Düşmanınızın
eleştirel düşünme becerisinden mahrum olduğunu düşünmeniz, sizi her şeyden daha
fazla tatmin edecektir. Mücadele ettiğiniz kişinin düşünmemek denilen tuzağa
yakalanmış olduğunu varsaymanız, sizi epey mesut kılacaktır. Böylelikle
mücadeleniz yücelir, yaptığınız zulüm karşısında günahlarınızdan arınırsınız,
ayrıca uyguladığınız şiddet bir biçimde meşrulaşır. Devamında da “madem insan,
kendisi hakkında fikir yürütebilme becerisi üzerinden tarif ediliyor, o hâlde
özgür olmayanla mücadele etmede yanlış bir şey yok” diye düşünülecektir.
Günümüzde
İslam, eleştirel düşünme becerisinden mahrum olan bir din olarak takdim
edilmektedir. Esasen bu, çok eskiden beri sergilenmekte olan bir tavrın
ürünüdür. Aydınlanma filozofu Leibniz, Müslümanların karşılarına at arabası
çıksa yolun kenarına çekilmeyecek denli kaderci olduğunu söyler. Son on beş
yıldır internet sayesinde bu görüş, epey yaygınlık kazanmış gibi görünmektedir.
Dijital
ortamlarda binlerce kişi, İslam’ın rasyonel düşüncenin her türden biçimine
düşman olan bir alan olduğunu haykırmaktadır: Bill Maher gibi özgür düşünür
maskesi takan sağcı milyonerler, Douglas Murray türünden Eton mezunu olup
“halkın sesi” olduğunu iddia edenler, Ann Coulter ve İngiltere’deki pek zeki
olmayan türevi Katie Hopkins gibi nefret saçıp duran, ahkâm kesen isimler,
hatta Tom Holland gibi eskiden Klasik Grek dönemi profesörü iken birden İslam
uzmanı kesilen kişiler bodoslama daldılar bu cenge.
Bu
tavrı benimseyen bazı tarih akrobatlarının yaklaşımları, gerçekten dehşet
verici. Bir akademisyen çıkıp Aziz Augustine’in kürtaj kliniklerinin
bombalanması türünden eylemlerin suç ortağı olduğunu söylese ve Nazi devletinin
Ortaçağ’da kurulan Hohenstaufen Hanedanı’nın bir sonucu olduğunu iddia etse
veya “Rönesans hiç yaşanmadı” dese herkes gülerdi. Gelgelelim neredeyse her
gün, kendinden emin bir biçimde, bağlam nedir tanımayan, süreklilik üzerinde
durup yüzlerce yıl geçmiş olmasına, farklı kıtalarda yaşanmasına bakmaksızın,
İslam’ı değerlendiren birilerine rastlıyoruz. Bu insanlar, tek bir sebep
üzerinde duruyorlar ve buradan da Osmanlılar’ı IŞİD’e bir çırpıda bağlıyorlar
veya yedinci yüzyıla ait ilahiyatı AVM’lere yönelik saldırılarla
ilişkilendiriyorlar. Bu türden tarihi yeniden kaleme alan metinlerde (en genel
mânâda bilimin sözlükçesine, geometriye ve astronomiye İslam’ın yaptığı muazzam
katkıyı ele alan) konu başlıkları üzerinde hiç durulmuyor, bahsedenlerse
çocuksu ve aptal birer liberal olarak görülüp alaya alınıyorlar. Muhteşem bir
çağda yaşadığımız açık.
Tüm
dini çöpe atan bu türden yaklaşımlara karşı ne yapılabilir? Youtube gibi
ortamlarda dile getirilen milyonlarca görüşle mücadele noktasında, bir şeyi
sekiz yaşındaki çocuğa anlatır gibi anlatmak ve tarihten alınan kimi örneklerle
belirli hususları sabırla dile getirmek, gerçekten zor iş. Bilinçlendirme
girişimlerinin yeterli olmayacağını söylemek lazım. Zira bu tür insanlar, bir
şeyleri bilmek istememektedirler. Herkes, kendilerine anlatılan hikâyenin ilk o
sıcak hâlini seviyor. Batı’da kitapları çok satan bir aydın, “Müslümanların
yaptıkları icatlar” ifadesini gülerek karşılıyorsa ve bu yöndeki ifadeleriyle
sosyal medyada on bin beğeni topluyorsa, somut olgulardan bahsetmek de hiçbir
fayda sağlamayacaktır. Toplumumuzun büyük bir kısmı, İslam ile alakalı kimi
vehimlerin mahkûmudur. Dolayısıyla bu vehimlerden nasıl kurtulacağımız sorusuna
verilecek cevap da belirsizliğini ısrarla korumaktadır.
Ama
gene de bazı âlimler pes etmiyorlar. İrfan Ahmed’in son kitabı Religion As
Critique: Islamic Critical Thinking from Mecca to the Marketplace [“Eleştiri
Olarak Din: Mekke’den Pazara İslamî Eleştirel Düşünce”, 2017), Avrupa’ya has
Aydınlanma’nın ışığının Yunanistan ve Almanya’dan karanlık dünyanın en geri
noktalarını aydınlattığını söyleyen, Batı’yı merkeze alan anlatılara karşı
ilginç bir itiraz geliştiriyor. Hz. Muhammed’i “Mekke’deki toplumsal nizamı
eleştiren bir isim” olarak takdim eden yazar, eleştirmek (teknid/naqd)
fiilinin kökenini farklı bir açıdan ele alıyor. Buna göre söz konusu fiil,
Grek/İslam öncesi/Batılı geleneği dışlamayan aksine onu eşzamanlı olarak ihtiva
eden bir anlama sahip. Bu, Talal Esad, Gayatri Spivak, ve J. G. A: Pocock gibi
akademisyenlerin iki önemli hususla alakalı çalışmalarını zekice ve kolay
anlaşılır bir dille aktaran, gayet başarılı bir çaba aslında.
İlk
husus şu: Aydınlanma, “etnik bir projedir” ve bu proje, her daim bir düşmana
muhtaçtır. Kant, ne vakit felsefenin mekânından söz etse, aklında hep Avrupa
vardır. Ona göre, Avrupa’nın sınırları korunmalıdır. İkinci husussa dindar
olana eleştiri yöneltmeyen, seküler olanı eleştiren iki yaklaşım arasında
giderek zayıflayan bağdır. Ahmed, kitabında bu ilişkiyi yapısöküme
uğratmaktadır. Kimilerinin itiraz edeceği bir tespit üzerinden yazar şunu
söylemektedir: “İslam ve eleştirinin birbirlerini karşılıklı olarak dışladığını
söyleyen hâkim kanaatin aksine ben, İslam’ı bir eleştiri olarak görüyorum.
Bence İslam, kesintisiz bir eleştiri pratiğidir.”
Başka
bir ifadeyle Müslüman olmak, politik açıdan uyanık olmak, Allah’ın iradesine
pasif bir biçimde teslim olmamak ve sürekli eleştirel bir konumda olmaktır.
Ahmed’in bu eleştiri geleneğine dair verdiği örneklerden herkes memnun
olmayabilir (örneğin yazar, kitabında Pakistan’da faal olan Cemaat-i İslamî
hareketinin kurucusu Abu’l Âlâ Mevdudî’ye bir bölüm ayırıyor) fakat onun Güney
Asya’da Urdu kültürüne ait İslamî gelenekler içerisinde eleştirel düşüncenin
köklerini araması, gerçekten kıymetli bir çaba olarak görülmeli.
