür olamayız” sözünü alıntılıyor ama tuhaf biçimde Şakur’un öncesinde söylediği şu sözü nedense unutuyor: “Fakat mücadelemiz açısından bizim güçlü bir siyah kadın hareketi inşa etmemiz gerekiyor.” İfadenin tümüne bakıldığında, Butelca’nın da meyilli olduğu dekolonyalist feminizmin topluma bağlı olma meselesini önemsediği ama orada da kalmadığı görülüyor.

Kitabın kendi varlığına karşın, o bu türden bir dekolonyalist feminizmin henüz ufukta görünmediğini söylüyor. Sondan ikinci bölüm, genel mânâda politik yerli toplumuna bağlılık meselesi üzerinde duruyor (Butelca’nın burada özel olarak neden yerli erkeklerden dem vurmadığını, bunun yerine, yerli erkeklerin cinsiyetsizlik normunun gerisine neden fırlatılıp atıldıkları pek açık değil). İlgili bölüm, Fransa’da sömürgecilik sonrası dönemde göçmenlerin yüzleştikleri rahatsızlığı güçlü bir dille ortaya koyuyor. Yazara göre göçmenler, Fanon’un ifadesiyle, sömürgeciliğin maniheizmi denilen tuzağa düşüyorlar. Buna göre, göçmenler ya Fransız olmak ya da önceden belirlenmiş, ilkel yerli rolünü ifa etmek zorundalar. Ama göçmenleri böylesi bir tercihle karşı karşıya bırakmada sinsi bir hile söz konusu. Zira Fransa, her milletin ve kavmin içinde eridiği bir pota değil, geleni yutan bir bataklık. Beyazlaştırılan göçmen, böylelikle emperyalizmin suç ortağı hâline geliyor. Butelca, meseleyi büyük bir yüreklilikle dile getiriyor: “Bu kitabı neden yazıyorum? Çünkü masum değilim. Fransa’da yaşıyorum. Batı’da yaşıyorum ve ben beyazım.” İşte dekolonyalist bir politik güç de ancak bu beyazlaştırma çabasındaki yanlışı görerek yola koyulmak zorunda.

“Beyaz İnsanlar”a dair yorumlarıyla yerli kadın ve erkeklere hitaben dile getirdiği yorumlar arasında Butelca doğrudan “Hey siz Yahudiler” demektedir. Kullandığı başlık, Fransız sömürgesi olduğu dönemde Cezayir’de mevcut olan sömürge hukukunu ve toplumsal yapıyı akla getiriyor. Bu yapıda özgür beyaz efendiler en üstte, sömürge yerliler en altta, (yerli) Yahudi Cezayirliler ortada duruyor. Bu kesim belirli imtiyazlara sahip ve alt ile üst arasında tampon görevi görüyor. Gelgelelim Butelca’ya göre beyazlar, Yahudiler ve yerlilerden oluşan toplumsal ve politik kategoriler “modern tarihin birer ürünü”. Ama bu tasnif, insanı rahatsız eden bir silme pratiği ortaya koyuyor. Oluşumları açısından net ve belirgin olan beyazlık ve yerlilik, birer kategori olarak iktidar ve egemenliğin özel bir toplumsal ve politik bileşiminden neşet ediyor. Yahudiler, en önemli anlarda sömürgede oluşan bu bileşime hücum ediyorlar. 1685’te Fransız sömürgelerinden kovulan Yahudilere 1870’te Fransız sömürgesi Cezayir’in kuzey kısımlarında yurttaşlık bahşediliyor. Ama “güzel dönem” [la belle époque, 1871-1914] olarak anılan süreçte Yahudiler hainlikle suçlanıyorlar ve onların Fransız milletinin şanına leke düşürdüğü iddia ediliyor. Bu noktada Butelca, Abdulkebir Hatibi’nin “Arap denilen öz, İsrail’in varlığını önceler” sözünü alıntılıyor. Bu söze benzer şekilde “Yahudi denilen öz de Fransız sömürgeciliğini önceler” deniliyor. Bu gerçek, beyazlar ve yerliler kategorisi arasına yerleştirildiklerinde, insan Yahudilerin unutulması riskiyle baş başa kalıyor.

Eğer Butelca’nın kimi yerlerde bu bileşime fazla bel bağladığını iddia ediyorsak, onun kaleme aldığı polemiğin de söz konusu bileşimin var kıldığı ayrımları silikleştirdiğini görmemiz gerekiyor. Yahudileri “yerli” olarak gören Butelca, onların hem beyazlardan etkilendiklerini hem de onlar tarafından dışlandıklarını söylüyor. Yahudiler, Avrupa’da hem şeytanileştiriliyor hem de disipline ediliyorlar. Onlar, hem başkalarından mahrum bırakılıyorlar ama gene de başkalarıyla kurdukları yakın ilişkileri muhafaza ediyorlar. Butelca, bir yandan Yahudileri Fransız Cumhuriyeti’nin zımmileri olarak tarif ediyor ve onların ulus devletin ihtiyaçlarını giderdiklerini söylüyor, bir yandan da Senegalli askerlerin Batı emperyalizminin ihtiyaçlarını gördüklerinden bahsediyor. Yazar, “Cumhuriyet’in zımmileri” sözüyle ülkenin üzerine elinde tuttuğu oryantalist fırçayı vuruyor, Yahudilerin premodern, dindar ve baskıcı olduğunu söylüyor, kurtulmuş ve özgürleşmiş oldukları iddia edilmesine karşın onların Avrupa’da ifa ettikleri işlevsel rolün hiç değişmediğinden bahsediyor. Senegalli askerlere dönüştürülen Yahudiler, sömürgeleştirilmiş sömürgecilerdir. İmparatorluk, sınırları dışına elindeki zor aygıtlarını bu sayede taşıyabilmektedir. Devrimin bedelini ödemesi gereken beyazlara sevgi teklif edilirken, Yahudilere özsevgi teklif edilmektedir. Bu Yahudiler, İsrail’in Nazilerin Yahudi kurbanlarını araçsallaştırmasına karşı çıkıyorlar ve babaç Hristiyan Batı’nın zımmilerinin karşısına dikiliyorlar, ayrıca Avrupalı ve Doğulu, seküler ve dindar Yahudiler arasında sonradan teşkil edilmiş hiyerarşiyi zayıflatıyorlar.

Dolayısıyla, Butelca’nın herkesi içeren bir vizyona sahip olduğunu söylemek gerek. Onun iddiasına göre, mücadele, bağımsızlı mücadelesi esnasında Fransız ordusunda askerlik yapmış yerli Cezayirlileri ifade eden Harkilerin çocuklarına karşı yürütülecek. Butelca, bu sebeple Cumhuriyet’in zımmilerine ve Senegalli askerlere benzerlikten bahsediyor. Özünde Yahudi Siyonistlerin çocukları da dekolonizasyon kampına dâhil olmalı. Beyaz işçi sınıfı ile de uğraşılmalı. Bu çaba, romantik bir hümanizm veya renk körü bir evrenselcilik üzerinden ortaya konulmamalı. Dolayısıyla yerlilerin, dekolonizasyon için gerekli gücün gelişimine kaçınılmaz olarak eşlik edecek olan milliyetçiliğin ve ırkçılığın gerici hayaletleriyle mücadele etmek zorunda kalacakları görülmeli. Son olarak yerliler, merkezde duran beyaz adamı imha etme noktasında yardıma ihtiyaç duyan ırkçılık ve emperyalizm karşıtı beyazlara yardım etmeli. Özerklik ve yakınlaşma arasında oluşan bu hassas denge, kimliği takıntı hâline getirmiş bir kesişimsellik karikatürü ile sınıf temelli siyaset arasında sıkışıp kalmış olan Amerikan solu için muazzam bir önermenin dile getirilmesini sağlıyor. Bu denge sayesinde yerlilerin beyazların politik örgütlerini savunabilmeleri de mümkün.

Butelca, çalışmasının sonunda, Fransız laikliğine dair önemli bir eleştiri dile getiriyor. Ona göre bu laiklik, devlet kaynaklı ırkçılıkla iç içe geçmiş. İnancını yitirmiş olan beyaz insan, Tanrı’nın yerine laikliği koyuyor. Butelca, Batı kültürünün açığa çıkarttığı hedonist ve tüketimci bireyi hizaya getirmek için seküler olmayan geleneklerde bulunabilecek, çift anlamlara sahip bir önerme üzerinde duruyor. Aydınlanma’yı görmüş olan Avrupa’nın yüzleştiği Yahudi sorununu anımsatan Butelca, aydınlanmış beyaz Fransızlar nezdinde Müslüman taşralıların bir tür muammayı ifade ettiğini söylüyor. Fransızlar, rasyonalite, liberal demokrasi ve modernite konusunda eli bol olmasına karşın, Müslümanlar hâlen daha premodern şeriata ve sünnete bağlı kalıyorlar. Sonuçta bu Müslümanlar birer tehdit, zira onlar “Beyaz’ın Aklının yakasından kaçıp kurtulan bir şeyler olduğunu biliyorlar.”

Muhtemelen laik okurlar, Butelca’nın Tanrı ve Tek’e teslimiyetin devrimci potansiyeline dair yürüttüğü samimi tartışma karşısında acı içerisinde kıvranacaklardır. Böylesi bir tepki ortaya koymak suretiyle Laikler, dindarı ırkîleştiren ve dışlayan laikliğin mevcut hegemonyasına teslim olduklarını ortaya koyuyorlar. Kurtuluş teolojileri, Butelca’nın ifadesiyle kurtuluş ütopyaları, sadece inancını yitirmiş beyaz insanı ve onun altına imza attığı şiddeti eleştiren, maduna dair bilgiyi derinleştirmekle kalmayacak, ayrıca Küresel Güney’deki insanlara, beyazlara, Yahudilere ve yerlilere alternatif gelecekler hayal etmeleri için gerekli araçları temin edecektir. Butelca’nın kitabı, teselli sunan ve aydınlatan niteliğiyle, kışkırtıcı bir niteliğe sahip. Kolektif kurtuluşu arzulayan güçlü bir dekolonizasyon ittifakı inşa etmek için bizim başkalarını dinleyecek sabra, meydan okuma konusunda sebata ve sömürgeden gelen bu kadının çalışmasından bir şeyler öğrenecek tevazuya sahip olmamız gerekecektir.

Ben Ratskoff
5 Nisan 2018
Kaynak

0 Yorum: