02 Ağustos 2019

, ,

Halkın Fedaileri Azınlık


Halkın Fedaileri Azınlık
Birinci Kongre Aralık 1981 –Beş Karar

Önemli Özeleştiri Başlıkları

-Örgütümüz, sınıflar mücadelesine devrimci anlamda müdahale etme noktasında belirli bir hedeften ve plandan yoksundu, sonuç olarak da kendiliğinden yaşanan gelişmelerin takipçisi olmaktan çıkamadı, ayrıca örgütsel yapı, beklenmedik bir genişleme göstermişti.

-Örgütümüz, devrimci bir teoriye sahip olma ve bu teoriyi dillendirme amacıyla içeride ve dışarıda yürütülmesi gereken ideolojik mücadeleyi küçümsedi, ayrıca örgütün ana gövdesi ile lider kadro arasında canlı bir ilişki kuramadı.

-Örgütümüz, kadroların eğitimi ve bilinçlenmesi meselesine hiç eğilmedi, ayrıca örgütün genel yapısı içerisinde faal olan unsurların enerjilerinden ve imkânlarından yeterince istifade etmedi.

Komünistlerin Temel Görevleri

Alınan karar bağlamında örgütümüz, demokratik devrimde proletaryanın yürüyeceği politik yolu şu şekilde belirlemiştir.

Her daim devrimci niteliğini muhafaza edecek yegâne sınıf olarak proletarya, devrimin bu aşamasında proleter demokrasi konusu üzerinde ısrarla durmaya devam edecek, ayrıca demokratik devrimin maddi bir zemine kavuşmasını kendi çıkarına uygun bir gelişme olarak gören kentlerdeki ve köylerdeki küçük burjuvaların alt ve orta katmanları ile (devrimci demokrasiyle) birleşecektir. Süreç dâhilinde proletarya, sınıfsal nitelikleri, yani burjuvaziyle arasındaki yakınlık ve benzerlik sebebiyle küçük burjuvazinin üst katmanını kendisinden uzaklaştıracaktır. Söz konusu kesim, İran devriminde tereddütlü bir konumu benimsemektedir, ayrıca milliyetçi reformizmle sosyal reformizm gibi politik eğilimleri temsil etmektedir. Mevcut dönemde sahip olduğu görev gereği proletarya, bağımlı burjuvazinin hâkimiyetini sürdürmesini mümkün kılan, yönetici sınıfa ait devlet mekanizmasını parçalar ve yok eder. Sonrasında proletarya, proletaryanın, köylerdeki ve kentlerdeki emekçilerin devrimci demokratik diktatörlüğünü inşa eder. Kurulacak halkın demokratik cumhuriyeti, temelde işçilerin, köylülerin ve diğer emekçilerin silâhlı şuralarına dayanır ve devrimi nihai ve mutlak zafere taşır.

Alınan karara göre, yukarıda belirtilen hedeflere aşağıdaki araçlar kullanılarak yürünecektir:

A. İşçi sınıfının devrimci öncü partisi olmadan, devrimin nihai ve mutlak zaferi güvence altına alınamaz.

B. Bu hedefe ulaşılmasında katkı sunan ikinci temel unsur, halkın birleşik devrimci cephesinin oluşturulmasıdır.

C. Bu hedefin maddi bir zemine kavuşabilmesi için proletaryanın silâhlı güçlere ihtiyacı vardır.

Mevcut Durum Değerlendirmesi

Teorik zemini daha öncesinde “Silâhlı Müfrezeler ve Taktiklerimiz Nasıl Örgütlenecek” başlıklı çalışmanın birinci bölümünde yer alan 3 numaralı “Halkın Mücadelesi” broşüründe aktarılan işbu karar, kongrede oybirliğiyle kabul edilmiştir. Sonrasında tamamlanmamış devrim meselesi, ekonomik ve politik kriz, ayrıca ayaklanmanın yeniden gerçekleşmesi gibi halkın ucu açık mücadelesinin sunduğu ihtimaller üzerinde duran karar, bir yandan da proletaryanın nihai zafere ulaşmasının mümkün olduğunu söylemekte, ayaklanma hazırlıklarının önemi, aciliyeti ve hayatiyeti üzerinde durmaktadır.

Ayaklanma ile ilgili olarak politik ve askerî hazırlıkların paralel şekilde yürütülmesi gerektiği üzerinde duran karara göre kitle hareketinin örgütlenmesi, her şeyin ötesinde, işçi sınıfı hareketinin örgütlenmesi, ayaklanma bağlamında yürütülecek politik hazırlık sürecinde üstlenilmesi gereken ana sorumluluktur. Karar, ayrıca mevcut konjonktürde benimsenmesi gereken asli görevin, kitlelerin politik anlamda pekiştirilip bütünlenmesini amaçlayan taktikler üzerinde durmaktadır.

Mevcut Politik Örgütlere Dair Karar

Alınan karar dâhilinde mevcuttaki tüm politik örgütler dört kategoriye ayrıldı:

1. Karşı-devrimci partiler: Karşı devrimci örgütler arasında değerlendirilmesi gereken, büyük burjuvazi ve orta burjuvaziyle bağlantılı tüm örgütler. Emekçi Partisi (Rençberan) gibi sosyal-şovenist partiler de karşı-devrimci parti ve örgütler arasında değerlendirilmelidirler. Bizim bu türden partilere yönelik politikamız, topyekûn saldırı ve açık mücadele üzerine kuruludur.

2. Demokratik devrimde ortada konumlanan ve küçük burjuvazinin üst katmanına ait sınıfsal çıkarları ve politik eğilimleri savunan, orta yolcu örgütler. Bu örgütlerin en tipik örneği, sosyal reformist örgütler ve milliyetçi reformistlerdir. Bunlara yönelik politikamız, onları tecrit etme üzerine kuruludur.

3. Devrimci örgütlerse üç kategoride değerlendirilmiştir:

a. İşçi sınıfı hareketi içerisinde en devrimci eğilimleri temsil eden politik örgütler (ikinci çizgi)

b. Üçüncü çizgide yer alan politik örgütler. Bunların sapkın ideolojileri ve “sosyal emperyalist” tezi benimseyen yaklaşımları parti ittifakımız bünyesine asla giremez. Bahsi geçen örgütlerin ABD emperyalizmini ve yerli uşaklarını İran halkının asli düşmanı olarak kabul ediyor olmaları, iktidara karşı devrimci konumu benimsemeleri ve devrimci örgütler arasında görülmeleri, bu durumu değiştirmez.

c. Halkın Mücahidleri gibi küçük burjuvazinin alt ve orta kademesine ait sınıfsal çıkarları ve eğilimleri savunan örgütler; devrimci demokratlar.

4. Ezilen milli azınlıklarla bağlantılı yerel partiler ve örgütler, bilhassa Kürdistan Demokratik Partisi sınıfsal konuma dönük analizimiz uyarınca, demokratik devrim noktasında “orta yolcu” bir konum almakta ise de mevcut konjonktürde bu partiler ve örgütler devrimci çizgide duran unsurlar olarak kabul edilmektedir.

Sol Azınlık Grubu’na Dair

Kongre, ayrıca Sol Azınlık Grubu ile ilgili de bir karar almıştır. Bu karar dâhilinde kongre, Sol Azınlık Grubu’nun örgüte katılma önerisini kabul etmiş, bu kararı onaylamıştır. İşbu karar uyarınca Sol Azınlık’ın kendi beyan ettiği konumlar temelinde, örgütle Sol Azınlık arasında ideolojik ve stratejik hat konusunda temel bir farklılığın bulunmadığı tespit edilmiştir. Karar uyarınca Sol Azınlık’taki yoldaşlar, İran Halkın Fedaileri Gerillaları Örgütü’ne [Sazemane Çerikhaye Fedayi Halghe Iran] katılacaklardır. Ancak bu katılım, ancak bahsi geçen örgütteki yoldaşların bu kongrede alınan kararları kabul etmeleri ve Halkın Fedaileri’nin tüzüğüne uygun çalışma yürütmeleri şartıyla gerçekleşecektir. Merkez komite, detaylar üzerinde duracak ve kararı uygulamaya koyacaktır.

KAR, Sayı 140 (Aralık 1981)

[Kaynak: Sepehr Zabih, The Left in Contemporary Iran, Hoover Institution Press, 1986, s. 210-213.]

,

İran Neden El Üstünde Tutulup Savunulmalı?



Benim bu kısa makaleyi yazdığım günlerde İran, dünyanın en kudretli ülkesine karşı koymaya çalışıyor. İran, dünya hızla uyanıp kendisini kurtarmak için harekete geçmez ise muazzam bir tehlikeyle hatta yok olma ihtimaliyle karşı karşıya.

İran’ın o büyüleyici şehirleri her şeyin ötesinde İran halkı tehlikede ki bu halk, dünyadaki en eski ve en köklü kültürlerden birinin oluşturduğu, mağrur, güzel ve yaratıcı bir halk.

Bu yazı, dünyaya sunulmuş bir andaçtır: İran bombalanabilir, yıkıma uğratılabilir, korkunç bir yara alabilir, üstelik bunları sebepsiz yere yaşayabilir. Tekrarlıyorum: İran’a saldırmanın makul herhangi bir sebebi bulunmamaktadır.

İran bugüne dek kimseye saldırmamıştır. Birleşik Devletler’e, Birleşik Krallık’a hatta Suudi Arabistan ve İsrail gibi kendisini yok etmek isteyen ülkelere bile kötülüğü dokunmamıştır.

Tek “suç”u harap edilmiş olan Suriye’ye yardım etmiş olmasıdır. Filistin’in yanında ciddiyetle durmasıdır. Küba ve Venezuela gibi ülkeler ihtiyaç duyduklarında onların yardımına koşmasıdır.

Derdimi en basit kelimelerle ifade etmeye çalışıyorum. Bu noktada kelimelere taklalar attırmaya, zihinsel talimlere ihtiyaç yoktur.

Sırf bugün Beyaz Saray’da oturan psikopat nükleer anlaşmasını imzalayan selefini rezil etmek istediği için binlerce, milyonlarca İranlının kısa bir süre içerisinde ölmesi muhtemel. Bu bilgiyi bizatihi başkanın kendi personeli sızdırdı. Burada mesele, hangi tarafın daha güçlü ve daha büyük bir çetenin üyesi olduğu değil. Burada mesele, İran’ın düşmanlaştırılmasının İran’la bir alakasının olmaması.

* * *

Bu noktada şu soru geliyor aklıma: Biz esasen hangi dünyada yaşıyoruz? Bu yaşananları hoşgörüyle karşılamak mümkün mü? Dünya, hiç kılını kıpırdatmadan, yeryüzündeki en harika ülkelerden birinin hiçbir gerekçe olmaksızın saldırgan, zorba güçlerce taciz edilmesini boş boş daha ne kadar izleyebilir?

İran’ı seviyorum! Sinemasına, şiirine ve yemeklerine âşığım. Tahran’ı seviyorum. Kibar, eğitimle elde edilmiş yeteneğe sahip İranlıları seviyorum. Düşünürlerini seviyorum. Başlarına kötü bir şeyin gelmesini asla istemiyorum.

Evet Batı medyası size şunu asla söylemiyor: İran sosyalist bir ülke. Bu ülke, “İranî özellikleri haiz bir sosyalizm” olarak tarif edilebilecek bir sisteme sahip. Tıpkı Çin gibi İran da dünyadaki en eski milletlerden biri, kendi ekonomik, sosyal sistemini oluşturup geliştirebilecek güce sahip.

İran fazlasıyla başarılı. Batı’nın ağır saldırılarına ve ambargolara rağmen İran Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından “insanî gelişimi oldukça yüksek” olan ülkeler listesinde yer alıyor ki bu hâliyle Ukrayna, Kolombiya ve Tayland gibi Batı’nın gözbebekleri olan ülkeleri geride bırakıyor.

Ülkenin enternasyonalist bir ruha, anlayışa sahip olduğunu kimse inkâr edemez: İran, Batı emperyalizminin dayağını yiyen ülkelerle muazzam bir dayanışma ilişkisi geliştirebiliyor.

* * *

Bende din min yok. İran halkının önemli bir kısmında din belirgin bir yere sahip. Şii Müslümanlar. Peki bunda sorun ne? Herkesin benim gibi düşünmesini ısrarla dile getiren biri değilim. İranlı dostlarım, yoldaşlarım, kardeşlerim de kendileri gibi hissedip düşünmemi hiçbir zaman söylemediler bana. Bağnaz hiç değiller. Hoşlanmadıkları insanların kendilerini dışlanmış gibi hissetmelerine kesinlikle imkân vermiyorlar. Farklıyız ama aynı zamanda birbirimize çok benziyoruz. Daha iyi bir dünya için dövüşüyoruz. Enternasyonalistiz. Birbirimize saygı duyuyoruz. Başkalarına saygı gösteriyoruz.

İran, herhangi bir ülkeyi fethetme niyetinde değil. Ama dostlarına saldırıldığında, Suriye’de de görüldüğü üzere, yardım elini hemen uzatabiliyor.

Geçmişte İran Batı’nın sömürgesiydi, 1953’te demokratik yollardan işbaşına gelmiş hükümet, doğal kaynaklarını kendi insanlarının hayatlarını iyileştirmek için kullanmak istediğinde devrildi. Yurtdışından getirilen Şah Pehlevi, gelip ülkenin başına geçti ve o korkunç diktatörlük tesis edilmiş oldu. Ardından Batı’nın tüm gücüyle açıktan sunduğu desteği arkasına alan Irak, İran’a saldırdı.

Bu makaleyi kısa tutacağıma söz vermiştim. Uzun vaazlara artık vakit yok. Esasen bu, bir makale de değil, bir çağrı.

Yayınlandığı günlerde İran’da birçok insan kaygı içerisinde. Bu yaptırımları, sahillerine yakın yerlerde dolaşan ABD uçak gemilerini ve onlarca kilometre öteye konuşlandırılmış B-52 bombardıman uçaklarını hak edecek ne yaptıklarını anlamaya çalışıyorlar.

İranlılar cesur ve gururlu insanlar. Saldırı başladığında savaşacaklardır. Başka bir seçenek yoksa onurlarıyla ölmeyi bileceklerdir.

İyi ama neden ölsünler? Neden savaşsınlar?

Batı’da yaşayıp benim yazılarımı okuyanlara sesleniyorum. Meseleyi derhal inceleyin ve hükümetinize şu soruyu sorun: “Bu korkunç senaryonun kaleme alınmasının sebebi nedir?”

Festivallerde ödüller kazanmış, her yerde bulabileceğiniz İran filmlerini izleyin. İran şiirlerini okuyun. İran yemekleri yiyin. Tarihî ve modern İran şehirlerinin resimlerine bakın. İnsanların suretlerini seyredin. Bu saldırının yaşanmasına izin vermeyin. Milyonlarca insanın ölmesine sebep olacak psikopatça saldırının gerçekleşmesine mani olun.

Irak, Afganistan, Libya ve Suriye’ye karşı açılan savaşların da gerçek bir sebebi yoktu. Batı, emperyalist müdahaleler gerçekleştirdi ve tüm milletleri yıkıma uğrattı.

İran konusunda daha da ileri gidildi. Artık Batı, ne bir mantığa sahip ne de hesap verme becerisine.

Bu yazıyla İran halkına, bin yıldır dünyaya muazzam bir kültür hazinesi takdim etmeyi bilmiş bir ülkeye desteğimi beyan ediyorum.

Zira İran yok edildiğinde insanlık hayatta kalacak mı, şüphedeyim.

Andre Vltchek
28 Temmuz 2019
Kaynak

01 Ağustos 2019

,

Moncada İsyancıları



Küba halkının politik bir hazırlık süreci içerisinde olduğu, 1953’te yurtsever bir coşku ile hareket ettiği gerçeğinin en önemli kanıtı, devrimci hareketin sahip olduğu sosyal bileşimdir. Bu bileşim dâhilinde genç bir avukat olan Fidel Castro Ruz’un başını çektiği hareket, 10 Mart 1952’deki askerî darbeyi takip eden kısa dönemde önemli bir sıçrama yaşamıştır.

Dönüştürücü, devrimci bir hareket hâline gelecek olan oluşumun üyeleri, kritik bir momentte olduklarının bilincindeydiler. Onlar, Moncada saldırısı sonrası tutuklandıklarında, Fidel’in dile getirdiği “tarih beni aklayacaktır” anlayışı üzerinden düşünüyorlardı.

Santiago dağlarında bir hafta süren direnişin ardından Fidel, subay Pedro Sarría Tartabull tarafından yakalandı. Tartabull, isyancıların soğukkanlılıkla öldürülmesine karşı çıkan bir isimdi. Fidel’in kim olduğunu bilen Tartabull, onun öldürülmesi emrine itiraz etti.

Gerçek bir devrim için gerekli kıvılcım, Küba toplumunun tüm katmanlarında çakılmıştı: köylüler, işçiler, orta düzey profesyoneller, işsiz gençler, güvenceden yoksun, mevsimlik işlerde çalışanlar, Moncada Manifestosu olarak tüm ülkeye takdim edilmiş olan politik programın peşine takıldılar. İsyancılar, sadece cüretli, yürekli insanlar değillerdi, onlar, ayrıca basit bir hükümet değişikliğinden daha fazlasını elde etmenin gerekliliğini görüyor, bu yönde talepte bulunuyorlardı.

Örgütün programının genel çerçevesini Fidel çizmişti. Programın bir kısmı, darbe esnasında Batista’nın yürürlükten kaldırdığı 1940 tarihli anayasadan alınmıştı. Söz konusu anayasa metni, diğer yönetmeliklerle birlikte, geniş araziler üzerindeki mülkiyeti ortadan kaldırmış, lâkin toprak reformunun uygulanmasını öngören kanunlar, hiçbir zaman onay görmemişti. Fidel, United Fruit Şirketi gibi ABD şirketlerinin kontrolünü reddetti ve bu şirketlerin elektrik dağıtımı, telefon hizmetleri ve petrol rafinerileri gibi alanlarındaki hâkimiyetine son verdi.

Moncada Garnizonu’na yapılan saldırıda katledilen gençler, basın tarafından çatışma sonucu oluşan zayiat olarak takdim edildiler. Üçüncü Karakol’un ele geçirilmesi için verilen mücadelede altı devrimci öldürüldü, fakat diktatörlüğe hizmet eden işkenceciler, bu rakamı altmışın üzerine çıkarttılar.

Ayrıca kamusal eğitimin geliştirilmesi ve sağlık hizmetlerinin tüm halka sunulması gibi hususlar, programın temel unsurlarındandı. Bu ve daha birçok toplumsal talep, Sierra Maestra’da Fidel’in başını çektiği İsyan Ordusu’nun zafere ulaştığı 1 Ocak 1959 sonrası gerçekleşme imkânı buldu.

Vatanları için canlarını vermeye hazır olan gençlerin sessiz sedasız büyüttüğü örgütü anlamak için başka bir olguya daha bakmak gerek. On yıl boyunca Küba, birçoklarının “popülist” olarak tarif ettiği, başını liderliğine kimsenin itiraz etmediği Eduardo Chibás’ın çektiği bir kitle hareketine tanıklık etmişti. Chibás, politik düzlemde erdemli, onurlu bir idarenin tesis edilmesini savunmaktaydı. Amblemi süpürge olan hareket, sakat doğmuş olan cumhuriyetten miras kalmış tüm kötülükleri süpürüp atmayı vaat ediyordu. Carlos Manuel de Céspedes’in sömürgecilik karşıtı savaşı başlattığı ve köleleri özgürlüğüne kavuşturduğu 1868 sonrası Kübalıların otuz yıl boyunca verdikleri bağımsızlık mücadelesinin sonunda ABD’nin yaptığı müdahalenin ardından Chibás, La Demajagua plantasyonunu elinde bulunduruyordu. O dönemde Chibás, köleleri Küba’nın özgürlüğü mücadelesine özgür birer insan olarak katılmaya davet etti. Bu, tüm Amerika kıtasının tarihinde eşi benzeri olmayan bir olaydı.

Haydée Santamaría ve Melba Hernández tutsakken

1953’te ileride 26 Temmuz Hareketi’ni teşkil edecek olan gençler, manifestolarında “Céspedes’in, Agramonte’nin, Maceo’nun, Martí’nin; Mella’nın, ayrıca Guiteras’ın, Trejo’nun ve Chibás’ın devrimini yapacaklarını” haykırıyor, “Küba Devrimi’nin zaferinin bu Kübalı adamların vicdanında saklı” olduğunu söylüyorlardı.

Hareket, kötürüm bırakılmış ilk cumhuriyet öncesinde, elli yıl evvel yaşanmış büyük savaşlarda görülen bir bileşime sahipti. 1953’te oluşan devrimci-isyancı örgütün bileşimi, o savaşlardaki bileşime benziyordu.

Kamusal eğitim ve sağlık, devletin pek üzerinde durmadığı hususlar olduğu için cehaletin düzeyi ellilerde giderek artmıştı. Fakat öte yandan politik kültür gayet canlıydı. Yurtsever gelenek sayesinde Küba toplumunda politikleşme süreci epey hızlı işlemekteydi.

Moncada yargılamalarının ilk günlerine ait bir çizim (o günlerde fotoğraf çekmek yasaktı). Avukat olarak Fidel, kendisini bizzat savunma hakkını kullanmak istedi, fakat Audiencia binasında yapılan üçüncü oturumda bu hak elinden alındı. Sonrasında “Tarih Beni Aklayacak” adıyla yayınlanacak olan savunması, 16 Ekim’de Santiago Hastanesi’nde hemşirelerin çalışmak için kullandıkları bir odada sunulmuştu.

26 Temmuz örgütüne mensup olup öldürülen veya hayatta kalan isimlerin toplumsal kökenleri, söz konusu benzerliğin birer delili. Elimizde temsili bir liste var. Fidel, o dönemde bin kadar insanı örgütleyebilmişti. Bu insanların önemli bölümü, sonrasında 26 Temmuz Hareketi’nin kuruluşunda yer aldılar, önemli roller oynadılar, birer kahraman ve şehit oldular. Fidel’in de dediği gibi bu insanlar, Küba halkını temsil ediyorlardı. Toplumsal bileşeni de bunun deliliydi.

Horacio ve Wilfredo Matheu Orihuela kardeşler, ayrıca Remberto Abad Alemán Rodríguez duvarcıydı ve çimento karıştırıcısıydı; Lázaro Hernández Arroyo, Pedro Véliz Hernández, Armando Mestre Martínez, Tomás Álvarez Breto ve Juan Almeida Bosque da duvarcıydı; Rafael Freyre ve Hugo Camejo tekstil işçileriydi; Flores Betancourt Rodríguez, kıymetli taş kesim atölyesinde işçiydi; Pablo Agüero Guedes duvarcı çırağıydı; Emilio Hernández Cruz ve Manuel Saiz Sánchez marangozlardı; Armando del Valle López ve Juan Domínguez mobilya ustası, doğramacı; René Bedia ise boyacıydı.

Alfredo Concha Cinta, Manuel Isla Pérez, Marcos Martí Rodríguez, Carmelo Noa Gil, Manuel Rojo, Gerardo Antonio Álvarez, José Labrador ve Ismael Ricondo küçük çiftçi veya tarım işçileriydi.

José Luís Tasende de las Muñecas (hücre lideri) ve Vicente Vázquez soğutma cihazları tamircisi; Juan Manuel Ameijeiras, Mario Martínez Ararás şoför; Francisco Costa Velásquez muavin; Jacinto García Espinosa ve Antonio Betancourt Flores liman işçisi; Virginio ve Manuel Gómez aşçı (Belén Cizvit hazırlık okulunda çalışıyorlardı); José Ramón Martínez sepici; José de Jesús Madera amele; Félix Rivero Vasallo miço; Pablo Cartas Rodríguez restoran işçisi; Andrés Valdés Fuentes fırıncı; Ángel Guerra García, sac levha işçisi; Pedro Marrero bira fabrikası işçisi; Víctor Escalona ayakkabı ustasıydı.

Abel Santamaría Cuadrado, bir ticaret bürosunda çalışıyor, aynı zamanda öğrencilik yapıyordu. Boris Luís Santa Coloma da sendika lideriydi; Julio Reyes, banka emekçisiydi; Oscar Alcalde, bir ilâç laboratuvarının sahibiydi; Ramón Méndez Capote ve Elpidio, Sosa gezici satış temsilcisi; Miguel Oramas, tıpkı Fernando Chenart Piña gibi hem işçi hem de fotoğrafçıydı; Raúl de Aguiar öğrenci; Raúl Gómez García öğretmen, şair ve sendika lideriydi; Renato Guitart Rosell, babasının şirketinde nakliyeci olarak çalışıyordu; öğrenci olan Julio Trigo, aynı zamanda gezici ilâç satıcısıydı; Oscar Alberto Ortega, mağaza görevlisiydi; Gildo Fleitas öğrenci, profesör, aynı zamanda büro işçisiydi; Guillermo Granados ve Roberto Mederos Rodríguez ticaret sektöründe çalışıyorlardı; Rigoberto Cocho elektrikçiydi; Gregorio Careaga cenaze hizmetlerinde işçi olarak çalışmaktaydı; Ciro Redondo seyyar satıcı idi; Ramiro Valdés, tıpkı Artemisa’daki en önemli hücrenin lideri olan Pepe (José) Suárez gibi memur olarak çalışıyordu. Birkaç istisna dışında hepsi de Ortodoks Parti’nin üyeleriydi veya memleketlerinde faal olan gençlik örgütünün parçasıydı.

Bu profil, hareketin toplumsal bileşimi konusunda kısa, ama anlamlı bir fikir sunuyor. Bu listeye işsizleri veya çok az çalışma imkânı bulan isimleri de eklemek gerekiyor. Osvaldo Socarrás ve Humberto Valdés Casañas karnını doyurmak için değnekçilik yapan devrimcilerdi. Giraldo Córdoba Cardín ise geçimini boksör olarak sağlıyordu; Rolando San Román ara sıra istiridye satarak geçiniyordu; José Testa Zaragoza çiçekçilik yapıyordu; Antonio Ñico López Havana pazarında çalışıyordu. Saldırı sonrası tutuklama sürecinden kurtulan Ñico López Guatemala’ya gitti, Jacobo Arbenz hükümetinin başta olduğu dönemde genç doktor Ernesto Che Guevara’yla tanışan ilk devrimciler arasında o da vardı. Che’yi Fidel ve Raúl’a Ñico López tanıştırmıştı. Che, 26 Temmuz 1953’te Moncada ve Bayamo garnizonlarına yapılan saldırıların detaylarını ondan öğrendi.

Fidel’in mahkemede andığı, “mücadele söz konusu olduğunda öne çıkan” isimlerin listesini tamamlayabilmek için başkalarını da anmak gerekiyor: Pedro Miret mühendislik öğrencisiydi; Raúl Castro öğrenciydi; Mario Muñoz doktordu; Haydée Santamaría, kendi kendisini yetiştirmiş bir ev kadınıydı; Melba Hernández Rodríguez del Rey, Fidel gibi avukattı.


Burada ismi geçen geçmeyen tüm insanlar, bağımsızlık mücadelesinden itibaren işleyen tarihsel sürecin bilgisiyle donanmış kimselerdi. Moncada mahkemeleri esnasında ortaya çıktığı gibi bu insanlar, şeker işçilerinin lideri Jesús Menéndez’den haberdarlardı. Örneğin Abel, Menéndez’e özel olarak hayranlık duyan bir isimdi, bunun nedeni de Menéndez’in Constancia fabrikasında çalışmış olmasıydı. Fabrikanın bulunduğu Villa Clara, Abel Santamaría’nın ailesinin de yaşadığı yerdi. Haydée’nin kardeşi olan Abel, 26 Temmuz Hareketi’nin ikinci lideriydi. Saldırı esnasında yakalandı, korkunç işkencelere maruz kaldı ve Moncada Garnizonu’nda katledildi.

Marta Rojas Rodríguez
27 Temmuz 2018
Kaynak

,

Düşünceleri Öldüremezsiniz

“Tek tek bireyler olarak devrimciler öldürülebilir ama düşünceleri öldüremezsiniz.” [Thomas Sankara]


Suikasta kurban gitmesinden ve devrimci hükümetin yıkılmasından bir hafta önce Thomas Sankara, Ouegadougou’da, tam yirmi yıl önce öldürülmüş olan devrimci lider Ernesto Che Guevara’nın onuruna düzenlenen serginin açılışında bir konuşma yaptı. Aralarında Guevara’nın oğlu Camilo Guevara March’ın da bulunduğu bir Küba heyeti de bu açılışa katıldı.

● ● ●

 

Che’nin eserinin ve hayatının geride bıraktığı izlerin peşine düşen bu serginin açılışını gerçekleştirmek için bu sabah epey bir yol katettik. Ayrıca tüm dünyaya buradan Che’nin ölmediğini haykırmak istiyoruz. Çünkü artık dünyanın her yerinde birileri, özgürlük, onur, adalet ve mutluluk için mücadele ediyor. Tüm dünyada insanlar, zulme ve hâkimiyete, sömürgeciliğe, yeni sömürgeciliğe ve emperyalizme, ayrıca sınıf sömürüsüne karşı mücadele yürütüyorlar.

Sevgili dostlar, bugün seslerimizi Che isimli adamın yüreğinin imanla dolduğu, başka insanlarla birlikte mücadeleye girdiği ve dünyada işgal güçlerini rahatsız edecek kıvılcımı çakmayı bildiği o günü anımsayan herkesin sesine katıyoruz.

Biz burada Burkina Faso’nun yeni bir döneme girdiğinden, yeni bir gerçekliğin ülkemizde oluştuğundan bahsetmek istiyoruz. Che’nin eylem çağrısı bu şekilde anlaşılmalı. O, mücadele ateşini tüm dünyada yakmak istedi.

Devrimcilerin, Kübalı devrimcilerin sık sık dillendirdikleri bir söz var. Bu sözü Che’nin dostu, mücadele yoldaşı, refiki ve kardeşi Fidel Castro da tekrarlardı. Bu sözü mücadele esnasında bir adamdan işitmişti. Bu adam, gerici ve zorba ordunun parçası olmasına, Batista’ya subay olarak hizmet vermesine karşın Küba halkının esenliği için dövüşen devrimcilerle temas kurmayı bilmiş bir isimdi. Moncada garnizonuna yapılan saldırının başarısız olmasının hemen ardından Batista ordusu sağ kalanları öldürmek üzereyken o subay şunu söyledi: “Ateş etmeyin, düşünceleri öldüremezsiniz.”[1]

Evet doğrudur, düşünceleri öldüremezsiniz. Düşünceler ölmezler. Fedakârlığın ve devrimci fikirlerin cisimleşmiş hâli olan Che de ölmedi. Bugün Küba’dan buraya geldiniz. Her biriniz, bizim için birer ilham kaynağısınız.

Pasaportunda Arjantinli olduğu yazan Che, Küba halkı için döktüğü kan ve terle Kübalı oldu. Her şeyin ötesinde o, özgür dünyanın, birlikte inşa ettiğimiz dünyanın yurttaşı. O sebeple Che, hem Afrikalı hem de Burkina Fasoludur.

Che başındaki bereye “la boina” derdi. Che, bereyi ve üzerindeki yıldızı Afrika’da herkesin bilmesini sağladı. Bugün kuzeyden güneye tüm kıtada herkes Che Guevara’yı anımsıyor.

Onur ve cesaretle dövüşen cüretli genç insanlar, onun simgelediği fikirler ve yaşam pratiği için kavga veriyorlar. Che’yi okuyan bu gençler, her şeyi kaynağından öğreniyorlar. Devrimci yüzbaşımız, dünyada herkese güç geren o kaynağı temsil ediyor. Che ile birlikte mücadele etme imkânı bulmuş, hâlen daha hayatta olan insanlar bugün aramızda.

Che Burkina Fasoludur. Çünkü o bizim mücadelemizin bir parçasıdır. O bizim gibi Burkina Fasolu, çünkü onun düşünceleri bize ilham veriyor ve bizim yaptığımız Politik Yönelim Konuşması’nda kayıtlı. O Burkina Fasolu, çünkü onun yıldızı bayrağımızda. O Burkina Fasolu, çünkü onun bazı düşünceleri günbegün yürüttüğümüz mücadelede her birimizde yaşıyor.

Che bir insan, fakat bizim kendimize ve becerimize büyük bir cüretle güvenmemiz gerektiğini öğreten, bize bu gerçeği göstermeyi bilen bir insan. Che aramızda.

Peki şunu soralım: Che nedir? Bize göre her şeyin ötesinde Che inançtır, devrimci inançtır, yaptıklarımıza dönük devrimci imandır, bizim olan zafere inançtır. Mücadele, yardım talep edeceğimiz yegâne kaynaktır.

Che, aynı zamanda insanlığa dair bir anlayıştır. O insanlık için Che, Arjantinli, Kübalı ve enternasyonalist savaşçı aynı zamanda bir insan, samimi bir insan olarak her şeyini vermiş, fedakârlıklarda bulunmuştur.

Che, ayrıca elindekinden fazlasını talep eden biridir. Varlıklı bir ailesi olmasıdır, bu özelliğine sebep olan. Ancak o arzularına “hayır” demesini bilen biridir. Kolay yola sırtını döner, sıradan bir insan olarak yaşamayı seçer, insanlarla ortak bir davayı paylaşır, başkalarının çilesini kendi davası hâline getirmeyi bilir. Che’nin talepkâr niteliği, bize en fazla ilham verecek vasfı olmalıdır.

İnançlı, insanlığa bağlılığı ve talepkâr oluşu Che’yi meydana getirir. Bu erdemleri bir araya getirebilenleri, “Che gibi insan” olarak nitelemek mümkündür. Che, devrimcilerden bir devrimci, insanlardan bir insandır.

Buradaki fotoğraflarda Che’nin hayatına ait kesitlere tanıklık ettik. Ama bunlar, Che’nin ömrünün en önemli kesiti hakkında, emperyalizmin hedef aldığı kısma dair hiçbir şey söylemiyorlar. O kurşunlar, Che’nin görüntüsünden çok ruhunu hedef almışlardı. Onun resmi ise bugün dünyanın her yanında, herkesin zihninde. O silueti herkes biliyor. O hâlde ona bakıp Che’yi daha iyi tanımaya çalışalım.

Che’ye daha da yaklaşalım. Bir tanrıya yaklaşmak, bir fikre yönelmek, bir imgeyi her şeyin üzerine koymak gibi değil. Bizimle konuşan, bizim de konuşabileceğimiz bir kardeşimize yüzümüzü döner gibi, ona yaklaşalım. O fotoğraflara Che’nin ruhundan alınacak ilhamı bulmak için bakalım. Onlar enternasyonalist, başka insanlarla birlikte bir inancın nasıl oluşturulacağını öğretiyorlar. Bu inanç, değişime, emperyalizm ve kapitalizme karşı mücadeleye dair.

Yoldaş Camilo Guevara, sizinle yetim bir çocuk olarak konuşamayız. Che hepimize ait. O, tüm devrimcilerin mirasının bir parçası. Dolayısıyla kendinizi yalnız ve terk edilmiş hissetmeyin. Umarım bizleri birer kardeş, dost ve yoldaş olarak görüyorsunuzdur. Bizim gibi siz de Burkina yurttaşısınız, çünkü siz Che’nin adımlarını kararlılıkla takip ettiniz. Che bize ait, o hepimizin babası.

Son olarak şunu belirtmem lazım. Che, ebedi romantizmin, zinde ve güç kaynağı olan gençliğin cisimleşmiş hâliydi. O, aynı zamanda açık görüşlü biriydi, bilgeydi. Fedakârlık, sadece yürekli insanların sahip olabileceği bir özellik. Fakat Che, aynı zamanda yetmiş yedi insanın bildiğini bilendi. Bu, bizim her daim sahip olmamız gereken bir bileşim. Che, hem konuşan bir yürek hem de eyleme geçen cesur ve gayretli bir eldi.

Yoldaşlar, Kübalı dostlarımıza bizimle birlikte ortaya koydukları gayretler için teşekkür etmek istiyorum. Binlerce kilometre yol kat edip okyanusu geçen, Che’yi anımsamak için bugün Burkina Faso’ya gelen herkese teşekkür ediyorum.

Ayrıca bugünü takvim yapraklarında kalacak bir gün olmaktan çıkartacak katkılarda bulunan, Che’nin ruhunun ebedi kılınması için yılın her gününü anlamlı kılan herkese teşekkür ediyorum.

Yoldaşlar, son olarak Che’nin ölümü ardından Ouagadougou’daki bir sokağa onun adını verip Che’nin düşüncelerini ölümsüz kılmanın keyfini sizinle paylaşmak istiyorum.

Che her daim aklımızda. Onun gibi olmaya çalışalım. Bu adamın, bu savaşçının yeniden can bulmasını sağlayalım. Asıl üzerinde durduğumuz konu ise ondaki fedakârlık, bizi mücadeleye yabancılaştıran maddi imkânları elinin tersiyle itmesi, kolay yolu seçmeyip devrimci ahlâkın meşakkatli yoluna düşmesi, o yolun tedrisatına talip olması. Bu şekilde hareket ettiğimizde Che’nin düşüncelerine layıkıyla hizmet etmiş olacağız ve o düşünceleri etkin bir biçimde yayacağız.

Ya vatan ya ölüm, biz kazanacağız!

Thomas Sankara
8 Ekim 1987

[Kaynak: Thomas Sankara Speaks, Yayına Hazırlayan: Michel Prairie, Pathfinder, 2007, s. 420-424.]

Dipnot:
[1] 26 Temmuz 1953 günü liderliğini Fidel Castro’nun yaptığı, 160 savaşçıdan oluşan bir birlik, Santiago de Cuba’daki Moncada garnizonuna saldırdı. Bayamo kasabasının yakınında bulunan kışlaya yapılan saldırının amacı, ABD destekli Fulgencio Batista diktatörlüğüne karşı bir ayaklanma başlatmaktı. Saldırı sonrası Batista güçleri ele geçirdikleri devrimcilerin elliden fazlasını katletti. Başarısız olmasına rağmen Moncada saldırısı, altı yıldan daha kısa bir süre devam edecek olan devrimci mücadelenin fitilini ateşledi. Devrimci mücadele başarıya ulaştı ve Ocak 1959’da diktatörlük devrildi.

,

Pişevari'ye Mektup



Yoldaş Pişevari’ye,

Gördüğüm kadarıyla siz, hem İran'daki hem de uluslararası boyuttaki mevcut durumu yanlış değerlendiriyorsunuz.

İlk olarak Azerbaycan'ın devrimci taleplerini hemen şimdi gerçekleştirmek istemişsiniz. Fakat mevcut durum, bu programın uygulanmasına engel teşkil ediyor. Lenin, devrimci talepleri pratik talepler olarak öne sürerdi; ülkenin dışarıdaki başarısız savaşıyla birlikte derinleşen devrimci kriz sonrası öne sürülen pratik taleplerdi bunlar. 1905'te Japonya'yla girişilen ve başarısızlıkla sonuçlanan savaşta veya 1917'deki Almanya'yla olan savaşta geçerli olan bu taleplerdi. Bu noktada siz Lenin'i taklit etmek niyetindesiniz. Bu, gerçekten çok iyi ve takdire şayan bir şey.

Fakat, bugün İran'daki durum çok daha farklı. Bugün İran'da derinleşmiş bir devrimci kriz yok. İran'da işçilerin sayısı çok az ve örgütlenmeleri de oldukça zayıf. İran'daki köylülük hâlen daha bir hareket içinde değil. İran, askerî başarısızlıkla birlikte İran'ın devrimci güçlerini zayıflatabilecek şekilde, bir dış düşmanla da savaşmıyor. Sonuç olarak bugün İran’da Lenin'in 1905'teki ya da 1917'deki taktiklerini destekleyebilecek bir ortam yok.

İkinci olarak, eğer Sovyet birlikleri İran'da kalmaya devam etselerdi, o vakit siz de Azerbaycan halkının devrimci talepleri için mücadelesinde bir başarı imkânına inanabilirdiniz. Fakat o birlikleri biz orada daha fazla tutamazdık, çünkü Sovyet birliklerinin İran'daki varlığı, bizim Avrupa ve Asya'daki kurtuluşçu politikalarımızın temelini sekteye uğratıyordu. İngilizler ve Amerikalılar, “eğer Sovyet birlikleri İran'da kalabiliyorsa, o vakit neden İngiliz birlikleri de Mısır'da, Suriye'de, Endonezya'da, Yunanistan'da; Amerikan birlikleri Çin'de, İzlanda'da ve Danimarka'da kalamasın” diyorlardı. Bu nedenle, İngilizlerin ve Amerikalıların elinden bu kozu almak ve sömürgelerdeki kurtuluş hareketlerinin zincirlerini kırarak kendi kurtuluşçu politikamızı daha etkili ve verimli kılabilmek adına biz İran'dan ve Çin'den askerlerimizi çektik. Bir devrimci olarak siz de anlayacaksınızdır ki biz, başka türlüsünü yapamazdık.

Üçüncüsü, tüm bunları söyledikten sonra, şimdi İran'ın durumu hakkında şu türden bir çıkarımda bulunabiliriz.

İran'da kapsamlı bir devrimci kriz söz konusu değil. İran'ın başka ülkelerle savaş hâli, dolayısıyla da muhalefeti zayıflatıp krizi derinleştirebilecek askerî başarısızlıklarından da bahsedemiyoruz. Sovyet askerleri İran'da kaldıkları sürece sizler, Azerbaycan'daki mücadeleyi daha da yayıp geliştirme ve uç taleplere sahip geniş bir demokratik hareketi örgütleme şansına kavuştunuz. Fakat birliklerimizin İran'dan ayrılması zaruriydi. Peki şimdi İran'da elimizde ne kaldı? İçindeki İngiliz yanlılarıyla da birlikte İran'ın en gerici unsurlarını barındıran Ahmed Kavvam hükümetinin karışıklık durumu var. Kavvam, geçmişte ne kadar gerici olursa olsun, bugün kendi çıkarları ve hükümetinin selameti için ve tabii ki de İran'daki demokrat çevrelerin desteğini alabilmek maksadıyla, birkaç demokratik reformu gerçekleştirmek zorundadır. Bu şartlar altında bizim taktiklerimiz ne olmalıdır? Bence bu durumda Kavvam’dan koparabildiğimiz ödünleri koparmalı, İngiliz yanlısı çevreyi tecrit edebilmek için Kavvam’ı desteklemeli ve böylece İran'ın demokratikleşmesinin temeli atılmalıdır. Size verebileceğimiz tüm tavsiyeler, işte bu varsayımdan kaynaklanıyor. Tabii ki siz farklı bir taktik de izleyebilir, Kavvam ile olan tüm ilişkileri kesebilir, İngilizci gericilerin zaferini güvence altına alıp böylelikle her şeyin içine edebilirsiniz. Gerçi böylesi bir adım taktik değil, aptallık olarak görülmeli. Bu türden bir taktik, pratikte Azerbaycan halkına ve İran demokrasisine ihanetten gayrı bir anlama sahip değildir.

Dördüncü olarak anladığım kadarıyla siz diyorsunuz ki, biz sizi önce göklere çıkarmış, sonra da yerin dibine sokmuşuz. Eğer doğru anlamışsam şaşırdığımı belirtmeliyim. Peki ama gerçekte ne oldu? Biz, esasen her devrimcinin bildiği bir yöntemi uyguladık. Bugünkü İran'ın durumuna benzer bir durumda, hareketin gerçekleştirmek istediği bazı kesin ve asgari talepler yerine getirilmek isteniyorsa, hareketi daha da ilerletmek isteniyorsa, asgari taleplerin de ötesine geçip hükümet için gerçekten bir tehdit hâline gelinmek isteniyorsa, o zaman hükümetten koparabildiğimiz kadar taviz koparma ihtimali güvence altına alınmalıdır. İleri atılmamış olsaydınız, İran'ın bu mevcut durumunda talepleriniz için, artık Kavvam hükümetinin vermek zorunda olduğu bu “imtiyazlar”ı elde edemezdiniz. Bu, devrimci hareketin bir yasasıdır. Burada sizin yerin dibine sokulmuş olduğunuzdan asla söz edilemez. Sizi yüzüstü bırakacak olmamızı düşünmenizse çok garip. Aksine, bizim manevi desteğimizi de alarak, makul bir şekilde hareket ederseniz, hem bu mevcudiyet içinde taleplerinizin ve Azerbaycan'ın yeri sağlamlaşır, hem de siz, Azeriler ve İran tarafından Ortadoğu'da ilerici bir demokratik hareketin öncüsü olarak göklere çıkartılırsınız.

J. Stalin
8 Mayıs 1946
Kaynak
Plebyen

16 Temmuz 2019

, ,

Amílcar Cabral



Altmışların sonlarında Amílcar Cabral, ABD’deki Siyahların Kurtuluşu Hareketi ve diğer devrimci örgütler nezdinde Che Guevara, Stokeley Carmichael ve Rap Brown kadar önemli bir isimdi. Gine-Bissau ve Yeşil Burun’daki ulusal kurtuluş mücadelesi, bizim açımızdan, Los Angeles ve Güney Filadelfiya’daki siyah mücadelesiyle benzer bir yere sahipti. Oysa bu ülkeye çok azımız gitmiştik. Bir tek Harry Belafonte (Pasif Direnişçi Öğrenciler Koordinasyon Komitesi –SNCC) adına Gine-Bissau’nun güney komşusu olan Fransız sömürgesi Gine’nin Conakry şehrine gitmişti. Bu şehir, Cabral’ın kurtuluş hareketinin karargâhı idi. 1964 yazı, ABD’de özgürlükler yazıydı. Afrika’da bilhassa güney Afrika’da ve Mozambik’te, Angola’da, Gine-Bissau’da ve Yeşil Burun’da ulusal kurtuluş hareketleri, beyazların üstünlüğü fikrine ve Portekiz İmparatorluğu’na kafa tutmuşlardı. ABD’de, Chaney, Goodman ve Schwerner’ın Mississippi’de öldürülmesi ve Fannie Lou Hamer’ın Mississippi Özgürlük ve Demokrasi Partisi’nin Demokratik Ulusal Kongresi’nde yer almasını talep etmesi sonrası Harry Belafonte, Bayan Hamer, Bob Moses, Julian Bond, James Foreman ve SNCC’nin diğer önemli üyeleri için kendisinin “selamet kapısı” dediği yolu açmak için uğraştı. Dört yıl sonra Los Angeles’ta SNCC örgütünü kurmuş olan ve burada küçük bir gruba akıl hocalığı yapan Jim Foreman’la birlikte çalıştığımız dönemde onun yaptığı bu seyahatten ve Gine’nin Gine-Bissau ile Yeşil Burun’daki bağımsızlık hareketinin desteklenmesi noktasında oynadığı rolden sıkça bahsettiğini anımsıyorum.

Jim Foreman ve ABD Komünist Partisi’nin siyah lideri, dostum Charlene Mitchell’den Amílcar Cabral hakkında çok şey dinledim. Ekim 1970’te tutuklandıktan sonra benim özgürlüğüme kavuşmam için yürütülen uluslararası kampanyanın itici gücü olan Charlene, Cabral ile bizzat tanışma şerefine nail olmuş bir isim. Cabral’la tanıştıktan kısa bir süre sonra Charlene, o günlerde Cezayir’de bulunan Eldridge Cleaver’la bir tartışmaya yaşar. Cleaver, o görüşmede Kübalılarla bazı Afrikalı liderlerin “devrimi sattığını” söyler. Cleaver, düşüncelerini Gine ve Yeşil Burun’un Bağımsızlığı için Afrika Partisi (PAIGC) lideriyle Charlene’in Fas’ta yaptığı toplantıda da dile getirir. Afrika Partisi liderine göre, kendisine devrimci diyen birçok siyahın halkı bilinçlendirme fikrine karşı çıkıp devrimci değişimin özünü kavganın teşkil ettiğini düşündüğünden bahseder. Uzun yıllar Gine-Bissau’daki köylüleri örgütlemek için tarım bilimi eğitimi alan ve sahada çalışan parti lideri, devrimci pratiği romantize etmenin ne kadar tehlikeli olduğunun farkındadır. Bu anlamda o, esasen Fanon’un şiddetin arındırıcı bir güç olduğuna dair sözünü düz anlamıyla ele alan eğilimlere itiraz etmektedir.

Devrimi romantize edip kavganın savaşçıların uğruna mücadele ettiği hedefi gölgede bırakmasına dair yaklaşımı konusunda Eldridge Cleaver yalnız değildir. O dönemde temel sorunlardan biri de mücadeleye dair erkekçi ve militarist imajların halesine kapılma eğilimidir. Cabral tam da bu türden fikirlerle mücadele etmektedir. Devrimci değişimle ilgili gelişkin fikirler üretemeyen devrimci siyahlar, ABD’ye özgürlük hareketlerini nasıl aktaracaklarını ve Afrika’daki kurtuluş mücadeleleriyle maddi ve manevi düzeyde nasıl bağlar kuracaklarını bilmemektedirler. Amílcar Cabral (ki onun yanında bazılarımız Augustinho Neto ve Samora Machel’ın ismini de yazardı) bizim “insan hakları söylemi” dediğimiz şey aracılığıyla ulaşabileceğimiz daha kapsamlı bir özgürlük ufkunu tahayyül etmemize katkıda bulunmuştur.

Bizim gibi Marksist olanlar ve sömürgecilik karşıtı mücadelelerin dünya genelinde kapitalizme karşı ortaya konulan direnişin öncü unsurları olduğunu söyleyen Afrikalı yoldaşlarla yan yana duranlar, muhafazakâr insan hakları savunusuyla bağlantılı asimilasyoncu stratejinin bir uzantısı olduğumuzun, aynı zamanda kapitalizmin eğip büktüğü “Siyah Gücü” fikrinin dar bir fikir olduğunun gayet net farkındaydık. Cabral sayesinde siyahların kurtuluşuna dair geliştirdiğimiz ve stratejilerimizle hedeflerimizin insan hakları temelinde inşa edilmiş görüşten ayrışmasını sağlayan fikriyatımızın esas olarak Afrika’daki ulusal kurtuluş mücadeleleriyle bağlantılı olduğunu gördük. Başka bir ifadeyle bizler, sadece ABD’deki özgürlük hareketleriyle değil, Afrika, Asya ve Latin Amerika’da İkinci Dünya Savaşı sonrası yürütülen anti-emperyalist mücadelelerle irtibatlı idik. Dolayısıyla bizim Amílcar Cabral ve Gine-Bissau ile Yeşil Burun’daki halkıyla kurduğumuz bağ, asla soyut değildi. Bizler, dar bütünleşmeci görüşlere dönük eleştirilerimizi geliştirme ve siyahların kurtuluşu ile ilgili olarak daha kapsamlı bir vizyon ortaya koyma noktasında Cabral’ın bize takdim ettiği enternasyonalizm anlayışına sırtımızı yaslıyorduk.

Simgesel açıdan önemli bir yerde duran Fidel Castro, Che Guevara, Frantz Fanon, Patrice Lumumba ve Amílcar Cabral gibi liderlere sırtınızı vermenin hayırlı olduğunu kimse inkâr edemez. Ancak bu devrimciler panteonu (ki sonrasında onun Haydée Santamaria ve Célia Sanchez gibi kadınları da içerdiğini öğrendik) dünyanın kurtuluşuna dair ihtimallere yönelik inancımızı muhafaza etmemizi sağladı. Benim bağlı olduğum SNCC birimi dağılınca komünist partiye katıldım (işin tuhaf yanı şu ki bu gelişme, New York’taki liderlerden birinin Los Angeles’taki SNCC biriminde kadınların fazla kudrete sahip olduğuna inandığı için yaşanmıştı.). Partiye katılınca Che-Lumumba Kulübü denilen, parti içinde teşkil edilmiş yapı dâhilinde çalışmaya başladım. Aynı dönemde San Diego’daki Kaliforniya Üniversitesi kampüsünde siyah, Latin ve beyaz işçi öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılamak için yürütülen kampanyaya katkı sundum. Bu çalışmaya sonrasında Lumumba-Zapata adını verdik. Aslında Guevara-Cabral adını vermek de mümkündü. O dönemde birçok ebeveyn, çocuklarına Cabral ismini veriyordu. Kurumlara veya çocuklara bu türden isim verme pratikleri, tüm dünya genelinde ABD emperyalizmine ve sömürgeciliğe karşı çıkan insanlarla kurulan bağların güçlenmesini sağlıyordu.

Ama öte yandan Amílcar Cabral’ın basit bir sembol olmadığını söylemek lazım. Devrimci bir teorisyen olarak Cabral, kurtuluş mücadelesinin politik, ekonomik ayrıca kültürel yönlerine önem veren bir isimdi. “Teori Silâhı” adını taşıyan Ocak 1966’da Havana’da düzenlenen Trikontinental Konferansı’nda yaygın biçimde dağıtılan çalışmasında Cabral, devrimlerin formüllere dayanmadığını ve kolayca bir yerden başka bir yere aktarılamayacağını üstüne basa basa dile getirmişti. 1959’da zafere ulaşmış olan Küba Devrimi’nin yol açtığı heyecan, sadece bu devrimin ABD’ye 90 mil uzaklıkta gerçekleşmiş olmasının değil, ayrıca ileride gerçekleşecek (umut edildiği biçimiyle aynı şekilde yaşanacak) devrimci dönüşümlerin muhtemel olduğunu ortaya koymuş olmasının bir sonucu idi. Küba adasında başarıya ulaşmış taktik ve stratejileri yeniden üretmeye çabalamak yerine Cabral, bizden kendi teorilerimizi ve stratejilerimizi geliştirmemizi, bu görevi de mücadelelerimizin özgül ekonomik, politik ve kültürel konumlarıyla doğrudan bağ kurmak suretiyle ifa etmemizi istiyordu.

Düşmanlarımız aynı olsa da süreçler ve dinamikler arasında ciddi benzerlikler bulunsa da toplumsal devrim ve ulusal kurtuluş ihraç edilebilir birer meta değildir. Devrim ve ulusal kurtuluşun yerel ve ulusal ölçekte yaşanan gelişmelerin birer sonucu olduğunu görmek, lehte veya aleyhte işleyen dışsal faktörlerin etkisi altında şekillendiğini anlamak ama aynı zamanda onların her bir halkın tarihsel gerçekliğince belirlenip biçimlendiklerini tespit etmek gerekmektedir. En büyük emperyalist ve sosyalizm düşmanı güçten sadece doksan mil uzaklıkta cereyan eden Küba Devrimi, bu ilkenin pratik karşılığı gibidir.[1]

Suikasta kurban gitmeden birkaç ay önce ABD’li siyah devrimcilerle gerçekleştirdiği toplantıda Cabral da silâhlardan ve şiddetten daha kapsamlı bir olgu olarak mücadeleyi tahayyül etmenin önemi üzerinde durmuştu.

Kendi ülkemizde verdiğimiz mücadele neredeyse on yıldır devam ediyor. Bu süre zarfında bilhassa kadın-erkek ilişkilerinde yaşanan değişimleri dikkate aldığımızda mücadelenin yüz yıldan fazla bir zamana yayıldığını söylemek lazım. Tamam mermi sıkıyoruz, bomba atıyoruz, bu açıdan baktığımızda on yıllık süre çok fazla. Ama bunlarla yetinmiyoruz. Bu dönemde bir millet meydana getirdiğimizi görmeliyiz.[2]

Cabral da her daim derin analiz üzerinde durmuş bir isimdi. Ona göre analoji temelli düşünce ile yapılmış analizlerin kabul edilmesi mümkün değildi. ABD’de siyah devrimcilerle yaptığı toplantıda kendisiyle sömürgeciliğin niteliğini tartıştığı Eldridge Cleaver’la yapmış olduğu sohbetten de bahsetmişti. Aktardığına göre Cleaver, o sohbet esnasında ABD’de siyahların bir tür sömürgeci hâkimiyet koşullarında yaşamakta olduğunu dile getirmiş. Bu tespiti aktardıktan sonra Cabral, aynıymış gibi görünen olgularla karşı karşıya kalındığını, lâkin politik faaliyetin bizim bu olgular arasında ayrım yapmamızı gerekli kıldığını söyledi. Ama tabii bu, amaçların aynı olmadığı anlamına gelmiyordu. Ayrıca bazı araçların benzemediğini de kimse iddia edemezdi. Asıl mesele, zaman ve enerji kaybından ve kaçınmak adına, her bir durumu derinlemesine analiz etmek, yapılmayanları yapmak, yapılması gerekenleri unutmamaktı.[3]

Amílcar Cabral’ın bize verdiği derslerin paha biçilmez oldukları açık. Onunla şahsen tanışamadım. 1973’te Tanzanya’da Augustinho Neto ile Portekiz imparatorluğunun kısa süre içinde çökeceği konusunda, büyük bir coşkuyla gerçekleştirdiğimiz sohbeti hâlen daha anımsıyorum. O sohbette herkesin zihninde hâlâ taze olan Cabral’ın ölümü ile ilgili de konuşmuştuk. O Afrika seyahati esnasında Gine’nin Conakry şehrinde de kaldım. Vurulduğu yere gittim ve dünyanın kaderinin değişmesine katkı sunan bu insana saygılarımı sundum.

Angela Davis

[Kaynak: Claim No Easy Victories: The Legacy of Amilcar Cabral, Yayına Hazırlayan: Firoze Manji ve Bill Fletcher Jr., Codesria, 2013, s. 350-353.]

15 Temmuz 2019

,

Filistin'in Özgürlüğü ve Latin Amerika



Doğu Kudüs, Gazze ve Batı Şeria'daki İsrail işgaline karşı Filistin ile dayanışma anlamına gelen Dünya Kudüs Günü vesilesiyle, İsrail'in siyonist rejiminden kurtuluş için verilen Filistin'deki ve Latin Amerika'daki mücadeleler arasındaki bağı incelemeye zaman ayırmalıyız.

Siyonizm, İsrail devletini ve uyguladığı zulmü meşrulaştırmak için kullanılan emperyalist, şovenist ve anti-Semit bir ideolojidir. Filistin topraklarının işgalinde ve zulümle sömürüsünde emperyalisttir. Apartheid yasalarıyla Filistinlilerin siyasi ve sosyal haklardan mahrum edilmesinde ve hâlen daha kendi toplumuna nüfuz ettirdiği azgın milliyetçilikle şovenisttir. Nihai olarak ise, kendilerine yönelen eleştirileri anti-Semit bulsalar da, askere alım yasalarını protesto eden Ortodoks Yahudiler üzerindeki baskılarla ve Afrika kökenli Yahudilerin ülkeye göç edişini Beyaz ırkçı eğilimlerle sınırlayışında anti-Semit bir ideolojidir.

İsrail, 2014'te tahrik ederek başlattığı çatışmaların ardından, Filistinliler üzerindeki baskısını korkunç bir seviyeye yükseltti. Bugün Gazzeliler, İsrail'in altyapıya verdikleri zararları tamir etmeye çalışırken bir yandan da su ve elektriğe ulaşımda güçlük çekiyorlar. Tüm bunlar, dünyanın en sıkı ablukalarından birinden muzdaripken oluyor. BM raporuna göre Gazze'deki 2 milyon Filistinli, günde ancak 4 saat elektrik kullanımına ulaşabiliyor. 2010'daki bir rapora göre İsrail'deki ortalama su kullanımı 240 litreyken, bu sayı Batı Şeria'da 73 litre. Küba, Venezuela, İran ve KDHC üzerindeki emperyalist ablukalar ve ambargolar gibi Gazze üzerindeki bu abluka da Filistin halkının temel tıbbî malzemelere ve gıdaya olan ulaşımını engelliyor. Bu abluka, hâlihazırda korkunç bir durumda olan insanları aç bırakmanın ve öldürmenin insanlık dışı bir yoludur. Bütün bunlar, İsrail’in terörist güçleri olan IDF’nin günlük cinayetleriyle, adam kaçırmalarıyla ve çocukları, sağlık görevlilerini, silâhsız göstericileri, gazetecileri ve aktivistleri tehcir etmesiyle ikiye katlanıyor.

Filistin halkının karşılaştığı bu zulüm, Latin Amerika'da campesinoların (köylüler), işçilerin, Yerlilerin, Siyahilerin, kadınların ve diğer tüm marjinalize edilmiş grupların karşılaştıklarıyla yakından bir bağlantı içindedir. Öyledir, çünkü İsrail o vahşi askerî taktiklerini, silâhlarını, faşist askerlerini ve ideolojisini Latin Amerika'nın elitlerine ve onların rejimlerine sunuyor.

İsrail ve Latin Amerika arasındaki ilişkiler 1960'lı yıllara, yani birçok ülkemizin diktatör rejimlerinin, iç savaşların ve darbelerin altında inim inim inlediği bir zamana kadar gidiyor. İsrail, bunların en vahşi, en berbat olanlarına silâh desteği sağlamıştır: Arjantin'deki askerî cunta 1970'li ve 80'li yıllar boyunca silâhlarının yüzde 95'ini İsrail'den almıştır; El Salvador'da bu oran 1972-79 yılları arasında yüzde 92; Honduras'ta ise 1972-81 yılları arasında yüzde 81’di.

Ekvador'daki 1960'lardan 80'lere kadar süren askerî cuntaların ve dikta yönetimlerinin baş destekçisi İsrail idi. Eylemcilerle mücadele etmeleri için Ekvator devleti, genç askerlerini eğitim için İsrail'e yollamışlardı. 1970'li yıllardaki askerî cunta yönetiminde Yerli ve solcu eylemcilerin hareketleri ağır bir şekilde bastırılırken, İsrail, Ekvator'a 200 milyon dolar değerinde silâh yardımında bulunmuş, üstüne askerî danışmanlar da göndermiş ve “eğitim” işini üzerlerine almışlardır.

Guatemala'da bir sürü insan hakları ihlalleriyle suçlanan Fernando Romeo Lucas García'nın 1978 yılındaki dikta rejiminde ise İsrail, bu rejimi on binlerce tüfek göndererek desteklemiştir. 1980'li yıllar boyunca binlerce Yerli'nin ve solcu eylemcinin katledildiği bu sürece İsrail gönderdiği danışmanlarıyla destek olmuştur. 1982'deki darbenin ardından yönetime gelen Efraín Ríos Montt döneminde 10.000'den fazla Yerli'nin öldürülmesinde İsrail, askerî danışmanlarıyla, silâhlarıyla ve rejimi finanse etmesiyle büyük bir pay sahibidir.

1973 yılında Şili, seçimlerle iş başına gelmiş olan Salvador Allende'nin faşist Pinochet tarafından devrilmesine tanık oldu. Pinochet iktidara geldiğinde İsrail, bu zâlim rejimin en büyük silâh tedarikçilerinden biri hâline geldi. İsrail, eylemcilere karşı insanlık dışı taktikler uygulayan Şili ordusuyla da yakın ilişkiler geliştirdi; özellikle de Şili Hava Kuvvetleri ile. Bunların en bilinen taktiği ise, eylemcileri uçaklardan Pasifik'e atarak “kaybetmekti”.

Rafael gibi İsrail şirketleri de tüm bu suçlara ve baskılara ortaktır. Rafael, başta füze olmak üzere çeşitli türde silâhlar üreten bir İsrail şirketidir. 2000'lerin başında Rafael, Sağcı Kolombiya hükümetiyle 65 milyon dolar değerinde silâh anlaşması imzaladı. Son zamanlarda ise İsrail sadece silâh göndermekle kalmıyor, aynı zamanda silâh veya gözetleme aracı olarak kullanılabilecek insansız hava araçları da tedarik etmeye başladı.

Honduras, Ekvador, Peru, Meksika, Kolombiya ve Şili, güvenlik durumlarını güçlendirmek ve halk hareketlerini bastırmak için İsrail İHA'ları satın alan devletlerdir. Kolombiya'da bu İHA'lar, insanları gözetlemek ve onların üstünde terör estirmek için campesino hareketlerine karşı kullanılmıştır. Özel İsrail şirketleri de ayrıca El Salvador'a gerillalara karşı paralı askerler, silâhlar ve ölüm mangaları göndermiştir. Bu şirketler Nikaragua'daki Kontralara da aynı yolla destek olmuşlardır; gönderdikleri bu güçler işkencelerle ve yargısız infazlarla, Sandinist hareketin sosyalist ilerleyişine mâni olmak istemiştir.

Bu Mayıs ayında İsrail, asker ve polis güçlerini sınırı koruma noktasında eğitmek için 1.000 kadar askerî personel göndereceğini duyurmuştur. İsrail-Filistin sınırında IDF ve İsrailli yerleşimciler tarafından işlenen korkunç cinayetlere bakacak olursak İsrail, aynı vahşi metotlarını Honduras'a ihraç ediyor. İsrail zaten Honduras'ta daha önceden de önemli bir rol oynamıştı; apartheid rejiminin 2009'da, seçilmiş başkan Manuel Zelaya'ya karşı darbe girişiminde parmağı olduğu noktasında önemli iddialar var.

Birkaç İsrailli ve İsrail şirketinin darbede parmağı olduğu iddia ediliyor. Bunlardan birisi David Mirza. Mirza, Uluslararası Güvenlik Akademisi'nin başındayken güvenlik güçlerini eğiten kişidir. Mirza'nın darbeden hemen önce Honduras'ta olduğu bildirildi ve verdiği taktiklerle ordunun darbe sırasındaki ve sonrasında halk üzerindeki kuracağı baskının taktiklerini etkilediği öne sürüldü. Darbeden sonra 2016 yılında iktidarı ele alan Juan Orlando Hernández, İsrail ile silâh, danışmanlık vs. alanlarında bu faşist devletle anlaşma imzaladı. Şimdilerde Honduras'a giren bu güçler devam etmekte olan bu anlaşmanın bir parçasıdırlar.

Tarih öyle gösteriyor ki İsrail'in hiper-militarizm ve emperyalizmle biçimlenen Siyonizm ideolojisi şimdi Latin Amerika'ya kadar uzanmıştır. İsrail devleti nasıl önceden baskıcı sağcı hükümetlerin temel bir güçse, hâlen daha öyledir. Latin Amerikalı elitlerin faşist işgalci-sömürgeci İsrail devletiyle ittifakı, Filistin'in kurtuluş davasıyla Latin Amerika'nın sömürgecilikten kurtuluş mücadelesini birbirine bağlıyor. Siyonizm'in emperyalist ideolojisi, Latin Amerika'nın baskıcı kapitalist elitlerine bulaşıyor. Bu ittifakın somutlaşmasını, Latin Amerika'daki işkencelerde, ayrım gözetmeyen cinayetlerde, haksız tutuklamalarda ve Yerlilerin, Siyahların, campesinoların ve işçilerin yerinden edilmesinde görebiliriz.

İsrail'deki faşistlerle yakın ilişki içinde olan birçok dikta rejimine rağmen, üç Latin Amerika devleti İsrail'in etkisine direnmiş ve İsrail devletini tanımayı reddetmiştir. Bu devletler Venezuela, Bolivya ve Küba'dır. Küba’nın 1959’daki devriminden bu yana, Fidel Castro’nun önderliğinde Kübalılar, Filistinli yoldaşlarını Siyonist işgalcilere karşı mücadelelerinde eğitecek kadar ileri giderek Filistinlilerle büyük bir dayanışma göstermiştir. 2015'te Venezuela, Filistinlilerin şu anda İsrail’in işgal ettiği topraklarına geri dönme hakkını savunan Filistin'e Dönüş İçin Küresel Seferberlik kampanyası için düzenlenen ilk Latin Amerika kongresine ev sahipliği yapmıştır.

Venezuela devlet başkanı Hugo Chávez bir defasında şöyle demişti: “Bir gün soykırımcı İsrail devleti ait olduğu yere konulacaktır. O gün orada, aynı yolu ve fikirleri paylaşabileceğimiz gerçekten demokratik bir devletin doğacak olmasını umalım.” Bir gün, İsrail'i ait olduğu yere koymak ve bu âdil ve özgür, bağımsız devleti kurmak için, şimdi yapmamız gereken, Filistin ve Latin Amerika'daki mücadeleleri birbirine bağlayan tarihî ve maddî şartları bilmektir. Enternasyonal dayanışma ve Latin Amerika'da işçilerin, köylülerin ve Yerlilerin mücadelesi, özgürlükleri için işgal altındaki topraklarında savaşan Filistinli kardeşlerimizle birlikte, Siyonizm'in üstesinden gelecek ve faşist İsrail devletini, müttefikleriyle birlikte parçalayacaktır.

Nicholas Ayala
6 Haziran 2019
Kaynak

14 Temmuz 2019

Distopyanın Uygulanabilirliği


David Graeber, kısa süre önce yeni bir metin/pasaj attı ortaya. Başlığı “Pratik Ütopyacının Yaklaşan Çöküşe Yönelik Kılavuzu”. Metinde üzerinde durulması gereken yığınla güzel şey var. Bunlardan biri de devrimci faaliyetin tarihteki itici güç olduğuna dair tespit. Aşırı gelişmiş bir dünyayı içinde kurbağa bulunan tencere misali alttan alta ısıtan memnuniyetin ve kayıtsızlığın ıslak bir battaniye gibi herkesi boğduğu koşullarda, bunu söylemek önemli.

Bir olayın etkisi, her daim burada ve hemen şimdi açığa çıkmıyor, olay, dalga dalga yayılan etkilere yol açabiliyor. Bu dalgalanmanın etkileri, ancak toplumsal düzene ait kurumlarda ve o düzenin dokusunda geçmişe ait devrimci olayların sebep oldukları dalgaları incelemek suretiyle kavranabiliyor. Graeber da bunu yapıyor ve yazısında önemli hususlara değiniyor: örneğin yazar, Fransız Devrimi’nin, her ne kadar el konulmuş bir olgu olsa da, Batı’da yaygın eğitim gibi (Bonaparte eliyle sağa sola “dağıtılmış” olan) modern demokratik kurumların oluşturulmasına yol açtığından söz ediyor.

Ama gene de bence Graeber’ın getirdiği iki eleştirinin geliştirilmesi gerekiyor. Bu anlamda niyetim, aynı safta durduğum biri olarak, onun yürüttüğü tartışmaya mevcut hâliyle bir şeyler katmak:

(1) Graeber’e göre Paris 68’i, altmışların en büyük olayı idi. Ben ise 68 Mayıs’ının İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransız solcularının çocuklarına onları uyutmadan önce anlattıkları hoş bir masal olduğunu söylüyorum. Hâkim tarihyazımına karşı bir yazımı şu şekilde dile getirmek mümkün: 68 Mayıs’ı, altmışların başında Paris’te yaşanan ve onlarca eylemcinin öldürülüp Seine Nehri’ne atıldığı Cezayirli isyanlarının, o devrimci momentin bir yankısıdır. Lâkin 68 Mayıs’ı, devrimci moment değildir. Peki neden böyle söylüyorum? Öyleymiş gibi görünse de burada “gerçek” devrimi bulup çıkarma çabası içerisinde değilim. Fakat şunu da söylemeden edemiyorum: Graeber’ın analizinde, tüm insan hakları mücadelelerini ve Avrupa ile yayılmacı imparatorluğa karşı gerçekleştirilen sömürgecilik karşıtı isyanları dikine kesen beyaz bir çizgi, hemen dikkati çekiyor. Graeber, beyaz burjuvaların imparatorluk dünyasında sınıfsal eşitlik için verdikleri mücadelelere odaklanıyor, burada gerçekte pek mevzubahis edilmeyecek, birkaç ölümle sonuçlanmış “devrimciliği sahneleme” pratiğine ait kısa kesitlere rastlanıyor ve “bir şey ne kadar çok değişirse, o kadar aynı kalır” ilkesi uyarınca, sonrasında herkes, bu sahneleme pratiği üzerinden arınma imkânı buluyor. Burada şunu kastediyorum: tüm altmış sekizliler, toplumun kucağına geri dönmeye mecburlardı. Hayat onlara kısa süre hoyrat davrandı, ama en sonunda gülen, onlar oldu (Cohn-Bendit bunun kanıtı değilse nedir!). Hepsi de parti sisteminin parçası hâline geldi ve Mitterand’la birlikte muktedir oldu. “Kara ayaklılar” gibi gettolara kapatılmadılar, hapse tıkılmadılar, bir hayvan gibi avlanmadılar, boğulup Seine Nehri’ne atılmadılar. Benim üzerinde durduğum husus bu. Birkaç sene sonra banliyö isyanlarının tekrar gündeme gelmesinin sebebi burada, çünkü şu lanet dünyada ötekiler için hiçbir şey değişmedi.

Yaşananların yol açtığı tepkilere bakalım bir de. 68 neye sebep oldu? Evet, hayırlı gelişmelere tanık olundu, Mitterand başa geçti, kaldırım taşları yere bırakıldı, ele “tavizler” alındı. En genelde altmışların sebep olduğu en önemli sonuç ne peki? Altmışlardaki mücadeleler, beyaz çocuklara “devrimci” değerleri gerisin geri satmak için tasarlanmış çok kapsamlı ve eksiksiz bir tüketim sistemine yol açtı (ve aynı zamanda o sistemi besledi). Silikon Vadisi ve Nettime’da “Kaliforniya İdeolojisi” olarak eleştirilen şey, siber hippilerin başını çektikleri ütopyacı teknokapitalizm denilen sürecin parçası. Apple’ın altına imza attığı e-Devrim. “Kişisel olan, politikleştiği ölçüde, her türden münzeviliğin yönlendirdiği yaşam tarzı temelli ürünler gibi savaş sonrası doğum oranlarının yüksek olduğu dönemde doğanlara paketlenip satıldı. Ardından bu strateji, tüm dünyaya pazarlandı. Bu tür konularda bizleri uyaran Sitüasyonistler, haklıydılar. Bu yaşananları hepimiz zaten biliyoruz aslında. Doksanlarda sokaklarda gördüğümüz de bu ürünlerdi. Sonrasında graffitide karşımıza çıkan yenilik girişimleri de on beş yıl öncesine aitti. Neyse, konudan uzaklaşmayalım.

68’le birlikte bugün bizler nereye vardık? Eskinin sokaklarda taş atanları, bugün konferans salonlarında, amfilerde Varlık ve Olay’ın teorisini yapıyorlar ve Maoist olduklarını iddia ediyorlar. Siyahî devrimcilerin akıbeti ise başka oldu: altmışlarda ya suikasta kurban gittiler ya da hapse atıldılar (Malcolm X, MLK Jr., Edgar Mevers, sayısız Kara Panter, Mumya Ebu Cemal vb.) veya FBI eliyle yürütülen karşı-istihbarat programı COINTELPRO eliyle çözülmenin eşiğine getirildiler (Angela Davis, bu konuda bahsedilmesi gereken önemli bir istisnadır). Güç, ırklar arasında eşitsiz bir biçimde taksim edilmektedir. Dolayısıyla, bizim gücün en büyük kudretle ve şiddet araçlarıyla birlikte nereye devredildiğine bakmamız gerekir, zira devlet de aslolarak en yıkıcı devrimci faaliyetin nereden kaynaklandığına odaklanmaktadır.

(2) Üzerinde durmak istediğim bir husus daha var: ABD’nin yürüttüğü askerî operasyonlar türünden belirli hatları önemsiz gösterme çabası, devrimci olayların etkisini anlamada bize zerre katkı sunmayacaktır.

Graeber, altmışlarda yaşanan kimi olayların ABD’yi 11 Eylül’e dek uzanan otuz yıl boyunca büyük bir çatışmanın içine sürüklenmekten alıkoyduğunu söylüyor. Esasen bu iddia, küreselleşmiş olan ordunun değişen stratejilerini görmezden geliyor. ABD, temelde askerî operasyonlarını gizli operasyonlar kisvesine büründürmüş, Ortadoğu ve Latin Amerika genelinde paramiliter ve faşist örgütleri fonlamıştır. Ordu, ABD’deki gettolara kokaini akıtmak için kontrgerillaya bağlı uyuşturucu ağalarını desteklemiştir. Peki ama neden? Yapısal yoksullaşmanın, suçun ve uyuşturucu bağımlılığının ihtiyaç duyduğu zemini oluşturmak suretiyle siyahların devrimci faaliyetlerini susturmak için (bu konuda aşağıdaki videoya bakılabilir).

ABD, ayrıca Vietnam’dan, Apocalypse Now [“Kıyamet”] filmindeki Albay Kurtz türü isimlerden aldığı dersler sayesinde, dünya genelinde bir dizi yasadışı hava saldırısı gerçekleştirdi. Yani İtalya’da Otonomistlerin gözden kaybolmayı, hicreti teorileştirdikleri dönemde ABD ordusu, bu teoriyi çoktan pratiğe dökmüştü. ABD, askerî muharebe sahasını hiçbir zaman terk etmedi. Sadece stratejisini değiştirdi, onu ülke içerisinde tüketilmesi için yeniden ambalajladı. Nazi bilim insanlarını ve roket teknolojisini uzay programını inşa etmek için kullanan aynı ordu, Vietnam’dan öğrendiği terör taktiklerindeki uzmanlığını “cerrahi” operasyonlar dâhilinde “hayra kullandı”, ülke içinde ve dışında devreye sokulan bu operasyonlarda polis güçleri askerîleştirildi, böylelikle Watts türü isyanlar bir daha yaşanmasın diye kentlerde siyahların oturdukları gettoları ezdi. Ama onca baskıya rağmen isyanlar tekrar yaşandı. 1992’deki Los Angeles isyanları, polisin askerîleştirilmesi sürecinin hızlanmasına, yurttaş haklarının askıya alınmasına ve bugün ABD’yi özetleyen, gözetleme üzerine kurulu NSA devletinin oluşmasına yol açtı.

Evet doğrudur, burada bir karşı tarih önerisinde bulunuyorum. Gözetim devletini yaratan, 11 Eylül’e yönelik tepkiselci cevap değildi. Genel çerçeve zaten mevcuttu ve isyancı kesimleri, yani haklarından mahrum bırakılmış çok sayıda Afrikalı-Amerikalıyı kontrol etmek için kullanılıyordu. 11 Eylül, sadece devlete temel hakların yitirilmesini yurttaşlara “özgürlüğün bedeli” olarak yutturma imkânı sundu. O, zaten kamuoyundaki çöküşü gizlemek için bir tür kılıf olarak iş gördü.

Genel biçimi dâhilinde Graeber’ın sunduğu tezler, insan hakları, sömürgecilik karşıtı isyanlar ve azgelişmiş dünyada köle ayaklanmaları bağlamında gelişen devrimci faaliyeti ele almış olsaydı, daha güçlü ve ikna edici hâle gelebilirlerdi. Bu isyanlar ve kalkışmalar, mücadelelerin kritik noktaları. Kritik olmalarının sebebi de onların kölelik karşıtlığı üzerinde durmaları.

Ana hikâyede ırkın sahip olduğu ağırlığı hiçbir gevezelik ortadan kaldıramaz, dolayısıyla kimse, devrimci faaliyete dair anlayışı bir avuç batılı ve esas olarak beyaz olan kişinin yapıp ettikleriyle sınırlandıramaz. Köleleştirme ve insandışılaştırma pratiklerine karşı yürütülen mücadeleleri sadece denkleme dâhil etmekle yetinilmemeli, onlar, bilhassa beyaz hümanizmine ait Aydınlanma değerlerine itiraz ettiği yerde, denklemin güçlü yanı olarak anlaşılmalı. Zira Graeber’ın makalesinin dayandığı, Fransız devrimci özne ile ilgili, onun hâlen daha ilerleme kaydettiğini söyleyen tarihyazımına karşı makro ölçekte geliştirilmiş başka bir tarihyazımı söz konusudur.

Specters of Atlantic: Finance Capital, Slavery, and the Philosophy of History [“Atlantik’in Hayaletleri: Finans Kapital, Kölelik ve Tarih Felsefesi"] isimli kitabında Ian Baucom’un dile getirdiği biçimiyle, “Modern özneyi doğuran, Fransız devrimci özne değildir. ‘İnsanın doğumu’nu mümkün kılan koşul, köledir, metanın ideal formu olarak köle. Yüzümüzü dönmemiz gereken, köle isyanları, köle ayaklanmaları ve sömürgecilik karşıtı devrimlerdir. Peki neden? Çünkü mücadele çift başlıdır, hem bir yanıyla köleliğe hem de bir yanıyla devrimci yurttaşın icat edildiği momentte modern köleliği kurumsallaştırıp üreten Aydınlanma hümanizmine ait beyaz anlatılarına karşı yürütülür.

Tobias C. Van Veen
15 Aralık 2013
Kaynak