Açık
konuşmak gerekirse, bu meselenin bizim henüz üzerinde durmadığımız başka bir
yönü daha var. İslamî eleştiri geleneğini iki cepheden saldırı altında olan bir
şehir olarak görmek mümkün. Bu saldırı, hem içeriden hem de dışarıdan
gerçekleşiyor. Batı’da geliştirilen, İslam’ı zerre tefekkür etmeyen bir inanç
olarak gören, indirgemeci ve alabildiğine acımasız değerlendirmeler yanında,
bir de karşımıza Müslüman dünyası içerisinde en ünlü filozoflarını ve eleştirel
düşünürlerini Müslüman olmamakla suçlayıp redde tabi tutanlar çıkıyor. Merhum
Şahab Ahmed’in What Is Islam?: The Importance of Being Islamic [“İslam
Nedir? Müslüman Olmanın Önemi”, 2015) isimli çalışması, bu bağlamda İrfan
Ahmed’in kitabıyla aynı düzlemde duruyor ve o da İslam dünyasına ait
parametreleri yeniden tarif ediyor, ayrıca bu dünyanın Batı ve seküler dünya
ile ilişkilerini ortaya koyuyor. Her ne kadar Şahab Ahmed, şarap içmek türünden
faaliyetlere odaklanmakla İrfan Ahmed’in çalışmasından farklı bir tarza sahip
olsa da her iki kitabın İslamî geleneğe dair dar tariflere başvurulması
karşısında benzer bir hayal kırıklığını ortaya koyduğunu söylemek gerekiyor.
Şahab Ahmed’in çalışmasında karşımıza Müslüman olmayla alakalı fikri, fıkhın
“meşru kabul edilen merkezîliğinin” ötesine taşıma arzusu çıkıyor. Bilindiği
üzere, geleneğe göre din fıkha göre tanımlanıyor. Oysa İrfan Ahmed’in kitabı,
gündelik deneyimin sahip olduğu değere inanma üzerinde duruyor ve “havassla
avamın pratiğinin İslamî eleştiri geleneğinde ulemanın açıklamaları kadar önem
arz ettiğinden” bahsediliyor.
Bu
türden tartışmalar, bundan sonra da devam edecek. Yazının son bölümünde, bundan
yaklaşık 800 yıl önce Şam kentinde eserler kaleme almış bir Arap felsefecinin
sözlerini hatırlatalım. Başvuracağım anakronizmi lütfen bağışlayın ama bu
sözler, taptığımız Tanrı’yı kişisel zihnimizde ne ölçüde inşa ettiğimizin,
psikoloji biliminin ortaya çıkışından bile önce, farkında olunduğuna dair
çarpıcı bir örnek:
“[…] İnsan, kendi içinde
ibadet edip hakkında hükümde bulunduğu bir şey yaratır, bu sebeple yapılmamış
bir Tanrı’ya tapmayan tek bir kişi bile göremezsiniz. Bir kişi, ilahi bir
Hakikate ait bir şey görürse bilin ki gördüğü tek şey kendisidir.”
Bu
cümlelerin sahibi İbn-i Arabi’dir [1165-1240]. 1220’lerde kaleme alınmış Fütuhat-ı
Mekkiye eserinden alınmıştır. Bu cümleleri bağlamından çıkartıp
kullandığımı belirtmem lazım. Söz konusu ifadenin ortaya koyduğu hissiyat,
Yahudi ve Hristiyan geleneklerinde de [Maimonides, Üstad Eckhart] çıkıyor
karşımıza. Buna göre dua ettiğimiz Tanrı, her zaman bizde akseder hatta şu veya
bu biçimde bizden neşet eder. Sekiz yüz yıl önce, işte dinî deneyim, bu türden
bir yoğun epistemolojik sorguya maruz bırakılıyordu. Kuşkusuz bu sorgulama
faaliyetinin amacı, Tanrı’nın seküler düzlemde imha edilmesi değil, O’nunla
alakalı tecrübenin saflaştırılması idi. Bu sorguda Tanrı, psikolojik bir
yanılsama olarak görülmüyor, Tanrı ile ilgili tasavvurumuzla o tasavvurun
ötesindeki hakikat arasına net bir çizgi çekiliyordu. Kimileri, bunun ötelenmiş
bir eleştirel düşünce olduğunu söyleyebilir: eleştirel düşüncenin eleştirel
olmayanın hizmetine sunulduğundan söz edilebilir. Lâkin bu satırların Gramsci,
Marx ve Descartes’tan yüzlerce yıl, Youtube’dan yaklaşık 800 yıl önce, Şam’da,
Kahire’de ve Kurtuba’da kaleme alındığını görmek gerekiyor.
Ian Almond
6 Nisan 2018
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder