27 Temmuz 2021

,

Yoldaş Nedir?


“Yoldaş” kavramı, devrimci mücadelede özel bir anlama ve öneme sahiptir. Bize sıklıkla bu terimi neden kullandığımızı soruyorlar. Bu soru, bilhassa mücadelede yeni olanlardan geliyor. Bu insanlar, bizim “kardeş, kanka, kuzen, adamım, zenci vs.” yerine neden bu ifadeyi kullandığımızı merak ediyorlar.

Her şeyden önce şunu söylememiz lazım: Biz, devrimci dönüşüm kültürünü ve eşitliği temel alan bir toplum inşa etmek istiyoruz. Bu sebeple bizim, çeteyi veya özel her türden ilişkiyi ifade eden terimler kullanmamamız gerekiyor. Derisinin rengi veya etnik kimliği ne olursa olsun, her insan bizim yoldaşımız olabilir. Ama o, her şeyden önce her türden zulme karşı mücadele eden, bize dost bir savaşçı olmalıdır.

“Hey bayım” veya “hey genç” gibi ifadeler, toplumsal statüdeki farklılığa işaret eder, bir kişiye daha az, diğerine daha çok saygı gösterildiğini söyler. Doğası gereği kimin üstte olduğuna dairdirler. “Fahişe, it herif, zenci, yosma” türünden ifadelerse aşağılayıcıdırlar, karşı tarafa saygı duyulmadığını gösterirler. Bize zaten saygı gösterilmeyen bir dünyada bu kelimelerin yumuşatılarak kullanılması bile sorunludur.

Oysa “Yoldaş” kelimesi, eşitliği ve saygıyı ifade eder. O, “sırtımı sana dayıyorum, biz biriz” demektir. Yoldaşlar kayıtsız şartsız birlikte hareket ederler ve gerektiğinde birlikte ölüme giderler. Bu kelime, dışlayıcı değildir, kapsayıcı olan ilişkilere dairdir. Devrimci sınıf dayanışmasını temel alır. Yoldaş, bugünün mücadelelerinde temsil etmeye çalıştığımız sosyalist geleceği anlatır, sınıfsız komünist toplumun nihai zaferine işaret eder.

Yeni Afrikalıların birbirlerine karşı kullandıkları ifadeler, kendilerinin farklı bir statüde olduğunu söyler. Bu statüler esasen bize hakaret eder, bizi insan bile görmez. Yukarıda değindiğimiz ifadeleri benimsemek, bu statülerin dayattığı rolleri bilinçaltında kabul etmemize neden olur. Zamanla siyahlar, bu ifadeleri kullana kullana aşağılık insanlar olduklarını düşünmeye ve buna inanmaya, ardından da birbirlerine başkalarından daha değersiz varlıklarmış gibi muamele etmeye başlarlar. Dolayısıyla asıl önemli olan, kendimize herkesle eşit olduğumuzu, herkes kadar iyi bir insan olduğumuzu, birbirimize buna göre hitap etmemiz gerektiğini hatırlatmaktır. Malcolm X’in 1965’te Village Voice’a verdiği mülâkatta dile getirdiği biçimiyle:

“Hareketin en büyük yanlışı, hâlihazırda uykuda olan halkı özel hedefler etrafında örgütlemeye çalışmasıydı. Önce insanları uyandırmanız, sonra eyleme geçmeniz gerekiyor.”

Bu söz üzerine mülâkatı yapan kişi şu soruyu soruyor: “Uyanıp sömürü konusunda bir bilince mi kavuşacaklar yani?”

“Hayır” diyor Malcolm, “onlar uyanacaklar ve insan olduklarının, sahip oldukları değerin bilincine varacaklar.”

Halk arasında yaygın olan, karşı tarafı küçümseyici birçok ifadeyi kullanmak yerine “yoldaş” ifadesini bilinçli bir biçimde kullandığımız takdirde bu, bizim herkesle eşit birer insan olarak bağ kurmamızı sağlayacaktır. Yoldaş bize, hayatta kalmak için başka insanlarla karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi kurmamız gerektiğini anımsatır. Yoldaş, tüm ezilen ve sömürülen insanlar arasında eşitlik, dostluk ve samimiyet üzerine kurulu ilişkilerin kurulmasını teşvik eder. O proletaryanın müşterek görüşüne ait bir ifadedir. Yoldaş kelimesi, insanların kanaatlerinde ve fikirlerinde önemli bir değişimi tetikler. Biz bilir ki bu kelimeyi kullananlar, devrimci mücadeleye bağlı, bugün verilen mücadelelerde geleceği temsil eden insanlardır.

“Halkımız Bizim Dağlarımızdır” başlıklı yazısında Amilcar Cabral şunu söyler: “Size ‘kardeş’ veya ‘kız kardeş’ yerine ‘yoldaş’ demeyi tercih ediyorum, çünkü kardeş olmak, bir bağlılık, bir tercih meselesi değildir. Ama siz benim yoldaşımsanız, ben de sizin yoldaşınızımdır ve burada bir bağlılık, bir sorumluluk ilişkisi söz konusudur. ‘Yoldaş’ ifadesinin politik anlamı budur.”

Kişilerarası ilişkilerde yoldaşlık, insanları saygı, karşılıklı destek ve güven temelinde birbirine bağlar, örgütlerin dağılmamasını ve istikrarını korumasını sağlar. Mücadele sürecinde birliği inşa eder ve sağlamlaştırır, insanlar arasında karşılıklı güveni tesis eder, halk ve herkes için sosyal adalet mücadelesinde ne tür tehlikelerle yüzleşilse yüzleşilsin herkes birbirine yaslanır.

Halk, gerçek yoldaşlığa dair örneklerden öğrenir ve mücadeleye bağlılık gösterme konusunda belirli bir irade ortaya koyar. Bir örgütsel yapının gelişimi ve daimi kılınması, bizim “Panter Sevgisi” dediğimiz, devrimciler arasında kurulacak sıkı ve gerçek yoldaşlık ilişkilerine bağlıdır.

Kevin Raşid Johnson

20 Mayıs 2013

Kaynak

26 Temmuz 2021

, , ,

Küba 65


I

Bu noktada işleri nasıl anlatacağımı bilmiyorum
Biraz tatsız, biraz üzgünüm
biraz inançsız, biraz da boş.
Bile bile saldım kendimi üç ay boyunca.
hem kendime, hem de senden uzağa
sağ salim bakabilmek için, 
sıcak Küba.
(İşte ilk hata. Kendimi kelimelere
ya da ahenge hapsetmek istemiyorum
Tanrım, beni benden kurtar
Tıpkı kendimi senden kurtardığım gibi.)

Aboneyim dünyanın gerici medyasına
ve onların yazdıklarına
(İşte başlıyoruz:)
Küba’da özelleştirmeler var, kıtlık var, tavuk yok
İhtişamlı kıyafetler yok, son model arabalar yok
Çok az ilâç var, herkes için çok fazla iş var
İşte buna aboneyim.

Şunu söyleyeyim bir kere.
Ben ne komünist partiden maaş alıyorum
ne de Amerikan elçiliğinden dolar
(Gringolar Santo Domingo ve Vietnam’da ne iş çıkarıyorlar ama!)
Ne politik şiirle ilgileniyorum
ne de dünyayı düzeltmekle.
Her şeyden memnun bir burjuvayım ben ziyadesiyle,
hayatla, ölümle ve umutsuzlukla
Sağlıklı alışkanlıklarım yok,
birisiyle oturup gülmeyi ya da iki kelâm etmeyi de bilmem.

Her şeyden bir parçayım.
Eğer ki bir korsan gemisinde olsaydım,
Herhalde hem kaptan hem de aşçı olurdum.

II

“Adalete açlık ve susuzluk duymak”
Bu, açlıktan ve susuzluktan fazla mıdır?

Tüm bir köy bu yüzden mi sıkar karnını?
Kinin kökünden
Bunca yaralardan
Alıkoyulan intikamlardan
Ertelenen düşlerden mi doğar bugünkü güç?

Şunu söylemek gereklidir bir kere:
Sosyalist Küba’yı yok etmek için
Altı milyon Kübalı yeryüzünden silinmelidir.
Kocaman bir kazmayla Küba yerin dibine geçirilmeli
Yahut üzerinde atom bombaları ve şeytanlar uçmalıdır.

(Sayın başkan Johnson
Bırakın da batıralım
Amerika’nın etrafında tehlikeli bir şekilde
Yüzmekte olan Küba’yı.)

III

“Kim bu Fidel?” diye sordular bana
Bense onu tanımıyordum.

Bir gece iskeledeyken, başladı yanımdaki kız bağırmaya
ve ellerini çırpmaya: “Fidel geliyor! Fidel geliyor!” diye.
O zaman gördüm önümden geçen üç arabayı.

Başka bir zaman, beysbol maçındayken
İnsanlar ona bağırmaya başladı: “Salma kendini Fidel!”
Bir köylü konuşuyordu: “Fidel geldi ve dedi ki...”
“Fidel geldi” diyordu bir işçi.

O zaman anladım ki bu Fidel dedikleri
Aslında Kübalı bir cindi.
Aynı anda hem oradaydı hem de burada.
Hem okuldaydı hem de tarlada
Hem bakanlar kurulundaydı,
Hem de kamışların ve muz ağaçlarının arasında.
Bir dağ kulübesindeydi aynı zamanda.

Aslında bu Fidel dedikleri
Tüm Kübalıları ayağa kaldıran bir rüzgârdı.

IV

Devrim lafından bezdim
Ama Küba’da bir şeyler oluyor.

Hiçbir doğum sancısız, acısız değildir,
Her doğum sarsıcıdır, baş döndürücüdür.
Aileler var ki yıkılıyor, aileler var ki birleşiyor.
Aileler var ki görmek istemiyor, tanık olmak istemiyor.
Aileler var ki canı yanmış, güçten düşmüş.
Bir yanda Miami’de
Öbür yanda Colón’da, Havana’da çocukları olan.
Seksenlerindeki Ramon amca
Neden Küba’da ölmek istiyor?
Ders aralarında çalışan çocuklar
Neden şarkı söylüyor?
(Bir gün sabah Cienfuegos’ta
Kamyonla tarlaya giderken gördüm o çocukları
Sanki kahkahalarında ve şarkılarında
Şafak söküyordu Küba’da.)

Neden América ile Celeste
ve oteldeki diğer temizlikçiler her gün okuyorlardı?
Kitaplar nasıl birdenbire iyi oluvermişlerdi
Tatlı patatesler kadar?

Doğrudur ayrılanların olduğu,
Kendinden emin ya da kandırılmış
Sert, kaybolmuş ya da korkmuş.
Karanlık, belirsiz bir geleceğe doğru yelken açıp
Denizi geçen solucanların,
erkeklerin ve kadınların olduğu doğrudur.

Küba ayakta duruyor.
Kalbiyle geleceğe doğru bakarak.
Küba ayakta, bir bütün olarak.

Küba düşmanlarla çevrilmiş
Küba denizin ortasında.
Küba bir başına bırakılmış.

V

Zar zor ama saf bir şekilde büyüyor.
Bu büyüme pirüpak.
Her şeyde temiz ve zahmetli bir şey vardır
Yılların getirdiği değişim, uyum
Ve farklı bir şekilde yaşamak vardır.

Neşenin yerlere saçıldığını nerede gördüm?
Domuzlar Körfezi’ndeki taze kanda mı?
Savaş okulunda balıkçıların
Kara tahtalarda yerli çocuklarının kutlamalarında gördüm.

Her yerde olduğu gibi üzgün insanlar var elbet,
ama Küba'nın bir şarabı da var
karanlık, neşeli
bir güneş pınarı,
bir de gürül gürül bir su çeşmesi
Ama huzursuzluğu ve hassasiyeti de var elbet
Bağırıp çağıran, doldurup taşıran.

VI

Bir ev kurmakta olan Küba’nın
Temiz elleri var.
Bir ev kuruluyor herkes için
Güzel ve sade bir ev.
Ekmeğin ve suyun,
Havanın ve yaşamın olduğu bir ev.

VII

Bir gün küçük bir köyde, Banagüises’de
Hissettim halkı, hissettim köyü, hissettim Küba’nın gerçeğini.
Bunlar yaşlı ve sakin insanlar
(Ağladım Ignacio, Jabay ve Juanita ile birlikte)
ahşaptan evleri ve geniş kapı aralıklarıyla
(Ağladım onların huzuru ve melankolisi içinde.)

Mağrur bir asfalt cadde bağlıyor mahalleyi anayola, raylara
Burada trenler yüklenip yüklenip kamışları
Öğleyin yola çıkıyorlar.
Tepelerinde güneş, ayaklarında yeryüzüyle.
Ağaçlar gibi dinelmiş
Kadınlar, çocuklar, fırınlar var orada.

Burada işler yavaş işliyor,
Fikirler yeniyor, yemekler üzerine epey düşünülüyor.
Kollar yeryüzünü sarıyor.
Çayırlar sarsılıyor.
Taştan bir köpek koşuyor sokaklarda
ve bir kuyudan kutsal su akmakta
Dikili bir taşın üstünde ölü bir adam
ve gökyüzü şimdi hayallerindedir güzel mi güzel bir kızın.

Babamın koynunda bir yadigâr gibi taşıdığı Banagüises
Şimdi genç ve eski bir kasabasıdır
Şu ihtiyar Küba’nın.

VIII

Şunu demek istiyorum ki
Martí zaten bu siperlerin her yerindeydi.
Camilo Cienfuegos yüzünü devirdi,
Yüz yaşındadır her üniversiteli
(Zordur bu kavga ve bu ölüm
zordur yeniden doğmak ve özgürlük için çarpışmak.)

Önceden kim varsa şimdi hepsi yine burada.
Yarın sayıları iki katına çıkacaktır bunların
çünkü adalet coşkusu güzeldir
ve onlar yalnızca huzur içinde yaşamak istiyorlar.

Elinde makineli tüfekle genç adam,
Üniformalı kız,
Yüzünü defterle kapatan çocuk,
Beysbol maçında bağıran amca,
Liman işçileri, fırıncılar
Hatta şairler bile,
Tanrım, bunların hepsi huzur içinde yaşamak istiyorlar.

Sokaklarda ölenler de
Huzur içinde yaşamak istiyorlardı.

IX

Denizin önünde durmak gerekir.

Kara deniz, Meryem’in acısıdır,
Bu denizin kendi dalgaları ve kendi berraklığı vardır.

Köyün sahillerinde anladım ki sevmek
basittir, son derece basittir.

Kum, rüzgâr
Ağaçlar, insanlar
Bunların hepsi bir araya gelebilir.

Haydi Küba, savaşalım,
Huzur içinde yaşamak için!

Jaime Sabines
Kaynak


25 Temmuz 2021

, ,

Faşizmin Biyolojisi


Mussolini ve Faşizm

Faşizm ve Mussolini, mayası aynı olan, dayanışma içindeki iki kelimedir. Mussolini, faşizme can veren, ona liderlik eden, faşizmin en yüce duçesidir. Faşizmse Mussolini’nin kürsüsü, sahnesi ve iki tekerlekli savaş arabasıdır. Avrupa krizinin bu döneminin ilgili bölümünü izah etmek için buradan faşizmin ve liderinin hikâyesine geçiş yapalım.

Herkesin de bildiği gibi Mussolini, köken itibarıyla sosyalist olan bir siyasetçidir. Sosyalizm bahsinde orta yolcu veya itidalli bir konuma sahip olmayan Mussolini, aşırıya kaçmayı, ateşli konuşmalar yapmayı seven bir isimdir. O, mizacına uygun bir rol ifa etmiştir. Çünkü Mussolini, ruhuyla da tabiatıyla da aşırılığa düşkün biridir. O, ancak ya aşırı sağda ya da aşırı solda konumlanabilirdi.

1910-1911 arası dönemde Mussolini, sosyalist solun liderlerindendi. 1912’de bakanla işbirliği yaptı diye Bonomi, Bissolati, Cabrini ve Podrecca ismindeki dört vekilin sosyalist partiden atılması talimatını bizzat o vermişti.

Sonrasında Mussolini, Avanti gazetesinin başına getirildi. 1914’te savaş patlak verdi. İtalyan sosyalizmi, İtalya’nın savaşa girmemesini istedi. Bu tavır karşısında rahatsızlığını belirten ve savaştan yana olan Mussolini, yoldaşlarındaki barışçılığa karşı başkaldırdı ve İtalya’nın savaşa girmesi fikrini savundu. İlk başta bu fikri, devrim üzerinden gerekçelendiriyordu. Ona göre savaşın patlak vermesi ve sahasının genişlemesi, nihayetinde Avrupa devrimini besleyecekti. Oysa gerçekte onun savaşa girilmesini istemesi, Mussolini’deki Tolstoycu tarafsızlıkla ve barış yanlısı tavırla asla uzlaşmayan o savaşçı psikolojiyle alakalıydı.

Kasım 1914’te Mussolini, Avanti’nin [“İleri”] genel yayın yönetmenliğinden ayrıldı ve Milano’da Avusturya’ya saldırılması fikrini savunmak amacıyla Il Popolo d'Italia [“İtalya Halkı”] gazetesini çıkarttı. Savaşa girilmesini propaganda eden bir isim olarak Mussolini, aynı zamanda o savunduğu savaşın içinde yer almış olan bir askerdi.

Zaferi ateşkes, ateşkesi de askerlerin terhis edilmesi süreci takip etti. Tüm bunlar, savaş yanlılarının işsiz kaldığı bir dönemde gerçekleşti. Mussolini’nin fikir babası olan Gabriele D'Annunzio, aksiyonun ve kahramanlığın yoğurduğu nostaljik yaklaşımı üzerinden Fiume macerasına atıldı. Bu süreçte Mussolini, Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı’nı [fasci di combatimento] kurdu. Oysa İtalya, devrimci ve sosyalist hareketin yükseldiği bir döneme girmişti. Savaş, neticede İtalya için pek de iyi sonuçlanmamıştı. İtilaf Devletleri, İtalya’ya yağmadan çok küçük bir pay ayırmışlardı. İtalya, zafere kendi askerlerinin sunduğu katkıyı unutmuş, Fiume’nin kendisinde kalması için inatla pazarlık yürütmüştü. Özetle İtalya, savaştan hoşnutsuzluk ve hayal kırıklığı gibi duygularla çıkmıştı. Seçimler bu koşullarda yapıldı. Sosyalistler, mecliste 155 koltuk kazandılar. Milano’dan aday olan Mussolini, sosyalistler karşısında büyük bir hezimete uğradı.

Ülke genelinde yaşanan hayal kırıklıkları ve bunalımın tetiklediği bu türden duygular, şiddete eğilimli bir milliyetçilik tepkisine yol açtı. Faşizm, bu duygulardan kök alıyordu. Bilhassa orta sınıf, o yüceltilmiş vatanseverlik efsanelerinin alıcısı hâline geldi. Zamanla İtalyan orta sınıfı, sosyalist proleter sınıftan uzaklaşıp ona karşı husumet beslemeye başlamıştı. O, proletaryadaki tarafsızlığı asla bağışlamamıştı. Savaş süresince aldığı yüksek maaşlar, devlet teşvikleri, onunla ilgili çıkartılan toplumsal kanunlar konusunda proletaryayı suçlayan orta sınıf, savaş sonrasında devrim korkusuna kapılmıştı. Proletaryanın canını yaktığı, onun yüzünden çile çektiğini düşünen orta sınıf, proletaryanın tarafsız, hatta yenilgiden yana tutum alan bir sınıf olduğunu düşünmüş, kendisinin hiç istemediği savaştan en çok da onun istifade ettiğine kanaat getirmişti. Bu sürecin sonunda orta sınıfa değersizleşmek, aşağılanmak, hakir görülmek düştü. Orta sınıftaki bu kötü ruh hâli, kendisine faşizmde bir yer buldu. Mussolini, kurduğu Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı isimli örgüte orta sınıfı bu sayede örgütleyebildi.

Sosyalist hareket ve sendikalar içinde yer alan bazı muhalif isimler, faşist harekete katılarak, deneyimlerini ve becerilerini kitlelerin örgütlenmesine ve harekete kazanılmasına teksif ettiler. Faşizm, o dönemde henüz belli bir bilinci esas alan, gerici ve muhafazakâr bir program üzerinden hareket eden bir yapı değildi. Hatta faşizm, kendisinin devrimci olduğuna inanıyordu. Onun yürüttüğü propaganda, yıkıcı ve demagojik fikirleri temel alıyordu. Örneğin faşizm, yeni zenginlere karşı tepkiliydi. Ondaki, cumhuriyetçi ve ruhban karşıtı eğilime sahip ilkeler, orta sınıftaki zihinsel karmaşada kendisine yer buluyorlardı, çünkü bu sınıfın duyguları tatmin edilmemişti ve o, burjuvaziden tiksiniyordu. Ama orta sınıf, aslında proletaryaya düşmandı. İtalyan sosyalistleri, akıllıca yapılmış bir hamleyle, orta sınıfın duygusal tepkilerini değiştirecek politik silâhları kullanmadılar, bu sebeple büyük bir yanlış yaptılar. Hatta tam tersine, gidip proletarya ile küçük burjuvazi arasındaki husumetin açığa çıkmasını sağladılar, devrimin kitabına bağlı sofu teorisyenlerin ağzından konuşup bu sınıfa karşı kibirli bir tavır sergilediler.

Bu süreçte İtalya, iç savaş dönemine girdi. Devrim ihtimali karşısında korkuya kapılmış olan burjuvazi, büyük bir şevkle faşizmi silâhlandırdı, teçhizatlandırdı ve onu teşvik etti. Burjuvazinin iteklediği faşizm, sosyalistlere zulmetmeye, devrimci sendikaları ve kooperatifleri yok etmeye, grevleri kırmaya ve ayaklanmaları bastırmaya başladı. Böylece faşizm, çok sayıda azılı milisten oluşan bir güç hâline geldi. Zamanla devletten bile güçlü bir konuma sahip oldu. Nihayetinde de iktidarı ele geçirdi.

Faşist tugaylar Roma’ya girdiler. O kara gömleğiyle Mussolini, hükümetin başına geçti, meclisin büyük çoğunluğunu kendisine bağladı, böylece faşist rejim ve faşist dönem başlamış oldu.

Hakkında bolca roman yazılmış olan Mussolini’nin hikâyesinin pek anlatılmadığını söylemeliyiz. Ondaki politik savaşçılık, Mussolini’nin kişiliği ve cismi hakkında net ve nesnel bir tarif yapmayı güçleştiriyor. Ona ilişkin bazı tarifler abartılı, bazıları ise hürmetkârdır. Bazıları, onu büyük bir kinle veya hicivle tarif etmektedir. Mussolini’nin belirli dönemleri, anekdotlar ve anlık çekilmiş fotoğraflar üzerinden anlaşılmaya çalışılmaktadır. Örneğin onun faşizmin mimarı olduğundan bahsedilmektedir. Faşizmi onun imal ettiğine inanılır. Bugün Mussolini, deneyimli bir ajitatör, yetenekli bir örgütçü, insanın başını döndürecek ölçüde faal bir adam olarak resmedilir. Faşizm denilen olgu, onun faalliği, dinamizmi, gerilimlerinin etkisi altındadır. Faşist harekât süresince Mussolini, aynı gün üç dört şehirde konuşma yapar. Uçağa biner, Roma’ya, oradan Pisa’ya, Pisa’dan Bolonya’ya, oradan da Milano’ya geçer.

Mussolini, irade sahibi, dinamik, belâgati kuvvetli biri olarak tipik bir İtalyan’dı. O, kitleleri coşturma, kalabalıkları galeyana getirme konusunda özel bir yeteneğe sahipti. Mussolini, faşizmi örgütleyen, ona can veren askerdi. O, faşizmin yaratıcısı da mimarı da değildi. Kendi aklından bir politik hareket üretmişti. Bu hareketi kendi görüntüsü ve suretine bakıp oluşturmamıştı. Faşizme bir ruh ve program kazandıran o değildi. Bilâkis, asıl faşizm ruhunu Mussolini’ye katmıştı. Mussolini, faşizmle özdeşleşmiş, faşistler kendilerini onunla tanımlamışlardı. Bu da kendisinin sosyalist olduğu dönemden kalma izleri silmesine, onları tek tek yok etmesine sebep oldu. Mussolini, orta sınıfı Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı bünyesinde örgütlemek ve onu bu kalıba sokmak için orta sınıftaki şovenizmi ve sosyalizm düşmanlığını içselleştirme ve benimseme ihtiyacı duydu. Ayrıca Mussolini, gerici, sosyalizm ve devrim karşıtı bir siyaset tanımlamak durumunda kaldı. Bu anlamda Mussolini’nin durumu, Bonomi ve Briand gibi diğer eski sosyalistlerin durumundan farklıydı.

Ivanoe Bonomi ve Aristide Briand, hiçbir vakit sosyalist geçmişinden açıktan kopmak zorunda kalmadı. Aksine bu isimler, ufak ve basit olana vurgu yapan, doğallık üzerinde duran bir tür sosyalizmle ilişkili olduklarını söylediler. Buna karşılık Mussolini ise daha da ileri giderek, “yetişkin bir adamın o eski aşk mektuplarını yırtıp atması gibi ben de artık kâmil biri olarak sosyalist geçmişimi silip attım” dedi. En aşırı sosyalizm basamağından en aşırı muhafazakârlık basamağına sıçradı. Onda sosyalizm ne azalmış ne de daralmıştı. Sosyalizm diyarı, tümüyle ve her yönüyle terk edilmişti. Örneğin ekonomi alanında verdiği talimatlar, devletin müdahalesine, devletçiliğe ve vergilendirmeye karşı çıkıyorlardı. Mussolini, ekonomik işlemler üzerine kurulu bir kapitalist ve müteşebbis devlet tipini benimsemiyordu. Onun ekonomi siyasetinde amaç, vergi toplayan jandarmanın merkezde durduğu klasik devleti diriltmekti. Geçmişte savunduğu görüşlerin tam zıddını savunan Mussolini, eskiden olduğu gibi gene düşüncelerini inançla savunuyordu.

Bir insanın bir öğretiyi terk edip başkasına bağlanma sürecinde mekanizma nasıl işler? Bu, beyinle alakalı bir olgu değildir. Akılla alakası olmayan bir süreçtir bu. İdeolojik planda bu değişimin motoru, fikir değil, duygudur.

Mussolini, sosyalizmi fikir veya anlayış olarak terk etmemişti. Sosyalizm onun için bir anlayış değil duyguydu, tıpkı faşizm gibi. Bu noktada psikolojisi ve yüz hatları okunduğunda şu görülür: Mussolini, aklı değil, kalbiyle hareket eden biridir.

Siyaset ve basın alanında ortaya koyduğu çalışmalarda Mussolini, karşımıza bir teorisyen veya felsefeci değil, retorikçi ve lider olarak çıkar. Onun dili, belirli bir programı temel almaz, ilkesizdir, bilimsel değildir, tutkulu ve duyguludur. Mussolini’nin en zayıf konuşmaları, geldiği yeri ve faşizm ideolojisini anlatmaya çalıştığı konuşmaları olmuştur. Faşizmin programı çetrefillidir, çelişkilidir, heterojendir. Bu program, karmaşık, intizamsız bir dizi liberal ve sendikacı fikrin çorba edilmiş hâlinden başka bir şey değildir. Oysa aslında Mussolini, faşizme gerçek bir program dikte etmemiştir. Onun dikte ettiği şey, bir eylem planıdır.

Mussolini, sosyalizmden faşizme, devrimden gericiliğe geçiş yapmış bir isimdir. Tüm bu geçişler, düşünce değil, duygular aracılığıyla gerçekleşmiştir. Tarihteki tüm döneklerde mesele, belki de ruhtur. Dün aşırı devrimci olan Mussolini bugün aşırı gericidir ve bu hâliyle bize Roma kralı Mürted Julian’ı anımsatır. Rahatsız, aşırı duygusal, sanrılar gören, batıl inançları olan, gizeme düşkün biridir. Bu adam Kaderin kendisini, yeni tanrıya zulmetme ve ölmekte olan eski tanrıları sunağının huzuruna getirme kararını vermesi için seçtiğine inanmaktadır.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

24 Temmuz 2021

,

Reflü


Yirmi beş sene önce Teori ve Politika’nın dayandığı “Taslak Metin”de metnin yazarını bir vakitler eleştirmiş olan H. Fırat’a, mealen, “sen aptalın tekisin, bizim teorimize aklın ermez!” deniliyordu. Bugün aynı dergi, H. Fırat’ın muhteşem analizler yaptığını, önemli teorik katkılar sunduğunu söylüyor. Onun, proleter devrimciliğin burjuva devrimciliğinin ilerletilmesi ve tamamlanması olduğu anlayışını sorguladığına vurgu yapıyor. Oysa TP, proleter devrimciliğe inanmıyor ve tüm Twitter pratiğiyle, onun burjuva devrimciliğinin ilerletilmesi ve tamamlanması olduğunu düşünüyor.

Bu, aslında ördek düdüğü taktiğidir. Ördek avında ördekleri ortaya çıkarmak, tuzağa çekmek için onun sesine benzer ses çıkartan bir düdük çalınır. TP, Kızıl Bayrak’ı tuzağa düşürmek ve avlamak niyetindedir. Bu tasfiyeci operasyon, görülmelidir.

Çünkü içeriği ve biçimi eleştirilmeyi hak etse de örgüt, hasbelkader bir işçi çalışması üzerine kuruludur. Bugün istenilmeyen, işte bu işçi çalışmasıdır. Birileri, işçiyi, kimlik, mağdur, bireysel tercih, kişisel değer, tanınma/kabul derdinde olan ezik birey olmaya indirgeme amacındadır. TP'nin tek gayesi, herkesi kendi Twitter hesabı önünde diz çöktürmektir.

Sınıf mücadelesinin çözülmesi, tasfiyesi, dağıtılması, her zaman olduğu gibi bugün de acil bir meseledir. Patronların işçilerin boynuna onları birbirinden kopartan “sosyal mesafe tasmaları” taktığı koşullarda sol, bunun “komplo” olduğunu söyleyip durur. Çünkü sol da işçi sınıfını sevmez.

O nedenle bir sendika, “gelin ey işçiler, birlikte çalışalım” diye bildiri dağıtan örgüte teslim edilir. ESP, “kitlesini arayan parti” olarak, işçinin dışında kurulan, işçinin haberi olmadan varlığını sürdüren, işçiye yabancı bir sendika örgütlemeyi matah bir şey zanneder. Sendika, işçiye kendisini reklâm etme siyaseti güder. Çünkü ESP, “beton sol” karşısında, hiyerarşiyi ve iktidarı imlediği için, dimdik durmayı sevmeyen, gevrek soldur. O gevreklik, her şeyi gevşetmek, dağıtmak içindir. Önü, bu sebeple açıktır.

“Kitle” denilen şeyse, reformist kimlik siyasetine kul edilmiş “Kürt kitlesi”dir. Oraya bakıp ağzı sulananlar, ellerini ovuşturanlar, tüm varlıklarını ve siyasetlerini bu duygunun kendisine örgütlemişlerdir. İşçi kuyrukçuluğu ile Kürt kuyrukçuluğu, aynı madalyonun iki yüzüdür.

Bu tür sol örgütler, “emperyalizm, üretici güçlerin gelişmişliğine ait bir dönemdir, siyasetimizi üretici güçlerin gelişimine göre ayarlamalıyız, emperyalizmi desteklemeliyiz” derler. Bu anlamda devletin ve sermayenin emperyalizmle kurduğu ilişkiyle açılan kovuklara yerleşmeye çalışırlar. Ama bir yandan da suyun başını tutmak, kaçakları önlemek için “emperyalizm”i güya eleştiren yazılar yazarlar. Mesela, dün Esad’ı geberteceğiz” diyen örgüt, işine geldiğinde AKP’nin Suriye siyasetini eleştiriyormuş gibi yapar. Fonların yarattığı girdap, herkesi içine çekmektedir.

ESP, basit sosyal medya taktiklerine, takipçi yakalama numaralarına başvuran bir yapıdır. Güya bir üyeleri, “ya ben eskiden ESP’liydim. Bir gün hava sıcak. Kortejde çantamdan güneş kremimi çıkarıp sürdüm diye örgütten atıldım” diye yazar Twitter hesabına. “Partiyim” diyen ESP, bu kurgu twiti paylaşır ve üzerine şunu yazar: “Biz, siyasetimizi üretici güçlerin gelişimine göre ayarladık. Bugün o kremi sürebilirsin.” Bu, aslında basit bir sosyal medyada takipçi avlama yöntemidir. Siyaset, artık basit bir av partisinden ibarettir.

Sol, devletin ve sermayenin “kolektiften, mücadeleden ve davadan uzak durun, ne yaparsanız yapın” talimatı uyarınca hareket ediyor. Bugün Mehmet Ağar-Sedat Peker atışmasından ümit devşirmeye çalışan solcular, nedense “bu sol örgütlerin tepe kadroları davaya inanmaz, alt kadrolar ve kitle inanır. O kitleyi de çözmek için ona para verin” diyen Mehmet Ağar’dan bahsetmez. Veya Sedat Peker’in, “bu kızı öldürdüler, feministlerden tek bir ses çıkmadı” lafına da bir şey demezler. Herkes, verilen suflelere göre konuşmaktadır.

* * *

Bir ülke vardır, diyelim ki Latin Amerika’dadır. Solcu kurucu parti, o ülkede eroin fabrikaları kurmuştur. Bizzat başbakan ve partinin yayın organının sahibi, bu eroin ticaretinin içerisindedir. Devlet, uyuşturucu ticaretinin engellenmesi ile ilgili uluslararası anlaşmaya dair toplantılara bu eroin üreticilerini ve satıcılarını gönderir. Eroin, bu Latin ülkesinde milli ekonominin önemli bir kalemidir.

Bir Asya ülkesine ambargo uygulanır. Patronlar, gerekli hammaddeyi ithal edemezler. Fabrikalar durma noktasına gelir. Devlet, mafyayı organize eder ve o mafya, o patronlar adına kaçakçılık yapar. Kaçakçılık, devletin milli ekonomisinin önemli bir kalemidir. O ülkede seksenlerde başbakanlık yapan kişi, mafya liderleriyle toplantı yapar. Çünkü mafya, düzenin doğal bileşenidir.

Aslında bu ülkenin muhalefet partisi de devletin parçasıdır. Çünkü bir gün muhalefet partisinin lideri çıkar, “eroin kaçakçılarından vergi alınsın” der. Vergi alınması, eroinin ve kaçakçılığının meşrulaştırılması anlamına gelmektedir. Muhalefet lideri, bunu herkesten iyi bilmektedir. Çünkü o da devletinin ekonomik sıkışıklık koşullarında bu tür işlere tevessül ettiğinin bilincindedir. Neticede pandemi süresince tam kapanma ve maaş talebinde bulunan sol küçük burjuvazi, paranın kaynağını sorgulayamaz. Bir tür bireysel arınma, esrime ve yücelme derdiyle, oturup kendilerinden geçerek Sedat Peker videoları izlerler. Böylece “ben yapmadım, Miki yaptı” deyip rahatlarlar, ceplerine ve kasalarına giren eroin paralarının manevi yükünden kurtulacaklarını düşünürler.

Söylemeye bile gerek yok: yukarıda anlatılanlar, tümüyle hayal ürünüdür ve gerçek kişi kurum ve kuruluşlarla alakası aranmamalıdır!

* * *

Ama işçilere-emekçilere gerçekler tane tane anlatılmalıdır. Önce, onların burjuva siyasetinin her türlüsünden azade, bağışık, kopuk olması, o siyasete cepheden karşı çıkmasının sağlanması gerekir.

Devlet ve sermaye, bunu istemez. Kendi dişine uygun, oyalayabileceği, oyabileceği, uyarlayabileceği örgütler kurar. Sol hareket içerisinde kendisine hat açar. Bu hat ile mücadele eden herkesi düşman olarak kodlayıp dışlar.

Devlet ve sermaye, komünist hareketi troçkizmle; sosyalist hareketi liberalizmle; devrimci hareketi anarşizmle tasfiye edeceğini iyi bilir. İkisi de solculara kıyasla, kendi birikimine ve deneyimine daha fazla bağlıdır. Belirli bir kadro sürekliliği ile kendi sınıfsal varlığına zarar verecek unsurları bertaraf etme yöntemlerini sürekli geliştirir. Bu geliştiriciliğin en basit dışavurumu, biber gazıdır. Muhtemelen bu silâhın formülü, her yıl yenilenmektedir.

Devlet ve sermaye, her alanda işlerini taşeronlarla ve maşalarla yürütür. Çek senet, arazi, altın, uyuşturucu, komisyonculuk gibi işlerde suyun başını, onların elemanları tutar. Mafya dizisi olarak Chapo, aslında Meksika’da ve Latin Amerika’da uyuşturucu trafiğinin devlet ve CIA eliyle yürütüldüğünü anlatır, ama bunu tabii ki söylemez, çünkü o diziler, tekelleri, CIA’yi, Pentagon’u aklamak için çekilir. Küçük burjuvazi oturur Netflix izler, “bana yemek ve internet verin, yeter” der.

Bu mafyöz düzene küfreden bazı sol örgütlerin üyeleri, geçmişte geçimlerini uyuşturucuyla, kadın ticaretiyle, insan ticaretiyle, mafyatik ilişkilerle sağlamışlardır. Bu ilişkiler ve işler, asla eleştirilmez. Bir örgütün mensubu, örgütünün Akdeniz limanlarını gezen bir gemisi olduğuyla övünür, ama o gemiyle insan kaçakçılığı yapıldığını görmez. Görmek istemez. Çünkü o güce, güçlü imaja örgütlenmiştir. Fukaralığa, ezilmişliğe ve işçiliğe örgütlenmek, zuldür.

Sonuçta devlet, sermaye adına ve onun için vardır. Yoksul halkın yastık altına, cebine göz dikmeye mecburdur. Örneğin gene bir Latin Amerika ülkesinde bir “obeziteli birey” genç, milletten tavukları bahane edip para toplar ve sırra kadem basar. Herkes, bunu dolandırıcılık zanneder. Ya da bir Afrika ülkesinde bir genç, kripto para borsasını talan edip kaçar. Kimse, bu işlerin arkasındaki devlete nedense bakmaz. O ülkede devlet, kendi vatandaşını söğüşlüyordur. Tesla ve Musk’ın kripto para dolandırıcılığını da böyle okumak gerekmektedir.

Sol muhalefet, esasen sağın talan, yağma, hırsızlık, komisyonculuk, taşeronluk üzerinden edindiği ranta ortak olmak, oradan pay almak için siyaset yapar. Yaptığı siyasetin başka bir anlamı yoktur. Örneğin kimse, otuz-kırk bin liranın üzerinde maaşları olan STK ağalarının neden “tam kapanma” talep ettiklerini sorgulamaz.

Çünkü sol, bu burjuvazinin sindirim sisteminde kendisine bahşedilen “mide kapakçığı” ve “mide asidi” görevini terk ettiğinde öleceğini, anlamsızlaşacağını bilir. Eylemlerinde ve söylemlerinde sürekli burjuvaziye mesaj ve sinyal gönderir, “laiklik, ilerleme, modernleşme, burjuva hukuku, burjuva devlet düzeni, kapitalist ekonomi” konusunda sistemi koruyacağına dair söz verir. Neticede midedeki atıklar, o asitli halleriyle, gerisin geri yemek borusuna kaçmamalıdır.

Sovyetler, yıllarca geri dönüş ihtimali, yani sosyalizmden kapitalizme dönüş ihtimali üzerine tonlarca kitap kalem almış, bu ihtimali reddetmiş, ama 1989-1992 eşiğinde takılmıştır. Demek ki burjuva düzeninin ve burjuva devriminin de geriye dönüş ihtimali konusunda belirgin bir korkusu vardır. O mide kapakçığı ve o mide asidi, proleterin, halkın ve ezilenin tüm mücadelelerini eritip yok etmekte, bu işi ise bizzat sol üstlenmektedir. Burjuvazinin sindirim sistemi ve toplam iktidar için geriye dönüşler durdurulmalı, vücuda zararlı unsurlar tasfiye edilmelidir. Solun işlevi ve yeri sorgulanmadan yol alınamaz. Marksist devrimci birikim ve deneyim, bunu söylemektedir.

Eren Balkır
16 Mayıs 2021

23 Temmuz 2021

,

Marksizmin Liberalleştirilmesi

Marksizmin Liberalleştirilmesiyle Mücadele

Liberalizmin çıkış noktası, insanların birbirlerinden tecrit edilmiş bireyler olduklarına dair anlayıştır. Bu özgürlük anlayışı, liberal felsefenin temelini teşkil eder. Burada insan denilen özne, özerk ve rasyonel bir fail olarak görülmektedir.

Marksizmin çıkış noktası ise insanların bireyleşme serüvenini sınıf mücadelesi üzerinden ele alan anlayıştır.

Grundrisse’de Marx, “birey” türünden liberal kavramların esasen geçmişe yansıtılmış burjuva faillik anlayışlarına dayandığını söyler.

Marx’ın aslında liberal olduğunu iddia eden “Marksistler”in, Marx’ın kolektif içerisinde kabul gören gerçek bireylikle ilgili, geçerken dile getirdiği sözlerini temel aldıklarını söyleyebiliriz.

Grundrisse’de Marx, meselesini daha net bir biçimde ifade ediyor: Marx, Aristo’dan alınan bireyleşme anlayışını Aristo’daki “insan politik hayvandır” tespitinden, ondaki sosyal şovenizmden kopartıyor.

Aslında Marx, liberalizmin özünü teşkil eden, tecrit edilmiş bireylik, doğal hâller, mülkiyetin kutsallığı gibi anlayışlarla kavgalı bir isimdir. Proudhon, Marx’ın aşina olduğu radikal liberal bir isimdir. Marx, onu Felsefenin Sefaleti’nde yerin dibine sokmuştur.

Marx’ın “liberal” olduğunu söyleyen “Marksistler”, Marx’ı Engels’ten ayırırlar. Onlara Anti-Dühring’de Engels’in liberal ahlaka saldırdığını söylediğinizde size hemen “onları söyleyen Marx değil, Engels’ti” cevabını verirler. Ama öte yandan, Anti-Dühring’i yayına hazırlayanın Marx olduğunu, kitabı “tarihsel materyalizmin en iyi özeti” olarak tarif ettiğini hiç dikkate almazlar.

Bertell Ollman’ın ifadesiyle, Marx ve Engels arasındaki yazışmaların hiçbir yerinde bir fikir ayrılığına rastlanmaz. Bunlar, liberalizmi meşru gören, “Marksizm”le liberalizmin bir arada yaşamasını mümkün kılan “saf Marx” arayışı içerisinde olan insanlardır. Bu kişiler, Kapital’in yazıldığı dönemde Engels’in yazdıklarını görmezden geldikleri gibi, bir yandan da Adiller Birliği içerisinde yer alan Marx ve Engels’in mücadele hattını da silikleştirirler.

Marksist olmanın tek uygun yolu, sınıf devrimini merkeze almaktır. Marx ve Engels’te merkezî olan reform değil, sınıf devrimidir. Dünya oradan değişir. Dolayısıyla, devrim yapma meselesini kenara iten her tür Marksizm, sahtedir.

Bu devrimci vasfıyla Marksizm, liberalizmin teorik sınırlarının dışına çıkar. Bu noktada Mill’in başvurduğu mısır taciri analojisine bakılabilir. Buna göre, bireyin zengin olma hakkına halel getirmediği sürece sosyalist düşüncelerin yayımlanmasında ve tartışılmasında bir sorun yoktur.

Liberalizm, Marksizmin temel görüşlerine karşıdır. Bazı “Marksistler”in Marksizmin ve liberalizmin aynı olduğunu söylemesinin sebebi, bu kişilerin burjuva devletle uzlaşması, bir yandan da Marksizmi düşünceler pazarında yerden yere vurmak istemesidir. Austin ve Bentham’ın dediği gibi: “Özgürce sansürleyin, her an itaat edin: liberal hukuk teorisinin temeli budur.”

Lenin’in Devlet ve Devrim’in başlarında söyledikleri hâlen daha geçerlidir:

“Bugün Marx’ın teorisinin başına gelenleri, devrimci düşünürlerin ve özgürlük için mücadele eden ezilen sınıfların liderlerinin teorileri bizzat tekrar tekrar yaşamıştır. Büyük devrimciler, hayatları boyunca ezen sınıflarca takip edilmiş, teorileri en büyük kötülük olarak görülmüş, bu teoriler, büyük bir öfke ve nefretle karşılanmış, en ahlaksız yalan ve iftira kampanyalarına maruz kalmıştır. Devrimciler öldükten sonra onlar kutsanmak adına zararsız birer puta dönüştürülmeye, o devrimcilerin isimleri ezilen sınıflar belli ölçüde ‘avunsunlar’, böylelikle kandırılsınlar diye yüceltilmeye çalışılmış, aynı zamanda devrimci teori özünden arındırılmış, devrimci yanları törpülenmiş ve teori kabalaştırılmıştır. Bugün burjuvazi ve işçi hareketi içerisindeki oportünistler, Marksizmi kendi çıkarlarına uygun biçimde değiştirme hususunda birlikte hareket etmektedirler. Bu kişiler, Marksizmin devrimci yönünü, devrimci ruhunu yok etmekte, örtmekte veya bozmaktadır. Onlar, burjuvazinin kabul edeceği, edeceğini düşündükleri şeyleri öne çıkartıp yüceltmektedirler.”

Marksizmlerini liberalizmin kurallarıyla uzlaştırmak isteyen kişilerin asıl niyeti, “özgürce sansürlemek, her an itaat etmek”tir. Bunlar, Marksist düşünceleri sadece düşünce pazarının birer parçası olarak ele alan Mill’e bağlı, iyi huylu, saygın liberallerdir.

Devrimle alakaları olmamalarına karşın kendilerine “Marksist” diyen bu kişiler, “Marksizmin devrimci yönünü yok etmekte, örtmekte veya bozmaktadırlar.” Bu “Marksistler”, Marksizmi liberalizm ölçüsüne vurma çabası içerisindedirler. Marx’ta buldukları, bu ölçüye uygun unsurları seçip almaktadırlar. Marx’ın kendilerine ters gelen tespitlerini görmezden gelirler, Engels’i kenara atarlar, Marksizmi gelişme kaydeden devrimci bir bilim olarak anlamazlar.

Bu da Marksizmi liberalizmin bir türü, hatta daha da kötüsü, Platoncu bir düşünce deneyi hâline getirir. Fakat günün sonunda Marksizm, Aydınlanma’nın hâkim diline ait bir ifadeye doğru kapanır. Marksizmin temel anlamı, burjuva ideolojisi eliyle tahrif edilir.

Bu bağlamda Mao’nun Liberalizmle Mücadele yazısı, gayet öğreticidir. Bazı eleştirmenler, yazının hiçbir yerinde liberal teorinin tartışılmadığını, dolayısıyla, onun liberalizmle mücadeleyle bir alakası bulunmadığını söylerler, lâkin bu, gerçeklikten uzak bir değerlendirmedir.

Mao, yazıda liberal felsefecilerle uğraşmaz, “liberalizm” kavramını ele almaz, bu eleştirmenlerin görmek istedikleri şeyler üzerinde durmaz. Fakat yazı, örgütsel düzeyde komünistlerin liberal birer özne olmaması gerektiğine ilişkin örneklere yer verir.

Liberal özne, burjuva ideolojisinin aile, okul, medya, iş vs. üzerinden toplumsallaştırdığı özel varlıktır. Liberalizm, bu varlığı birey olarak kodlar. Bu anlayışa göre hepimiz, birbirinden kopartılmış, tecrit edilmiş bireyleriz, her birimizin özgürlüğü diğerlerinin özgürlüğü ile çelişir, hepimiz, kendi çıkarını düşünen, rasyonel varlıklarız. Bu anlayış, Hobbes’un toplumu görmeyen doğal hâl anlayışında, Mill’in zarar ilkesini meşrulaştıran teorisinde, Kant’ın kategorik buyruğunda, Rawls’un cehalet perdesi olarak iş gören düşünce deneyi yaklaşımında karşımıza çıkar.

Burjuva ideolojisi gibi liberalizmin de çıkış noktası, başka bireylere karşı konumlanmış, yalnız bireydir. Marx bu anlayışı Grundrisse’nin giriş bölümünde alaya alır. Liberal felsefe, aynı çıkış noktasından hareket ettiği için o, burjuva ideolojisinin felsefedeki aksidir.

Esasında feminist teori, ırkçılık karşıtı politik felsefe, eleştirel hukuk teorisi, eleştirel engelli çalışmaları vs. (bu alanda faaliyet yürüten ve Marksizmden istifade eden düşünürler) liberal öznenin, yani kendi çıkarını düşünen rasyonel fail anlayışının, eleştirdikleri hâkim liberal geleneklerin çıkış noktası olduğu konusunda belirli bir anlaşma içerisindedir.

Bu anlamda, Mao’nun liberalizm konusunda verdiği, mücadele edilmesi gerektiğini söylediği örnekler, bu türden bir öznelliğin somut ifadeleridirler. Dolayısıyla, belirli bir ayrım çizgisi çekilmeli, komünist hareketin liberal failliği temel alamayacağı tespiti üzerinde durulmalıdır. Bir ikiye bölünmelidir: komünist öznellik, liberal öznellikten kopuştur. Bu bağlamda, kendisine “liberal” diyen her “Marksist”, düşman kampa mensuptur.

Joshua Moufawad-Paul
28 Nisan 2020
Kaynak

21 Temmuz 2021

Paris Komünü’nün Kısa Tarihi


Çok da uzun olmayan bir zaman önce, bugünkü Paris’in Montmartre tepesinin üstündeki “mermerden düğün pastası” olarak da bilinen Sacré-Coeur bazilikasının civarı, proleterlere, seks işçilerine, gündelik işçilere ev sahipliği yapan bir kenar mahalleydi. Bu mahalle, aynı zamanda Karl Marx’ın gelecekte olacakların habercisi olarak gördüğü Paris Komünü’nün de doğduğu yerdi. Yüz elli yıl önce, tam da bu tepede halk, kendisini Prusya ordusunun kuşatmasına karşı korumak için topladığı paralarla aldıkları topları konuşlandırmıştı. Fransız hükûmetinin halkını silahsızlandırma girişimleri, işçi sınıfı mahallelerinde direnişlere yol açmıştı. Hükümet Versay’a kaçmıştı; şehrin savunmasını, olağan yaşamını ve yepyeni bir toplumsal yapının temellerini düzenlemek ise şehirdeki aydınlara, işçilere ve gündelikçilere kalmıştı.

İşte burada, 1871'in baharında insanlık, kendi kurtuluşuna yönelik dönüşü olmayan bir adım attı. Parisli komünarların yaşadığı deneyimler, hem Enternasyonal’in sözlerine, hem de Bolşeviklerin Rusya’da uyguladığı siyasi pratiğe yansıdı. Bu olayların ibret ve ilham alınacak yönleri de, devlet sosyalistlerinin hâkimiyetini meşrulaştırmak için kullanıldı. Paris Komünü’nün yirmi birinci yüzyılın siyasi hareketi için de önem arz eden tarihinden dersler çıkarabilmek için önce bu tarih süregelen önemi de göz önünde bulundurularak anlaşılmalı ve eleştirilmelidir. Bu anlayışla, “komünarların göz önüne serdiği deneyimleri yeni bir açıdan görebilmek ve bize iletmek istediklerini anlayabilmek oldukça önemlidir” diyebiliriz.

Komün’ün Arka Planı

Paris Komünü 18 Mart 1871'de kurulmuş olsa da kökenleri Fransa’dan başlayan bir demokratik devrimler dalgasının tüm Avrupa’yı etkilediği; Viyana’da, Varşova’da, Roma’da, Berlin’de insanların gösteriler için sokaklara döküldüğü 1848 senesine kadar dayandırılabilir.

Fransa’da demokratik devrim, ülke genelinde fabrikaların kapanmasını protesto eden işçi ayaklanmasının kanlı bir şekilde bastırılmasıyla sona erdi ve birkaç ayda yenildi. Buna karşın, o dönemin sokak çatışmaları, orta yolcu burjuva partilerinden ayrı davranan bağımsız bir Fransız işçi hareketinin ortaya çıkmasını sağladı ki bu hareketin oluşumu, 1871'de 72 günlük İşçi Cumhuriyeti’nin kurulabilmesinin en önemli nedenlerindendir.

Ancak bu ayaklanmanın bastırılmasından sonra ülkenin denetimi askeri bir diktatörlüğün eline geçti, bu diktatörlük, birkaç ay sonra dizginleri Üçüncü Napolyon’a devredecekti. Marx’ın Fransa’da İç Savaş kitabında belirttiği üzere, Napolyon Bonapart’ın yeğenine taç giydirilmesi, kapitalist hegemonyanın bir zaferinden çok burjuvazinin güçlenen işçi sınıfı hareketini bastırmak için otoriter bir rejimin kuruluşuna başvurmak zorunda kaldığının deliliydi.

Öte yandan, parçalanmış hâlde bulunan Almanya’da, Ren Nehri’nin doğusunda monarşist güçler, devrimci çabaları bastırıp demokratik hareketi yenmeyi başarmışlardı. Demokratik hareketin Alman ulusal birliği hedefine, sonrasında Prusya önderliğindeki monarşistler tarafından el konulmuş, yeniden tanımlanmış ve kendi hedeflerine uygun hale getirilmişti.

Prusya tahtının güttüğü siyaset, hem monarşinin gücünü korumaya hem de Almanya’yı birleştirmeye yönelikti. Özellikle Güney Almanya devletçiklerinin bu plan dâhilinde Almanya’ya dahil edilmesi, haliyle birleşmiş ve güçlenmiş bir Almanya görmek istemeyen Fransa’nın direnişiyle karşılaşmaya mahkûmdu. “Alman Birliği Savaşları” denen mücadelelerde Prusyalılar önderliğindeki birliklerin zaferini takiben Fransız ve Alman çıkarlarının arasındaki gerilim, bir kez daha iki ülke politikasının da merkezinde yer edinmişti ve bundan sonra söz konusu gerilim azalmak şöyle dursun giderek tırmandı. Gerilim, esasen hem yurt içinde hem de yurt dışında etki alanlarını büyütmek isteyen ve dolayısıyla hâlihazırda keskin bir ihtilaf içinde olan iki rakip gücün arasında yaşanıyordu. 1870 yazında Prusya şansölyesi Otto von Bismarck, Prusya’daki Fransız büyükelçisi ve Prusya kralı arasındaki görüşmenin ustaca çarpıtılmış bir kaydını (Ems Telgrafı) yayımlayarak Paris’teki hükûmete savaş ilân ettirmeyi başardı, böylece savaşı başlatma sorumluluğunu karşı tarafın üzerine attı.[1]

Kısa bir zaman sonra, Ağustos ayında Fransa-Prusya savaşının ilk çatışmaları, Fransızların Saarbrücken’a saldırmasıyla başladı. Birkaç gün sonra, Prusya birlikleri Ren Nehri’ni aştı. Eylül’ün başına ise Fransa’nın savaşa hazır son kara birliklerinin ve Üçüncü Napolyon’un esir alınmasıyla sonuçlanan Sedan Savaşı damga vurdu. Bu ani yenilgi, İkinci Fransız İmparatorluğu’nun sonunu getirmişti ama savaşın sonunu değil, Prusya birlikleri Paris’i ele geçirmek için yürüyordu.

Sedan Savaşı’ndaki yenilginin ardından hiçbir demokratik meşruiyeti olmamasına karşın, Üçüncü Fransız Cumhuriyeti’nin kuruluşu ilan edildi. İmparatorluk, siyasi ve askeri yenilgilerinin doğal bir sonucu olarak gözden düşmüş olsa da “Cumhuriyet” monarşiyi yıkmak için harekete geçmedi. Marx’a göre bu hükümetin aldığı kararlar, “İmparatorluk’tan sadece Fransa’nın harabelerini değil işçi sınıfı korkusunu da miras aldıklarını” gösteriyordu.

Paris içinde ve çevresinde süregelen durum, özgür bir cumhuriyet kurmak isteyenler için de umut verici değildi. 1870'in Ekim ayına girilirken Paris bütünüyle kuşatma altındaydı, çevresi Prusya birlikleriyle çevrilmişti ve eyaletlerden gelen askerlerle kuşatma hattını yarma girişimleri de başarısız olmuştu. 1871'in Ocak ayında Geçici Ulusal Savunma Yönetimi’nin dışişleri bakanı Jules Favre, Versay’ın Aynalar Salonu’nda daha on gün önce kurulmuş olan yeni Alman İmparatorluğu ile bir ateşkes imzaladı. Ateşkes anlaşması, yalnızca yeni seçilmiş ulusal bir meclisin daha sonradan bir barış antlaşması imzalayıp bu savaşı bitirebileceğini öngörüyordu. Meclis ilk olarak 12 Şubat’ta Bordo’da, hâlâ Alman birliklerinin kuşatması altında olan başkentten çok çok uzakta toplandı ve bir anayasal monarşi savunucusu olan Adolphe Thiers’i başkan olarak seçti. Ateşkese aracılık eden Favre ise dışişleri bakanı olarak görevine devam etmekteydi.

Paris’te ise hem bu yeni meclisin kuruluşu, hem de toplandığı yer aylarca başkenti kuşatmaya karşı koruyanlar tarafından birer ihanet olarak görüldü. Mart’ın başlarında Prusya birlikleri, Paris’ten çekilmeye ve yeni yönetim Paris’teki Ulusal Muhafızları silahsızlandırmaya girişince bu hareketlere karşı direniş güçlenmeye başladı, direniş 18 Mart 1871'de ise doruk noktasına ulaştı.

“Halkın Topları”: 18 Mart 1871

Paris’i Almanlara karşı korumak için Eylül 1870'te Thiers hükümeti Ulusal Muhafızları tekrar kurmuş ve işsiz erkekleri bu alaylarda silah altına almıştı. Bu olaylar, ordunun demografik karakterinde bir değişime neden oldu. Ulusal Muhafızlar subaylarını azlettiler, kendi aralarından yeni komutanlar seçtiler, hatta kendilerine Ulusal Muhafızlar Merkez Komitesi adında yeni bir komuta merkezi kurdular. Bu komite, Paris’te bir halk ordusunun kuruluşunun temellerini attı ve çift başlılığı sağladı; bir yanda Fransız hükümeti, öteki yandaysa Ulusal Muhafızlar duruyordu.

17 Mart akşamı Fransız hükümeti, kendi güçlerini arttırıp Muhafızlarınkini azaltmak için Muhafızların ellerindeki toplara el koymaya karar verdi. Bu plana uygun olarak Fransız hükumeti Merkez Komite’yi kötüleyen ve genç Fransız Üçüncü Cumhuriyeti’ne bir tehdit olarak gösteren bir demeç yayınladı. Sadece bu demece güvenmek istemedikleri için de 18 Mart sabahı birliklerine Paris’e yürüyüp Ulusal Muhafızlara beklenmedik bir hücum düzenlemelerini ve hükümet cephanesi için top bataryalarını ele geçirmelerini emrettiler. Sabah olduğunda mahallelerdeki insanlar uyanmaya ve önlerindeki sokakta neler olduğuna şahit olmaya başladılar. Olaylara tanık olan biri şöyle yazıyor: “Diğer büyük olaylardaki gibi kadınlar en öndeydiler. 18 Mart’ta orada olan kadınlar… kocalarını beklemediler. Mitralyözlerin etrafını çevirdiler ve bağırdılar: ‘Ne yapıyorsunuz? Yazıklar olsun size!’ Askerler cevap vermedi.” Zaman geçtikçe büyük Ulusal Muhafız birlikleri alana geldi. Montmartre Tepesi’nin üstünde General Lecomte hükümet askerlerine oradaki kadınlara ve erkeklere ateş açmalarını emretti. Askerlerse emirleri dinlemek yerine Ulusal Muhafızlara katıldılar ve General’i tutukladılar. Kentin öteki bölgelerinde de Ulusal Muhafızlar ve yerel halk topların ele geçirilmesini önledi. Böylece o sabah Paris halkı saldırıyı savuşturdu, neredeyse tüm topları korudu ve binlerce fazladan silah elde etmiş oldu.

Topları ele geçirmeyi başaramayan ve işçilerin azmi karşısında şaşkınlığa uğrayan Thiers, kendisine sadık birliklerle ve hükümetiyle başkentteki kampını terk edip Versay’a gitmeye karar verdi. Şehirden böyle kolayca kaçabilmelerinin sebebi, hükümet güçlerinden yeni bir saldırı bekleyen Ulusal Muhafız birliklerinin, mahallelerindeki savunmaya elverişli noktalarda kurdukları barikatlarda konuşlanmış ve düşmanla karşılaşmamaya çabalamış olmalarıydı.

O akşam Paris üzerinde güneş batarken Fransız başkentinin denetimi sokaklara aitti. Bu koşullarda Ulusal Muhafızlar Merkez Komitesi geçici bir hükümet kurmaya karar verdi. Paris halkının ekseriyeti, kentlerinde yaşanan değişimi ertesi sabah Merkez Komitesi Belediye Sarayı’nı ele geçirip kızıl bayrağı dalgalandırınca ve halka ilk beyannameleriyle seslenince öğrendi.

“Siz bizi Paris’in savunması ve haklarınızın korunması için görevlendirdiniz.

Sizin cömert cesaretiniz ve hayranlık duyulası sükûnetiniz sayesinde bu görevi yerine getirdik, bize ihanet eden hükumeti kovduk.

Artık bize verdiğiniz vekâletin süresi doldu ve biz de buna razıyız, dolayısıyla devrimci rüzgârın henüz yeni devirdiklerinin yerini almaya hevesli değiliz.

O yüzden Komün seçimlerini hazırlayıp düzenleyin ve bize istediğimiz yegâne ödülü verin, gerçek bir cumhuriyeti kurmanızı görmemizi sağlayın.

Bu süre boyunca, halk adına Belediye Sarayı’nda bulunuyor olacağız.”

Komün’ün Sosyal Demokrasisi

Geçici hükümetin ilk hareketi, Komün Konseyi’ni kimin oluşturacağını belirleyecek seçimler için bir çağrı yayınlamak oldu. Bir gün önce yapılmış olan devrim, “istilalar ve iç savaşlar çağına kalıcı bir son getirecek” Fransız Cumhuriyeti’nin temellerini atacaktı. Ayrıca Merkez Komite kendisini, Paris’i korumuş olan ve şimdi de idaresini konsey seçimleri yoluyla halkına geri iade edecek olan bir güç olarak görüyordu.

Seçim bunun üzerinden on gün geçmeden 26 Mart’ta yapıldı ve yalnızca iki gün sonra Paris Komünü resmen oluşmuştu. O kadar kısa bir sürede alelacele seçim yapması sebebiyle ilk birkaç gün Komün’ün asıl siyasi programı yönünde kısıtlı tartışmalar yaşandı. O sebeple, kendisi de bir komünar olan Prosper Lissagaray’a göre oylar, genel olarak adayların tanınırlığına göre verilmişti. Dolayısıyla Komün Konseyi, Jakobenlerden, sosyalistlerden, anarşistlerden, romantiklerden ve Üçüncü Napolyon’a karşı oluşan burjuva muhalefetin üyelerinden oluşan çok renkli bir yapı olarak biçimlendi. Yani komünün içinde 1789'daki burjuva devriminden ilham alan güçlü grupların yanı sıra ön-sosyalistler, anarşistler ve Marksistler de vardı. Bu çeşitlilik, komünün kurulmasından önceki yüzyılın sınıf mücadelesinin içindeki çeşitli siyasal konumları yansıtıyordu.[2]

Versay’dan yayılan düşmanlığın yanı sıra işçi bölgelerinin net ve özel konuları hedef alan taleplerine bağlı olarak Konsey’in yalnızca ilk toplantısında bir şehir meclisinden, yüksek bir rol almak isteyen bir komite yapısının parçası olmak istemeyen on altı seçilmiş temsilci istifa etti. Bu çekilmeler ve 16 Nisan’daki ikincil seçimler, Komün’ün içindeki sosyalist ajandanın güçlenmesini sağladı. Buna rağmen konsey, çeşitli ideolojik pozisyonlardan insanlar tarafından şekillendirilen bir oluşum olarak kaldı ve bu durum bazı tartışmalara neden oldu. Dolayısıyla Komün’ün pek çok konuyla ilgili konumu ve siyaseti muğlak kaldı.

Ancak aynı zamanda Paris’in yeni kurulmuş düzenini korumak için harcanan toplu çabanın kolektif doğası Komün’ün güçlü yanlarından biriydi. Bu noktada Komün Konseyi konusunda değerlendirmeler, Konsey’in iki aydan kısa bir süre (28 Mart’tan 25 Mayıs’a kadar) varlığını koruduğu dikkate alındığı takdirde, üyelerinin politik ajandalarını gerçekleştirmek için oldukça kısıtlı bir zamana sahip olduğu gerçeğini asla göz ardı etmemelidir.

2 Nisan’da hükumet güçleri, Versay’dan başkente bir saldırı düzenleyerek Komün’ü savaşa zorladı. Durumun acilliğine rağmen Komün Konseyi, güçlü toplumsal değişimleri sağlayabilecek bazı önemli kararlar vermeyi başarabildi. Aşağıdaki siyasi adımlara özellikle değinmek gerekir:

- Ekim 1870'ten Nisan 1871'e kadar kira muafiyeti;

- Yurttaşların kuşatma sırasında bağışladıkları mülklerin satılmasına dair yasak;

- Düzenli ordunun dağıtılması ve bunun yerine halkın silahlandırılması;

- Ücretsiz eğitim;

- Memur maaşlarının ortalama işçi maaşını yansıtacak şekilde düzenlenmesi;

- Terk edilmiş fabrikaların işçi kooperatifleri tarafından işletilmesi;

- Kimsenin yaşamadığı evlere el konulup bunların insanlara paylaştırılması;

- Para ve maaşa el koyma cezalarının yasaklanması;

- Fırıncı çıraklarını geceleri çalıştırılmasına yasak getirilmesi;

- Ekmek fiyatlarının sabitlenmesi.

Bu kararlar, özellikle Paris’teki yaşam şartlarına bir tepki olarak alınmıştı. Ancak bu acil gereksinimleri karşılamanın ötesinde bu kararların işçiler ve zanaatkârlar tarafından şekillendirilmiş ve onların çıkarlarını önde tutan sosyal bir cumhuriyete giden yolu açması tasarlanıyordu.

Hepsinden önemlisi de Konsey’in attığı devrimci adımların büyük bir kısmını kentin yapısının demokratikleştirmeye yönelik olarak alınan kararların teşkil ediyor olmasıydı. Bu kararlar, temsilcilerin ve memurların maaşlarını sınırlamayı ve kamu personelinin herhangi bir zamanda azledilip yerine başka birinin seçilebileceği sözünü içeriyordu. Tabii Komün’ün nasıl kuşatma ve savaş koşulları altında çalıştığını düşününce bu kararların kimileri “taslak yasalar ya da gelecek için dile getirilmiş niyetlerden” öteye geçemedi.[3] Ancak aynı zamanda bir toplumun nasıl açıkça demokratik ilkeler etrafında, mümkün olduğunca çok insanın yaşadıkları toplumun şartlarını değiştirebileceği biçimde düzenlenebileceğini göstermiş oldular. Bu açıdan Paris Komünü’nün verdiği en önemli karar, bizzat var olmasına yol açandı.

Komün’ün Kadınları

Komün’ün politik pratiğinin büyük kısmı hepsi de Komün Konseyi üzerinde büyük etki sahibi olan sayılı siyasi kulüpler, bölge komiteleri ve Ulusal Muhafız birlikleri tarafından ama bunun yanı sıra da Komün’ün şekillendirilmesinde ve korunmasında aktif rol alan, toplumsal yaşama eşit düzeyde katılma savaşımı veren Paris kadınlarının kurduğu örgütler tarafından belirleniyordu.[4]

Ünlü komünar Louise Michel hatıratında Komün’ün günlük hayatını tasvir ediyordu. Onun yazıları aynı zamanda, kendi deyimiyle, “erkeklerden bunun her şart altında böyle olacağını ispat edecek kadar daha becerikli olan, içten içe sallantılar yaşasalar da dışarıya durgun gözüken, bu durum kalplerini kanatmasına rağmen ısrarla kendilerine ya da başkalarına yönelik nefret, öfke ve olumlu ayrımdan yoksun” Komün kadınları için bir zafer türküsüydü.[5] Michel, kentin düşmanları kadınların içinde erkeklerin içinde olduğu kadar işbirlikçi bulabilse Paris’i ele geçirmenin çok daha kolay olacağına inanıyordu.

Michel’in betimlemeleri bile kentin kadınlarının Komün’ün biçimlendirilmesinde ve korunmasında oynadığı büyük rolü yeteri kadar vurgulayamamıştır. Bu rolün bu kadar büyük olmasının en önemli nedenlerinden biri, genelde kadınların üstüne düşen kaynak tedariki görevlerinin Prusya kuşatması altında gündelik yaşamın sürdürülmesi için devasa önem sahibi olmasıydı. Bu durum da yerel topluluklarda daha sonra Paris kadınlarının politize olmasını sağlayacak noktalar olan kadın örgütlerinin kurulmasına yol açmıştı. Başka bir deyişle kentin kadınları, savaşın zorluklarından doğrudan etkilenmekle beraber, komünün yasalarından da epey istifade etmişlerdi. O yüzden onların süregiden siyasal projeye olan bağlılıkları, soyut teorik düşüncelerden ziyade kendi somut sıkıntılarından kaynaklanmıştı.

Bu süreçte bilhassa Montmartre Tepesi’nde yaşayan, mücadele eden kadınlar belirli bir üne kavuşmuşlardı. Bunun en büyük sebebi ise kendilerinin hazırlayıp politik kulüplerde sundukları kadın haklarına dair konuşmalardı. Bunun yanı sıra gündelik işlerle ve Komün savunmasıyla da ilgileniyorlardı, üstelik bu işlerdeki aksaklıkları da büyük bir şevkle eleştiriyorlardı. Örneğin Ulusal Muhafızların üst düzeylerinin kadınları sağlıkçı veya asker olarak savaş alanlarına sokmama kararı, kadınlar arasında sert bir muhalefetle karşılanmıştı. Haklı olarak bu durumu ayrımcılık ve Komün ilkelerine ihanet, dolayısıyla tüm tasarıları tehlikeye düşüren bir davranış ilan etmişlerdi.[6]

Çeşitli iç sorunlarda aldıkları konumlardan bağımsız olarak Komün’ün kadınları, bütün Paris’te ve ötesinde dayanışmaya ve cinsiyet eşitliğine dayanan bir Komün düzeninin hayata geçmesi için çabalamışlardı. Komün’ün saflarında bu amacı tartıştılar ve bu amaç için canlarını verdiler. Onların işleri elbette kadın komünarları şirretlikle itham edip gözden düşürmeye çalışan eski düzenin savunucularını rahatsız etmişti. Ama erkek komünarların bir kısmı da bu güçlü kadınların toplumun kurulu cinsiyet rollerini sallamalarından rahatsız olmuştu, bu rahatsızlık, kadınlara Komün seçimlerinde oy hakkı verilmemesine de yansımıştı. Paris Komünü’ndeki kadınların git gide artan etkinliği ve görünürlüğü kadın özgürleşmesi için önemli bir adımdı. Erkek komünarlar kadınları ortak davalarında yoldaşları olarak kabul etmeyi, kadın komünarlar ise toplumun onları sınırlayan cinsiyete dair klişeleri aşmayı öğrenmek durumunda kalmıştı.

Bütün olarak bakınca şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki Paris Komünü, Fransız cumhuriyetçi hareketinin içindeki çeşitli grupları içeren ortak bir duruştu, bu gruplardan en büyüğü olmasa da biri de sosyalist işçi hareketiydi. Komün Konseyi’ndeki en çok temsil edilen grup, kendisini 1789'da faal olan grupların devamı olarak gören erkeklerdi. Bu durum doğal olarak, Paris’te kararların acilen verilmesine ilişkin gerçeklik dikkate alındığında, şiddetle patlayan krizlere yol açmıştı. Her şeye rağmen Komün’ün en güçlü yanlarından biri, bu krizlerin asla komünarları ortak hedeflerinden, sosyal ve demokratik bir cumhuriyetin kurulması hedefinden uzaklaştıracak düzeye gelmemiş olmasıydı.[7] Paris’teki çeşitli devrimci güçleri birbirine bağlayan bu temel ortaklık bağlamında geleneksel siyasi kavramların dayanıklılığı toplumsal gerçeklik içerisinde sınanma imkânı buldu ve bu kavramlar gerektiğinde değiştirilebilmiş ya da kenara atılabilmişti, yine bu bağlamda kapitalizmi yıkıp dayanışma üzerine kurulu bir toplum kurabilecek bir çerçeve oluşturan yeni siyasi fikirler ortaya çıkarılmıştı.

Komünün Yıkılışı

2 Nisan’da hükümet Paris’e saldırmaya başladığında Komün, kendisini bütün Fransa’dan Paris’e getirilmiş yeni birliklere ve Almanların yeni serbest bıraktığı tutsak düşmüş askerlere karşı her gün savunmak zorunda kalmıştı. Ağır bir savaş ortamı süresince Paris çevresindeki yerleşim yerlerinin, binaların ve savunma yapılarının denetimi pek çok kez el değiştirmişti. Ancak 21 Nisan’da Versay birlikleri Paris’e doğru nihai bir hücum başlattı. Haftalar süren ağır top bombardımanından dolayı kentin etrafındaki savunma noktaları boştu ve Komün’ün düşmanları kente girerken neredeyse hiç direnişle karşılaşmadı. Bu istiladan sonra kalan komünar birlikleri mahallelerindeki barikatlarda siper aldılar ve Versay birliklerinin ilerlemesine ellerinden gelen en sert biçimde direndiler. Bu direniş biçimi, çoğu Ulusal Muhafız’ın kendi mahallelerini ve ailelerini düşman saldırısından koruması şeklinde gerçekleşse de aynı zamanda Komün’ün koordinasyon içerisinde hareket eden bir liderliğe sahip olmadığının deliliydi.

Bundan sonraki yedi günde Versay birlikleri Paris’i istila etti. Siperlerindeki komünarlarla sokak sokak, barikat barikat çarpıştılar. Her ele geçirdikleri komünar pozisyonunda ölüm mangaları hayatta kalan komünarları tek tek katletti. Komünar Prosper Lissagaray, Versay ordusunun istilasını birkaç saat içerisinde boyutu Aziz Bartalmay Yortusu’ndakini aşan bir katliam olarak tanımlıyordu. Bir hafta sonra 28 Mayıs’ta komüne ait bir top son kez bir atış yaptı. “Çifte doldurulmuş top mermisi korkunç bir gürültüyle Paris Komünü’nün son nefesini verdi. Mayıs günlerinin son barikatı Ramponeau caddesindeydi. Burayı on beş dakika boyunca tek bir cumhuriyetçi tuttu. Saat on bir olduğunda her şey bitmişti.”

29 Mayıs’ta Adolphe Thiers, Paris’te tekrar asayişin sağlandığını duyurdu. Ama komünar direnişinin bitmesi katliamları bitirmemişti. Haziran’ın ortasına kadar yenik komünarların idam edilmesi her gün görülebilecek bir olaydı. Bütün bunlar olurken, Tanık Lissagaray’ın anlattığı üzere, zengin Parisliler denetimlerini “şehirlerine” tekrar kurma fırsatını bulmuştu.

“Perşembe’den beri bu aşırı nazik kitle esirleri takip ediyor, jandarmalara tezahürat yapıyor, kanla kaplı arabaları görür görmez alkışlamaya başlıyordu. Siviller zalimlikte askerleri geçmeye kararlıydı. Zarif ve neşeli kadınlar seyir gezisine çıkmış gibi cesetlerin arasında dolanıyor ve şanlı ölülere bakarak keyifleniyorlardı.”

Bu katliamda tam olarak kaç kişinin öldüğü, ölülerin pek çoğu alelacele gömüldüğü ya da yakıldığı için bilinmiyor. Ancak Mayıs ayındaki “kanlı haftada” en az otuz bin komünarın öldürüldüğü açıktır.

Fransız devletinin Komün’e karşı tavrından bahsederken kitlesel idamlar bittikten sonra bile dokuz bin komünarın hapse ya da sürgüne gönderildiğini söylemek gerekir. Fransa’nın Atlantik kıyısındaki kalelerde ve özellikle “kansız giyotin” olarak bilinen Yeni Kaledonya kolonisinde çok büyük sayıda komünar direnişi üyesi öldürüldü, ta ki 1880'de sağ kalanların ülkeye dönmesine izin veren bir karar çıkarılana kadar.

Bu izin onların affedildiği anlamına gelmiyordu. Komünarların aldığı cezalar hâlâ yasal olarak geçerliydi ve Fransız otoriteleri bugüne kadar bile bu cezaları geri çekmedi, komünarlar hâlâ politik suçlular sayılıyorlardı. Burada amaç açıktı: Paris Komünü’nün meşruiyetine saldırmak. Bu açıdan 1881'de, devrimin onuncu yılında bir anma olarak Alman Der Sozialdemokrat dergisinde yayınlanan bu olaylara dair yazılar bugün de eskisi kadar geçerlidir. İki dünyayı ayıran bir kan denizi vardır. Bir tarafında daha farklı, daha iyi bir dünya için mücadele edenler; öbür tarafındaysa eski düzeni korumak için uğraşanlar.[8]

Komün Hâlen Daha Geçerli

Paris’te Komün’ü savunmak için süren savaş hâlâ devam ederken August Babel, Alman radikal sosyal demokratlarından direnişçilere dayanışma mesajı göndermişti. O günlerde Alman meclisinde “tüm Avrupa işçi sınıfının ve hâlâ  bağımsızlık ve özgürlüğün önemine inanan herkesin” gözünün Paris’te olduğunu duyurmuştu. Babel, Paris Komünü’nü tüm yüreğiyle destekliyordu ve “Avrupa’nın tarihindeki en önemli olayların gelecekte yaşanacak olanlar olduğunu, birkaç on yıl sonra Parislilerin “Saraylarla savaş, kulübelerle barış, kahrolsun uyuşukluk ve yoksulluk!” sloganının tüm Avrupa işçilerinin sloganı olacağını söylüyordu.[9] Komün, Avrupa’nın diğer pek çok kısmında da benzer şekilde olumlu tepkiler almıştı.

Ama sosyal demokrat hareket sırtını zaman içerisinde devrimci kökenlerine döndükçe, komün anmaları da geri plana düştü. Buna karşın Ekim Devrimi’yle Rusya’da ortaya çıkan komünist hareket, Paris Komünü’nü tarihinin bir parçası olarak gördü ve onun anısını hep hayatta tutmaya çalıştı. Yaygın bir söylentiye göre Vladimir Lenin, Bolşevik devriminin yetmiş üçüncü gününde Paris Komünü’nün ömrünü aşmanın sevinciyle kar üstünde dans etmişti. Nitekim aynı zamanda Ekim Devrimi ve yol açtığı sonuçlar, dünya sahnesine yeni ve görünüşte daha başarılı bir sosyalist modelin doğmasını sağladı, dünya genelinde komünistler odak noktasını Komün’den “Kızıl Ekim’e” kaydırdı.

Avrupa’da devlet sosyalizminin çöküşünün ardından kapitalist toplumsal ilişkileri devrimle yıkmaya yönelik önceki hareketlerin değeri pek bilinmemiştir. Komünistlerin Paris Komünü’nden aldığı en büyük derslerden biri, komünarların yaptığı gibi gücü ve kuvveti hafife almamaktı. Ancak bu kez de bunun karşısındaki hatayı yaptılar, tamamen gücü ellerinde tutmaya odaklandılar.

Sovyet örneğinden ders alarak şunu diyebiliriz ki bugün sosyalizmi kuracak olursak bu, ancak halkın demokratik katılımıyla mümkün olacaktır. Demokratik yapılar ve denetim yolları, ancak karar alma mekanizmasının meşruiyeti en temel anlamda demokratik süreçlere dayanırsa başarılı olabilir. Bu süreçlerin bir örneği 1871'de komünarların yaptığı gibi kamu görevlilerini seçimlere bağlamaktır.[10] Dolayısıyla dayanışmaya ve sosyalist ilkelere dayanan bir toplum kurmaya yönelik her girişim, illaki Paris komünarlarının deneyimlerini bilince çıkartmak zorunda kalacaktır. Onların amacı, “sosyal ve demokratik bir cumhuriyet kurmak”tı, bugün bu amaç, hâlâ daha gerçekleştirilmeyi bekliyor.

Florian Grams
Kaynak

Dipnotlar
[1] Bu konuda Rosa Luxemburg Tarih grubunun Eylül 2020’de hazırladığı “Von Bismarck zum Treuhandtechno” başlıklı dijital ses dosyasının ikinci kısmına bakılabilir: Soundcloud.

[2] Bu konuya dair derinlikli bir tartışma için bkz.: Grams, Florian: Die Pariser Kommune – Basiswissen. 3. Baskı. Köln 2021, s. 45 ve sonrası.

[3] Haupt, Heinz-Gerhard ve Hausen, Karin, Die Pariser Kommune – Erfolg und Scheitern einer Revolution. Frankfurt/M. 1979, s. 172.

[4] Bkz.: Hartmann, Detlef ve Wimmer, Christopher, Die Kommunen vor der Kommune 1870/71. Hamburg 2021, s. 121.

[5] Michel, Louise, Memoiren – Erinnerungen einer Kommunardin. Münster 2017, s. 135.

[6] Bkz.: Schrupp, Antje, Nicht Marxistin und auch nicht Anarchistin – Frauen in der Ersten Internationale. Frankfurt/M. 1999, s. 177.

[7] Bkz.: ‘Erklärung der Minorität des Kommune-Rats vom 15. Mai 1871’, aktaran: Swoboda, Die Pariser Kommune, a.g.e., s. 243.

[8] Bkz.: ‘Gedenktage des Proletariats: Die blutige Maiwoche’, Der Sozialdemokrat, Sayı 21, 22 Mayıs 1881, s.1.

[9] Bebel, August, ‘Die Pariser Kommune – Vorpostengefecht des europäischen Proletariats’. 25 Mayıs 1871’de Alsak-Loren’in ilhakına muhalefet ettiği meclis konuşmasından, Ausgewählte Reden und Schriften Bd. 1: 1863-1878. Berlin, 1970, s. 150.

[10] Bkz.: Sohn, Manfred, Der dritte Anlauf – Alle Macht den Räten. Köln, 2012, s. 110.